26 Mart 2015 Perşembe

İdrak Psikolojisi


                                      İdrak Psikolojisi 

                                   



        Bizler, saatte yaklaşık 100.000 kilometre hızla uzayda yol almakta olan dünya adlı gezegenin üzerinde doğduk ve halen burada yaşıyoruz. Dev bir uzay gemisine benzetebileceğimiz yaklaşık 5.900 trilyon ton  ağırlığındaki ve bir trilyon kilometreküp hacmindeki bu sevimli gezegen, insan yapısı ulaşım araçlarından çok büyük, hızlı ve konforludur.
       Evet biz, dünya adlı bu büyük ve harika uzay gemisi üzerinde doğduk. Ve onun üzerindeki yolculuğumuzun ilk gününden itibaren  çevremizi tanıma ve anlama  istikametindeki faaliyetlerimiz de  başlamış oldu.
        Yeni doğan bir bebek, bir ses işitince, hemen başını sesin geldiği yöne çevirerek, onun kaynağını ve kendisi açısından önemini anlamaya çalışır. Bebek, bir süre sonra, çevresindeki kişi ve nesneleri keşfe koyulur. Bunun için kullanabildiği yegâne yöntem, hareket eden şeyleri devamlı olarak görme alanı içinde tutmaya çalışmaktan ibarettir. Böylece, kısa sürede annesini çevresindeki diğer varlıklardan ayırt etmeyi başarır ve onu tanıdığını, gülücükleriyle ifade etmeye de başlar.
       Gerek bebeklerde, gerekse erişkinlerde; tanıma ve öğrenmeyle ilgili işlem ve faaliyetlerin “dışa” ait unsurlarını; çevreden alınan ses, ışık, koku veya temas gibi duyusal uyaranlar teşkil eder. Bu dış unsurların, bazı iç proses ve donanımlar çerçevesinde işlenip, değerlendirilmesi suretiyle insan; fiziksel, biyolojik ve sosyal çevresini tanıyıp, öğrenir.
       İnsanın öğrenme, bilinç, algı, duyum, düşünme, hafıza, dikkat ve irade gibi entelektüel mekanizma, süreç ve prosesleri “idrak ve kognisyon” psikolojisi adı verilen bilim dalının çalışma alanını teşkil eder.      




                       

                                             

       




                                 









                                           

                                             1-) İDRAK PSİKOLOJİSİ







        Psikolojinin hatırlama, öğrenme veya düşünme gibi entelektüel  fonksiyonları konu alan kısmına “kognitif”(bilişsel) psikoloji adı verilir. Öğrenme veya bilme gibi zihinsel süreçlerin-en azından ilk basamakları-önemli ölçüde duyu organlarımızın dış dünyadan sağladığı enformasyona dayandığı için; konuya, duyu ve idrak psikolojisiyle ilgili temel bilgileri gözden geçirerek başlamak uygun olacaktır. Duyu ve sinir sistemimizi oluşturan organ, doku ve hücrelerin faaliyetleri aracılığıyla gerçekleştirilen duyusal ve algısal fonksiyonların anlaşılabilmesi için de; bu sistemlerin anatomi ve fizyolojisinin-hiç değilse belli başlı organların yapı ve çalışma özelliklerinin-ana hatlarıyla bilinmesi gerekir.






             
                           Duyu ve Sinir Sistemimizin Anatamofizyolojisi





        Kendi bünyemizde ve çevremizde olup bitenleri, duyu organlarımızın ve sinir sistemimizin fonksiyonları  aracılığıyla algılar ve biliriz. İç ve dış  dünyalarımıza ait  bilgiye ve  bilince ”oryantasyon” adı verilir. Oryantasyon, esas olarak, duyu organlarımız vasıtasıyla toplanıp, merkezi sinir sistemimize ulaştırılan enformasyona dayanır. Hem dış, hem de iç dünyalarımıza açılan pencereler olan duyu organlarımız, bu dünyalara ait verileri  toplayıp, merkezi sinir sistemimize gönderir.
        Dış ve iç dünyamıza ait data, “reseptör” adı verilen özel yapılı hücreler veya çıplak sinir uçları tarafından alınır. Reseptörler, dışa (eksteroreseptörler) ve içe (interoreseptörler) yönelik olmak üzere başlıca iki gruba ayrılırlar.
        Genelde insanların beş farklı duyuya sahip olduğu kabul edilir. Bunlar; görme, işitme, tat, koku ve derinin temas duyusudur. Ancak derimizde, dokunma duyusundan başka; sıcaklık, soğukluk ve ağrı duyularını toplayıp, ilgili merkezlere taşıyan üç farklı kanal daha mevcuttur.
        Klâsik duyu sınıflamasında yer almayan diğer iki duyu da, “kinestetik” ve “vestibüler” duyulardır. Kinestetik duyu reseptörleri; kaslarda, kirişlerde ve eklemlerde bulunur ve bu alıcı
hücreler, kol ve bacakların pozisyonları ile kasların gerginlik derecelerine ait enformasyonu toplar. Vestibüler reseptörler ise iç kulakta yer alır ve başın hareketleri ile pozisyonuna dair verileri toplayarak, vücudumuzun denge durumunun sürdürülmesine yardımcı olur.
        Duyu organlarımızın işleyiş tarzları birbirinden oldukça farklı olmakla birlikte, hepsinde ortak olan bazı prensip ve mekanizmalar da mevcuttur. Duyu organlarımızın reseptör hücreleri, değişik uyaran veya enerji türlerine hassastırlar. “Görsel reseptörler, ancak belirli dalga boyundaki ışıkla”; “koku alıcıları  gaz fazındaki” ve “tat alıcıları  sıvılarda çözünmüş durumdaki” maddelerle; “ısı alıcıları, sıcaklık  değişimleriyle”; “işitme, dokunma, ağrı, vestibüler ve kinestetik alıcılar ise sadece  belirli bazı mekanik uyaranlarla” faaliyete geçerler. Bu durumda reseptörleri beş ana gruba ayırabiliriz: ”Kendilerine ulaşan mekanik etkilere veya deformasyona hassas mekanoreseptörler”, “sıcaklık değişimlerini bildiren  termoreseptörler”, “ışığa duyarlı elektromanyetik reseptörler”, “dildeki tat, burundaki koku, atardamarlardaki oksijen  ve karbondioksit düzeyi ile diğer kimyasal maddelere hassas kimoreseptörler” ve “dokulardaki fiziksel ve kimyasal hasarı bildiren ağrı reseptörleri (nosiseptörler)”.
        Reseptörler, birer sinir lifi aracılığıyla, topladıkları enformasyonu merkezi sinir sistemine götüren “taşıyıcı sinirler”e bağlanmış durumdadırlar. Bir reseptör, hassas olduğu tipteki bir uyarana maruz kaldığında, iki ardışık olay vuku bulabilir. İlkin, elektriksel olarak yüklü bir tür biyomikrobatarya olarak görülebileceğimiz reseptörde, uyaranın tesiriyle “başlatıcı” veya “doğurtucu”  bir  nitelikte olan ve “jeneratör potansiyeli” adı verilen bir gerilim oluşur. Eğer bu gerilim, belirli bir eşik değere ulaşırsa, reseptör; bağlı olduğu sinirde bir elektrik akımı başlatır. Doğan bu akım, bağlantı sinirleri üzerinden merkezi sinir sistemine ulaştırılır.
        Uyaranın etkisi arttıkça, reseptörde doğan jeneratör potansiyelinin büyüklüğü de artar. Bu ise, reseptörün bağlı olduğu sinir lifinde doğan ve merkezi sinir sistemine taşınan akımların sayısında bir artışa yol açar. Böylelikle, uyaran şiddetinin büyüklüğü, sinyal frekansı artışına dönüştürülmüş olur.
        Bazı reseptörler ise bir  uyaran türünün varlığını değil, yokluğunu bildirir. Gözün retina tabakasında bulunan “off” reseptörleri, üzerlerine ışık ulaştığı sürece pasiftirler; ancak, ışık kesilince, faaliyete geçerler.
        Her türlü reseptörün topladığı her türden enformasyon, nihai olarak merkezi sinir sistemine tek tip bir sinyalle gönderilir. “Aksiyon akımı” adı verilen bu sinyal, üzerinden aktığı sinir lifinin çapına göre saniyede 0.1 ilâ  160  metre arasında değişen bir hızla merkezi sinir sistemine iletilir. Ve bizim dış ve iç dünyalarımıza ait tüm algı, kanaat, bilgi ve inançlarımızı oluşturan temel unsur, bu sinyallerden ibarettir. Bu sinyallerin oluşması ve algılanışı, dışımızdaki reel dünyanın özelliklerine olduğu kadar, hatta bazen ondan daha fazla, duyu ve sinir sistemimizin özelliklerine de bağlı olabilir. Düşünce tarihinin idealizm-realizm gibi klâsik yaklaşım ve kavramlarının, bu alanda ortaya konmuş ve konacak olan yeni bulguların ışığında yeniden gözden geçirilmesinin zorunluluğu açıktır.    
        Sinir sistemimiz, “hep veya hiç kanunu” denilen prensibe göre çalışır. Bir sinir lifi, kendisinde bir aksiyom akımı doğuracak eşik değere kadar ulaşan bir şiddette uyarıldıktan sonra; uyaranın şiddeti artsa da, hep aynı büyüklük veya amplitütteki aksiyon akımlarıyla karşılık vermeye devam eder. Bu hususun daha iyi anlaşılabilmesi için bir sinir lifinin fonksiyon şeklini ana hatlarıyla gözden geçirmemiz yararlı olacaktır.              
        İstirahat halindeki bir sinir lifinin zarı, elektriksel olarak kutuplanmış durumdadır: Lif zarının içinde daha çok negatif, dışında ise pozitif iyonlar bulunur. Zıt yüklü bu iyonlar, zarın iki tarafından, birbirlerine elektriksel bir çekim kuvveti uygularlar. Böylece bir “zar potansiyeli” oluşur. Bu organizasyon, bir kondansatörünkine benzer. Kondansatörlerin elektriksel kapasiteleri, yalıtkan yüzeylerinin kalınlığıyla ters orantılıdır. Lif zarının çok ince olması, nöronların elektriksel kapasitelerini arttırır.
        Reseptörün jeneratör potansiyelinin sinir lifinin uyarılma eşiğine ulaşması halinde, sinir lifinin zar potansiyelinde, ancak bir saniyenin küçük bir kesri kadar süren bazı değişiklikler olur. Pozitif yüklerin ardışık olarak lifin içine girmeleri sonucu, başlangıçtaki kutuplanmışlık hali, sinir lifi boyunca, süratle tersine döner. İyonların lifin uzunlamasına ekseni boyuca süren
bu yer değişimlerine bağlı olarak, merkezi sinir sistemine yönelen bir aksiyon akımı oluşur. Sonra zar, hızla eski kutuplanmış haline çevrilir.        
        Uyaranın şiddeti ne olursa olsun, sinir lifinin yegâne cevabı, bu aksiyon potansiyeli olacaktır. Eşik değerin altındaki uyaranlara sinir lifi “hiç” cevap vermezken, eşik ve eşiküstü uyaranlara da “hep” aynı büyüklükteki aksiyon akımlarıyla karşılık verir. Ancak uyaranların sayısı veya her birinin büyüklüğü ya da  şiddeti arttığında, reseptörler de daha sık  aksiyon akımları doğurtur. Bu ise, onlara bağlı liflerden akan ardışık deşarj akımlarının frekansında artışa yol açar. Uyaran şiddetindeki artışlar, uyarılan reseptörlerin sayısını da arttırır. Bu şekilde, reseptörler ve onlara bağlı sinir hücreleri, “frekans modülasyonuna” göre çalışan elektronik bir sistem teşkil ederler.
        Prof. A. Songar, “Temel Psikiyatri: Psikobiyolojik Temel Bilgiler” adlı kitabında, duyu ve sinir sistemimizin bu özelliği hakkında şu açıklamaları yapar: “Tabiatta hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Her kuralın ve kanunun bir nedeni ve gerekçesi vardır. Radyo alıcılarındaki uzun, orta ve kısa dalgalı yayımlar ‘amplitüd modülasyonu’ ile yapılmaktadır. Yani, AM vericilerinden yayımlanan müzik, konuşma ve diğer programlar, birtakım elektromanyetik titreşimlerin amplitüdlerindeki değişiklikler halinde kodlanmakta; alıcı cihaz da bu kodları ‘algılarken’, onları ses titreşimleri haline çevirmektedir. Buna karşılık FM  denilen çok kısa dalgalı yayımlarda, frekans modülasyonu kullanılır. Burada, müzik veya konuşmayı oluşturan ses dalgaları, sabit amplitüdlü elektromanyetik dalgaların frekanslarındaki değişimler halinde kodlanırlar. Bu, sinir sisteminde yer alan teknolojiye benzer.  AM ve FM teknikleriyle yapılan yayımlar karşılaştırıldığında, AM bantlarında sık sık istenmeyen parazit  ve gürültülere rastlanırken; FM bandında, özellikle müzik eserlerinin çok net ve kaliteli bir sesle dinlenmesinin mümkün olduğu müşahede edilir. Buna, alıcıdaki sesin fidelitesi veya aslına uygunluğu denir. Eğer sinir sistemimizde frekans yerine amplitüd modülasyonu kullanılmış olsaydı; çakan bir şimşekten veya elektrikle çalışan cihazlardan yayılan elektromanyetik dalgalar gibi etkenler nedeniyle, duyum ve algılarımızda çeşitli parazitler, istenmeyen tesirler ve hatalar oluşurdu.”            




     
          Çevre ve Merkez Sinir Sistemimiz



        Sinir sistemimizin temel yapı birimleri, nöron adı verilen hücrelerdir. Nöronun çekirdeğinin de bulunduğu gövde kısmının bir ucunda, diğer nöronlarla bağlantı kuran “dendrit” adı verilen uzantılar vardır. Gövde, diğer ucuna doğru gittikçe incelerek, akson adı verilen iğ veya lif şeklindeki bir kısımla son bulur. Bu uçta da bağlantı  parçaları mevcuttur. Bazı nöronların aksonları, schwan hücreleri adı verilen izolatör hücrelerle kaplanmıştır. Schwan hücrelerinden oluşan  örtü, ranvier boğumu isimli girintilerle yer yer kesintiye uğrar. Bu boğumlar, iletinin hızında  önemli değişikliklere yol açar. Ayrıca, bazı nöronlarda, schwan
kılıfı ile lifin zarı arasında, hücresel yapıda olmayan “miyelin” adlı bir de yağdan zengin kılıf  
bulunur. Miyelinle kaplı lifler, aksiyon akımlarını daha hızlı iletirler.
        Çıplak gözle görülebilen “sinir” adı verilen kalın sarımsı-beyaz kordonlar, nöron demetlerinden meydana gelirler. Bu demetlerde yer alan pek çok nöron; birinin dendritleri, diğerinin akson uçlarıyla bağlantı yapacak şekilde düzenlenmiştir.
        Bir nöron, ya periferde (çevrede) ya da merkezde (omurilikte veya beyinde) yer alır. Çevrede bulunan nöronlar yukarıda sözünü ettiğimiz farklı kalınlıktaki kordonlar veya kablolar şeklindeki yapıları oluştururlar. Merkezdekiler ise, omurilik ve beyin adlı organlarımızı meydana getirirler. İki nöron arasındaki bağlantı kısmına ”sinaps” denir. Bazı nöronlar iki uçlu (bipolar) yapıdadır. Omurilik nöronları, bipolar biçimdedir.
        Omurilik, omurga kemiklerimizin içindeki  kanalda yer alan; ortalama 45 cm. uzunluk ve 13 mm. çapında, konik biçimli bir yapıdır. Omurga kemikleri boyunca iki yandan girip çıkan sinir kordonları vasıtasıyla omurilik, periferik sinir sistemimizle beynimiz arasında, bir ara istasyon fonksiyonu görür. Ayrıca, dizkapağımıza sert bir cisimle vurulduğunda oluşan refleks türünden cevapları da organize eder.
        Omurilik, enine kesitlerinde, orta kısmında yer alan “H” harfi şeklindeki “gri cevher”i çevreleyen “beyaz cevher”den oluşan oval bir yapı halinde görülür. Beyaz cevher, başlıca miyelinle kaplı sinir liflerinden, gri cevher ise bipolar nöronların gövde kısımlarından müteşekkildir.
        Omurilik, beyne bağlandığı bölgede, yuvarlak ve kalınca bir sap şeklini alır. Bu kısımdan itibaren, fonksiyonel açıdan beynin en önemli üç ana bölümü başlar: ”Beyin sapı”, “limbik sistem” ve bunların üzerine, at üzerindeki bir binicinin bacakları gibi yerleşmiş olan “korteks” (beyin kabuğu).  
        Beyin sapının ilk parçası, omuriliğin, kafatasına girdikten sonra biraz genişlemiş olan “medulla” adlı kısmıdır. Medullanın arkasında “beyincik” yer alır. Medullanın içinde “otonom sinir” sistemimizin “kalp atışı, kan basıncı ayarı ve solunum” gibi hayati fonksiyonlarımızı otomatik olarak düzenleyen merkezleri yer alır. Beyincik ise kas faaliyetlerimizi koordine ederek, hareketlerimizin düzgün ve akıcı olmasını sağlar; ayrıca öğrendiğimiz motor aktivitelerimizle ilgili datayı, ihtiyaç halinde kortekse derhal iletmek üzere saklar.
        Beyin sapının diğer iki parçası da “talamus” ve “hipotalamus”tur. Ancak fonksiyonel ilişkileri açısından hipotalamusun, beynimizin bir üst   ana organizasyonel  bölümü olan “limbik sistem”le birlikte ele alınması daha uygun olacaktır.
        Talamus’a gelince, bir araya toplanmış nöron gövdelerinden oluşan  yumurta biçimli bu yapı, tıpkı bir röle istasyonu gibi çalışarak; görme, işitme, dokunma ve tat reseptörlerimizden gelen bilgileri derleyip, düzenledikten sonra beyin korteksinin ilgili kısımlarına gönderir. Koku reseptörlerinden gelenler dışındaki tüm duysal “in-put”u toplayan talamus; bilinç düzeyine yansıtmak üzere bu enformasyonu, kortekse gönderir. Korteksin tüm bölgelerinden de talamusa uyaran taşıyan lifler uzanır. Eğer talamusla olan bu bağlantıları kesilirse, ilgili kortikal merkezlerin fonksiyonları hemen hemen tamamıyla kaybolur. Hem anatomik hem de fonksiyonel açıdan korteks, talamusun büyük bir uzantısı gibi görünür.
        Beyin sapında yer alan önemli bir diğer yapı da “retiküler aktivasyon sistemi”(RAS)dir. RAS, omuriliğin üst kısımlarından başlayan ve tüm beyin sapı boyunca devam eden bir sinir ağıdır. RAS ile beyin kabuğu arasında projeksiyonlar mevcuttur. Tüm duyu reseptörleriyle bağlantı halinde olan RAS, onlardan aldığı enformasyonun bir kısmını seçip, derleyerek, kortekse ulaştırırken, diğerlerini bir filtre gibi bloke eder. RAS’nin faaliyetleri, uyku veya uyanıklık halimizin belirlenmesinde yegâne etkendir. RAS’nin uyarılması, korteksin bazı kısımlarını yaygın bir şekilde harekete geçirir. Zıt yönde, korteksten de RAS’ne uyaranlar gönderilebilir. Böylece, RAS ve korteks arasında, birbirini karşılıklı olarak uyaran bir kapalı devreler sistemi  faaliyet gösterir. Bu çerçevede; RAS korteksi, korteks de RAS’ni  genel bir uyarılmışlık hali içine sokar. “Gevşek” bir uyanıklık halinde RAS, duysal uyaranlar arasından seçtiği bazı mesajları sürekli olarak kortekse yollamak suretiyle, kişinin uyanık kalmasını sağlar. Sıra dışı ve önemli bir uyaran ise, RAS’nden çok daha fazla miktarda impulsun beyin kabuğuna gönderilmesine yol açarak; uyarılmışlık ve uyanıklık halinin çok  daha fazla artmasına ve  kişinin bir “teyakkuz”  haline girmesine neden olur.
        Uykunun başlaması ve devamı için RAS–korteks bağlantısının kapalı olması gerekir. Uyumakta olan birinin uyanabilmesi için de RAS’nin korteksin ilgili bölümlerini tekrar uyarmaya başlaması gerekir. Retiküler aktivasyon sistemleri cerrahi tekniklerle çıkarılmış olan hayvanlar, zamanlarının çoğunu uyuyarak geçirdiklerinden hayatlarının devamı, ancak bir tüple beslenmeleriyle mümkün olur.
        RAS ve korteks arasındaki bağlantılar iki yönlü olduğundan, RAS sadece duysal uyaranlardan değil, beyin kabuğunun faaliyetlerinden de etkilenir. Böylelikle, duysal uyaranların yanı sıra, “düşünme” gibi bir kortikal faaliyet de genel bir uyarılmışlık veya teyakkuz hali doğurabilir. Bu nedenle, uykuya dalabilmemiz için, hem duysal uyarımın hem de zihinsel etkinliğin asgari düzeye inmesi gerekir.
        Beyin sapından sonra gelen ikinci ana fonksiyonel ünite, “limbik sistem”dir. Limbik sistem anatomik olarak; aşağıda, beyin sapını teşkil eden yapılar ile, yukarıdaki beyin yarıküreleri arasında yer alır.                                                                                                                                                                                                                              
        Hipotalamus ve beyin sapı; “vücudumuzu teşkil eden hücre ve dokuların beslenmeleri ve atık ürünlerin tasfiyesi “ ile “içgüdüsel davranışların gerçekleştirilmesi”ne yönelik faaliyetleri koordine eden merkezler olarak görev yaparlar. Limbik sistem, üzerinde yer aldığı bu alt merkezlerin, özellikle içgüdülerle ilgili fonksiyonlarını denetleyen bir  üst  merkez  olarak  çalışır. Anatomik organizasyonel düzeyleri memelilerinkinden aşağı olan balık, sürüngen ve benzeri canlıların beyinlerinde limbik sistem yer almaz. Bu hayvanların beslenme, saldırma ve çiftleşme gibi davranışları oldukça sabit ve kalıplaşmış birkaç hareketten ibarettir. Memelilerde ise limbik sistemin de yardımıyla, içgüdüsel davranış örüntülerinin, çevrenin değişen şartlarına daha esnek ve uyumlu karşılıklar teşkil edecek  bir şekilde düzenlenmesi mümkün olabilmektedir.
        Limbik sistem, başlıca “amigdala, hipokampus ve septum ”gibi kısımlar içerir. Anatomik açıdan beyin sapında yer alan hipotalamus, fonksiyonel açıdan limbik sistemin merkezi bir parçasıymış gibi faaliyet gösterir. Hipotalamusun üç önemli fonksiyonu vardır. Bunlardan ilki, beyin sapı ünitelerinin  hücre ve dokuları beslemeye ve atık ürünlerin tasfiyesine yönelik “vejetatif” fonksiyonlarına katkıda bulunmaktır. Hipotalamus ikinci olarak, hormonal düzenleştirici sistemin bir parçası olarak faaliyet gösterir. Son olarak da, “emosyonel” (duygularla ilgili)  davranışların biçimlendirilmesiyle ilgili olarak da çok önemli bazı işlevler  görür.
        Hipotalamusun hayvan deneyleriyle ortaya konan bazı davranışsal fonksiyonları şunlardır: 1-) Yan hipotalamusun uyarılması; yeme ve içme davranışlarının yanı sıra, hayvanın genel uyarılmışlık düzeyinde bir artışa ve hatta bazen  bariz bir hiddet ve saldırganlık reaksiyonuna yol açabilmektedir. 2-) Hipotalamusun orta kısımlarının uyarılması ise tokluk ve sükûnet gibi tamamen zıt duyguların doğmasına yol açmaktadır. 3-) Üçüncü karıncık çevresindeki hipotalamus bölgelerinin uyarılması ise, genellikle, korku ve hoşnutsuzluk gibi reaksiyonlar doğurur. Hipotalamusun birçok kısmının, özellikle ön ve arka kısımlarının uyarılmasıyla, cinsel dürtüler ve davranışlar da ortaya çıkabilir. Hipotalamusun, RAS’ne komşu kısımlarının uyarılması ise; uyanıklık, dikkat ve heyecanda artış hallerine yol açar. Bu son duruma sempatik sinir sistemi aktivitesindeki  bir artış da eşlik ettiği için; hayvanın  kalp atım sayısında, kan basıncı ve glikoz düzeyinde yükselme gibi belirtiler de gözlenir.        
        Limbik sistemin temel görevlerinden  birisi, duygularımızın ve heyecanlarımızın oluşumu ve ifadesidir. Sistemin bazı parçalarının elektrotlarla uyarılması sonucu, öfke ve saldırganlık duygu ve davranışları doğarken, diğer bazı kısımlarının uyarılması ise korkuya yol açar. Limbik sistemleri kısmen zarar görmüş olan maymunların en küçük bir kışkırtmaya karşı bile çok şiddetli reaksiyonlar göstermesi, hasarlı bölgelerin, öfke reaksiyonunun dozunu ayarlayıcı bir fonksiyonlarının olduğuna işaret eder. Hasarları farklı limbik bölgelerde oluşturulmuş bazı maymunlar ise bir saldırıya uğradıklarında, hiçbir şey olmamış veya saldırganı görmemiş gibi davranırlar.
        Rasyonalizm ve empirizm arasındaki eski ve yaygın tartışma, insanın “heyecanlarını ifadesi ve bu ifadeleri tanıyıp, yorumlaması” konusunu da kapsar. Acaba, heyecan ifadeleri kişiden kişiye; toplumdan topluma değişir mi; yoksa tüm bireyler ve toplumlar için benzer olup, herkesçe aynı şekilde mi tanınır ve yorumlanır? Eğer bunlar bireyden bireye, toplumdan topluma değişiyorsa; o zaman heyecan ifadelerinin temelinde bireyin öğrenme yaşantısının yattığını kabul etmemiz gerekir. Diğer taraftan, eğer tüm insanlar arasında ortak olan bir “ifade dilinden” söz edilebiliyorsa, bu defa da heyecan ifadelerinin ve bunların tanınıp, yorumlanmasıyla ilgili bilgilerin doğuştan geldiği söylenebilir.
        Yapılan birçok araştırma ve çalışma, heyecanların ifadesinde ve yorumunda, hem öğren- menin, hem de doğuştan gelen bazı özellik ve yeteneklerin etkili olduğunu göstermektedir. Duygu ve heyecan, eskiden, akıl yürütme ve problem çözme gibi zihinsel faaliyetlerden tamamen ayrı ele alınır; duygu ve akıl, birbirini pek fazla etkilemeyen iki ayrı antite olarak görülürdü. Ancak yakın tarihlere ait çalışmalarla sağlanan bulgular, “duygusal zekâ” adı verilen yeni ve çok önemli bir başka zihinsel unsurun varlığına işaret etmektedir. D. Goleman,
uzun bir süre en çok satan kitaplar listesindeki birinciliğini korumuş olan “Duygusal Zekâ” 1 adlı kitabında, IQ ile ölçülen klâsik zekâ düzeyinin gerçekte kişinin öğrenim ve iş hayatındaki başarısını belirleyen yegâne etken olmadığını; “duygusal zekâ” adını verdiği yeteneğin, bireyin aile ilişkilerinden, okul ve meslek hayatlarına kadar pek çok alandaki başarısında en önemli rolü oynayan faktör olduğunu hem anatomik ve fizyolojik temelleriyle, hem de pratik uygulamalardan ve gözlem verilerinden derlenmiş örneklerle, son derece etkileyici bir şekilde gözler önüne sermektedir.                
        Prof. D. Cüceloğlu Türk, Japon ve Amerikalı üniversite öğrencileri arasında gerçekleştirdiği bir araştırmada, “soyut yüz ifadeleri”ni temsil eden bir dizi şeklin nasıl algılandığı incelenmiş ve sonuçta, her üç toplumda da birçok ortak temel yorum ve değerlendirme parametresinin bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Belli başlı duygusal durumları gösteren resimlerle yapılan farklı çalışmalarda da; Avustralya yerlileri gibi çok farklı kültürlere mensup toplumlar da dahil olmak üzere, dünyanın hemen tüm kesimlerinde, bu resimlerin benzer şekilde tanınıp, yorumlandığı neticesine ulaşılmıştır. Bir başka araştırmada ise, kör çocukların çeşitli duygu ve heyecan durumlarında yüzlerine yansıyan ifadeler ve mimikler tahlil edilmiştir. Elde edilen bulgular, normal olarak görebilen ve hiç görmeyen çocukların sevinç, keder ve öfke gibi duygularını ifade şekilleri arasında belirgin bir farklılığın bulunmadığına işaret etmektedir.2
        Amigdaller; limbik sistemin tüm bölümlerinden ve  beyin kabuğunun “frontal” (alın), “orbital” (göz arkası), “temporal” (şakak), “paryetal” (çeper) ve “oksipital” (kafa arkası) kısımlarından ve özellikle işitme ve görme ile ilgili bağlantı alanlarından enformasyon alırlar. Bu yoğun ve yaygın bağlantıları nedeniyle amigdallere limbik sistemin “dış dünyaya açılan pencereleri “ adı verilmiştir. Amigdallerden gerisin geriye beyin kabuğunun aynı bölgeleri ile hipokampus, septum, talamus ve özellikle de hipotalamusa sinyaller taşıyan sinirsel devreler uzanır.
        Merkezi sinir sistemimizin en üst bölümünü beyin korteksi oluşturur. Korteksin ana fonksiyonel parçasını da, en dışta, beyin zarının hemen altında yer alan, ortalama 3.5 mm kalınlığındaki kısım teşkil eder. Toplam ¼ metre kare kadar bir yüzeye sahip olan bu tabaka, beynin bütün kıvrımlarını örter. Beyinde bulunan tüm hücrelerin yaklaşık % 70 kadarını kapsayan korteks, başlıca yedi farklı nöron tabakasından oluşur. Kortekste, nöronların gövde kısımlarından oluşan gri cevher daha çok dışta; yağlı bir izolasyon malzemesiyle kaplı olan akson ya da lif kısımları ise içte ve ortada yer alır.  
        Duyu reseptörlerinden gelen aksiyon akımları, omurilikten itibaren çeşitli ara istasyonlara uğradıktan sonra nihai olarak beyin kabuğuna ulaşırlar. Görme, işitme, tat, koku temas ve diğer tüm duyuların her birinin, korteksin  belirli bölgeleriyle bağlantısı vardır. Meselâ, görme reseptörleri, beyin kabuğunun  arka-alt kısmına; işitme reseptörleri ise orta-alt kısmına bağlıdır.
        Duyu ve sinir fizyologlarının son yıllarda elde ettiği deneysel veriler, bizim dış dünyayı, duyu reseptörlerine bağlı sinir lifleriyle merkezi sinir sistemimize ulaştırılan “aksiyon akımları” vasıtasıyla algıladığımızı göstermektedir. Frekans modülasyonuna göre kodlanarak beyin kabuğuna kadar ulaştırılan bu data, gönderildiği duyu organına ait kortikal merkeze göre “algılanır”. Bir başka ifadeyle, herhangi bir duyu reseptöründen kaynaklanacak olan aksiyon akımlarının doğuracakları duyum veya algı, taşıyıcı sinir liflerinin beyin kabuğunda sonlandıkları duysal merkeze bağlıdır. Görme, işitme veya diğer herhangi bir duyu organını beyne bağlayan ileti yolu; hangi kısmından uyarılırsa uyarılsın, oluşacak duyum hep aynı olur. Meselâ, sol eldeki basınç reseptörlerini korteksteki ilgili merkeze bağlayan devreler, ister reseptörün bulunduğu cilt bölgesinden, ister taşıyıcı sinirin geçtiği dirsek veya koltuk altı bölgelerinden veyahut da omurilik içinden uyarılsın, oluşacak aksiyon akımları hep aynı duyumu veya algıyı doğuracaktır.    
        Duyu ve sinir sistemimizde geçerli olan bu hususla ilgili bir diğer prensip de “projeksiyon” ilkesidir. Buna göre, reseptörlerden kortekse kadar uzanan özel bir duysal devre, hangi kısmından uyarılırsa uyarılsın, oluşacak bilinçli duyumun kaynaklandığı nokta olarak algılanacağı yer, reseptörün bulunduğu vücut kısmıdır. Kafatası açılan bilinçli hastalarda yapılan kortikal uyarma deneylerinde, meselâ, sol elin temsil edildiği duysal korteks bölgesi uyarıldığında, hasta temas duyumunu kafasında değil, sol elinde oluşmuş gibi algılar. Bir başka  ilginç örnek de amputasyonlu, yani el veya ayak gibi organları tıbbi zorunluluklarla kesilmiş olan hastalarda görülen “fantom organ” ağrılarıdır. Bu hastalar bazen, kesildiği için gerçekte artık var olmayan organlarındaki çok şiddetli ağrılardan yakınırlar.
        Kortikal uyarma deneylerinde, görmeyle ilgili bölgelere mikro-elektrotlarla akım verilmesi halinde kişi, “ani ışık flaşları, bazı renkler, parlak çizgiler ve benzeri yalın görsel izlenimler” algılar. Benzer şekilde, kortikal  işitme merkezinin uyarılması halinde, “cızırtılar, alçak ya da yüksek perdeli ses fragmanları” işitebilir, ama asla anlamlı kelimeler ya da sesler duymaz.  
        İnsanın beyin korteksi, diğer tüm canlılarınkinden çok daha komplekstir. En karmaşık zihinsel faaliyetlerimizi, korteksimiz aracılığıyla gerçekleştiririz. Beyin kabuğumuzun duyu organlarıyla bağlantılı olan kısımları dışında, bir de hareketle ilgili organlarımızı faaliyete geçiren “motor” bölümü vardır. Korteksin geri kalan, yani duysal ve motor alanlar dışındaki kısımlarının; hatırlama, tahayyül, düşünme veya akıl yürütme gibi entelektüel fonksiyonlarımızla ilişkili olduğu kabul edilir. Beyin kabuğu, sağda ve solda birer tane olmak üzere “iki simetrik yarı”dan müteşekkildir. Bu yarıküreler, önden arkaya doğru uzanan derin bir yarıkla birbirinden ayrılmıştır. Bu yarığın tabanında yer alan geniş bir sinir demeti (corpus callosum), iki beyin yarıküresi arasında bağlantı sağlar. Her yarıküre; “alın”, “şakak”, “çeper” ve “kafa arkası” olmak üzere dört ayrı loba ayrılır.
        Korteksimizin duysal ve motor merkezler gibi bazı belirli alanlarının çok spesifik görevleri vardır. Diğer bazı kortikal alanlar ise “asosiyasyon” veya “serebrasyon” adı verilen daha genel fonksiyonların gerçekleştirilmesine aracılık ederler.
        Limbik sistemin görevlerinden birinin;  duygularımızın ve heyecanlarımızın oluşumu ve ifadesi olduğunu görmüştük. Tüm bilinçli zihinsel etkinlikleri başlatan veya yöneten korteks, limbik sistemle de sıkı bir işbirliği içindedir.      
           Korteks, son derece yüksek bir bilgi depolama kapasitesine sahiptir. Korteks hemen daima sinir sisteminin alt merkezleriyle koordinasyon içinde çalışır. Korteksin katkısı olmaksızın alt merkezlerinin fonksiyonları, gereken hassasiyet ve uygunlukta gerçekleşemez. Beyin kabuğundaki zengin enformatif kayıtlar, bu fonksiyonların amaca en uygun, en kesin ve en dakik şekilde gerçekleşmesini sağlar. Hele kognitif fonksiyonlar söz konusu olduğunda, korteks, temel ve esas merkez olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu tip proseslerde bile beyin kabuğu, alt birimlerle işbirliği içinde çalışır. Meselâ tüm entelektüel ve kognitif işlemlerin temel şartı olan uyanıklık veya bilinçli oluş hali için RAS başta olmak üzere, bazı alt birimlerle işbirliği yapılır. Son nörofizyolojik bulguların ışığında, artık günümüzde, sinir sistemimizin çalışma şekliyle ilgili olarak, her bir fonksiyon için, belirli tek bir merkezin görevli olduğu ve bir beyin bölgesinin bir diğerine bağlı olduğunun varsayıldığı “seri bağlantılı” klâsik model terk edilerek, deneysel verilere daha uygun düşen “paralel dağılımlı süreçler” (parallel distributed processing) modeli kabul görmeye başlamıştır. Buna göre, belirli bir fonksiyonun gerçekleştirilmesi sırasında, tüm merkezi sinir sistemi bünyesine dağılmış durumda olan, ayrı ve çok bağlantılı nöron grupları faaliyet gösterir. Bu fonksiyonel ünitelerin, belirli bir sıralama içinde çalışmaları da zorunlu görülmemektedir.3          
        Limbik sistemin önemli parçalarından biri olan hipokampus, beyin kabuğunun yapısına benzer bir doku yapısına sahip, uzunca bir organdır. Anatomik olarak, temporal korteksin içeriye doğru katlanmasıyla oluşmuş gibi görünür. Hipokampusun bir ucu, amigdallere dayanır. Korteksin birçok bölümü ve limbik sistemin tüm diğer parçalarıyla pek çok bağlantıya sahip olan hipokampus, hafıza ile ilgili mekanizmalarda önemli bir rol oynar. Hipokampusları zarar görmüş olan hastalar, yeni vuku bulan olayları hatırlayamazlar ama, hasarın gerçekleşmesinden önce hafızalarına kaydedilmiş olan bilgi ve becerileri hatırlayabilirler. Bu hastalar, bir faaliyet esnasında, dikkatleri biraz dağıldığında, ne yapmaları gerektiğine bir türlü karar veremezler.
        Beyin sapı, limbik sistem ve korteks, birbirleriyle bağlantılı bilgisayarlardan oluşan bir “network”a benzer. Bazı basit fonksiyonlar için bağımsız olarak da çalışabilen bu sisteme dahil bilgisayarların her birinin özel görevleri olmakla beraber, en etkili ve verimli sonuçlar için, tamamının birlikte faaliyeti gereklidir.  
        Bilgisayarların ataları olarak kabul edebileceğimiz ilk örneklerinin kullanıma sunulduğu günlerden itibaren, bazı bilim adamları, bu cihazlarınkiler ile sinir sistemimizin yapı ve çalışma özellikleri arasındaki benzerlik ve paralelliklere işaret ede gelmişlerdir. Meselâ, bilgisayarlarda da, sinir sistemimizin duysal bölümüne benzer bir in-put kısmı mevcuttur. Girişlerle çıkışlar arasındaki ileti devrelerinde, çeşitli bilgi-işlem fonksiyonları gerçekleştirilir. Eski ve basit bilgisayarlarda, çıkış sinyalleri doğrudan, giriş sinyalleriyle kontrol edilirdi. Bu mekanizma, omurilikte gerçekleştirilen refleks cevaplara benzetilebilir. Ancak daha kompleks bilgisayarlarda, out-put’un biçimini sadece giriş verileri değil, kompüterin hafızasındaki eski veriler de etkiler.4 İlk bilgisayarlarda veri girişi için yalnızca harflerin ve sayıların yazılabildiği klavyeler kullanılmaktaydı. Teknoloji geliştikçe, kompüterlerin in-put ünitesinin duyu ve sinir sistemimize benzerliği artmaktadır. Artık mikrofon, dijital fotoğraf makinesi, kamera  veya scanner gibi birimlerle bilgisayarlara da sesli ve görüntülü datanın girilmesi mümkün olmaktadır.
        Bilgisayar bilimleri ve enformasyon teknolojisi alanındaki ilerlemeler, insanın duyu ve sinir sistemlerinin daha iyi ve daha kapsamlı bir şekilde anlaşılması sürecine de olumlu katkıda bulunmaktadır. Ancak, bilgisayar alanında sağlanan tüm ilerlemelere rağmen; beynimiz, hâlâ en gelişmiş insan yapısı bilgi işlem sistem ve cihazlarından çok daha mükemmel yapı ve fonksiyon özelliklerine sahip bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.
                                             






                                     



                                             Dünyayı Nasıl İdrak Ediyoruz?





        Anatomik organizasyonunu ve çalışma prensiplerini ana hatlarıyla incelediğimiz sinir sistemimizin yapı ve işleyiş özellikleri, algısal ve kognitif mekanizmaların temel karakteristiklerini, kapasitesini ve limitlerini tayin eden faktörlerin başında gelir.
        Algı veya idrak, “kavrama, anlama ya da tanıma” gibi zihinsel olguları kapsayan bir terimdir. Kognisyon ise, “biliş veya bilme” anlamına gelir. İdrak hadisesi, kognisyon proseslerinden daha yalın olduğu ve kişilerin düşünce ve davranışlarının temelinde algısal süreçler yattığı için; önce algısal mekanizmaların gözden geçirilip, ondan sonra bilişsel proseslerin incelenmesi uygun olacaktır.
        Görüldüğü gibi bizler dış dünyayı, reseptörlere bağlı sinir lifleri üzerinden ilgili kortikal merkeze ulaşan bazı elektrik akımları aracılığıyla algılamaktayız. Yani biz, dışımızdaki varlıkları doğrudan değil, nicelik ve niteliği, duyu ve sinir sistemimizin yapı ve fonksiyon özellikleri tarafından belirlenen birtakım enerji dönüşüm ve transferleri sonucu tanır ve biliriz. Bu ve benzeri algısal ve kognitif olgular; temel ontolojik ve epistemolojik paradigmalar  olan ”realizm” ve “idealizm” ile “empirizm” ve “rasyonalizm” arasında güvenli ve makul kıyaslamalar yapabilmemiz için bize yararlı ipuçları sunmaktadır.
        Algılarımız, reseptörlerde başlayıp, kortekste sonlanan nörolojik ve biyokimyasal olaylar
çerçevesinde gerçekleşmekte olduğu için; reseptörlerin deşarj, sinir liflerinin aksiyon akımı iletme veya ilgili merkezlerin de uyarılma süreçleri üzerinde etki yapacak herhangi bir faktör, dış dünyanın çok farklı şekillerde algılanmasına yol açabilir. Taşıyıcı nöronların veya ilgili kortikal merkezlerin olağan olmayan şekillerde uyarılmaları sonucu, dış dünyada hiçbir mukabili olmayan duyumların ve algıların oluşumu mümkündür. Bu kitabın yıllar önce hazırlanan müsveddelerine son şeklini vermeye çalıştığım günlerde sinemalarda gösterime giren “Matrix” adlı film, bu konuda güzel bir örnek teşkil etti.
        Gözlerimizi kapatıp, üzerlerine parmaklarımızın uçlarıyla basınç uyguladığımızda, eğer retina tabakasındaki reseptörleri uygun bir şekilde faaliyete geçirirsek, ışık yerine basınç uyaranıyla korteksteki görme merkezimizde bir optik duyum oluşmasını sağlamış oluruz.
        Duyu veya duyum ile idrak arasında bir ayrım yapılması gerekir. Duyum bir ışığın parlaklığı, bir sesin perdesi, içtiğimiz kahvenin sıcaklığı gibi primer yaşantılardan ibarettir. Duyumlar, algının hammaddesi gibidirler. Algı ise, duyumların manâlandırılarak, bir bütün olarak yorumlanmış biçimidir.
        Biz dünyayı, tüm duyu organlarımızın ilginç bir koordinasyon ve entegrasyonla gerçekleştirdikleri fonksiyonları vasıtasıyla algılarız. Görme, duyma, koklama, temas ve tat gibi her duyuma ait özel algılar söz konusudur. Ancak, genel idrak mekanizmamızın işleyişin-
de en büyük ağırlığı görsel ve işitsel algılar teşkil eder. Bu nedenle, bazı bilim adamları duyuları, “görsel ve işitsel duyular ve diğerleri” olarak iki ana gruba ayırarak, “görme” ile “işitme” duyularının dış dünyanın algılanmasındaki özel önem ve yerine dikkat çekerler.                
        Tüm algı türlerinin enteresan bir ortak özellikleri vardır: İlgili süreçler, duysal enformasyonu daima tek bir kavram veya varlık olarak “bütünleme” eğilimindedirler. Önünde dikdörtgen figürler bulunan büyük ve üst kısmı kırmızı renkteki cismi bir “ev”, sırtımızda yer değiştirmekte olan bir dizi temas ve basınç duyumunu bir “böcek” ve uzaktan gelen alçalıp yükselen sesleri bir “ambulans” olarak algılarız. Çünkü duyu ve sinir sistemimiz, tek tek duyumları veya uyaran kümelerini değil, bunların temsil edebileceği bir “varlık”ı algılayacak tarzda dizayn edilmiştir.5
        Sinir fizyologları, bu entegre ve organize edici mekanizmaları, “yapısal” ve “fonksiyonel” olarak başlıca iki ana kategoriye ayırırlar. Bütünleyici idrak mekanizması, kısmen öğrenmeye dayalıdır. Çünkü, varlıkların adları ve onları temsil eden nitelikleri kişi, zaman içinde, çevresinden öğrenir. Bunlara, fonksiyonel organizasyon faktörleri denir. Ancak, duyuların varlık veya kavramlara entegrasyonu süreci, öğrenmeden çok, duyu ve sinir sistemimizin doğuştan gelen fizyolojik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu süreçte rol oynayan etkenlere  ise yapısal organizasyon faktörleri denir. Bu etkenler; beynimizin, sinirlerimizin ve duyu organlarımızın yapı ve çalışma prensiplerine dayanır. Bu organizasyon faktörlerinden en önemlileri “şekil ve zemin algısı”, “gruplama”, “tamamlama” ve ”şekil-büyüklük-parlaklık algısının değişmezliği” olarak sıralanabilir. Tüm bu organizasyon faktörlerinin etkinliği sonunda; kişi, parça parça uyaran ve duyu unsurlarını tek ve anlamlı bir bütün halinde algılar.
        Biz, tabloları duvarın üzerine asılmış veya kelimeleri sayfanın üzerine basılmış olarak algılarız. Bu örneklerde, tablolar ve kelimeler, esas “figür”leri, duvar ve sayfa ise “fon”u teşkil ederler. Her iki durumda da algıya esas olan bölümü figürler teşkil ederken, görsel materyalin fonu teşkil eden parçası, ancak tali bir fonksiyona sahiptir. Görsel alanda figürü, zemine göre bize daha yakında bulunan ve  üç boyutlu bir nesne gibi algılamaya temayül gösteririz. Ayrıca, gelecekte, görsel materyalin figür parçası, fon bölümünden daha iyi hatırlanır. Müphem şekillerde, faaliyet göstermekte olan söz konusu organizasyon faktörü   bazen, figürü, fondan ayırt etmekte zorlanabilir. Ünlü “kadeh veya yüz yüze bakan kişiler”    örneğinde olduğu gibi, ilgili süreçlerin figür ve zemin tercihi, aynı şekil için, zaman zaman değişebilir. Uzun zaman kör olarak yaşadıktan sonra günün birinde başarılı bir cerrahi işlemle görme kabiliyetine kavuşanlarda figür-zemin ilişkisinin hemen algılanmaya başlanması, bu organizasyon etkeninin, yaratılıştan gelen bir özellik olduğunu ve öğrenmenin, bu olgu üzerinde etkisinin bulunmadığını gösterir.  Figür-zemin ilişkisini  tayine yönelik organizasyon faktörleri, görme dışındaki duyularda  da etkilidir. Meselâ,  bir serçenin ötüşünün, dışarıdan gelen gürültü fonu üzerinde bir  “audial” figür olarak algılanması, ses duyusu için bir örnektir.
        Gruplama, anlamlandırıcı ve bütünleyici organizasyon faktörlerinden bir diğeridir. Bunun için, birtakım ipuçları kullanılır. Bunlar yakınlık veya benzerlik gibi özellikler olabilir. Birbirine yakın olan nesneler gruplandırılarak bir arada  algılanırlar. Sokakta birkaç kişiyi birlikte yürürken görünce, onları bir grup olarak algılayabilir ve yalnız başına yürüyenlerden farklı olarak değerlendirebiliriz. Müzikte ritim algılamanın temelinde, birbirine yakın işitilen vuruşlar yatar. Benzer birimler de bir bütün olarak algılanabilirler. Tamamlama, bir diğer yapısal organizasyon faktörüdür. Bir nesnenin tamamını görmesek bile, görme algımızdaki bu nesne, tam ve bütündür. Gerçekte, görme algısı nadiren bir cisimden gelen eksiksiz vizüel dataya dayanır. Biz, bir cismi, çoğu defa organizasyonel faktörlerin, bu cisme ait olan parça parça ve eksik  duyusal enformasyonu bir bütüne tamamlamasından sonra algılarız. Algısal değişmezlik, şekil sabitliği, büyüklük ve parlaklıkta değişmezlik ve devamlılık, diğer  önemli yapısal organizasyon faktörleridir.      
        Buraya kadar incelediğimiz örnekler, bilginin kaynakları ve türleri gibi epistemolojik hususlarda, “rasyonalist” paradigmayı destekler mahiyettedir. Ancak, algısal ve kognitif süreçlerde “empirist” unsurların–yani öğrenmeye dayalı olan fonksiyonel organizasyon faktörlerinin de-önemli tesirleri vardır. Aslında, rasyonalizm ile empirizm gelenekleri  arasındaki-kökleri, felsefe  tarihinin en derin köklerine kadar uzanan-tartışma ve rekabet hakkında en güvenilir ve objektif hüküm; “insanın duyusal, algısal ve kognitif yapı ve mekanizmalarında  öncelik ve önemin; yapısal organizasyon faktörlerine mi, yoksa fonksiyonel organizasyon faktörlerine mi ait olduğu” sorusuna bilim yoluyla verilecek cevap olacaktır. Hem geçmişte yaşamış, hem de şimdi yaşamakta olan filozoflar arasında bu türden tartışmalar olmuştur ve olmaktadır. Geçmişte yapılanlar belki hoş görülebilir. Çünkü, Descartes veya Locke, duyu ve sinir sistemimizin yapı ve çalışma prensipleri hakkında şu anda bilinenlerin belki yüzde doksan dokuzundan bile habersizdiler. Ancak günümüzde yaşayan bir kimsenin, bilimin tarafsız olarak ortaya koyduğu olguları göz önünde bulundurmaksızın, bu konuda, bilimsel içerikten yoksun spekülasyonlardan ibaret iddialarda bulunup, yazılar yazması, en azından bir sorumsuzluk ve ciddiyetsizlik olarak nitelenebilir. Hele  felsefenin hâlâ gerekli olup, olmadığının; ya da felsefi çalışmaların artık günümüz insanının entelektüel birikimine herhangi bir olumlu katkısının olup, olamayacağının ciddi bir  şekilde tartışılmaya başlandığı günümüzde; felsefe alanında akademik bir unvana sahip olanlar ile, her hangi bir şekilde felsefi bir etkinlikte bulunanlar, bu noktaya gereken önemi  mutlaka göstermelidirler.
        Fonksiyonel organizasyon faktörleri esas olarak; kişinin ihtiyaçlarından, ruhsal durumundan, geçmiş yaşantılarından ve hafızasında kayıtlı bilgi ve tecrübelerinden kaynaklanan etkenlerdir. Bruner ve Goodman’ın, Boston’da; zenginlerin  oturduğu bir semtte bulunan bir okuldaki öğrenciler ile yoksulların oturduğu bir semtte, evlerinde ziyaret edilmiş olan çocuklar  arasında düzenlediği ve tedavülde olan demir paraların büyüklüklerinin tahminine dayanan  bir seri deney ve buna benzer araştırmalar sonunda ulaşılan neticeler, şöyle formüle edilmiştir: Bir şeyin sosyal önemi ve değeri ne kadar büyük, bireylerin  o şeye ihtiyacı ne kadar fazla ise, o şeyin algılanmasında etkili olan organizasyon faktörlerinin oranı da o ölçüde “yapısal”dan “fonksiyonel”e kayar.
        Levine, Chein ve Murphy’nin; karınları aç olan ve yemekten henüz kalkmış olan iki üniversite öğrencisi grubu üzerinde yaptığı bir seri deneyde de, net olarak görülemeyen bazı müphem ve belirsiz şekiller ile görüntüler, aç öğrenciler tarafından daha çok “birtakım yiyecekler” olarak algılanmıştır. Diğer grubun şekil ile ilgili tahminleri ise çok farklı olmuştur. Bu deneyler, algısal organizasyonla ilgili faktörler üzerinde ihtiyaçların tesirini gösteren tipik bir örnek olarak literatüre geçmiştir.  
        Kör veya sağır olarak doğup belirli bir süre bu şekilde yaşadıktan sonra, cerrahi bir operasyonla bu duyularına kavuşturulan kişiler üzerinde yapılan araştırmalar; normal bebeklerin algısal ve kognitif gelişim seyirlerinin bilimsel gözlem ve deney teknikleriyle izlenmesi ve lâboratuar şartlarında, henüz yeni doğmuş olan hayvan yavrularının, kısıtlı duysal uyaranlar altında büyütülerek, bu durumun onların algısal gelişimleri üzerindeki etkilerinin gözlenmesi şeklinde gerçekleştirilen farklı çalışmalarda elde edilen bulgular da,  zihinsel süreçlerin; kısmen doğuştan gelen bazı mekanizmalara, kısmen de çevre şartlarına ve öğrenmeye dayalı olduğunu ortaya çıkarmıştır.
        E. Morgan, henüz yeni doğmuş olan bir bebeğin “doğuştan gelen kimliğini” şöyle tasvir eder: “Yeni doğan bir bebeğin bence en önemli özelliği, ayrı, bağımsız ve tamamen kendine has bir varlığa ve kişiliğe sahip oluşudur. Doğumdan sonraki daha ilk dakikadan itibaren, eğilip de yatağın üzerine bakan herkes, bu olguyu bizzat gözlemleyebilir: Orada, kendisi de bize bakmakta olan birisi, ‘herşeyi ile özgün, tam, bağımsız ve ayrı bir kişi’ ya da şahsiyet vardır.”6 Bu satırların yazarı olarak ben de, şimdi 15 yaşında olan oğlumun, doğumhaneden çıkarılıp da eşimin kalacağı odaya getirildiği andaki bakışlarında gördüğüm ifadeyi hâlâ hatırlıyorum: O çehrede ”biraz korku, biraz şaşkınlık, biraz heyecan ve biraz da merak” apaçık bir şekilde okunabilmekteydi. Daha da belirginleşmiş olmakla birlikte, oğlum şaşırtıcı ve sıradışı durumlarda, tepkilerini yine aynı şekilde ve benzer mimiklerle sergilemeye devam etmektedir. Hatta, birden fazla çocuğa sahip olan dikkatli anneler, şu anda hareketli ve afacan olan çocukları ile daha sakin ve uslu olanların, hamilelikleri esnasında karınları içindeki “dönme ve tekmeleme” gibi normal fetal hareket düzeyleri bakımından büyük bir farklılık göstermiş olduğunu hatırlarlar.                                                                                                      
        Araştırmacılar,  fetusun ses uyaranları aracılığıyla, doğum öncesi dönemde bile bazı şeyleri öğrendiğini ve bildiğini ortaya koymuşlardır. Hamile kadınların yakınında, özellikle son üç ay civarında, bir yabancı dile ait ses ve konuşma kayıtlarına ait teyp bantlarının çalınması suretiyle gerçekleştirilen bir  araştırmada, bu annelerden doğan bebeklerin, diğer bebeklere göre, o dili anlamayı ve konuşmayı daha  kısa sürede  başarabildikleri  görülmüştür.
        Modern tekniklerle yapılan gözlemler ve deneyler sonucunda, yeni doğmuş bebeklerin zihinsel yeteneklerinin, eskiden sanılandan “çok daha fazla” olduğunu ortaya konmuştur. Her ne kadar bebekler doğduklarında, henüz  sinir sistemlerinin gelişimi tamamlanmamış da olsa,  mevcut nörolojik donanımları, ihtiyaçlarının uygun bir şekilde karşılanmasına yetecek düzeydedir. 1 veya 2 günlük bebekler, değişik tatları ayırt edebilmektedirler. Kendilerine tatlı, tuzlu, acı ve belirgin bir lezzeti olmayan sıvılar verildiğinde, bunlar arasından tatlı olanı tercih ederler, hatta farklı tatlılık derecelerindeki karışımları birbirinden ayırt edebilirler. Bir biberonu veya annesinin memesini emmekte olan bir bebek, emme hareketleri arasında kısa molalar verir. Bir emzikle kendisine şekerli su karışımı verilen bir bebek, çözeltinin şeker konsantrasyonu arttıkça emme “süresini ve kuvvetini” arttırır. Nowlis ve Kessen’in bulgularına göre, konsantrasyon artışıyla emme basıncı artışı-belli bir noktaya kadar- doğru orantılı olup, şeker yoğunluğunun iki kat artmasıyla, bebeklerin emzik lastiğine uyguladıkları kuvvet de iki katına çıkmaktadır. Bebekler tatlıya düşkün olmakla birlikte, normal anne sütüyle, şekerli inek sütü arasında bir seçim yapmaları gerektiğinde, tercihlerini genellikle anne sütü lehine kullanırlar. Yeni doğmuş bebeklerin koku duyusunu araştırmaya yönelik deney düzenekleri de geliştirilmiştir. Bunlardan birinde, bir bez parçasına sürülen çeşitli maddeler koklatıldıktan sonra; bebeğin başını çevirdiği yön, kalp atımı ile solunum sayılarındaki değişimler izlenir. Hoşuna giden kokulara doğru başını çeviren bebeğin, solunum ve kalp atım sayısı da yavaşlar. Bebek, eğer beze  hoş olmayan bir koku sürülmüşse, başını zıt yöne çevirir ve kalp atımıyla solunumu da hızlanır. Bebekler, en küçük koku değişimlerini bile algılarlar. Mac Farlane, birine kendi annelerinin, diğerine ise yabancı bir kadının sütü damlatılmış iki bezin henüz birkaç günlük bebeklerin burunlarına yaklaştırılması durumunda, bebeklerin, başlarını ısrarla annelerinin sütünü içeren beze doğru çevirdiklerini göstermiştir. Bebeklerin işitme duyuları, “sesli uyaranlar karşısında beslenme davranışlarında  gösterdikleri  değişiklikler”in  izlenmesi suretiyle araştırılmıştır. O güne kadar  hiç işitmemiş oldukları yeni bir ses duyan bebekler, emmeye ara vererek,  bir  süre bu sesi dinlerler. Birkaç tekrardan sonra bebek, artık bu sese tepki vermez. Ancak, farklı bir sesle uyarılırsa, emmeye tekrar ara vererek, bu sesi dinlemeye başlar. Yeni doğmuş bebekler değişik sesler içinde, en çok insanlara ait  olanlara ilgi gösterirler. Bir haftalık olduklarında, bir grup kadının konuşmaları arasından, annelerinin sesini ayırt edebilirler. Görme, muhtemelen, yeni doğmuş bir bebeğin en az gelişmiş olan  duyusudur. Yine de, bebekler, doğumdan sonra, hareket eden bir nesneyi izleyebilir ve nesneleri genel hatlarıyla algılayabilirler.
        Gibson ve Walk, çok yüksek ve geniş bir merdiven basamağının üzerini kare biçimli ve siyah-beyaz renkli karolarla döşettikten sonra, en üste de kalın bir cam tabakası yerleştirerek bir deney düzeneği hazırlamışlardır. Burada, basamağın yüksek kısmı, odanın diğer kısımlarının zeminiyle aynı seviyede görünürken, üzeri aynı şekilde camla kaplı olan  basamağın inen kısmı, derin bir çukur görünümündedir. Altı ile on dört ay arasında değişen yaşlardaki bebekler, merdivenin düz kısmının bittiği ve inen kısmının başladığı sınıra bırakıldıktan sonra, anneleri onlara sırasıyla düz ve çukur taraflardan seslenmişlerdir. Düz bölüm tarafından çağrılan bebekler hemen annelerine doğru emeklemeye başlarken, çukur bölüm tarafından çağrılan bebekler ise korkuyla ellerini cama vurarak, yerlerinden ayrılmamakta ısrar etmişlerdir. Aynı deney düzeneği üzerine bırakılan bir günlük oğlaklar ve civcivler ile tekrarlanan çalışmalarda hayvan yavrularının da benzer davranışlar sergilemesi, derinlik algısının da doğuştan gelen bir zihinsel özellik olduğunu göstermiştir.  
        Duyu ve sinir sisteminin gelişimi ile yapı ve fonksiyon özellikleri üzerine çevre şartlarının yaptığı etkileri inceleme amacıyla birçok araştırma yapılmıştır. Bunlardan birinde,  bazı hayvan yavruları lâboratuar şartlarında, yalnızca, özel olarak seçilen belirli bir belirli bir uyaran türüne maruz bırakılarak büyütülmüş ve sonra bu durumun, onların algısal ve kognitif mekanizmalarının gelişimini nasıl etkilediği gözlenmiştir. Bu şekilde kediler üzerinde yapılan çalışmalarda, yavrular, doğumlarından itibaren karanlık bir odaya yerleştirilmişlerdir. İki haftalık olduklarında, hayvanlar, günde beş saat, olukça parlak bir ışıkla aydınlatılmış ve tabanı bir cam levhayla kaplı, uzun bir silindirin içinde tutulmaya başlanmışlardır. Bu silindirlerin iç yüzeyleri, tepeden tabana kadar, ince ve uzun siyah-beyaz şeritlerle kaplanmıştır. Şeritler, bazı silindirlerde düşey doğrultuda, bazı silindirlerde ise yatay doğrultudadır. Boyunlarına geniş bir siyah yaka takılan yavru kedilerin vücutlarını görebilmeleri mümkün değildir. Böylelikle hayvanların tüm görebildikleri, birtakım yatay veya düşey siyah-beyaz şeritlerden  ibaret olmaktadır. Beş ay süren bu uygulamadan sonra, kediler normal yaşama ortamlarına geri dönmüşlerdir. Ancak bu hayvanlar, daha önce karşılaşmamış oldukları doğrultuda desenler veya şekiller içeren nesneleri “görememişlerdir”. Sadece tek bir doğrultuda olan çizgiler görerek büyümüş kedilerin beyinlerinin vizüel kortekslerinden alınan doku örneklerinde, zıt doğrultudaki çizgi ve hatlara hassas nöronların çevre nöronlar ile bağlantılarının yok denecek kadar az olduğu görülmüştür. Aynı amaca yönelik olarak farklı biçimlerde tasarlanan ve gerçekleştirilen tüm deneylerin sonuçları, duyu ve sinir sistemimizin bazı anatomik ve fizyolojik özelliklerinin ancak, doğumdan sonra gelişip, olgunlaşabildiğine işaret etmektedir.              
        Yeni doğan bir bebeğin beyin ağırlığı, yaklaşık olarak bir erişkininkinin % 25’i kadardır. Altı ay içinde bu değer %50’ye yükselir ve çocuk iki yaşına girdiğinde ise %75’e yaklaşır. Doğumdan sonra nöronlar bölünerek çoğalmadıklarına göre, bu artış, her bir sinir hücresinin ebatlarındaki ve akson ya da dendritleriyle yaptıkları bağlantıların sayısındaki artıştan kaynaklanır. Nöronların beslenme gibi faaliyetlerine yardımcı olan destek hücrelerinin ve sinir lifleri çevresinde oluşturulan yağlı izolasyon maddesinin miktarlarındaki artışın da, beynin doğum sonrası dönemdeki ağırlık ve hacim artışında payı olduğu gösterilmiştir.7
        Doğumdan sonra, kişilerin “genetik programları”, çevre şartları ve özel yaşantı unsurlarıyla etkileşmeye başlayarak, bireysel farklılıkların daha da belirginleşmesine yol açmaktadır. Yaşantılar ve tecrübeler, beynin anatomisinin nihai biçimini almasını belirleyen başlıca etkenlerdir. Yeni ve farklı duyu verilerinin beyne ulaşması ve bu in-put’un işlenmesi; dendrit ve aksonların uzamalarına, gelişmelerine ve yeni bağlantılar yapmalarına imkân sağlamaktadır.
        Bu konuda günümüz bilim adamlarının çoğu şu kanaati paylaşırlar: Birçok algısal ve kognitif yapı ve mekanizma, doğuştan gelir. Ancak, birçok farklı algısal ve kognitif yapı ve mekanizma ise, öğrenmeye dayalıdır. Doğuştan gelen yetenekler ile sonradan edinilen bilgi ve beceriler, sürekli bir karşılıklı etkileşim içindedirler. Bazı algı ve kognisyon proseslerinde doğuştan gelen, diğer bazılarında ise sonradan öğrenilen yetenek ve beceriler rol oynar. Bu konuda takınılabilecek en makul ve geçerli tavır; genetik ve çevresel unsurların önem ve önceliğini ayrı ayrı değerlendirip, göz önünde bulundurmaktır.
        İnsanın “lisan”, ya da konuşma ve  okuyup-yazma yeteneği hakkındaki son görüşler, bu husus için güzel bir örnek teşkil edecek niteliktedir. İnsanın belki de en karakteristik özelliklerinden biri olan “dil yetisi” hakkında, günümüzde üzerinde en çok uzlaşma sağlanan görüş olan “psikolinguistik model”e göre, insan yavrusu, anatomik ve fizyolojik olarak, lisanı öğrenip, konuşacak şekilde önceden “programlanmış” olarak doğar.8  Böylece her normal çocuk, ne tür bir çevrede  ve hangi şartlar altında doğup, büyürse büyüsün-çevresinde konuşan birilerinin bulunması şartıyla- en az bir dili öğrenip, konuşabilir.
        Yerli ve yabancı birçok araştırmacı ve düşünür Chomsky’nin  görüşlerini benimseyerek  desteklemiştir. Meselâ, daha sonra konuşma metinleri “Bilgisayar ve Beyin” adlı eserle kitaplaştırılan 16-17 Ekim 1995 tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiş olan “Bilgi İşleyen Makine Olarak Beyin” konulu sempozyumda bir bildiri sunan B. Korkmaz
şunları söylemiştir: ”İnsanın dil gibi sonradan kazandığı sanılan yetilerinde bile doğuştan gelen unsurların önemli rolü olduğu düşüncesi hâlâ önemini korumaktadır. Bebeğin zihni ‘tabula rasa’ değildir. O, doğuştan gelen belirli algısal organizasyon özelliklerine sahiptir.”9
     İnsan genomu, (kromozomlardaki tüm genlerin toplamı) beynimizin yapı özelliklerini tamamıyla belirlemez. Beynimizde 1.000.000.000.000.000’i aşan sayıda sinaps mevcutken, tüm genlerimizin toplam sayısı ancak 100.000 kadardır. Bu genler, beynin alt parçalarına ait sistem ve devrelerin tamamına yakın bir kısmının yapısıyla ilgili bilgiler içerir. Genomik konstrüksiyon, “beyin sapı”, çevre yapılar ve “hipotalamus” için kesin veya kesine yakın iken; “amigdala” ve diğer bazı limbik yapılar için daha az belirginlik taşır.  Beynimizin üst parçaları ise bu genetik belirlemeden bariz bir şekilde muaf tutulur. Üst beyin sistem ve devrelerinin nihai biçimlerini almaları, önemli ölçüde çevre şartlarına, eğitime ve öğrenmeye bağlıdır. Bu olgu, kısmen “rasyonalist”, kısmen de “empirist”  epistemolojik paradigmayı destekler mahiyettedir. A. R. Damasio, “Duygu, Akıl ve İnsan Beyni” adlı kitabında, bu konu- da şunları söyler: ”Alt beyin sistemlerinin başlıca fonksiyonu, solunum, dolaşım ve benzeri temel hayati fonksiyonları “akılcı zihne” veya düşünme proseslerine başvurmadan düzenlemek ve sürdürmektir. Benzer, hatta aynı yapılar, bazı hayvanlarda da bulunur. İnsanın düşünme süreçlerinde  bu beyin kısımları “imge” üretmez. Ancak, bunların faaliyetlerinden doğan etkenler, diğer beyin bölümlerinin de katkısıyla imgeye dönüştürülebilirler. Ancak bu alt beyin sistemlerinin asıl fonksiyonları, hayatın devamı için zorunlu olan temel fizyolojik faaliyetlerin sürdürülmesidir. Ben; “doğuştan”, yani doğumdan itibaren var olan terimini kullanırken, çevrenin ve öğrenmenin etkilerini ve rolünü inkâr etmiyorum. Bu terimle, W. James’in “önceden kurulu” tabiriyle anlatmak istediği; “sadece genom tarafından değilse de büyük ölçüde genlerle belirlenen” ve başlangıçta, yeni doğan bebeğin hayati fonksiyonlarını sürdürmeye yönelik olan yapıları kastediyorum. Ancak bu doğuştan devrelerin görevi, sadece metabolik ve bedensel düzenlemelerle sınırlı değildir. Bunlar ayrıca, üst beyin yapılarının doğum sonrası dönemdeki gelişimlerini yönlendirir ve daha sonra, erişkinlik döneminde bu yapıların fonksiyonlarını en verimli şekilde sürdürmelerine de  katkıda bulunurlar. Hatırlama ve düşünme prosesleri esnasında; beynin nihai biçimi büyük ölçüde çevresel etkenlerle ve öğrenmeyle belirginleşen üst parçaları baskın bir rol oynasa da;   “imge” üretebilmeleri için bunların, yapı ve fonksiyonları genlerle belirlenmiş olan alt parçalar ile etkin bir işbirliğine ihtiyaçları vardır. Alt beynin katkısı olmadan, kortekste hatırlama ve düşünme işlemleri gerçekleştirilemez. Doğduğumuzda ne beynimiz “tabula rasa”dır, ne de zihnimiz. Ancak bunlar genetik olarak  tam anlamıyla belirlenmiş de değildirler.” 10  
        S. Mithen de bu tartışmaya, bebeklerin en az dört davranış alanına ait sezgisel bilgi ile doğduklarını belirterek iştirak eder: “Meselâ üç yaşına gelen çocuklar başkalarının davranışlarını anlatmaya çalışırken, bunlara bazı akli gerekçeler yakıştırırlar. A. Whiten’ın ‘Aklın Tabii Teorileri’ adlı kitabında da belirttiği gibi bu olgu sezgisel psikoloji, inanç-istek psikolojisi, akıl kuramı veya halk psikolojisi gibi isimlerle tanımlanmıştır. Çocukların mensup oldukları kültürel ortam nasıl olursa olsun, bu gibi davranışları açıklamakta kullandıkları temel kavramlar tüm toplumlarda aynı kaldığına göre, bunlar çevresel etkilerden bağımsız olmalıdır. Bu kavramlar doğuştan varolan zihinsel bir modülden veya ruhsal bir yapıdan kaynaklanır gibi görünmektedirler. Benzer şekilde çocuklar, canlılar ile cansızlar arasındaki temel farklılıklara dair bir kavrayışa da sahip bir şekilde doğmaktadırlar......” 11
       Diğer taraftan, her ne kadar deneysel ve gözlemsel amaçlarla zihinsel organizasyon prosesleri; “yapısal” ve “fonksiyonel” esaslı olanlar biçiminde iki farklı grupta ele alınabilseler de, gerçek algı ve kognisyon olayları, genellikle organizasyon faktörlerinin her iki grubundan da belirli ölçülerde etkilenen ve hiçbir şekilde parçalarına veya unsurlarına bölünemeyen  bir bütün oluşturan olgulardır. İster yapısal, isterse fonksiyonel organizasyon faktörlerine dayansın;  zihnimizin algısal ve kognitif düzenekleri başlıca şu ilkeler çerçevesinde faaliyet gösterir:
        1-) İnsan zihninin algısal ve kognitif süreçleri, normal şartlarda, organize  edici ve anlamlandırıcı bir karakter taşır:  Bu ilke, algı ve kognisyon olgularının, istisnai ve patolojik şartlar dışında, asla tek tek veya parça parça duyumlar ya da birbiriyle bağlantısız yaşantılardan ibaret olmadığını dile getirir. Küçük bir çocuğa, “beyaz bir masa üzerinde  duran kırmızı bir top”un gösterildiğini varsayalım. Çocuk daha önce hiç böyle bir şey görmemiş bile olsa, “sınırları birbirine karışmış beyaz ve kırmızı karışımı müphem bir mozaik” değil; “belirli bir şekli, sınırları ve büyüklüğü olan beyaz bir nesne üzerinde yer alan kırmızı bir cisim” algılayacaktır. Çocuğun algısal alanında en azından, iki ayrı ve anlamlandırılmış yapı bulunur. Burada nesnelere atfedilen anlamlar çok basit, hatta yanlış da olabilir, fakat mutlaka bir manâlandırma söz konusudur. Meselâ, beyaz nesne, ”itildiğinde sallanabilen veya üzerine çıkılıp, oynanabilecek bir şey “ kırmızı cisim ise, ”ısırılıp, yenebilecek tatlı bir şey” olarak algılanmış olabilir. Bu ilke açısından kesin olan,  çocuğun bu görsel yaşantısının, mutlaka, “organize ve anlamlandırılmış” olduğudur.
        Güney Amerika’nın tropikal ormanlarında yaşayan ve daha önce uygarlığın hiçbir örneği ile karşılaşmamış olan bir yerlinin, günün birinde, içinde bir grup antropolog bulunan bir helikopter gördüğünü düşünelim: Şüphesiz bu yerlinin, “görme alanındaki” bu nesnelerle daha önce hiç karşılaşmamış olması nedeniyle; ileride onlara ait yeterli bilgiye sahip olana kadar, ilgili algısal süreçlerini faaliyetten alıkoyması mümkün olamayacaktır. Veya, onları “anlamsız ve belirsiz şeyler” olarak da algılamayacak; organize edici zihinsel süreçlerinin faaliyetleri sonunda, gördüğü bu şeyleri, belirli bir çerçevede “yorumlanmış ve manâlandırılmış” bir biçimde idrak edecektir. Yerlinin onlara atfettiği anlamlar yanlış hatta saçma olabilir-meselâ, helikopteri orman Tanrılarının bineği, içindekileri de onlardan bir grup olarak edebilir-ama onun algısal ve kognitif süreçleri, mutlaka tam ve organize kavramlar içerir.
        Asch’ın yaptığı bir deneyde, insanların, tanımadıkları bir kişiye ait bazı karakter unsurlarını işittiklerinde, o şahıs hakkında nasıl bir intiba edindikleri hususunun ortaya konması hedeflenmişti. Araştırmacılar, üniversite öğrencilerinden oluşan denek grubuna, kim olduğunu bilmedikleri bir  kişiye ait bazı özellikler söylemiş ve sonra onlardan, bu kişi hakkında edindikleri kanaati ifade etmelerini istemişlerdi. Deneklerden bazılarına şu özellikler verilmişti: ”Enerjik, güven verici, ciddi, ikna edici, meraklı ve konuşkan”. Alınan en tipik karşılıklardan ikisi şunlar olmuştur: ”Bu gibi kimselere günümüzde çok rastlanmaktadır. Bunlar, kendinden emin, çok konuşan, çevrelerinde bulunan herkesi kendileri gibi düşünmeye ikna etmeye çalışan ve başkalarını pek düşünmeyen kişilerdir.” “Bu gibi tipler, oldukça popüler ve mutlu insanlardır. Herhangi bir toplulukta, kolaylıkla ilgi odağı haline gelirler. Ellerinden bir çok iş gelebilir, ama genellikle kendilerini olduklarından daha da yetenekli göstermeyi başarırlar. Bir çok şeyle ilgili görünürler, ama bunların hiç birine kendilerini tam anlamıyla vermezler. Şakacıdırlar, ayrıca mevcudiyetleri, heyecan ve dinamizm doğurur. Genellikle, toplumda yüksek mevkilere ulaşırlar.”
        Bu gibi çalışmalarda, birbirinden ayrı bir çok özelliğin; ‘tek, canlı ve dinamik bir şahsiyet bütünlüğü’ içinde bir araya getirilerek algılandıkları açık bir şekilde görülmektedir. Verilen birkaç özellik, sadece tek bir karakter olarak birleştirilmekle kalmamakta, ayrıca bunlar, deneğin zihninde çağrışım yoluyla yeni hususiyetler de doğurmaktadır.
        Zihinsel süreçlerle organize ve entegre edilerek ortaya çıkarılan algısal ve kognitif “bütün”, mevcut parçalarının veya unsurlarının basit aritmetiksel toplamından çok daha farklı nitelik ve özelliklere sahiptir. Artık, parçaların algısal özellikleri de bu bütün tarafından etkilenmeye ve hatta onun tarafından “belirlenmeye” başlamış; dolayısıyla bu bütün, parçalarının toplamından “öte” bir şey olmuştur.
        Nesnelerle ve insanlarla ilgili bu algısal ve kognitif süreçler, olaylar ve fikirler için de aynen yürürlüktedir. Yeni veya yabancı adetleri, töreleri veya inançları ilk defa işittiğimizde ya da bunlarla ilk defa karşılaştığımızda, onları derhal organize ve anlamlandırılmış bütünler halinde algılarız. Biz bunun böyle olması için özel bir gayret sarf etmeyiz. Bu, insan zihninin temel bir işleyiş özelliğidir. Çoğu defa, yeni veya yabancı adetlerin, görüşlerin veya kurumların yanlış anlaşılmasının veya yorumlanmasının en önde gelen nedenlerinden biri budur. Hiç birimiz, kendi kendimize ”bu konuyla ilgili tüm verileri toplamadan herhangi bir yorum yapma!” diye telkinde bulunmayız. Böyle bir telkinin zaten bir yararı da yoktur; çünkü, bu türden bir hususla ilgili veriler, zihnimiz tarafından derhal otomatik olarak anlamlı bir bütün halinde idrak olunur. Bu, sabırsız veya peşin hükümlü bir ferdin kişisel zaafı değil, insan zihninin evrensel bir hususiyetidir.
        Asch’in bahsetmiş olduğumuz araştırmasının bir versiyonunda, iki ayrı denek grubuna, bilinmeyen bir kişiye ait özellikleri içerdiği söylenen iki liste okunmuştur. Bu listeler, aynı karakter özelliklerinin iki farklı şekilde sıralanmasıyla oluşturulmuşlardı. Denek gruplarından alınan karakter tasvirleri de başlıca iki farklı ana şahsiyet çevresinde öbeklenmişti. Araştırmacılara göre bunun nedeni, her iki  gruptaki deneklerin; zihinlerinde ilk birkaç özelliği dinlemelerinden sonra hızla belirli bir kişilik tipi oluşmaya başladığı için,  daha sonra dinleyecekleri yeni özelliklerin her birini ayrı veya bağımsız itemler olarak değil, belirli bir yönde şekillenmeye başlamış olan bu kişilik tipi çerçevesinde algılamalarıydı.      
        Sokakta yan yana yürüyen kişileri bir “grup”, bir müzik parçasındaki vuruşları “ritim” olarak algılamamız ve birkaç karakter özelliğini işittiğimiz bir kişi hakkında tam ve organize bir karakter intibaı edinmemiz, hep aynı zihinsel süreçler aracılığıyla gerçekleşir.        
        2-) İdrak, foksiyonel bakımdan seçicidir: İdrak süreçlerinin bu niteliği; bütün kültürlerde ve tüm toplumlarda söz konusu olması ve bazı yönlerinin doğuştan gelmesi nedeniyle kısmi olarak “yapısal”; ancak aktüel renk ve tonlarının daha çok yaşantı, öğrenme, bilgi ve tecrübe gibi çevreden kaynaklanan faktörlere bağlı olması nedeniyle de ağırlıklı olarak “fonksiyonel” sayılmalıdır. Hiç kimse, duyu sistemine ulaşan bütün uyaranları algılamaz. Zihnimiz, duyu reseptörlerimize  ulaşan her bir uyaranı alıp, işlemek üzere çalışmaya hazır bir şekilde bekleyen birer organizasyon makinesi değildir. Algısal ve kognitif süreçler, ancak belirli özelliklere sahip verileri kabul edip, işlerler. Diğer uyaranlar ya hiç kullanılmazlar, ya da çok küçük bir rol oynarlar.  
         Eğer, istisnasız her bir duysal enformasyon “bit”i bir cevap doğuracak olsaydı, dış ortama yönelik tepkilerimiz rastgele, gayesiz ve hatta kaotik olurdu. Bunu önlemek amacıyla, duyu ve sinir sistemimiz, kendisine ulaşan verilere en uygun ve gerekli cevapları verebilecek tarzda dizayn edilmiştir. Böylece, beynimize doğru yola çıkan uyaranların  % 99’undan fazlası, gereksiz veya önemsiz olduğu için bloke edilip, elenir. Meselâ, giysilerimizin vücudumuza temasından kaynaklanan duysal uyaranların-eğer, olağandışı bir durum yoksa-hiç farkına varmayız. Benzer şekilde, görme alanımıza giren sayısız nesne arasından, sadece bizim için özel bir öneme sahip olan-meselâ, bir arkadaşımızın çehresini-seçip, algılayabiliriz. Veya çevremizdeki pek çok kaynaktan yayılan çeşitli sesler, bir gürültü fonu düzeyine indirgenirken, ismimizle bize seslenen  kardeşimizi  hemen  işitebiliriz. Birçok uyaran arasından, önemli veya gerekli olanlar seçilerek ilgili nöral merkezlere ulaştırılarak, bunlara uygun karşılıkların verilmesine imkân sağlanır.  
         Bu ilkede, söz konusu seçiciliğin fonksiyonel olduğuna da işaret edilmektedir. Bu şekilde seçilerek organize bir algıya yol açan uyaranlar, genellikle kişinin o esnada söz konusu olan bir amacına hizmet etmektedirler. Meselâ, bir caféde oturan ve önlerindeki listeden verecekleri siparişi belirlemekte olan iki kişinin durumunu ele alalım: Bunlardan ilkinin karnı son derece aç, ikincisi de oldukça susamış olsun. Aynı şeye bakan bu iki kişiye neler gördükleri sorulacak olursa, cevapları birbirinden epey farklı olacaktır. İlki, öncelikle ve özellikle algıladığı “figürler” olan yiyecekleri saydıktan sonra, ”fonda” algıladığı “diğer bazı  şeyler” olarak birkaç içecekten de söz edebilir. Diğeri ise, mutlaka belirteceği içeceklerden sonra, belki görmüş olabileceği diğer  şeylerden, yani bazı yiyeceklerin isimlerinden de söz edebilir; çünkü, onun için  figür-fon ilişkisi tersine çevrilmiştir.  
       “Zihinsel kurulum”, algıda seçicilik olgusunda rolü olan bir diğer etkendir. Her gün, farklı biçimlerde ve renklerde elbiseler giymiş pek çok insan görürüz ve genellikle bunlara pek dikkat etmeyiz. Meselâ, çoğumuz dün gördüğümüz bir arkadaş veya tanıdığımızın üzerinde nasıl bir elbise veya kıyafet bulunduğu bize sorulduğunda, genellikle, uzunca bir süre düşünmek zorunda kalırız. Çünkü konuyla ilgili algısal organizasyonumuz, ayrıntılı ve farklılaşmış değildir. Ancak günün birinde, bir elbise almaya karar verdiğimizde; arkadaşlarımızın, hatta hiç tanımadığımız yabancıların bile kıyafetleriyle ilgili algılarımız, belirgin bir şekilde değişmeye başlar. Artık elbiselerin renklerini, modellerini, kumaşlarının türlerini, düğmelerini; yaka, kol ağzı ve paça biçimi, hatta cep kapakları gibi  ayrıntılı özelliklerini bile “görmeye” başlarız. Halbuki muhtemelen daha önce bunların çoğu tarafımızdan hiç algılamamaktaydı. Zihinsel kurulumumuzdaki değişme nedeniyle, şimdi yeni bazı özellikler  seçilmeye başlandığı için, algısal organizasyonlarımız da bu çerçevede  ayrıntılara yönelmiş ve özelleşmiştir. Bu yönelme ve özelleşme, bazen gerçek olmayan algılara bile yol açabilir.
       Eski bir Çin öyküsü  bu konuya ilginç bir örnek teşkil eder niteliktedir: ”Bir gün, Çinli bir köylü, baltasını kaybeder. Oysa, acilen kesmesi gereken bir çok odun ve dal vardır. Düşünceli bir şekilde yürürken, köylünün önüne birden komşusunun oğlu çıkar. Köylü onun hareketlerinde ve yüz ifadesinde bir gariplik olduğunu hisseder: Çocuk, tam bir hırsız gibi davranmaktadır...Yüz hatları da tıpkı balta çalmış bir çocuğunkine benzemektedir. Bu düşüncelerle bahçesine giren köylü, çalıların içinde yürürken, birden ayağına baltasının sapının çarptığını hisseder. Anlaşılan, geçen gece sırtında taşıdığı dalların arasındaki balta, o farkına varmadan kayıp, çalıların arasına düşmüştür. Köylü baltayı hemen alıp ve sevinçle evinin yolunu tutar. Kapılarının önünde yine komşu çocukla karşılaşırlar. Köylü, onun simasında artık sadece çocukça bir saflık ve mutluluk emareleri “görür”. Çocuk kesinlikle bir balta hırsızı gibi davranmamaktadır!”      
        Murray, zihinsel kurulumun algısal ve kognitif organizasyonu ne ölçüde etkileyebileceğini gösteren basit, fakat etkileyici bir çalışma yapmıştır: Murray, kız öğrencilerden oluşan denek grubundan, fotoğrafını gösterdiği bir şahsın karakter özellikleri hakkında bir metin yazmalarını ister. Kendilerine bir cinayetle ilgili bir oyun izlettirildikten sonra,  denekler aynı konuda birer tasvir daha yazarlar. İkinci deneyde, denekler, şahsın yüz ifadesinde çok daha fazla kötü niyet işareti “algılamışlardır”.
        Şehrin yoksul bir kenar semtinden geçmekte olan bir polis, sendikacı, politikacı ve doktor; gördüklerini faklı şekillerde yorumlamakla kalmayıp, aynı zamanda da gerçekten farklı şeyler görür ve algılarlar.
        Duysal uyaranları algılayış, kavrayış veya anlayış tarzımız; sadece yalın bazı yapısal ve fonksiyonel etkenlerle belirlenmez. Algısal ve kognitif prosesler üzerinde “idealler, etik ve kültürel değerler ve inançlar” gibi  karmaşık ve yüksek düzeyli entelektüel organizasyonlar da bazen oldukça büyük ölçüde etkili olabilirler. Meselâ, İspanya’da boğa güreşi seyretmekte olan bir Türk turist ile bir İspanyol’un algıları, birbirinden son derece farklı olacaktır: Türk, hayvana yapılan eziyeti, onun çektiği ıstırabı ve çevresindeki insanların acımasızlığını idrak ederken; İspanyol seyirci ise, matadorun cesaretini ve çevikliğini  algılayacaktır.
        3-) Bir “alt yapı”ya etkiyen algısal ve kognitif süreçler, büyük ölçüde,bu alt yapının ait olduğu ana birimin özelliklerine bağlıdır:  Zihnimizin algısal ve kognitif unsurları anlamlı ve organize yapılar durumundadırlar. Bu yapılar arasında öncelik ve önem derecesi farklılıklarından kaynaklanan birtakım hiyerarşik ilişkiler mevcuttur. Bu çerçevede her algı birimi, giderek kapsamı ve etkisi  büyüyen  daha geniş algısal organizasyonlarla entegrasyon içinde varlığını sürdürür. Bu üst-kognitif yapılar, altlarında yer alan birimlerle ilgili algısal prosesleri önemli derecede etkileyebilirler. Meselâ, bir politikacının söz ve davranışlarıyla ilgili algılarımız, büyük ölçüde tüm siyasetçileri kapsayan ana kognitif yapıya bağlı olacaktır. Ancak bu ana birim, bazı alt yapılar içeriyor olabilir: liberaller, solcular, bazen doğru söyleyebilenler ve benzerleri.
        Algılamada bütün-parça ilişkisinin etkileri, “kontrast” ve “asimilasyon” olaylarında da gözlenebilir. “Kontrast oluşturma”da, algısal süreçler bizi, bir ana yapıya ait alt birimlerden bazılarını azami ölçüde “farklı” olarak değerlendirmeye yönlendirir. Bu durum, temel yapı ile alt birimler arasındaki farklılık büyük olduğunda vuku bulur. Farz edin ki, size akşam tanışacağınız Okan isimli şahsın bir uyuşturucu bağımlısı olduğu söylenmiş olsun ve sizin, böyle kişilere ilişkin şöyle bir kognitif organizasyonunuz bulunsun: “Uyuşturucu bağımlıları, dış görünüşlerine hiç itina göstermeyen, kötü giyimli, düşük kültürel düzeyli, her an kavgaya hazır kimselerdir.” Fakat, o akşam tanıştığınız Okan’ın sizin birçok arkadaşınız gibi temiz ve tertipli giyimli birisi olduğunu gördüğünüzde siz Okan’ı muhtemelen “çok güzel giyinen bir uyuşturucu bağımlısı” olarak algılarsınız. Ama eğer Okan’ı, “Genç İşadamları Derneği”nin bir üyesi olarak tanımış olsaydınız, kıyafeti büyük bir ihtimalle size o kadar mükemmel görünmeyecek ve onun giyimini tasvir etmeniz gerektiğinde de sadece “normal giyimli” biri nitelemesini yapacaktınız. Ancak, uyuşturucu bağımlılarının daha önceden alıştığınız eşkalleri nedeniyle Okan’ın görünüşü  kontrast yoluyla tarafınızdan, olduğundan daha mükemmel algılanılmıştır.
        Doğrusal bir hat boyunca bir dizi siyah noktanın sıralanmış olduğunu düşünelim. Bu noktalardan birinin rengi, diğerlerinden daha koyu olsun. Eğer diğer noktalar  açık renkli, silik veya belli belirsiz iseler, bu koyu nokta ilk bakışta hemen göze çarpar. Ancak diğer noktaların çoğu koyu renkli olsaydı, bu nokta, dikkatimizi o kadar fazla çekmezdi.
        “Asimilasyon” ise, bir ana yapının alt birimlerini olabildiğince “benzer” görme yönündeki algısal eğilimdir. Ana yapı ile alt birimler arasındaki farklılık az ise, asimilasyon eğilimi ağır basar; meselâ bir dizi siyah nokta arsında varolan küçük ton farklılıkları asimile edilir ve bu noktaların hepsi yaklaşık aynı renkteymiş gibi algılanır. Farklılıklar belirli bir düzeye ulaştığında ise kontrast etkisi kendini göstermeye başlar.                  
        Algısal ve kognitif yapılar bir defa oluştuktan sonra, artık yeni etkilere direnç göstererek değişmeden, sabit bir şekilde varlıklarını sürdürme eğilimi gösterirler. Günlük hayatta, zaman zaman yerleşik inanç ve kanaatlerimize uygun düşmeyen olaylar ve gözlemlerle karşılaşırız. Bunların bazıları öylesine etkilidir ki, mevcut kognitif organizasyonlarımızda bir değişiklik  meydana  getirmeleri  bile  beklenebilir.  Ama,  çoğu defa böyle bir değişim olmaz. Çünkü, bilişsel alana ulaşan böyle yeni bir olgu, ana yapı üzerinde mümkün olan en küçük etkide bulunacak şekilde “asimile” edilir.
        Meselâ, bizde uyuşturucu bağımlılarının çok bilgisiz ve kaba kimseler olduğuna dair bir kognitif organizasyon bir defa oluştuktan sonra, karşılaşacağımız kültürlü ve eğitimli uyuşturucu bağımlıları, kolay kolay bizim bu kanaatimizde bir reorganizasyon oluşturamaz. Bizde mevcut olan  ana kognitif yapıya uymayan bir uyuşturucu bağımlısı ile ilgili algılarımız, mevcut organizasyon içinde asimile edilir.
        Ana yapıya aykırı yeni algıların tekrarlanarak devamı halinde, nispeten ana yapıyla ilişkili, ancak kısmi bir bağımsızlığa da sahip olan bazı alt-kognitif yapılar oluşabilir. Asch, bu hususu incelemek üzere tertiplediği bir deneyde, iki ayrı denek grubuna iki karakter listesi verir. Listelerdeki şahsiyet özelliklerinden ilk üçü farklı, son iki özellik ise, birbirinin aynıdır. Meselâ bir gruba verilen liste şöyledir: “Nazik, akıllı, namuslu, sakin ve  kuvvetli.” Diğer grubun listesi ise: “Kaba, kurnaz, vicdansız, sakin ve  kuvvetli” şeklinde düzenlenmiştir.
        Her iki gruptaki deneklerden de, söz konusu şahsiyeti, eş anlamlı olan beş farklı karakter özelliği kullanarak tasvir etmeleri istenmiştir. Verilen karşılıklar analiz edildiğinde, iki grubun  bulduğu sinonimlerin birbirinden  çok farklı olduğu görülmüştür. Meselâ “sakin” (calm) kelimesini, bu kelimeyi “kaba, kurnaz, vicdansız” üçlüsünden sonra alan grup üyeleri;  daha çok “soğuk”, “içten pazarlıklı” veya benzeri olumsuz bir eş anlamlı kelimeyle karşılarken;  listeyi ” nazik, akıllı, namuslu, sakin,...” sırasıyla dinleyen grup, ”sakin” kelimesine alternatif olarak ”yumuşak huylu, barışsever, kibar, hoşgörülü, ılımlı” gibi kelimeler önermişlerdir. “Kuvvetli” kelimesine karşılık olarak verilen eş anlamlılar için de benzer bir ilişki söz konusudur. Birinci grubun “korkusuz, yardımsever, yetenekli” şeklindeki  olumlu alternatiflerine karşılık, ikinci grubun önerileri ”mütehakkim, baskıcı, zorba, katı, barbar, küstah” gibi menfi özellikler olmuştur.
        İlk iki veya üç vasıf duyulur duyulmaz, bunlar, algısal ve kognitif mekanizmalarla tek ve bütün bir kişilik olarak organize edilmektedir. Sonradan gelen “sakin” ve “kuvvetli” kelimeleri, eğer oluşturulmuş olan bu yapıya uygun bulunuyorlarsa, mutat şekilde algılanmakta; ama bu yapıya uygun görülmüyorlarsa, yeni bir yoruma tâbi tutularak, bu yapı üzerinde asgari bir etki oluşturacak biçimde algılanmaktadırlar.
        Günlük hayatımızda buna benzer birçok örnekle karşılaşmamız mümkündür. Meselâ, komşu bir ülke halkı için olumsuz yargılara sahip bir Türk, günün birinde bu ülkeden gelen çok mükemmel, adeta kusursuz birisiyle karşılaşsa bile, büyük bir ihtimalle onun bu husustaki görüşlerinde her hangi bir değişiklik olmayacaktır. Türk, onu belki, “bu konudaki yaygın olumsuz kanaatleri düzeltmek amacıyla ülkesinin propagandasını yapan samimiyetsiz bir kişi” değerlendirecek ve bahis mevzuu olan ana kognitif yapı,  herhangi  bir değişikliğe uğramadan mevcudiyetini devam ettirecektir.
       Bazen, yeni alt yapıların oluşumuna rağmen, ana yapı, varlığını ve sabitliğini sürdürebilir. Meselâ, komşu ülkeden ikinci, üçüncü veya dördüncü sıradışı kişilerle tanışan ve bu şahıslarla diyalogunu sürdüren Türk’ün zihninde, o ülke insanının geneliyle ilgili ana kognitif yapıyla kısmen ilişkili yeni bir alt-yapı oluşabilir. Bu alt yapı çerçevesinde sıradışı örnekler bir istisna hali olarak algılanırken; ana yapı, herhangi bir önemli değişikliğe maruz kalmadan mevcudiyetini devam ettirir.
        Bazı durumlarda, bir uyaran, kendisiyle birlikte organize edilmesi mümkün olan bir dizi uyaran içindeki “relatif durumu” veya bu dizinin elemanlarıyla arasında mevcut olan izafi ilişkiler çerçevesinde algılanır. Bu olguyu “kognitif referans sistemi” adını verdikleri bir model ile açıklayan Sherif ve Cantril’e göre, belirli bir zihinsel olayın gerçekleşmesine etkide bulunan faktörlerin tamamı, bu referans sisteminin temel unsurlarını teşkil etmektedir. “Aynı türden ardışık uyaranların değerlendirilmesinde rol oynayan büyüklük skalası, her bir parçanın diğerlerine göre izafi özelliklerini tayin eden organize edici süreçler, kişilere ve gruplara karşı tutum ve davranışlarımızın belirlenmesinde etkili olan sosyal değerlendirme parametreleri” bu referans sisteminin fonksiyonlarından bazılarıdır.
        Wever ve Zener, kognitif referans sisteminin özelliklerini araştırma amacıyla düzenledikleri bir deneyde; deneklerinden bir seri nesneyi sırayla tutup, kaldırarak, ağırlıklarını “hafif” veya “ağır” olarak tanımlamalarını istemişlerdi. Alınan sonuçların analizi, tek tek parçalar hakkında verilen her bir hükmün, tüm serinin ortalama ağırlığının bir fonksiyonu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hafif parçalardan oluşan bir seriden sonra ağır bir seri verildiğinde, önceden ağır olarak nitelenen bir cisim bu defa hafif olarak tanımlan- maktadır. Daha kompleks kognitif değerlendirmelerin söz konusu olduğu deneylerde de benzer sonuçlar alınmıştır. Meselâ, Mac Garvey’in bir çalışmasında, deneklere çeşitli meslek isimlerini içeren bir liste verilerek, bu meslekleri “sosyal itibar derecelerine” göre sıralamaları istenmiştir. Bu deneyin sonuçları da, listede yer alan her bir item için verilen hükmün, serinin bütününün yönlendirmesiyle belirlendiğini göstermiştir.
        4-) Zihinsel süreçler, zaman ve mekan itibarıyla birbirine yakın olan veya birbirine benzeyen nesneleri ve olayları, aynı yapının parçaları olarak değerlendirme eğilimindedirler:
        Değişik algılarda, yakınlık ve benzerliğin önemli organizasyonel etkenler olduğunu görmüştük. Bu ilke, yapısal organizasyonlarda olduğu gibi, fonksiyonel organizasyonlarda da geçerlidir. Yapısal faktörler, tüm insanlar içi aynı iken; fonksiyonel faktörler, geçmiş yaşantılara ve edinilmiş tecrübelere göre kişiden kişiye değişir. Bir zoologun zihninde hayvanlar; bazı temel anatomik özelliklerine göre sınıflandırılmış durumdadır. Buna göre, meselâ filler, balinalar, yarasalar ve insanlar bir zoolog için aynı grubun üyeleri olarak organize edilirler. Ancak, sıradan bir insanın bilişsel mekanizmaları; balinayı bazı balık türleriyle, yarasayı da kuşlarla birlikte değerlendirmeye ve sınıflandırmaya tâbi tutabilir; filler ve insanları ise tamamen ayrı kategorilerde organize edebilir. Babası tarafından, kendisine verilen balık yağını içmediği için dövülen bir çocuk; ”zorbaları, balık yağını ve babaları” nahoş şeyler olarak aynı sınıf içinde algılamaya başlayabilir. Halbuki, o üzücü olay vuku bulmamış olsaydı, böyle bir zihinsel organizasyon da meydana gelmezdi.
        İnsanların sosyal yaşantılarında rol oynayan zihinsel süreçler, büyük ölçüde içinde yaşadıkları toplumun kültürel normları tarafından belirlenir. Meselâ birçok batılı ülkede, insanların sosyal statülerinin değerlendirilmesinde kullanılan  parametrelerin başında, onların “zenginlik derecelerini” gösteren hususlar geldiği için, bu toplumlarda insanlar, “otomobil ve elbiselerinin modeli veya markası, oturdukları semt ya da çocuklarını gönderdikleri okul”  gibi kriterlere göre sınıflandırılarak algılanırlar.
        Birçok ülkede, aynı isimlere ve sıfatlara sahip kişiler, topluluklar ve kuruluşlar, aynı kategori içinde ve benzer şekilde algılanabilirler. Bazen, zamandaki ve mekandaki yakınlık da böyle bir etkide bulunabilir. Bu nedenle, bazı toplumlarda, sırf tabii bir afet sırasında doğduğu için bir hayvan yavrusu veya bir bebek, bireyler tarafından olumsuz bir şekilde algılanabilir.
        Kognitif organizasyonların en ilginç türlerinden birisi, “neden-sonuç ilişkileri”nin algısında gözlenir. Duncker bu hususta şu ilginç örneği verir: “Akşam evine dönen bir şahıs içeriye girer girmez, arkasındaki kapının rüzgârın etkisiyle hızla kapandığını ve tam o sırada, koridorun diğer ucundaki odada ışığın yandığını farz edin. Muhtemelen kesik olan elektik tam o anda gelmiş veya o odada bulunan birisi düğmeye basarak lambayı yakmıştır. İlginç olan şey, böyle bir olay yaşayan kişilerin çoğunun, “kapının hızla kapanması ve odanın aydınlanması” arasında doğrudan bir neden-sonuç bağıntısı algılamalarıdır. Ancak deneysel bulgular, burada sadece zaman ve mekandaki yakınlık olgusunun rol oynamadığını göstermektedir. İnsan zihni, “ani, beklenmedik veya müphem” durumlarda, bu “birlikte oluş” faktöründen çok daha büyük ölçekte etkilenmektedir.            
        Algısal ve kognitif süreçlerimizin bir diğer “tuhaf” özelliği de“belirli bir davranışın, belirli bir kişiye atfedilmesi veya yakıştırılması” olayında görülür. Zaman zaman, fiziksel yapılarındaki veya şahsiyetlerindeki bazı özellikler nedeniyle bazı kimselerin, bazı suçları işlemiş olmakla itham edildikleri görülmektedir. Zillig’in bu gibi olguları tahlil amacıyla düzenlediği bir çalışmada; bir okulun öğrencilerinden iki grup oluşturularak, bir hazırlık devresinden sonra, bunlara diğer öğrencilerin önünde bazı jimnastik hareketleri yaptırılmıştır. Gruplardan ilki, arkadaşları tarafından sevilen, ikincisi ise sevilmeyen öğrencilerden oluşturulmuştu. Araştırmacılar,  hazırlık döneminde hareketleri ilk gruba kasten hatalı olarak, ikinci gruba ise en iyi şekilde öğretmişlerdi. Öğrencilerin önündeki uygulamada da bu nedenle arkadaşları tarafından sevilen grup, jimnastik hareketlerini, oldukça hatalı bir şekilde yaparken, diğer grup ise bu hareketleri kendilerine öğretildiği gibi en doğru biçimde gerçekleştirdiler. Ancak gösteriden sonra yapılan anketlerde ortaya çok şaşırtıcı bir sonuç çıkmıştır: İzleyicilerin çoğuna göre ilk grup, hareketleri “daha kusursuz ve güzel” bir şekilde yapmıştı. İnsanlar hatayı, sevdiklerine değil, sevmediklerine yakıştırma eğilimindedirler. Heider’in ifadesiyle “kötü bir davranış, kolayca kötü olarak bilinen birine atfedilebilir.”         Görüldüğü gibi insan zihninde “neden-sonuç” algısı; bariz bir şekilde duygulara, inançlara, değer yargılarına, ihtiyaçlara, heyecanlara veya tutkulara bağlı olarak gerçekleşmektedir.12
        Daha yakın zamanlarda, bazı algısal ve kognitif organizasyon mekanizmaları, “paradigma” kavramıyla açıklanmaya başlandı. Prof. D. Cüceloğlu, “İyi Düşün Doğru Karar Ver”13  adlı eserinde bu hususu ilginç bir şekilde ele almaktadır. Paradigma terimini “algı düzeneği” anlamında kullanan Prof. Cüceloğlu, bu kavramı ”bireyin iç ve dış dünyasına ait algılama, yorumlama ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin oluşturduğu dinamik ve organize kognitif sistem” olarak tanımlar. Paradigmayı, farkında olmadan taktığımız bir tür gözlüğe benzeten Prof. Cüceloğlu, dış dünyayı olduğu gibi iç dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla görmekte olduğumuzu söyler: ”Algılama süreci, duyu organlarımızdan gelen enformasyonun aktif olarak seçilip, organize edildiği bir prosestir. Algılama süreçleriyle önce, dikkat edilmesi gereken duyumlar belirlenir ve sonra, seçilen bu duyumlar, bir şema veya örüntü (pattern) halinde organize edilip, otomatik olarak hangi anlama geldikleri yorumlanır. Kişinin algılamasını etkileyen tüm zihinsel etkenlerin bir araya gelmesiyle oluşan kognitif düzeneğe “paradigma” adı verilir. Paradigma, dinamik bir yapıya sahiptir. Kişi, çoğu defa, onu yönlendirmekte olan paradigmanın farkında olmayabilir. Aile, eğitim kurumları, medya ve birçok kültürel ve toplumsal yapı, müessese ve unsur, bireylere sürekli birtakım paradigmalar empoze etmektedirler. Bir haritayı, ait olduğu şehrin bir tür “model”i gibi kabul edebiliriz. Harita, şehri ne kadar gerçeğe uygun bir şekilde temsil ediyorsa, o derece kullanışlı ve yararlı olacaktır. Paradigmalar da, haritalar gibi, birtakım reel varlıkların modelleridir. “A”  şehrinin haritasıyla-farkında olmaksızın-“B” şehrinde yolunu bulmaya çalışan birisi, asla başarılı olamaz. Pratik zekâsı, adres bulma yeteneği, sürücülükteki ustalığı ve diğer meziyetleri, yanlış paradigma kullanıyor olmasından kaynaklanan sorunu çözemez.    
        İnsanlar günlük hayatlarındaki değerlendirme ve yorumlamalarında,  daima şu iki tür paradigmanın etkisi altında bulunurlar: 1-)Realite paradigmaları: Bunlar, gerçeğin belirlenmesi işlemlerinde etkindirler. 2-)Etik paradigmalar: Neyin iyi, neyin kötü olduğu hususundaki değerlendirmelere yöneliktirler. Aynı olaylara karşı gösterilen farklı tutum ve davranışların temelinde, kişilerin  paradigmalarındaki farklılıklar yatar. Bazı paradigmalar zihinsel süreçlerimizin o kadar derinlerine nüfuz etmiş ve onlarla öylesine kaynaşmıştır ki, onların varlığını hemen hiç fark edemeyiz. Bu nedenle insanlar, kendi  algı ve yorumları dışında, başka algı ve  yorumların da mümkün olabileceğini çoğu defa akıllarına bile getirmezler. “A” şehrinin daha yeni, ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde hazırlanmış farklı haritalarını kullanmakta olan bazı kimseler bulunabileceği gibi, bu şehirde “B” kentine ait bir haritayla yollarını “bulanlara!” da rastlanabilir. Hatta bunların sayıları, bazı zamanlarda ve mekanlarda, en doğru haritayı kullananlarınkinden binlerce defa daha fazla olduğu için, onları ayıplıyor, küçümsüyor ve hatta  değişik biçimlerde “uyarıyor” dahi olabilirler.
        Geçmiş yaşantıların oluşturduğu kurgular ve düzenlemeler sonucu ortaya çıkan paradigmalar, kişiden kişiye öylesine değişebilir ki; sonuçta bizler, dünyayı olduğu gibi değil de “olduğumuz gibi” görmeye başlarız. Gördüklerimizi anlatırken de, esas olarak kişisel paradigmamızın renk, ton ve desenlerini söyler ve yazarız. Bazı kişisel paradigmalar geniş, bazıları ise dar kapsamlıdır. Aynen, bir ülkenin anayasasının, o ülkenin tüm kanunlarını kapsaması ve etkilemesi gibi, kişilerin üst düzey paradigmaları da onların diğer tüm paradigmalarını etkileyecek konumda ve güçtedir.    




                               
           
                                                 

                                               
                                 







                                      2-) KOGNİTİF PSİKOLOJİ







        Psikolojide ”Davranışçı, Psikanalitik, Fenomenolojik, Nörobiyolojik ve Kognitif” yaklaşımlar gibi bazı farklı ekoller mevcuttur. R. L.Atkinson, E. R. Hilgard ve R. C. Atkinson; “Psikolojiye Giriş“14 adlı kitaplarında, “psikoloji”nin 1890’dan 1981 yılına kadar geçen 91 yıl boyunca dokuz bilim adamı tarafından yapılmış dokuz farklı tanımını verirler. R. Mayer’in 1981 yılında yapmış olduğu tanıma göre psikoloji ”insan davranışlarını anlamak amacıyla, insana özgü zihinsel süreçlerin ve hafıza yapılarının bilimsel yöntemlerle araştırıldığı alandır.” Günümüzde kognitif yaklaşımı benimseyen birçok bilim adamı, “insanların pasif birer uyaran alıcısı olmamalarını ve insan zihninin; aldığı enformasyonu aktif bir şekilde işleyerek, onu yeni biçim ve kategorilere dönüştürmesini” psikolojinin en ilginç ve önemli olgularından biri olarak kabul ederler. Meselâ, bu sayfaya baktığımızda fiziksel olarak gördüklerimiz, mürekkep zerreciklerinden oluşmuş bazı harf gruplarından ibarettir. Görsel duyu ve sinir sistemimizin girdisi ise sayfadan göze yansıyan bir dizi ışık ışını örüntüsünün bir başka enerji türüne dönüştürülmesiyle oluşan çok küçük voltajlı aksiyon akımlarıdır. Bu in-put’un bazı zihinsel enformasyon işleme mekanizmalarımızı harekete geçirmesiyle; sayfa üzerindeki bu mürekkep lekeleri, bazı şeyleri öğrenmemize, hatırlamamıza, bir tür iç ses düzeneğiyle konuşmamıza, düşünmemize ve  hatta sonuçta, ne bu kitapta ne bir diğerinde, ne de bizim geçmişimize ait hafıza kayıtlarımızda bulunmayan yepyeni bazı hükümlere ulaşmamıza imkân sağlayabilir! Bu karmaşık proseste, “okuma faaliyetimiz” ile “orijinal bir hükme ulaşmamız” arasında pek çok sayıda işlem ve dönüşüm gerçekleştirilecektir.
        “Kognisyon” veya “bilişsel süreç”, bireyin bilgi edinmesini, sorunlarını çözmesini, yeni keşif veya icatlarda bulunmasını ya da geleceğe yönelik plânlar yapmasını sağlayan zihinsel proseslerin tamamını ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. “Kognitif psikoloji” ise tüm bu süreçlerin bilimsel yöntem ve tekniklerle incelenmesi faaliyetini ve bu gibi faaliyetler sonunda edinilen veri ve bulguları kapsar. “Kognitif psikoloji”, son yıllarda en fazla gelişme gösteren psikoloji alanı olmakla birlikte; bu alanın halen ne yapılanması tamamlanabilmiş, ne de önemli konuları ve sorunları tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulabilmiş ve çözümlenebilmiş değildir. Bu sahada çalışan bilim adamı ve araştırmacıların, temel eğilim ve görüşleri bakımından  birkaç faklı yaklaşım sergiledikleri görülmektedir.    
        Bunlardan ilkinde “kognisyon” (veya bilişim), esas olarak bir bilgi işlem süreci olarak  görülür. Bu yaklaşımı kabul eden bilim adamları açısından sinir sistemimiz, kendisine duyu organları aracılığıyla ulaşan verileri otomatik olarak işleyen bir bilgisayara benzer. Onlara göre bu alanda yapılması gereken şey de, bu bilişim mekanizmasının çalışma şeklinin incelenmesidir. Bu disiplinin kurulmasına önemli katkılar sağlamış olan U. Neisser; bilişsel psikolojiyi, “Duyu organlarından gelen enformasyonun dönüşüm, işleniş, depolanış ve kullanılış mekanizmalarının incelendiği disiplin” olarak tanımlar. Bilgi işlem dili, psikologlar arasında en iyi bilinen dillerden biridir. Bu yaklaşımı benimseyen bilim adamları için psikoloji alanında araştırılması gereken en önemli hususlar; dikkat, algı, öğrenme, hatırlama ve bilgiyi kullanma gibi noktalardır. Bu eğilimin ve çalışmaların değişik sonuçları olmuştur. Bunlardan birisi de insanın düşünme süreçlerinin taklidi suretiyle hazırlanan “yapay zekâ” programları olmuştur. Böylece problem çözen, çeşitli tasarımlar yapan, satranç oynayabilen, araba veya uçak kullanımını ya da karmaşık  kimyasal ve nükleer reaksiyonları stimüle eden; hatta bazı bilimsel buluşları kolaylaştırıp, hızlandırabilen bilgisayar programları ile insanın bazı davranışlarını taklit edebilen robotlar hazırlanmıştır. Bunlar, hemen tüm gelişmiş ülkelerin, üzerinde en fazla yatırım, çalışma ve araştırma yaptıkları sahaların başında gelir.
        Kognitif psikoloji alanında en fazla taraftar bulan yaklaşımların bir diğerine göre ise, bilişim mekanizmasının en önemli konusu, semboller aracılığıyla gerçekleştirilen zihinsel proseslerdir. Bu görüşte olan bilim adamlarına göre, insan zihnindeki  her türlü kognitif süreç, nesne ve olayları, hatta “bunların daha da ötesini” temsil edebilen bazı sembollerin veya göstergelerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmektedir. Kendinden başka bir şeyi temsil eden her şeye sembol veya gösterge diyebiliriz. Dilin sembollerini, kelimeler teşkil eder. Meselâ, “çiçek” kelimesi, herkesçe bilinen bir bitki kısmını temsil eden dilsel bir semboldür. Dil, kelimeler şeklindeki sembollerden ve bunlar arasındaki ilişkileri belirleyen bir takım kurallardan oluşan bir iletişim sistemidir. Semboller sadece tabii dillerde kullanılmaz. Meselâ, trafik uyarıları ve düzenlemeleri de birtakım sembollerle ifade edilebilir. Matematikte, müzikte ve kimya gibi kimi bilim dallarında da bazı özel sembol sistemleri kullanılır. Hafızamız da bazı semboller vasıtasıyla çalışan bir bilgi işlem düzeneğidir. Komşumuzun simasını hatırlamaya çalıştığımızda, eğer onun yüzünü tam olarak tahayyül edebilmişsek, bunu bazı kognitif görsel semboller aracılığıyla başarmışızdır. Sembollerin en büyük ve önemli yararlarından biri de bizlere, içinde bulunduğumuz zaman ve mekan sınırlarının ötesine uzanma imkânı sağlamalarıdır. Bu şekilde, hem geçmişin tecrübe ve yaşantılarından yararlanabilmemiz; hem de geleceğe dair hesaplar ve plânlar yapabilmemiz mümkün olur. Semboller bize sentez, keşif ve icat yeteneği verdiği gibi, sanatsal ürünler ve eserler ortaya koymamızı da mümkün kılar. Semboller aracılığıyla ne bizim ne de bir başkasının hiç görmediği ve bilmediği, hatta reel dünyada hiçbir benzeri bulunmayan varlıklar ve olaylar da tasarlayabiliriz. Bazı bilim kurgu roman ve filmleri, bunun birçok uç örneğini ihtiva eder. Tüm bu nedenlerden dolayı bu yaklaşımı savunan  bilim adamları “sembol kullanma yeteneği”nin kognitif psikolojinin en önemli araştırma konusunu teşkil ettiğini inanırlar.                        
        Bazı araştırmacılara göre ise, en önemli kognitif süreç, “problem çözümüne yönelik düşünme işlemleri”dir. Düşünme prosesi genelde; doğrudan veya dolaylı olarak bir meselenin çözümüne yöneliktir. Bu yaklaşımı savunan bilim adamlarına göre, elde mevcut bulunan imkânların ve daha önceden edinilen bilgi ve tecrübelerin kullanılması suretiyle bir sorunun çözüme kavuşturulması yönündeki zihinsel çabalar, en karakteristik kognitif işlemlerdir. Bazen, ilk bakışta belli bir amaca yönelik görülmeyen “hayal kurma” gibi zihinsel süreçler bile, karşı karşıya bulunulan bir problemin çözümüne dolaylı yoldan yardımcı olabilir.
        Aslında, biz sadece problem çözmek değil, birçok farklı amaçla ve birçok farklı biçimde de  düşünürüz. Meselâ, bir arkadaşımızın ismini hatırlamaya çalışırken, duygularımızı veya düşüncelerimizi dile getiren bir yazı yazarken, gece görmüş olduğumuz rüyanın ayrıntılarını gözümüzde canlandırırken çalışırken, komşu çocuğunun bir hareketine niçin o kadar sert bir tepki gösterdiğimizi ve bunun muhtemel sonuçlarını irdelerken de düşünmekteyizdir. Bazı hatıralarımızı dil göstergeleriyle, yaz tatilimizi geçirmiş olduğumuz kasabanın harika körfezinin manzarası gibi kimilerini  fotoğrafsı  vizüel imajlarla, en sevdiğimiz şarkının melodisi gibi bazılarını audial kodlarla veya en çok sevdiğimiz yiyeceğe ait olanlar gibilerini ise koku ve lezzet kayıtlarıyla hatırlayabiliriz. Tüm bu olgular, kognitif süreçlere ait örneklerdir. Bu geniş perspektiften; başta öğrenme, hatırlama ve düşünme olmak üzere; algılama, karar verme, hayal kurma, tasavvur etme, unutma, kavramlaştırma, problem çözme, muhakeme, icat, keşif, konuşma, yazma, okuma ve benzeri tüm zihinsel etkinlikler, incelenmeleri ve aydınlatılmaları gereken karmaşık birer kognitif süreç olarak görülebilir.                                            






       
                             İki Temel Kognitif Süreç: Öğrenme ve Hatırlama





        Öğrenme; bilgi edinme süreci olup; “klâsik şartlanma”, “bazı fiziksel özelliklerin ayırt edilmesi”, “tekrarlanan uyarılara karşılık verilmemesi suretiyle gerçekleştirilen alışma”, “nesneleri, olayları ve yaşantıları birbirleriyle olan bağlantılarına göre sınıflandırmak suretiyle gerçekleştirilen kavramlaştırma”, “problem çözme”, “geçmiş yaşantıların duyusal kayıtlarına dayanan algısal öğrenme”, “duyumlardan oluşan sinyallere bazı kas hareketleriyle karşılık vermeye dayanan psikomotor öğrenme”, “taklit”, “içgörü” ve “etkilenim” gibi türlere ayrılır.
        Hayvanlar için geçerli başlıca öğretme yolu olan mekanik şartlandırma, çağrışım sağlama ve pekiştirme gibi tekniklerin, insanın, özellikle de “epistemolojik konularla ilgili öğrenme”sine herhangi bir belirgin katkısı gözlenmediğinden; bizler için öncelikli ve önemli  olan, karmaşık kognitif süreçlerle gerçekleşen öğrenme türleri olsa gerektir.    
        Öğrenme süreçleri büyük ölçüde “hafıza” fonksiyonlarımızla ilişkilidir. Çünkü bir şeyin öğrenilmesi, esas olarak, bir bilginin veya becerinin; önce kodlanarak bellek kayıtlarına geçirilmesi ve sonra da ihtiyaç halinde, bu kayıtların buradan bulunup çıkarılarak kullanılması demektir. Öğrenme ve hatırlama, sinir sistemimizdeki bazı kalıcı “biyofiziksel, biyokimyasal ve (nöronlarımızın özellikle akson ve dendrit kısımlarını kapsayan) hücresel” değişiklikleri içerir. “Hafıza”yı; ‘geçmişe ait tecrübe ve yaşantılarımızı muhafaza edebilmemizi, içinde bulunduğumuz zamana ve şartlara uyum gösterebilmemizi ve geleceğe en uygun şekilde yönelmemizi mümkün kılan kognitif ünite’ olarak tanımlayabiliriz.
        Her türlü öğrenme  işlemi için hafızamızın varlığı ve fonksiyonları zorunludur. Eğer yaşantılarımızı hatırlamasaydık, hiçbir şey öğrenemeyeceğimizden tüm hayat tecrübelerimiz, birbiriyle ilişkisiz anlık yaşantılardan ibaret kalırdı. Hafızamız olmasaydı,  belirli bir tecrübeden edindiğimiz bilgiyi muhafaza edemeyeceğimizden, her defasında bu şeyi yeni baştan öğrenmek zorunda kalırdık. İletişim kurmak için de, öncelikle muhatabımızın bize söylemiş olduğu şeyi, sonra da, bizim ona söylemeyi plânladığımız şeyi hatırlamamız gereklidir. Benlik, kişilik, bilinçlilik ve oryantasyon gibi “temel ve karakteristik psikolojik  unsurlarımız” da ancak hafızamızın sağladığı süreklilik ve ilişkilendirme fonksiyonları sayesinde “mümkün ve var” olabilmektedirler. Hafızamız olmasaydı kendimiz hakkında bile düşünemez, kişisel özelliklerimizi bile öğrenemezdik. Hafızamız, irademiz ile birlikte, bizi biz yapan şeylerin başında gelir.
        Fizyolojik olarak da öğrenme ile hafıza fonksiyon ve süreçleri iç içe geçmiş durumdadır. Bazı araştırmacılar öğrenmeyi, yeni bilgiler edinme süreci; hafızayı da zihinde saklanabilen bilgi miktarı olarak tanımlarlar. Klinik çalışmalarda bu nedenle öğrenme ve hafıza ölçümleri çoğu defa birlikte yapılır.  




                         
          “Kısa” ve “Uzun” Süreli Hafızalar



        İnsan hafızasının, başlıca ”kısa” ve “uzun”  süreli olmak üzere iki ana formunu gözleyebiliyoruz. Kısa süreli hafızada, son  birkaç saniye ya da dakika içinde gerçekleşerek dikkat ve ilgi alanımıza girmiş olan olayların kayıtları saklanır. Dikkatin farklı odaklara yönelmesinden sonraki hatırlama işlemleri, uzun süreli hafıza tarafından gerçekleştirilir. Yine; dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar öncesine ait hatıralar da uzun süreli hafızada muhafaza edilir. Bilgi hazinemizin hemen tümü, uzun süreli hafızamızda yer alır. Uzun süreli hafıza bir okyanus gibi engin ve derindir. Kısa süreli hafıza ise küçük bir havuza benzer. Ancak bizler, o “engin bilgi okyanusu” ile ancak bu “küçük havuz” aracılığıyla ilişki kurabilmekteyiz.
        Kısa süreli hafızanın kapasitesi küçük olup; çocukluktan gençliğe doğru, yaşla bir yükselme gösterir. 1974’de tanımlanan “çalışma hafızası”, kısa süreli hafızanın en belirgin ve etkin ünitesidir. Çalışma hafızası, “sözel” ve “mekansal” olarak iki alt birime ayrılır. Bu birimlerin, merkezi bir prosesörün denetimi altında bulunduğu sanılmaktadır. Merkezi prosesör sistem, “dikkatin yönelimi”ni kontrol ettiği gibi, farklı kaynaklardan gelen enformasyonu da organize ve entegre eder. Çalışma hafızası fonksiyonlarının beyin kabuğunun frontal (alın) kısmı aracılığıyla gerçekleştirildiğine işaret eden bazı deneysel bulgular vardır.
        Uzun süreli hafıza  “dekleratif” ve “prosedürel” olarak adlandırılan iki temel ünite içerir. “Dekleratif hafıza”, bilinç düzeyine çıkan ve dille ifadesi mümkün olan enformasyonu saklar. “Dışa vurumlu” olarak da isimlendirilen dekleratif hafıza, anlama dayalı (semantik) ve olaya dayalı (episodik) hafıza alt birimlerini içermektedir. Dekleratif hafızadaki kayıtlara, serbest geri çağırma (free recall) işlemiyle ulaşılabilir. Çağrıştırma (priming), daha önce kaydolunmuş olan bir enformasyon biriminin yeniden işlem görmesini kolaylaştıran bir tekniktir. Meselâ, hatırlanması istenen kelimelerin ilk harflerinin verilmesi, buna bir örnektir.
        “Prosedürel hafıza” ise yaşantı ve tecrübeler ile edinilen ve direkt olarak bilinç düzeyine ulaşamayan birtakım becerilere dair enformasyonu muhafaza eder. “İçe vurumlu” olarak da adlandırılan prosedürel hafıza kapasitesi, tekrar ve alışma yoluyla geliştirilebilir.        
        Her öğrenme ve hatırlama işlemi, şu üç safhada gerçekleşir: “kodlama”, “depolama” ve “geri çağırma”. Bu üç safha, kimi değişikliklerle, hem kısa, hem de uzun süreli hafızayla ilgili işlemlerde yer alır. “Kodlama”, dış dünyadan gelen uyaranların, hafıza tarafından kabul edilebilecek ve tanınabilecek formlara dönüştürülmesi; “depolama”, kodlanan bilginin muhafazası; “geri çağırma” da ihtiyaç halinde bu bilginin aranıp, bulunması safhalarıdır.
        Kendisiyle tanıştıktan hemen sonra bir arkadaşımızın ismini, sanki o isim, halen aktif ve canlı bir durumda bilincimizde bulunmaktaymışcasına, derhal ve kolayca hatırlayabiliriz.. Ancak, aradan birkaç saat geçtikten sonra kendisiyle karşılaştığımızda, onun ismi artık bilinç alanımızın dışına çıktığından dolayı onu hatırlamak, zorlaşmıştır. Kısa ve uzun süreli hafızalar arasındaki bu “geri çağırma” farklılığı; bilinçli bilgi ile, bilincimiz dışında yer alan ve bu nedenle kendisine ulaşılması ek bir çaba ve zaman gerektiren enformasyon kayıtları arasındaki farklılıktan. Hafızamızı, belirli bir anda, ancak belirli bir kısmı aktif halde bulunan büyük bir bilgi bankasına benzetebiliriz. Kısa süreli hafıza, küçük olan aktif kısmı; uzun süreli hafıza ise, çok daha geniş ve büyük olan pasif kısmı oluşturur.      



          Kısa Süreli Hafıza


        Kısa süreli hafıza, bilinçli düşünce mekanizmamızın önemli bir parçasıdır. Düşünme ve hatırlama işlemlerine konu olan materyalin yaşının “saniyeler” mertebesinde veya en fazla bir ya da birkaç dakika olduğu durumlarda; bu materyalin aktif olarak proseslendiği süre boyunca, kısa süreli hafıza kullanılır. Kodlama, depolama ve geri çağırma safhaları, toplam süresi birkaç saniye olan çok kısa süreli öğrenme ve hatırlama işlemlerinde bile yer alır.
        Bir uyaran grubunun kodlanarak kısa süreli hafızaya alınabilmesi için, “seçici dikkat”in bu uyaran grubuna yöneltilmesi gerekir. Çoğu kimse, hafızasının zayıflığından şikayet eder. Algısal organizasyonları incelerken görmüş olduğumuz gibi, bizler dışımızdaki dünyadan kaynaklanan uyaranların tümünü değil, ancak, bir seçme işleminden sonra belirli bir kısmını algılarız. Seçilen bu enformasyon algılandıktan sonra, kısa süreli hafızaya kaydedilir. Bu nedenle, dış dünyaya ait enformasyonun-elenen kısımları-hiçbir zaman hafıza kayıtlarımıza giremez. Hafızaya girmeyen olay ve yaşantıların ise hatırlanması söz konusu değildir. Hafızasının zayıflığından şikayet eden kişilerin çoğunda sorun, “seçici dikkat” sürecinden kaynaklanır.        
        Dikkat bir uyaran grubuna yöneltildiğinde, bunlar kodlanarak, “bilgi bitleri” halinde kısa süreli hafızaya kaydedilir. Çevremizde yer alan nesneler ve olaylar, kendi türlerine uygun kodlarla algılanır ve kısa süreli hafızaya gönderilirler. Meselâ bir evin adresini işittiğimizde sesle ilgili kodlar, bir resme baktığımızda ise görsel kodlar kullanılır. Harf ve kelime gibi dille ilgili uyaranlarda, genellikle işitsel kod ağırlık kazanır. Konuyla ilgili bir araştırmasında Conrad, bir denek grubuna;”RLBKSJ”  ve benzeri sessiz harf dizileri verip, birkaç saniye sonra bunları bir kağıda yazmalarını istemiştir. Deneklerin çoğu, dizileri genellikle doğru olarak hatırlamakla birlikte, özellikle bazı harfler yerine, benzer fonetik özelliklere sahip harfler yazmışlardır. Yapılan hataların temelinde bu harflerdeki ses benzerliklerinin yattığı anlaşılmıştır. Bu benzeri çalışmalar, ister sözlü, ister yazılı verilsin; dille ilgili uyaranların, işitsel kodlarla algılanıp, depolandığını göstermektedir. Ancak resim, fotoğraf  ve benzeri materyalin hatırlanmasında vizüel kodlamalar ağır basmaktadır.    
        Sözel bilgi için görsel kodların kullanılması halinde de kısa bir süre sonra bunlar kaybolur ve yerlerini işitsel kodlara bırakırlar. Bir zarfın üzerindeki “Çamlık Caddesi, No=5” adresine bakan bir kişinin hafızasında, birkaç saniyeliğine görsel bir kod oluşabilir ve bu kodda, adresi oluşturan isimler, nesneler veya harflerin biçimi ve büyüklüğüyle ilgili detaylar yer alabilir. Ancak, aradan birkaç saniye geçtikten sonra, hemen tüm görsel kodlar, işitsel kodlara dönüşür ve kişinin kısa süreli hafızasında sadece bunlar kalır. Bu işitsel kodlar, harflerin büyük ya da küçük oluşu gibi ayrıntılar içermezler.
        Ancak dilsel olarak kodlanabilme niteliği az olduğu için sözel yolla tekrarı da zor olan resim veya fotoğraf gibi materyaller, daha çok görsel olarak kodlanıp, saklanırlar. Çoğu çocuk olan bazı kişilerin, resimleri öncelikle ve ağırlıklı olarak görsel detaylarıyla kodlayıp, hatırlayabildikleri ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan başka; dokunma, koku ve diğer duyulara dayalı kodların da kısa süreli hafızaya kaydedilebilmesi mümkündür.
        Çoğumuz, bir fotoğrafa veya resme baktıktan belirli bir süre sonra, hâlâ o görüntüyü hafızamızda tutuyor olabiliriz; ama bu, genellikle ayrıntıları kaybolmuş, silik ve belirsiz bir “kopya” gibidir. Ancak, bazı kimseler, gördükleri bir fotoğrafı veya manzarayı-hatta bazen bir kitap sayfasındaki tüm yazı, resim, tablo ve rakamları-tıpkı; o sayfanın net bir fotokopisini hafızalarına nakşetmişcesine, hatırlayabilirler. Bu yeteneğe “fotoğrafik hafıza” adı verilir. Böyle kişiler, hatırlama biçim ve düzeylerini açığa çıkarmaya yönelik sorulara cevap vermeden önce bir süre duraksarlar. Bu esnada sanki hafıza ünitelerindeki bir ekrana bakıp da, cevaplarını ondan sonra veriyor gibidirler. Bunlardan bazıları, baktıkları kitap sayfasını o kadar “net” hatırlarlar ki; istendiğinde herhangi bir satır ya da cümleyi aynen tekrarlayıp, dört sütunluk ve on üç satırlık harf veya sayı dizilerini bile baştan sona, sondan başa  ya da soldan sağa ve sağdan sola; hatta çapraz olarak “okuyabilir”ler.
        Fotoğrafik hafızaya sahip kişilerin toplumdaki oranları oldukça düşüktür. Çocuklar arasında yapılan bir araştırmaya göre, bir resmi oldukça ince ayrıntılarıyla otuz saniyeden daha uzun bir süre hatırında tutabilen çocukların oranı %5  kadardır. Erişkinlerde bu değer daha küçüktür. Tam veya mutlak olmayan fotoğrafik hafızalı kişilerin zihinlerindeki imge, orijinal görüntünün net bir kopyası gibi olmayıp, bazı eksiklik ve farklılıklar içerir. Çocuklarla yapılan deneyler; resmin en çok dikkat çeken kısımlarının, en ince ayrıntılarla hatırlandığını göstermiştir.
         Kısa süreli hafızanın en ilginç özelliklerinden biri de  “kapasitesi”dir. Bu kapasite, iki eksiği veya iki fazlasıyla “yedi” birimdir. İnsanların büyük çoğunluğu kısa süreli hafızalarında yedi birimlik enformasyon saklayabilirken, bazıları beş, geriye kalanlar da dokuz birim muhafaza edebilmektedir. Oysa, günlük hayatımızda hepimiz; insanların hafıza kapasiteleri bakımından çok büyük bir değişkenlik arz ettiğini gözlemlemişizdir. Demek ki bu farklılık kısa değil, uzun süreli hafızadan kaynaklanmaktadır. Kısa süreli hafıza kapasitelerimizin böyle küçük ve sabit oluşu, deneysel psikolojinin ilk kuruluş günlerinden beri bilinmektedir.  
        1885’te hafıza üzerinde araştırmalar yapan Ebbinghaus, kişisel kapasitesinin yedi birim olduğunu bulmuş; Miller de 70 yıl sonra, bu sayının pek çok insan için müşterek olduğunu keşfettiğinde duyduğu hayret ve heyecanı ”Yedi, sihirli bir sayıdır!” diyerek ifade etmişti.
        Kısa süreli hafızayı, yedi raftan oluşan bir dolap gibi düşünebiliriz. Böyle bir dolabın her rafına, duyu sistemimize ulaşma sırasına göre, birer birimlik data yerleştirilebiliriz. İtem sayısı, raf sayısını aşmadığı sürece, normal şartlarda herhangi bir problemle karşılaşmayız. Ancak, tüm bölmeler dolduğunda, yeni bir itemin yerleştirilebilmesi için, en eskisinin çıkarılıp, atılması gerekir.
        Bu olgu şöyle bir örnekle açıklanabilir: Gece iyi bir şekilde uyuyup, dinlendikten sonra işyerinize vardığınızı düşünün. O gün, yeni personelin eskisiyle tanıştırılacağı bir toplantınız olsun. Toplantıda kısa süreli hafızanızın rafları boş iken, ilk olarak bay X ile  tanıştırıldığınızı  varsayalım. Bu nedenle X ismini rahatça kısa süreli hafızanıza yerleştirebilirsiniz. Ancak yeni tanıştığınız kişi sayısı, kısa süreli hafıza kapasitenize eşit olduktan sonra işiteceğiniz her yeni isim,  sırayla X’in yerini alacaktır.
        Bazı psikologlar, unutma olayının, renkli bir fotoğrafın zamanla solup, silinerek belirsizleşmesine benzer bir süreç ile de gerçekleşebileceğine inanırlar. Buna göre, kısa süreli hafıza kayıtlarımıza tekabül eden bazı fizikokimyasal ve hücresel unsurların belirli bir süre içinde zayıflayıp, yok olmaya yüz tutmaları sonucunda, unutma süreci başlamış olur. Bu bilim adamlarının  vurguladıkları ve çoğumuzun da günlük hayattan tecrübelerimizle fark etmiş olduğumuz gibi, “tekrarlama” işlemi aracılığıyla, hafıza kayıtlarımız güçlendirilerek, kaybolup gitmelerinin önüne geçilebilir.                      
        Hatırlama işlemlerinin üçüncü ve son safhası, “geri çağırma” prosesidir. Kısa süreli hafızamızdaki enformasyonun sürekli farkında bulunduğumuzdan veya bu bilgi, bilinç kapsamı içinde  yer aldığından dolayı, bu bilgiye, istediğimiz anda hemen ulaşabileceğimizi düşünürüz. Günlük hayattan izlenimlerimiz de, bu tür kayıtlara ulaşmak, yani onlarla ilgili bir soruya cevap verebilmek için, herhangi bir süreye ihtiyacımızın olmayacağı yönündedir. Meselâ, bir isim listesini incelerken sorulacak olan “Okuduğunuz isimlerin arasında  X var mıydı?” sorusunu işittikten sonra, aradan hiç zaman geçmeden derhal “evet” ya da “hayır” karşılığını vereceğimizi düşünebiliriz. Deneysel çalışmalar, bu kanaatin doğru olmadığını göstermektedir.
        Sternberg yaptığı araştırmalarla, kısa süreli hafızamızda “geri çağırma” işlemlerinin hangi hızla gerçekleştirilmekte olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışmalarda, deneklere, “hafıza listesi” denilen bazı sayı dizileri verilmiştir. Dizilerdeki rakam sayısı, yediden az olduğu için hatırda tutulmaları mümkündü. Hafıza listesi deneğe gösterildikten sonra ondan, verilen bir test rakamını orada görüp, görmediği sorulur ve cevabını, evet ya da hayır kelimelerinden biriyle vermesi istenir. Bu tür çalışmalarda denekler nadiren hata yaparlar. Zaten, araştırmacıların asıl incelemek istedikleri husus, onların karar verme hızlarıdır. Bu hız milisaniye cinsinden ölçülür. Birçok denek, değişik uzunlukta yüzlerce listeyle denemeye tâbi tutulmuşlardır. Sonuçlar, hafıza listesinin uzunluğuyla karar verme hızı arasında bir ters orantının bulunduğunu göstermektedir. Listedeki bir sayılık bir artış, karar verme süresini 40 milisaniye uzatmakta ve hızı da o oranda azaltmaktadır. Denekler bu süre artışının farkına varmamakta, ancak uygun test düzenekleri ve ölçüm teknikleriyle bu olgu, açıkça gösterilebilmektedir.
        Karar verme süreci, üç aşamada gerçekleştirilmektedir: İlk aşamada, test rakamının kodlanması ve algılanması gerekir. İkinci aşamada, test rakamı, hafıza kayıtlarındaki sayılarla teker teker karşılaştırılır. Bu işlem, hafıza listesinde tek bir sayı varsa 40 milisaniyede, iki sayı varsa 80 milisaniyede, üç sayı varsa 120 milisaniyede gerçekleştirilmektedir. Üçüncü aşamada denek, kararını açıklar. Birinci ve üçüncü aşamalar, listedeki rakam sayısından bağımsız olarak, toplam 400 milisaniyede tamamlanır. Ancak, ikinci aşamanın gerçekleşmesi için gereken süre, listedeki rakam sayısının (n) , 40 katı kadardır. Buna göre karar verme süresini “400+40n” olarak formüle edebiliriz. Anlaşılan test rakamı, hafızadaki her sayı ile sırayla ve tek tek karşılaştırılmaktadır. Bu sonuç, kısa süreli hafızada gerçekleştirilen karar verme prosesinin “seri bir süreç” (serial processing) olduğunu göstermektedir.
        Benzer araştırmalar, farklı kültürlere mensup, değişik sosyoekonomik düzeylerdeki pek çok kimseyle, hatta bazı akıl hastalarıyla tekrarlanmış ve hep aynı sonuçlar alınmıştır. Anlaşılan, kısa süreli hafızanın geri çağırma mekanizması, tüm insanlarda aynı şekilde gerçekleşen standart bir süreçtir.
        Bilim adamları, kısa süreli hafızamızın, tüm “düşünme işlemleri” üzerinde çok önemli etkilere sahip olduğuna inanırlar. Birçok psikologa göre kısa süreli hafıza kapasitesi, insanın düşünme mekanizmasının sınırlarını belirleyen unsurların başında gelir. Aynı anda hem komşunuzun telefon numarasını hatırlamaya, hem de basit bir çarpma işlemini yapmaya kalkıştığımızda, tek tek gerçekleştirilmesi bir sorun teşkil etmeyecek olan bu işlemler, kısa süreli hafıza kapasitemiz aşılınca birbirlerine öyle ket vururlar ki, sonunda ikisini de yapamaz hale geliriz.
        Eğitim hayatımız boyunca Türkçe veya kompozisyon dersi öğretmenlerimizin çoğu bize mümkün olduğunca kısa  cümlelerle konuşup, yazmamızı öğütlemişlerdir. Bu tavsiye, dünyanın diğer ülkelerinin okullarındaki öğretmenlerce de tekrarlanır, çünkü bu evrensel öğüt, tüm insanlar için aynı olan kısa süreli hafıza kapasitesi özelliğine dayanır. Ana cümledeki kelime veya alt cümlecik sayısı yediye ve hele dokuza  ulaşınca, okuyucu, anlamı kavramakta zorlanmaya başlar. Bu satırları okurken, aklınıza “Konuşurken veya yazarken yediden veya dokuzdan fazla kelime kullanmamam mı gerekir?” sorusu gelebilir. Buna cevap aramadan önce, ”kümeleme” kavramını gözden geçirmek gerekir.
        Okulda veya işyerinde, kısa süreli hafızamıza kaydetmek zorunda olduğumuz materyal nadiren küçük veya kısa bölümler halinde bulunur, ancak yine de bizler, bunları hafızamıza yerleştirmekte çoğu zaman pek zorlanmayız. Bu, hafızamızın kümeleme yeteneği sayesinde mümkün olur. Yukarıda söz ettiğimiz bir deneyde size şöyle bir “hafıza listesi” verildiğini farz edin: 19191999192319381453. Bu sayıları tek tek ele almanız halinde, hatırlamanız mümkün olmayabilir. Ama onları 1919, 1999, 1923, 1938 ve 1453 olarak gruplandırır ve sonra her birini tarihi bir hadise ile irtibatlandırabilirseniz, hatırlamanız kolaylaşır. Böyle bir hatırlama deneyinde size UDLOELYÖBIDĞAYRUMĞAY gibi bir harf dizisi verildiğini düşünün. Bu dizinin özelliğini fark etmezseniz, onu ezberlemeniz mümkün olamaz. Ancak, bu diziyi sondan başa doğru okumayı denerseniz, onu kolayca ezberleyebilirsiniz. Çünkü, böylece 20 harflik diziyi dört kelime grubu halinde kümelemiş; ayrıca uzun süreli hafızanızdaki birtakım eski kayıtlardan da yararlanmak suretiyle bunları; onlarla ilgili soruları kolayca cevaplandıracak şekilde kısa süreli hafıza raflarınıza yerleştirmiş oldunuz. Uzun süreli hafızadaki bilgilerin kullanılması suretiyle  yeni  verilmiş olan bilgilerin anlamlı birimler halinde gruplandırılmasına “kümeleme”(clustering) adı verilir.
       


          Uzun Süreli Hafıza


        Ortalama olarak otuz saniyeden sonra gerçekleştirilen hatırlama işlemleri, “uzun süreli hafıza”mıza ait olan bir fonksiyondur. Kısa süreli hafıza kayıtları biyofiziksel, uzun süreli hafıza kayıtları ise biyokimyasal süreçlerle gerçekleştirilir. Bir enformasyonun uzun süreli hafızaya alınışının, bir protein molekülünün senteziyle gerçekleştirildiğini gösterten deneysel bulgular vardır.
        Uzun süreli hafıza, kısa süreli hafızadan kendisine intikal ettirilen bilgiyi, birkaç dakika- dan, “birçok yıla” kadar değişen süreler boyunca saklayabilir. Aynen kısa sürelide olduğu gibi, uzun süreli hafızada da tüm işlemler, “kodlama, depolama ve  geri çağırma” olarak üç safhada gerçekleştirilir. Duyu ve sinir sistemimizce dış dünyadan seçilerek alınan enformasyon; “ses, parlaklık, renk, koku, tat ve temas” uyaranları halinde ayrı ayrı kodlanarak da  hafızada saklanabilir.                
        Kısa süreli hafızamızda en çok kullanılan kodların işitsel kodlar olduğunu, ancak görsel kodlardan da bazen yararlanıldığını görmüştük. Uzun süreli hafızada, özellikle de  işlenen materyal sözel ise, en önemli kodlama parametresi, “anlam” veya “semantik içerik”tir. Sachs’ın da gösterdiği gibi, insanlar; işittikleri cümlelerin anlamını kavradıktan sonra, orijinal kelimeleri unutsalar da, eş anlamlı ve benzer kelimelerle, bu anlamı diledikleri zaman tekrar ifade edebilirler. Çünkü, zihnimiz; sözlü ya da yazılı materyalin dış biçimine değil, semantik içeriğine yönelerek, cümlelerin anlamını soyutlar ve hafızada depolar.
        Bu olguya hepimiz günlük hayatımızdan örnekler bulabiliriz. Eğer uzun bir kelime listesini ezberler ve birkaç dakika sonra bunları hatırlamaya çalışırsak, muhtemelen birçok hata yaparız. Ancak, tam olarak hatırlayamasak da, orijinal listedeki mütekabili yerine önerdiğimiz kelimelerin, anlam bakımından onlara yakın olması muhtemeldir. Meselâ, “güçlü”  yerine “kuvvetli”; “çabuk” yerine, “hızlı” gibi. Uzun süreli hafızamızın bu kodlama tarzı, kelimeler yerine cümleler söz konusu olunca, daha ilginç bir hal alır. Bir cümleyi işittikten birkaç dakika sonra, cümleyi oluşturan orijinal kelimeler belirsizleşse de, anlam hafızamızda kalmaya devam edebilir.
        Bazen, her biri manâlı olan, fakat aralarında anlamlı bir ilişki bulunmayan birkaç cümleyi hatırımızda tutmamız gerekebilir. Böyle bir durumda, cümleler arasında gerçek veya suni bir bağlantı kurmak, hatırlamayı kolaylaştırabilir. Bize düzensiz bir şekilde verilmiş olan kelime dizilerini, belirli anlam eksenleri çerçevesinde organize edebilirsek, onları uzun bir süre boyunca hatırlamamız mümkün olabilir.      
        Kelimeler veya cümleler arasında anlamlı bağlantılar kurmanın hatırlamayı kolaylaştırdığı, birçok deneysel çalışma ile teyit edilmiştir. Bir hatırlama deneyinde, size bir dizi kelime çiftinin verildiğini ve sizden, bu kelime çiftlerinden birini işittiğinizde diğerini söylemenizin istendiğini varsayın. Bu kelime çiftlerden biri “cep” ve “kalem” olsun. Bunlar arasında birkaç farklı yolla “anlamlı ilişki” kurmak mümkündür. Meselâ, bu iki kelimeyi aynı cümle içinde kullanabiliriz: “Kalem, cebimdeydi.” Veya bu kelimelerin temsil ettiği nesneleri görsel bir tasarıyla irtibatlandırabiliriz. Meselâ, bunun için, cebimizin içinde duran bir kalem tahayyül edebiliriz. Bu şekilde irtibatlandırılan kelimeler, hafızamızda uzun bir süre muhafaza edilebilirler. Bower’in araştırmalarına göre, bir cümlenin içinde veya görsel simgelerle ilişkilendirme, hatırda tutma düzeyini iki kata kadar yükseltebilmektedir.        
        Sözel materyali uzun süreli hafızamızda kodlamada en fazla kullanılan nitelik anlam olmakla birlikte, bazen kodlamada farklı yön, parametre ve özelliklerden de yararlanılabilir. Meselâ, bir şiiri, kelimesi kelimesine ezberleyip, hafızamızda saklayabiliriz. Şiirdeki kafiye ve benzeri diğer ses özellikleri, bu ezberleme ve hatırlama prosesini kolaylaştırabilir. Bu durumda, şiirin yalnızca  anlamını değil, kelimelerini de kodlamış oluruz. Uzun süreli hafızada semantik kodlama kadar sık olmamakla birlikte, işitsel kodlar da zaman zaman kullanılır. Meselâ, çalmakta olan telefonun ahizesini kaldırdığınızda, karşıdan gelen “alo” sesinin kime ait olduğunu hatırlamanız, ancak o kişinin sesini uzun süreli hafızanızda fonetik parametrelerle kodlamış olmanız halinde mümkün olacaktır. Çeşitli tatlar ve kokular da, benzer şekilde, uzun süreli hafızamızda kodlanabilir.
        Öğrenilmesi gereken materyal, ne kadar ayrıntılarına inilerek incelenirse, hafızada o kadar iyi tutulur. Ayrıntılara ulaşmak için değişik yöntemler kullanılabilir. Bunu, ilki bir kelime dizisi, ikincisi bir yazılı metin olan iki örnekle inceleyelim.
        “Araba, okul, odun, kız,...” şeklindeki bir kelime dizisini ezberlemek için, listedeki kelimeler arasında değişik ilişkiler kurabilir ve bu şekilde bazı ayrıntı unsurları oluşturabiliriz. Meselâ, “okul” ve “odun” arasında bir ses benzerliği ilişkisi kurabileceğimiz gibi; “bir arabaya doldurularak bir okula taşınmakta olan odunları”, hatta buna ilâveten “bu okulun öğrencilerinden olan bir kızı” da tahayyül ederek ayrıntılandırma unsurlarının sayısını arttırabiliriz. Anderson ve Reder, ayrıntılandırma derecesiyle hatırlama yüzdesi arasında “doğru bir orantı”  olduğunu göstermişlerdir.
        İkinci örneği, yine Anderson’un bir çalışmasından verebiliriz: İki gruba ayırdığı öğrenci deneklerine aynı ders metnini veren Anderson deneklere bir süre sonra bu konuda bir sınava tâbi tutulacaklarını söylemiştir. Birinci gruptaki öğrencilere, okuma işleminden önce bazı sorular verilerek,  metinde, bunların cevaplarını da arayıp, bulmaları söylenmiştir. İkinci gruptaki öğrenciler, metni ayrıntılara girmeden genel olarak okurken; ikinci gruptakiler, birçok ayrıntı unsuru belirleyerek, metni çok daha derinliğine inerek okumuş,  daha iyi anlamış ve daha çok hatırlamışlardır.
        Kısa süreli hafızada işlenen enformasyon, uzun süreli hafızaya aktarılır ve orada saklanır. Daha sonra bu bilgiye ihtiyaç duyduğumuzda, onu uzun süreli hafıza kayıtlarında aramaya başlarız. “Hatırlama”nın başarılabilmesi şu iki şartın sağlanmasına bağlıdır: 1-) İlgili enformasyonun kodlanarak hafızamıza kaydedilmiş olması, 2-) Bu kayıta ulaşmamızı mümkün kılacak ip uçlarının mevcudiyeti. Çoğu zaman, söz konusu enformasyon hafızamızda kayıtlı olduğu halde, geri çağırma işleminde kullanılabilecek ipuçlarının bulunmayışı nedeniyle ona bir türlü ulaşamayız.
        Uzun süreli hafıza mekanizması incelenirken, depolama ve geri çağırma süreçlerinin çoğu zaman birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Hatırlayamama, genellikle depolamayla değil, geri çağırmayla ilgili bir problemdir. Araştırmalar, bu problemden mustarip olan kişilerinin sayısının hiç de az olmadığını göstermektedir. Aslında burada, okulunun kütüphanesinde aramakta olduğu kitabı bulamayan bir öğrencininkine benzer bir durum söz konusudur. Kitabın bulunamayışı şu üç nedenden kaynaklanabilir: 1-) Aranan kitap, kütüphanede yoktur, 2-) Kitap yanlış bir rafa konmuştur, 3-) Kayıt fişi kaybolduğu için, kitabın nerede olduğuna dair herhangi bir ip ucu yoktur. Benzer bir durum, geçmiş bir yaşantısını hatırlamaya çalışan, yani uzun süreli hafızasındaki bir enformasyon kaydını aramakta olan bir kişi için de söz konusudur.
        Bir sınav sırasında bir türlü hatırlayamadığınız bir sorunun cevabını, saatler sonra hatırladığınız olmuştur. Eski bir tanıdığımızın, uzun bir süre düşündüğümüz ve bize sanki hemen “dilimizin ucunda” imiş gibi gelen, ancak bir türlü çıkaramadığınız ismini hatırlama çabamız da aslında oldukça ilginç bir olaydır. Bu esnada birisi bize: ”Onun adı Ahmet değil miydi?” dese, eğer bizim aramakta olduğumuz isim o değilse, hiç tereddüt etmeden “Hayır!” diyebiliriz. Tam bu sırada, bize o tanıdığımızınkini de  içeren bir isim listesi verilse, yine fazlaca bir zorluk çekmeden bu isimler arasından onunkini hemen “tanıyabiliriz”. Bu ve benzeri gözlemler göstermiştir ki, çoğu defa belirli bir enformasyon; zihinde kayıtlı bulunduğu halde, uygun geri çağırma ipuçları mevcut olmadığı için hatırlanamamaktadır.
        Şöyle bir deneyle bu olguyu daha açık bir şekilde ortaya koyabilirsiniz: Mobilya, meyve, giyecek, elektronik eşya ve hayvan isimlerinden oluşan bir kelime listesi hazırlayın ve bir grup arkadaşınıza bu listeyi okuyarak, onlardan bu kelimeleri akıllarında tutmalarını isteyin. Sonra, arkadaşlarınızı ikiye ayırarak, ilk gruba sorularınızı “Mobilya türlerini veya meyveleri say” şeklinde, kategori isimlerinin yönlendirici etkisini taşıyan bir şekilde sorun. İkinci gruba ise herhangi bir ipucu vermeyin. Birinci gruptakiler, bu hatırlama testinde çok daha başarılı olacaklardır. Çünkü kategori isimleri, geri çağırma işlemi için oldukça yararlı ipuçları olarak fonksiyon görmektedirler.                                                                                                                                                                                                          
        Geri çağırma ipuçları ne kadar fazlaysa, hatırlama da o kadar mükemmel olacaktır. Benzer bir nedenle, “tanıma” işlemleri, genellikle hatırlamadan daha kolay olur ve daha büyük bir performansla gerçekleştirilir. Tanıma testlerinde deneklere “Dünkü toplantıda Bay X’i görmüş müydünüz?” gibi bir soruyla, herhangi bir şey ile daha önce karşılaşıp karşılaşmadıkları sorulur. Bu tip soruların bizzat kendileri, söz konusu enformasyon kaydının hafızadan geri çağrılması için faydalı birer ipucudurlar. Buna karşılık hatırlama testlerinde kullanılan “Dünkü toplantıda gördüğünüz kişilerin isimlerini söyleyin” şeklindeki sorular, çok az miktarda ipucu içerirler.
        Ne yazık ki uzun süreli hafızamızla ilgili olarak, henüz yeterli bilgiye sahip olmadığımız hususların sayısı hiç de az değildir. Kaydedilmiş olan bilgilerin, ölene dek hafızamızda kalıp, kalmayacakları; doğru ve yeterli geri çağırma ipuçlarının mevcudiyeti halinde, her zaman bunların hepsine ulaşılıp, ulaşılamayacağı gibi hususlar bunlardan birkaçıdır. Bazı bilim adamları, bilgi ve enformasyonun; sinir sistemimize, ses veya görüntünün bir manyetik banda kaydedilişine  benzer şekilde kayıtlı olduğuna ve manyetik bant kayıtları gibi, bunların da zamanla zayıflayıp, kaybolacaklarına inanır. Diğer bazıları ise, hafızadaki enformasyonun hiçbir zaman kaybolmadığını, ancak bunlara ulaşabilmek için gerekli ulan ipuçlarının zamanla arama-bulma fonksiyonundaki kullanılabilirliklerini yitirdiklerine inanmaktadırlar. Üçüncü bir grup bilim adamı ise bunların her ikisinin de mümkün olduğunu savunurlar. Onlara göre, bazı enformatif kayıtlar, zamanla zayıflayıp silindiği için; diğer bazıları ise bunlara ulaşmakta kullanılan ipuçlarının fonksiyonlarını kaybettiği için unutulurlar. Ancak hafıza konusundaki araştırmaların önemli bir bölümünün işaret ettiğine göre, unutma olaylarının en sık rastlanan nedeni, geri çağırma ipuçlarında görülen yetersizliklerdir.          
        Kısa süreli hafızanın özelliklerini incelerken, “kümeleme(clustering)” tekniğinin performansı nasıl arttırdığını ele almıştık. Uzun süreli hafıza fonksiyonlarında da “organizasyon”un benzer bir yararı vardır. Ayrıca “ortam” veya “bağlam” da hatırlamamızı etkileyen diğer bir faktördür.
        Bir şeyi öğrenirken, yani kodlarken, söz konusu enformasyonu, dilediğimiz şekilde organize edebiliriz. Eğer bu organizasyonu,  aşina olduğumuz mantıklı bir tarzda yapabilirsek, hatırlama sırasında, bu tarzı bir “geri çağırma ipucu” olarak kullanabiliriz. Meselâ bize öğrenmemiz için yüz kadar bilimsel terim ve kavramın verilmiş olduğunu farz edelim. Hafızamızın söz konusu özelliğinden yararlanabilmek için bunları anlamlı bir şema çerçevesinde organize etmemiz gerektiğini düşünerek, şöyle bir düzenleme yapabiliriz: Önce, en geniş kapsamlı bilim dalı olan kozmolojiyle, yani kâinatın genel yapısıyla ilgili olanları, sonra güneş sistemine ait olanları, ve daha sonra da sırasıyla jeoloji, fizik, kimya, botanik, zooloji ve nihayet insan bilimleriyle ile ilgili olanları ayrı ayrı gruplandırabiliz. Hafıza konusunda yapılmış olan bu gibi deneylerin sonuçları, organize edildikten sonra öğrenilen şeylerin, bu işlem yapılmadan ezberlenenlerden iki veya üç kat daha iyi hatırlandığını göstermektedir. Çünkü, kodlama sırasında kullanılan organizasyon tekniği, geri çağırma prosesini kolaylaştırıcı bir etki yapmaktadır.
         Ortam veya bağlam etkisini en iyi şekilde gözleyebilmeniz için, geçmiş bir yaşantıyı önce farklı bir ortamda, daha sonra da o olayın gerçekleştiği çevrede hatırlamaya çalışmanız yararlı olacaktır. Bir olay, gerçekleştiği ortamda veya ona benzer şartlar altında daha iyi hatırlanır. Meselâ, ilkokulunuzu ziyaret edip, sınıfları dolaşırken, o günlere ait bir hatıranızı çok daha iyi ve ayrıntılı bir şekilde hatırlayabilirsiniz. Aynı olayı evinizde otururken düşünmüş olsaydınız, hatıralarınız o kadar teferruatlı olmazdı. Çünkü, bir hadiseyle ilgili enformasyonun kodlanmış olduğu ortamın kendisi de, oldukça yararlı bir geri çağırma ipucu olarak fonksiyon görebilir. Bir öğrencinin; zihnimizin bu özelliğinden, öğrenme ve hatırlama kapasitesini arttırma amacıyla yararlanabilmesi için, derslerine, mümkün olduğunca sınav ortamına benzer şartlarda çalışması gerekir.    
        Geri çağırma ipucu olabilecek ortam hususiyetlerinin mutlaka “dışımıza” ait olması zorunlu değildir. Duygu, heyecan ve benzeri iç ortam özelliklerimiz de öğrenme ve hatırlama işlemleri üzerinde aynı şekilde etki  gösterebilir. Bu nedenle belli bir ruh hali içindeyken kodlanmış olan bir enformasyon, en iyi şekilde, ancak yine benzer bir ruhsal durumda hatırlanabilir.
        Bazı faktörler ise hatırlamayı olumsuz yönde etkilerler. Bunların bir türü, “bozucu etkenler” olarak adlandırılır. Birden fazla bilgi kaydını aynı geri çağırma ipucuyla hatırlamaya kalkıştığımızda, bu kayıtlardaki enformasyonun bir grubu diğerine ket vurur ve sonuçta biz bunların hiçbirini hatırlayamayız. Meselâ, bir arkadaşınızın, yıllardır oturduğu evden taşındığını ve bir süre sonra sizin, onun yeni adresini  öğrenmiş olduğunuzu varsayalım. Onun eski adresini, meselâ, daha önce oturduğu bitişiğindeki bir eczaneyi tarif etmek için hatırlamaya çalışırken, yanınıza bahsi geçen arkadaşınızın gelmesi, bu hatırlama işlemi üzerinde “bozucu” bir etki doğurabilir. Çünkü, onu görmeniz, size onun yeni adresini de hatırlatacak, bu ise, eskisi adresin hatırlanmasına ket vuracaktır. Benzer şekilde, evinizden çıkarken, markete uğramayı size hatırlatması için saatinizi her zaman taktığınıza değil de diğer kolunuza takmış olduğunuzu düşünün. Saate her baktığınızda, bu değişiklik size bir geri çağırma ipucu olarak yardımcı olacaktır. Ancak yolda aklınıza, almanız gereken başka şeyler gelebilir; meselâ, kütüphaneden bir kitap ve kuyumcudan da bir yaş günü hediyesi. Saatinizi ters kolunuza takmış olmanızın, size bu üç hususu da hatırlatacağını umarak yolunuza devam ederseniz; kütüphane ve kuyumcunun bozucu etkileri nedeniyle markete gitmeyi unutabilirsiniz. Çünkü, aynı geri çağırma ipucunun, birden fazla hafıza kaydıyla düzensiz bir şekilde irtibatlandırılmış olması nedeniyle, bu kayıtların içerdiği bilgiler, birbirinin hatırlanmasına ket vuracaktır.            
        Bunun önüne geçebilmek için, hatırlamak istediğimiz şeyleri organize etmek ve geri çağırma ipucunu, her biri ile ayrı ayrı irtibatlandırmak suretiyle, daha etkili ve verimli bir hale getirebiliriz. Meselâ, kütüphane ve kuyumcu kelimeleri “k” harfiyle başladığı için aralarında fonetik bir ilişki zaten mevcuttur. Üçüncü kelimeye de aynı harfle başlayan bir özellik ekleyebilirsek (“köşedeki market” gibi), aynı geri çağırma unsuruyla, unutmamak istediğimiz her üç yer arasında  da organize birer ilişki kurmuş oluruz. Böylece,  “saatimizin sol yerine sağ bileğimize takılmış olması” durumunu, şimdi üç ayrı şeyle değil, aynı özelliğe sahip tek bir  kelime kümesiyle irtibatlandırmış oluruz.





          Duygu ve Heyecanların Kognitif Süreçler Üzerindeki Etkileri


        Öğrenme, hatırlama ve unutma süreçleri üzerinde, duygu ve heyecanlarımızın da önemli etkilere sahip olduklarını gösteren bilimsel bulgular vardır. Son yıllarda, alt beynin önemli parçalarından olan ve duygularımız ile heyecanlarımızın nöral merkezi sayılan limbik sistemin, hafıza fonksiyonlarına da önemli katkıları olduğu anlaşılmıştır. Daha önce, kognitif ve algısal süreçlerle ilgili klâsik nörofizyolojik bilgiler özetlenirken; göz ve kulak gibi duyu organlarından gelen enformasyonun önce  bir ara istasyon konumundaki “talamus”ta toplandığı ve buradan da beyin kabuğundaki ilgili ana merkezlere gönderildiği söylenmişti. Bunlara verilecek karşılık, üst beyin merkezleriyle, alt beynin limbik parçaları arasındaki koordinasyon sonucu belirlenir. Son nörofizyolojik araştırmalarda elde edilen bulgulara göre, beynimizde, “ana” talamus-korteks  devrelerinin yanısıra,  ondan daha küçük olan bir de talamus-amigdala devresi mevcuttur. Bu kısa ve ince devre amigdalanın, duyu organlarından gelen sinyalleri hemen doğrudan almasını ve daha kortekste bunlarla ilgili bilinçli herhangi bir değerlendirme yapılmadan, duygusal zihnin, hızlı bir tepki başlatmasını mümkün kılar. Bu gibi anatomik yapılar, limbik sistemin korteksten ayrı ve bağımsız çalışabilmesine  imkân sağlar. Böylece, bazı  duygusal tepkiler, hiçbir bilinçli ve kognitif süreç araya girmeden başlayabileceği gibi, kimi anılarımız da aynı şekilde canlanıp, bizi etkisi altına alabilir. Talamusla amigdala arasındaki kestirme yolun korteksle herhangi bir bağlantısı olmadığı için, amigdalalarımız, tam olarak farkına varamadığımız bazı duygusal izlenimleri ve anıları saklayabilecekleri gibi, ayrıca biz daha nedenini anlayamadan başlayıveren tepkilerimizin ve canlanan hatıra repertuvarımızın da kaynağı olmalıdırlar. “Amigdal bağımsızlık”, kendini bazı kognitif olgularla da gösterir. Konuyla ilgili araştırmalarda, kendilerine çok kısa bir an için birtakım tuhaf geometrik şekiller gösterilen denekler, bunları bilinçli olarak algılayamadıkları halde; sonradan yapılan “tanıma” deneylerinde bu şekilleri daha önce görmüş gibi davranırlar. Le Doux’a göre bu olay, amigdalanın hafıza mekanizmasındaki rolünden kaynaklanır. Bu sayede, bir şeyi algıladığımız ilk birkaç milisaniye içinde, bilinçsizce,  onun bizim açımızdan genel olarak ne ifade ettiğini kavramakla kalmayıp, ondan hoşlanıp, hoşlanmadığımızı da anlarız. Bu gibi izlenimler, amigdalalarda depolanmış olan  bazı eski duygusal hatıra kayıtlarından kaynaklanır. Bu, belki kognitif açıdan bilinçsizce; ancak duygusal bakımdan kendine has bir kavrayışla edindiğimiz intiba; gördüğümüz şeyin sadece kimliğini fark etmemize değil, onun hakkında genel bir  görüş sahibi olmamıza da imkân sağlar.
        Limbik sistemin bir diğer ana parçası olan “hipokampus”un da hafıza mekanizmasında çok önemli  fonksiyonları vardır. Hipokampus, beyin kabuğuna benzeyen bir doku yapısına sahip, uzunca bir yapıdır. Anatomik olarak, korteksin şakak parçasının bir bölümünün, yan beyin karıncığını teşkil etmek için içeriye doğru katlanmasıyla oluşmuştur. Hipokampusun bir ucu amigdala dayanır. Hipokampus, beyin kabuğunun birçok bölümüyle olduğu gibi; limbik sistemin amigdala, forniks, hipotalamus, septum ve mamiller cisimcik gibi temel parçalarıyla da yoğun bağlantılara sahiptir. Hemen her çeşit duygusal algı, derhal hipokampusun çeşitli bölümlerini faaliyete geçirir ve bu organdan doğan birçok çıkış sinyali limbik sistemin diğer kısımlarına, özellikle de fornikse yayılır. Bu şekilde hipokampus giriş sinyallerine verilecek uygun limbik karşılığın belirlenmesinde, amigdalaya eşlik eden bir ünite olarak fonksiyon görür. Ancak hipokampusun katkısı oldukça farklı bir nitelik taşır. Hipokampus, duygusal tepkiden çok, algılanan varlık ve olayların genel ve temel özelliklerinin kaydı ve anlamlandırılması yönünde faaliyet gösterir. Böylece, bu yapının  katkılarından birisi, duygusal anlamlandırma işlemleri için yeterli bir “bağlam” hafızası materyali sağlamak şeklinde olmaktadır. Meselâ, hayvanat bahçesinde gördüğümüz bir ayı ile, piknik amacıyla bulunduğumuz ormanda karşımıza çıkan ayının; bizim güvenliğimiz açısından ifade ettikleri farkı kavramamızı sağlayan organımız, hipokampustur. Hipokampusta, nötr gerçekliğe dair enformasyon saklanırken, amigdalada bu realiteye eşlik eden  duygusal boyut ve renk kaydedilip, saklanır. Böylelikle hipokampus vasıtasıyla rutin ya da sıradan olaylara, beynin diğer kısımlarının işe karışmasına gerek kalmaksızın, olağan ve sıradan karşılıklar verilir. Hipokampus aracılığıyla bu tür olaylar kaydedilir, gerekirse karşılıkları verilir, ama pek fazla önemsenmezler. Bu mekanizmanın önemi, hipokampusları ameliyatla çıkarılmış olan kişilerde daha net olarak görülebilir. Böyle kimselerde her çevresel değişim adeta bir “deprem” boyutunda etki oluşturur. En sıradan girdiler, dikkati dağıtıp, aktif şifreleme yöntemini aksatırlar. Anlaşılan hipokampus, beynin her olayı “acil durum” olarak algılanmasını ve sıradan şeylerin “farkındalık” alanına girmesini önleyen bir fonksiyona sahiptir.15
        Hipokampus elektrotlarla uyarıldığında, bu uyarılmanın etkileri oldukça uzun süreler boyunca devam eder. Bu yapı, yeni duyusal enformasyonun bir kısmının seçilerek uzun süreli hafızaya kaydedilmesi sürecinde de anahtar bir rol oynar. Ameliyatla hipokampusları alınan veya bir hastalık sonucu bu organları zarar gören kişiler, bu olaydan önceki günlere ait anılarını hatırlarken, yeni olayları belleyemez ve hatırlayamazlar. Çünkü, hipokampus, öğrenilen bilgiyi uzun süreli hafızaya kaydeden bir yazıcı gibi de fonksiyon görmektedir.                
        Hafıza süreçleri; limbik sistem ile ilgili korteks bölümleri arasındaki ilginç bir iş birliğiyle gerçekleştirilir. Amigdalalar, psikolojik fonksiyonları açısından esasen “korku merkezi” olarak bilinirler. Amigdalaları tahrip olmuş hastaların korku duyguları kaybolur. Böyle kişiler, ne diğer insanların yüzündeki korku ifadesini kavrayıp, tanımlayabilirler; ne de kendileri bu ifadeleri takınabilirler. Meselâ, bu durumdan mustarip bir hastanın başına bir silah dayandığında, aklı vasıtasıyla korkması gerektiğini bilebilir, ama normal bir insan korku hissetmez.
        Bir gece evinizde yalnız başınıza oturup, kitap okurken, yandaki odadan büyük bir gürültü geldiğini farz edin. O andan itibaren beyninizde olup, bitenler; korku ve alarm durumlarıyla ilgili nöral devreler ve özellikle de bu gibi hallerin merkezi olan amigdalalar vasıtasıyla gerçekleştirilir. İlk nöral devre, sesi sadece ham bir fiziksel uyaran olarak alıp, onu beyin diline dönüştürerek sizi  genel bir uyarılmışlık haline sokar. Bu devre esas olarak kulaktan beyin sapına, oradan da talamusa uzanır ve burada  biri kalın, diğeri oldukça ince olan iki kola ayrılır. İnce kol amigdala ve yakınındaki hipokampus ile bağlantılıdır. Kalın olan demet ise, şakak lobundaki, seslerin sınıflandırıldığı ve anlamlandırıldığı işitsel kortekse uzanır. Hafızanın ana depolama ünitesi olan hipokampus vasıtasıyla bu gürültü, daha önce duymuş olduğunuz diğer ses kayıtlarıyla karşılaştırılarak, bu sesin hemen tanımlanıp, tanımlanamayacağı araştırılır. Bir süre sonra da işitsel korteks aracılığıyla sesin daha ayrıntılı bir analizine başlanarak  kaynağı  belirlenmeye çalışılır. İşitsel korteks; “Acaba bu sesin kaynağı evin köpeği  veya rüzgârın etkisiyle çarpan panjurlar olabilir mi; yoksa evin içinde  dolaşan bir yabancı mı var?” gibi sorulara bazı hipotezler üreterek muhtemel ve makul karşılıklar arar ve ulaştığı sonuçları; o esnada mevcut işitsel mesajı, eski ses kayıtlarıyla mukayese etmekte olan amigdala ve hipokampusa gönderir.
        Nihai karar bunun olağan ve tehlikesiz bir olay olduğu yönündeyse-şiddetli rüzgâr nedeniyle panjurların duvarlara çarpması gibi-başlamış olan genel uyarılmışlık hali, bir üst düzeye çıkmaz. Ama, eğer sesin kaynağı konusunda hâlâ emin değilseniz; amigdala, hipokampus ve prefrontal korteks arasındaki devrelerde yankı gibi gidip gelen uyaranlar, kararsızlık ve tedirginliğinizi daha da arttırarak, ilgi ve dikkatinizi sesin kaynağını tespit istikametinde yönlendirip, yoğunlaştırır. Bu özenli ek analizden de tatmin edici bir sonuç çıkmazsa, amigdalalar bu defa yeni bir uyarı başlatarak hipotalamusu, beyin sapını ve iç organları yöneten “otonom sinir sistemini” aktife eder.
       Bilince henüz ulaşmamış bu türden korku ve kaygı yaşantılarının analizi sırasında, beynimizin merkezi alarm sistemi olan amigdalanın muhteşem tasarımı açıkça ortaya çıkar. Amigdaladaki sayısız devreden her birinin girişi, değişik bir duysal in-put kanalıyla bağlantılı iken, çıkışları da farklı limbik ve kortikal merkezlerle irtibatlıdır. Amigdala bu haliyle, modern bir işyerinin, muhtemel bir tehlikeyi veya tehdidi; en kısa zamanda polise, itfaiyeye, şirket yetkilisine, özel güvenlik amirine ve diğer ilgililere bildirmek üzere tetikte bekleyen “güvenlik merkezi”ne  benzer. Amigdalaların farklı kısımları, farklı kaynaklardan bilgi alır: Yan çekirdek; talamus, işitsel korteks ve görme korteksi ile bağlantılıdır. Kabuk kısmının iç bölümü, koku soğanından; merkezi parça ise dilden ve iç organlardan gelen uyaranları alır. Bu özellikleri amigdalanın,  tüm duysal girdiyi sürekli inceleyip, denetleyerek, her an tetikte beklemekte olan bir “güvenlik gözcüsü" konumunu güçlendirir.
        Limbik yapılar, öğrenme ve hatırlama süreçlerinde oldukça önemli rollere sahiptirler. İki yönlü bir yolda önümüzdeki arabayı sollamaya çalışırken, karşıdan gelen bir kamyona çarpmaktan son anda kurtulduğumuzda, hipokampusumuz  olayla ilgili olarak “yolun üzerinde  bulunduğumuz kısmı veya karşıdan gelen kamyonun rengi ve modeli ya da arabada birlikte olduğumuz kişiler” gibi ayrıntıları kaydeder. Ancak, ileride benzer bir  sollama teşebbüsünde bulunurken duyacağımız tedirginliğin kaynağı, amigdalalarımız olacaktır. Bir simanın komşumuza ait olup, olmadığını bize hatırlatan hipokampusumuz iken,  ondan hoşlanıp, hoşlanmadığımızı, amigdalamız aracılığıyla bilebiliriz. Amigdala, özellikle duygusal durumların prosesörüdür. Amigdalaları zarar gören kişilerde, olayların duygusal anlamının değerlendirilip, yorumlanmasında şaşırtıcı bir yetersizlik, hatta aşikâr bir “duygusal körlük” olgusu ortaya çıkar. Duygusal boyutunu yitiren ilişkiler, anlamlarını ve etkilerini de kaybederler. Uzun ve şiddetli sara krizlerinin kontrol altına alınması amacıyla amigdalaları ameliyatla çıkarılmış olan genç bir adam; tüm insanlarla ilişkilerini keserek, herkesten uzakta yapayalnız yaşamaya başlamıştır. Ailesine ve en yakın arkadaşlarına bile sanki onlar birer yabancıymış gibi davranan bu genç adam;  sergilediği ilgisiz ve kayıtsız durum karşısında onların duydukları üzüntü ve ıstıraba da tamamen kayıtsız kalmıştır. O, amigdalasını kaybettikten sonra yalnız duygulanma değil, duyguları hakkında bilgi sahibi olma yeteneğini de tamamen yitirmiştir. Amigdala, duygusal anlamların ve anıların depo edildiği ünite olup,  onsuz hayat, tüm kişisel renklerinden ve manâsından soyutlanmış bir hayattır.                                    
        Hayati tehlikeler karşısında bizleri saldırmaya veya kaçmaya yönelten nörokimyasal uyarı sistemi, o anı tüm canlılık ve netliğiyle hafızamıza işler. Stres ve kaygı anlarında, beyinden böbrek üstü bezlerine kadar uzanan kalınca bir sinir lifi, adrenal bezlerinden, organizmanın olağan dışı ve acil durumlara hazırlanmasını sağlayan adrenalin’in salgılanmasına yol açar. Bir diğer uzun sinir demeti olan ‘vagus’ da bu gelişmeleri beynin ilgili merkezlerine bildirir. Bu acil durum sinyallerinin odaklandığı yer, amigdaladır. Sonuçta, olayın anısını güçlendirecek uyaranlar eşliğinde, ilgili hafıza kayıtları, hipokampusun da katkısıyla gerçekleştirilir.
        Amigdalaların uyarılması, söz konusu hadisenin hafızada daha net ve canlı bir şekilde saklanmasını sağlar. Bu nedenle duygusal bileşeni büyük olan anıları daha kolay ve iyi hatırlarız. Amigdala ne kadar güçlü uyarılmışsa, hafıza kaydı o kadar güçlü olacağından; hayatta bizi en fazla heyecanlandırmış, duygulandırmış veya korkutmuş olan olaylar, bizim en silinmez hatıralarımız arasında yer alır. Biri sıradan olaylar, diğeri de duygusal yükü fazla olanlar için olmak üzere beynimizde en az iki farklı hafıza sistemi mevcuttur. Duygusal hafıza kayıtlarının saklandığı yer olan amigdala, ihtiyaç halinde yaşantı arşivini tarayarak hali hazırda vuku bulanı, geçmişte olan ile karşılaştırır. Amigdal karşılaştırma tekniği, olaylar arasındaki genel analojiye dayalı bağlantılar veya ilişkiler kurmaktan ibarettir. Mevcut durumun ana unsurlarından biri eğer geçmiş hatıralardan birininkine benziyorsa, amigdaladan “bu iki olay birbirinin aynıdır” kararı çıkabilir. Çünkü, bu sistemin işleyişi incelik ve hassasiyetten büyük ölçüde yoksundur. Ve sonuçta daha henüz hiçbir şey kesinlik kazanmadan, sistemden “harekete geç!” kararı çıkabilir. Şu anda olmakta olanlara, bu sistem, çok eskiden farklı bir olay için söz konusu olmuş bir yaklaşımla, sanki bunlar tamamen aynı şeylermişçesine-bazıları çılgınca da olabilen-benzer tepkilerin sergilenmesine yol açabilir.
        Amigdalanın “acil durum” ilan etmesi için, yeni olayın sadece birkaç yanının geçmiştekine benzemesi yeterlidir. Buradaki esas sorun, açık bir kriz reaksiyonu başlatabilecek güçteki duygusal anıların, hali hazırdaki olay için gereksiz ve geçersiz olabilecek  tepkilere yol açma riskidir. Bebek ile bakımını yapan kişi arasındaki, hayatın ilk yıllarına ait ilişkilerden kaynaklanan bir çok etkili duygusal anı, böyle durumlarda duygusal zihnin aşırı tepkilerine katkıda bulunur. Bunlar özellikle dayak, aşırı ihmal ve hayal kırıklığı gibi sarsıcı olaylara ait anılar olabilir. Hayatın bu erken dönemlerinde, sözlü olarak ifadesi mümkün olan anıların kaydından sorumlu olan hipokampus ile “akılcı düşünme”nin merkezi olan korteks gibi diğer beyin kısımları henüz gelişmemiştir. Normal bir erişkinde, hafıza fonksiyonları amigdala, hipokampus ve korteksin ilgili kısımlarının uyumlu bir işbirliğiyle               gerçekleştirilir. Bu yapıların her birinde, o yapıya has enformasyon, müstakilen kaydedilip, saklanır ve ihtiyaç halinde de oradan bulunup, çıkarılır. Hipokampusta bilgiler nötr bir şekilde saklanırken, amigdalaya ilgili nesne veya olayın duygusal boyutu kaydedilir ve bu ünitelerin ilkinden “geri çağrılan” enformasyon nötür iken, ikincisinden kaynaklanan ise duygu yüklüdür. Bebek anne karnındayken hızla gelişip, olgunlaşan amigdala, doğum sırasında nihai biçim ve boyutuna oldukça yaklaşmış bir durumdadır.
        Le Doux, amigdalanın bu rolünü şöyle açıklar: Bebek ile çevresindekiler arasındaki etkileşimler; özellikle uyum ve uyumsuzluk halleri amigdalada, etkileri bir ömür boyu sürecek kalıcı izler bırakır. Bunlar son derece güçlü ve yetişkinlerin bakışı açısından, izahı zor sonuçlar doğuran izlerdir. Çünkü bu izler, duygusal hayatın sözlü biçimde  ifade imkânı bulunmayan eski ve müphem anıları olarak amigdalalara depolanmışlardır. Bebeğin yaşantı ve düşüncelerini henüz dile getiremediği bir dönemde kaydedilmiş oldukları için, ileride herhangi bir nedenle “çağrıştırıldıklarında”, onlara dille ifadesi mümkün herhangi bir enformasyon eşlik edemeyecektir.
        Bu ve benzer nedenlerle, duygular bazen de akılcı düşünmeyi engelleyebilir. Nörofizyologlar, satın almak istediğimiz evin özelliklerini veya bir sınavda çözmeye çalıştığımız bir problemle ilgili verileri zihnimizde tutmamızı sağlayan entelektüel yapıya ve yeteneğe “işleyen hafıza” adını verirler. İşleyen hafızadan sorumlu olan beyin bölümü, korteksin ön alın lobundaki prefrontal parçasıdır. Limbik sistemden  prefrontal kortekse gelen kaygı, öfke veya korkuya ilişkin güçlü  duygusal sinyaller, bu bölümün işleyen hafızayı kullandırma potansiyelini önemli ölçüde azaltabilir. Bu nedenle erişkinler duygusal bakımdan alt-üst olduklarında sağlıklı düşünemezken; çocuklarda duygusal problemler, entelektüel gelişimi aksatarak, öğrenme ve hatırlama kapasitesini köreltir. Çocuğun bu entelektüel sorunu eğer çok bariz değilse, IQ testleriyle ortaya çıkarılamayabilir. Ancak çocukta devamlı bir tedirginlik ve aşırı fevri davranışlar gözlenmesi üzerine yapılacak daha hassas nöropsikolojik ölçüm ve testlerle ortaya konabilir. Ortalamanın üzerinde IQ puanı almış oldukları halde okul başarıları düşük olan ilkokul çağındaki bir grup erkek çocuk üzerinde yapılan testler sonucunda, bunlarda bazı prefrontal fonksiyon bozuklukları olduğu anlaşılmıştır. Bu çocuklar çok fevri ve endişeli olup,  çevrelerindekilerle  devamlı sürtüşmekte ve başlarını sık sık derde sokmaktaydılar. Bu ve benzeri araştırmalar, prefrontal korteksin normalde limbik dürtüleri kontrol etme fonksiyonuna sahip bulunduğunu; ancak bu çocuklarda, prefrontal kontrol mekanizmasının yetersiz olduğunu göstermektedir. Yüksek IQ ve benzeri entelektüel potansiyellerine rağmen böyle çocuklar; erişkinlik dönemlerinde akademik başarısızlık, alkolizm ve suç işleme gibi sorunlar sergilemeleri bakımından en yüksek gruplarından birini teşkil ederler. Bunun nedeni zekâlarındaki bir eksiklik değil, duygularını kontrol yeteneklerinde mevcut olan bir sorundur.
        Dr. A. Damasio’ya göre bir kısmı çok zeki olabilen bu kişilerin özellikle sosyal hayatlarıyla ilgili konularda genellikle hatalı kararlar verip, kötü tercihler yapmaları; ancak bu şahısların duygusal bilgi depolarına erişim imkânlarını yitirmiş olmalarıyla açıklanabilir. Düşüncelerin ve duyguların kavşak noktası olan prefrontal korteks-amigdala devresi, hayatımız boyunca  sevdiğimiz veya nefret ettiğimiz her şeye ait duygusal kayıtlara açılan tek kapı olarak fonksiyon görür. Eğer amigdalaya uzanan duygusal devre bozuksa, korteks, özellikle sosyal hayata ait  olanlar başta olmak üzere, ele aldığı herhangi bir  konuyu sağlıklı ve verimli bir şekilde analiz edemez. Sanki her şey, kışın bir dağ yolunda önümüze çıkıp da bize yönümüzü şaşırtan sise benzeyen kalın bir “nötrlük ve tarafsızlık” perdesine bürünmüştür. Konu, ister vaktiyle çok  beğenilen  bir araba, isterse nefret edilen bir tanıdık olsun, artık duygular düşünceyi hiçbir yöne sevk edememektedirler. Böyle kişiler, duygusal arşivlerinin tamamını yitirmiş gibidirler. Çünkü, artık onların amigdalada depolanmış oldukları yere erişme imkânı kalmamıştır. Bu ve benzeri bulgular Dr. Damasio’yu, ilk bakışta paradoksmuş gibi görünse de, “duygular, akıllıca kararların alınabilmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir” şeklinde bir kanaate ulaştırmıştır.
        “Mantık”, bilgi ve bilim sınıflamasında “biçimsel” veya “formel” bir disiplin olarak nitelenir. Düşünce kapsamındaki materyalin “doğru-yanlış, tutarlı-tutarsız veya geçerli-geçersiz” şeklindeki mantıksal veya biçimsel değerlendirmesi, bu nedenle akılcı zihin tarafından yapılması gereken bir işlemdir. Duygusal zihin ise düşünce materyalinin “yararlı-zararlı, iyi-kötü veya gerekli-gereksiz” şeklindeki içeriksel değerlendirmesini yapmakla görevlidir. Öyle anlaşılıyor ki; ancak hislerin doğru istikamete işaret etmelerinden sonra sıra, mantıklı ve analitik düşünmeye gelmektedir. Hayatta zaman zaman önemli tercihler yapma ve kararlar verme durumlarıyla karşı karşıya kalırız. Duygusal yaşantı ve tecrübe arşivimiz, başlangıçta bazı alternatifleri eleyip, bazılarını da ön plâna çıkarabilmemiz istikametinde bize yol göstermektedir. Böylelikle düşünme sırasında duygusal beyin, en az akılcı beyin kadar işe karışır; yani duygular, tutarlı ve geçerli kararlar için vazgeçilmezdir. Duygu-düşünce harmonisinde, duygusal yetenekler akılcı zihinle el ele ve onunla uyum içinde, kararlarımızı adım adım en uygun yöne sevk ederler. Benzer şekilde, ideal şartlar altında, akılcı zihin de, duyguları dizginleyerek, onları makul sınırlar içinde tutabilir.
       


          Kısa-Uzun Süreli Hafıza İlişkileri ve Örüntü Tanıma Modelleri


        Kısa ve uzun süreli hafıza sistemlerinin genel özellikleri ile duyguların düşünme ve hatırlama mekanizmaları üzerindeki etkilerini ana hatlarıyla gözden geçirmiş olduk. Şimdi de kısaca, iki temel hafıza sisteminin birbirleriyle olan ilişkisini inceleyelim: Atkinson ve Shiffrin’in önerdiği bir modele göre; dikkatimizi yönelttiğimiz veri ve enformasyon, kısa süreli hafızaya alınır ve tekrarlama suretiyle burada muhafaza edilebilir veya yer değiştirme yoluyla kaybolabilir.
        Aynı modele göre, sınırsız olan uzun süreli hafıza kapasitesi ise, geri çağırma sorunları nedeniyle tam olarak kullanılamamaktadır. Enformasyonun uzun süreli hafızaya kodlanması için, kısa süreli hafızadan uzun süreliye aktarılması gerekir. Modelin dayandığı temel varsayıma göre, herhangi bir şeyi ancak, önce kısa süreli hafızada prosesledikten sonra uzun süreli hafızaya kodlayabilir ve öğrenebiliriz. Kısa süreliden uzun süreliye aktarma işlemi; çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilebilir: Meselâ, iki kelimenin bir imgeyle veya bir bağlantı cümlesiyle ilişkilendirilmesi veya tekrarlama işlemi, bunlardan birkaçıdır. Bir itemin tekrarlanması onun sadece kısa süreli hafızada tutulmasını değil, ayrıca uzun süreli hafızaya aktarılmasını da sağlar. Birçok gözlem ve deney verisini başarılı bir şekilde bir araya getirip açıklayabilmesine rağmen, bu model de tamamen mükemmel ve sorunsuz olmadığı için; son yıllarda bazı alternatif modeller geliştirilmiştir.                                          
        Bilgisayar bilimciler (computer scientists), yıllardır yoğun bir biçimde, yazı ve resim gibi sembol ve şekillerin bilgisayarlarca en iyi şekilde tanınıp, işlenmesini mümkün kılacak daha gelişmiş sistemler hazırlamak amacıyla çalışmaktadırlar. Sembol ve şekil işleyebilen bilgisayar sistemleri geliştirilirken, insanın duyu ve algı fizyolojisine ait bilgi ve ilkelerden geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Bu nedenle söz konusu iki alan arasında olumlu bir etkileşim süregelmekte; bunlardan birinde sağlanan ilerleme ve gelişmelerden diğer alanda çalışan bilim adamları da geniş ölçüde yararlanabilmektedir. Gerek fizyologlar, gerekse bilgisayar bilimciler tarafından bu konuda yürütülen çalışmalarda, “örüntü tanıma modelleri”, oldukça büyük bir öneme ve yere sahiptir. Bu modeller tasarlanırken, örüntü tanıma sistemlerinin temel unsurunun bir grup özellik “dedektörü” veya “alıcısı” olduğu varsayılır.
        Örüntü tanıma modellerinin yapısı oldukça karmaşıktır. El yazısı tanıyan nispeten basit bir örneği inceleyerek bu modellerin temel özellikleri hakkında bir fikir edinmek mümkündür. Uygun bir bilgisayar programıyla yönlendirilen sistem, değişik  kişilere ait pek çok farklı karakterlerdeki el yazılarını tanımada oldukça başarılıdır. Bu modelin insan duyu ve algı sistemi kadar kompleks ve mükemmel olmadığı açıktır; ancak, fizyologlara, inceledikleri sistemlerin yapı ve çalışma özellikleri hakkında yeni bakış açıları ve yaklaşımlar sunma potansiyeli de ortadadır. “Harflerin kişiden kişiye büyük farklılık gösteren biçim ve karakter özellikleri, genişlikleri, yükseklikleri, eğimleri” ve benzeri değişkenler nedeniyle el yazısını okuyan bir program geliştirmek gerçekten oldukça karmaşık bir iştir. Sistem, harfleri “bir özellikler listesi”ne göre ayırt edip, tanır. H harfi, aşağıdan yukarıya uzanan iki çizgi ve bir de yatay çizgi ile; biri yukarıya, diğeri aşağıya bakan iki içbükey boşluktan oluşur. Bu özellikler, H harfini tanımlayan listenin başlıca elemanlarını teşkil eder. Şimdi sadece A, H, V ve Y harfleri için tasarlanan basitleştirilmiş bir örüntü tanıma programının akış diyagramını  inceleyelim. Özellik listesi, başlıca şu üç hususun varlığına veya yokluğuna göre düzenlenmiştir: ”Üst kısımda içbükeylik, dik olarak kesişen çizgiler ve düşey bir çizgi.” İlk harf için program, şu analizi yapar: “Üstte bir içbükeylik var mı?” Cevap “hayır” ise, harf , A olarak belirlenir. Ama, cevap “evet” ise, bu defa “Dik olarak kesişen çizgi var mı?” sorusuna karşılık aranır. Bu karşılık “evet” ise, H harfi tespit edilmiş olunur. “Hayır” cevabı karşısında ise, sıradaki soru “Düşey çizgi var mı?”dır. Karşılık “evet” ise söz konusu harf Y, “hayır” ise  V’dir.          
        Gerçekte, el yazısını okuma amacıyla hazırlanmış olan programlar bu örnekten çok daha fazla karmaşıktır. Ancak bu karmaşık programlar da  benzer temel ilkelere dayanır. Duyu ve algı fizyologları ile psikologlara göre, insanın sinir sisteminin ilgili bölümü de benzer prensipler çerçevesinde fonksiyon görmektedir. Arkadaşımız Ali için zihnimizde; saç ve göz rengi, ağız ve burun yapısı ve diğer karakteristik özelliklerinin bir listesi mevcut bulunuyor ise ve biz birisiyle karşılaştığımızda algı sistemimizin özellik detektörlerince tespit edilen liste, eğer onunla örtüşüyorsa, biz o zaman Ali’yi tanımış oluruz.                                          








         


                                           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder