Hıristiyanlığın Felsefe ve Bilim ile İlişkileri
Dinler, hemen her zaman düşünce hayatının biçim ve
muhtevasını etkileyen faktörlerin başında gelmiştir. Ayrıca
Hıristiyanlığın özellikle Orta Çağ boyunca bilim ve felsefeyle
olan ilişkileri, düşünce tarihi açısından özel bir önem
taşır. Bu nedenlerden dolayı Hıristiyanlığın doğuşunun ve
gelişiminin genel çizgileriyle gözden geçirilmesi yararlı
olacaktır.
Hıristiyanlığın Doğuşu
ve Gelişimi
Hz. İsa’nın doğum
tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Konuyla ilgili farklı görüşler
vardır. Şu an kullandığımız takvim, 6. yüzyılda D. Exiguus
tarafından ortaya atılan Hz. İsa’nın Roma’nın kuruluşunun
754. yıldönümünde doğmuş olduğu şeklindeki iddiaya dayanır.
Luka İncil’inde ise (2:1) Mesih’in bu tarihten 6 yıl önce
İmparator Augustus’un Yahuda’da yaptırdığı nüfus sayımı
sırasında doğduğu söylenir. Ancak bu konudaki kaynakların
çoğunda, Hz. İsa’nın günümüzde “milât” olarak kabul
edilen tarihten 4 veya 5 yıl önce doğmuş olduğu görüşü
benimsenir.
Hz. İsa’nın doğum yeri
de kesin değildir. Markos İncil’inde sık sık “Nasıralı”
olarak bahsi geçen Hz. İsa’nın Matta (1:18-25) ve Luka (2:1-7)
İncillerinde ise Beytlehem’li olduğu söylenir. Bunlar,
Filistin’de Kudüs’ün kuzeyinde ve güneyinde bulunan yerleşim
yerleridir. İncil metinlerinde Hz. İsa’ya yurttaşlarının sık
sık “rabbi” veya “rabboni” şeklinde hitap etmelerinden
anlaşıldığına göre, gençliğinde geleneksel bir Yahudi
eğitiminden geçmiş olmalıdır. Ailesiyle birlikte hac ziyareti
için birkaç defa Kudüs’e gittiği de bildirilmektedir. (Luka
2:41)
Hz. İsa’nın peygamberlik
görevinin Hz. Yahya’nın tövbe çağrısıyla aynı tarihlerde
başladığı rivayet edilir. Luka İncil’inde (3:1) Tiberius’un
hükümdarlığının 15. yılı (M.S. 28-29) olarak belirlenen bu
tarih, başka kaynaklarca da doğrulanır. Hz. İsa, kendi ağzından
nakledilen sözleriyle Hz. Yahya’ya daha önceki
peygamberlerinkinden farklı bir fonksiyon atfederek onu, kendisinin
habercisi olarak niteler.
Hz. İsa, peygamberlik
görevini Celile’nin köyleri ile, Beysayda, Horazin ve Kefernahum
gibi kentlerde halkın arasına karışıp, sıradan insanların
yaşamını paylaşarak yerine getirmeye çalışmıştır. Ne yazık
ki bunu, muhataplarının anlayışsız ve sert tutumları nedeniyle
ancak çok kısa bir süre devam ettirebilmiştir.
Bazı İncil metinlerinde,
Hz. İsa’nın çevresindeki kişilere zaman zaman yazılı bir
materyalden pasajlar okuduğu söylenir. Hz. İsa ile bizzat görüşmüş
olan çeşitli şahıslardan da bu yönde rivayetler vardır.
Bu hususta araştırma yapan
dinler tarihi uzmanlarının konuyla ilgili ortak görüşleri; Hz.
İsa’dan kalan yazılı materyalin hayret edilecek kadar kısa bir
süre içinde kamuya açık her yerden “esrarengiz bir şekilde
kaybolmuş” olduğu şeklindedir. Bu işlemden sonra, ellerinde
hiçbir yazılı metin kalmayan ilk Hıristiyanlar, başlangıçta
sadece dini içerikli şarkıları, ilâhileri ve duaları yazıya
geçirdiler. IV. yüzyıla kadar devam eden bir süreç sonunda
kilise otoritelerince benimsenen doktrine göre, tarihi sıralama
içinde ilk İncil metinlerinden biri olarak kabul edilen Matta
İncili Hz. İsa’nın hayatına ve ilahi görevine dair çeşitli
hikâye ve rivayetleri bir düzene sokma amacıyla kaleme alındı.
“United Bible Societies” tarafından (The
New Testament)’in
Kitabı Mukaddes yayınevi aracılığıyla yapılan Türkçe
baskısında bu metin şöyle tanıtılır: “Matta
(Alfeos oğlu Levi) Romalılar adına gümrük vergisi toplayan bir
Yahudi idi. Hz. İsa, kendisini öğrencisi olmaya çağırınca,
herşeyi bırakarak ona yöneldi. Bu metin, birinci yüzyılın
ortalarında Antakya’da yazıldı ve Hz. İsa hakkında bilgi
edinmek isteyen ilk Hıristiyanlar’a kaynaklık etti. Yazar Matta
anlattığı olaylara Eski Ahit’te sözü edilen peygamberler
tarafından da dikkat çekildiğini ve ‘Böylece,
peygamberlik vaadinin artık yerine gelmiş olduğunu’
ifade eder. Eski Ahit’ten 123 alıntı yaparak konunun nasıl bir
bütünlüğe kavuştuğunu gösterir. Temel dokusunu çeşitli
peygamberlere ait sözlerin oluşturduğu bu metinde ‘Göklerin
hükümranlığı’
deyişi 30 kez geçer. Ayrıca Hz. İsa’nın beş uzun konuşmasına
yer verilerek, 20 tane de mucizesine değinilir.”
Kitabı Mukaddes yayınevi
Markos İncil’ini ise şöyle tanıtır: “İ.
S. 55-60 yıllarında Tanrı esiniyle Roma’da yazılan bu kitapta
yazarının adı geçmemektedir. Markos olduğu kabul edilen bu kişi,
öğrenci Petros aracılığıyla Mesih’e bağlanmıştır (I.
Petros 5:13). İlk Hıristiyanlar dua etmek için onun evinde
toplanırlardı. Metin boyunca Hz. İsa’nın hayatı ve icraatları,
büyük bir çaba ve fedakârlıkla sürdürülen olağanüstü bir
hizmet olarak anlatılır.”
Matta İncili ile hemen aynı
tarihlerde, ama ondan bağımsız bir şekilde Anadolulu bir yazar,
kendi adıyla anılan Luka İncili’ni ve Hıristiyan Kilisesinin
ilk yıllarını tasvir eden “Resullerin İşleri” adlı metni
kaleme aldı. Bu metinlerde öncelikle Roma İmparatorluğu içindeki
Yunanca konuşan kesime seslenilir. Yine o yıllarda, büyük bir
ihtimalle Hz. Meryem ile birlikte Ephesos’a gelerek orada bir
Hıristiyan topluluğu kurmuş olan Havari Yuhanna’nın yazdığı
kabul edilen üç mektup, esas olarak, Hz. İsa’nın kimliği
konusunda bu bölgede doğmuş olan yanlış kanaatlere bir cevap
niteliği taşımaktadır. Aynı havarinin adını taşıyan Yuhanna
İncili ise Ephesos cemaati tarafından işlenip, geliştirildikten
sonra, 90 yıllarında ortaya çıkmıştır. Bu metin, öteki üç
İncil’de tekrarlanan tarihi materyale büyük ölçüde benzeyen
unsurlar içerir. Farklılığı, Hz. İsa’nın mücadelelerinden
ve çektiği sıkıntılardan söz eden kısımlarındadır.
Günümüzde mevcut dört
İncil’in kaynağı, Hz. İsa’nın sözlü olarak aktarılan
konuşmaları ve hayat hikâyesidir. Bu İncillere esas teşkil eden
materyal 30-40 yıl boyunca sözlü olarak muhafaza edildikten sonra,
bazı cemaatlerin temsilcileri tarafından derlenerek kaleme
alınmıştır. Her bir İncil yazarı, belli bir cemaatin sözcüsü
konumundadır ve kendi kişisel tercih, kabiliyet, yaşantı, birikim
ve üslûp özellikleri çerçevesinde kendi metnini hazırlamıştır.
Hıristiyanlığın temel öğretilerinin
biçimlenme süreci, İncillerin yazılışından sonra da devam etti
ve ancak 4 asır içinde tamamlanabildi. Günümüzde
Hıristiyanlığın temel literatürü “Eski” ve “Yeni” ahit
olarak adlandırılan iki koleksiyona dayanır. Eski Ahit,
Musevilerin ve daha önce yaşamış bazı toplumların
peygamberlerine Tanrı tarafından bin yılı aşan bir dönem
boyunca indirilen çeşitli metinlerin bir değerlendirmesi olup,
bugün için Tevrat’a tekabül eder. Yeni Ahit terimini ise ilk
defa 200 yılında Tertullianus kullanmıştır. Kilise öğretisinin
henüz kesinleşmemiş olduğu bu tarihlerde özellikle havarilerin
adlarını taşıyan pek çok İncil metni ve mektubunun ortaya
çıkması, tüm Hıristiyanlar için bağlayıcı nitelikte olduğu
kabul edilecek kutsal metinlerin seçilip, derlenmesini zorunlu
kılmıştır. Heretik akım taraftarlarının Eski Ahit ile Yeni
Ahit’in büyük bölümünü reddetmeleri, bağlayıcı Yeni Ahit
metinlerini tespit sürecini hızlandırdı. Özellikle “İbranilere
mektup, Yakub’un Mektubu, Petrus’un II. mektubu, Yuhanna’nın
II. ve III. mektupları ile Vahiy” adlı metinler, üzerinde en çok
tartışılan hususlar oldu. Bu arada Clemens’in I. ve II.
mektupları, Didakhe, Hermas’ın Çobanı ve II. Esdras gibi bazı
metinler, değişik dönemlerde bağlayıcı bölüme dahil edildi.
Yeni Ahit metinlerinin “Kanonik” (güvenilir ve gerçek) olarak
seçilen bölümünün listesi ancak 4. yüzyılda kesinleşti.
Buna göre Yeni Ahit şu 27 metinden
oluşmaktadır: “1-) Matta İncili, 2-) Markos İncili, 3-) Luka
İncili, 4-) Yuhanna İncili, 5-) Habercilerin İşleri, 6-18-)
Paulus’un 13 Mektubu, 19-) İbranilere Mektup, 20-) Yakub’un
Mektubu, 21-22-) Petrus’un 2 Mektubu: 23-25-) Yuhanna’nın 3
Mektubu, 26-) Yahuda’nın Mektubu, 27-) Vahiy.”
4. yüzyıl sonuna kadar kilise
yetkililerinin çeşitli nedenler ve değişik ölçülerle Kanonik
bulmadığı başlıca Hıristiyan metinleri de şunlardır:
(Günümüze ulaşmamış olan) Gnostik Metin, Yetkinlik İncili,
Hakikat İncili, Yahuda (İskariyot) İncili, Petrus İncili, Filip
İncili, Tommaso İncili, Barnabas İncili, Andreas’ın ve
Matthias’ın İşleri, Paulus ile Thekla’nın İşleri, Barnabas,
Bartolomenios ve Yuhanna’nın Serüvenleri, Havarilerin Mektupları,
Paulus’un İskenderiyelilere Mektubu ve Petrus’un Vahyi.”
Hz.
İsa’nın esas olarak, çok ağır ve zorlu olan bazı hükümlerini
değiştirdikten sonra, Eski Ahit çerçevesinde hareket ettiği
anlatılır. Hıristiyanlık öğretisindeki Eski ve Yeni Ahit
terimleri, Hz. İsa’nın tebliği ile, Tanrı’nın
İsrailoğulları’yla yapmış olduğu eski antlaşmanın nihayete
erdiği ve Tanrı ile tüm insanlar arasında yeni bir antlaşma
döneminin başlamış olduğu inancından kaynaklanır.
İncil
metinlerine göre Hz. İsa’nın öğretisinin odağında, “Göklerin
Egemenliği”nin (kıyametin) artık çok yaklaşmış olduğu
bildirisi ve tövbe çağrısı yer almaktadır. Tanrı, yüreği
şefkatle dolup, taşan bir kurtarıcı olarak tüm insanlığa
yönelmiş durumdadır. Dönemin insanına düşen de bu çağrıyı
ebedi kurtuluşu için bir fırsat bilip, Hz. İsa’ya tüm
varlığıyla bağlanmaktır.
Hz. İsa’nın
gerçekleştirdiği mucizeler ve getirdiği sevgi yasası da,
Tanrı’nın egemenliğinin artık çok yaklaştığının
delilleriydi: ”–Eğer ben, Tanrı’nın kudretiyle cinleri
kovuyorsam, o hâlde, Tanrı’nın hükümranlığı artık sizlere
kadar ulaşmış demektir!” (Luka 11:20). Hz. İsa’nın tövbe
çağrısı, insanları geçmişe veya kendisine yöneltmeyi değil;
geleceğe, Tanrı’nın krallığına hazırlamayı amaçlıyordu.
(Matta 4:17) Bu nedenle Hz. İsa, Tevrat şeriatinin bazı katı
biçimsel kurallarını iptal ederek dikkatleri, onun asıl mesajı
olan “Tanrı iradesine ve yaratılış amacına” yöneltmekteydi.
Artık Tanrı insan soyundan, kayıtsız ve şartsız bir şekilde
ancak ve ancak kendisine bağlanmasını ve sonsuz sevgisine
yönelmesini beklemekteydi.
Hıristiyanlık
öğretisi, temelde tek Tanrı inancına dayanır. Fakat kaynağı
tartışmalı olan teslis veya üçleme adlı bir inanç daha sonra
Kanonik addedilen literatürde kendisini göstermiştir. Dinler
tarihi alanında teslis öğretisinin orijinine yönelik olarak
yapılan hemen tüm çalışmalar, bu inancın geriye yönelik
izlerinin odağında Paulus adlı kişinin bulunduğuna işaret
etmektedir. Ancak Paulus baş mimarı olmakla birlikte, bu yapıyı
tek başına kurmuş değildir. Konuya yönelik olarak dinler tarihi
uzmanlarının yaptığı araştırmalar sonunda Paulus’a, farklı
çevre, gelenek ve inançlara mensup bir mimarlar ve işçiler
grubunun da yardım etmiş olduğunu gösteren bulgulara
rastlanmıştır.
Paulus,
hem bir ticaret hem de bir kültür merkezi olan Tarsus’a yerleşmiş
bir Yahudi ailesine mensuptu. Tarsus’ta, Stoacı öğretinin
merkezlerinden biri olan ünlü bir düşünce okulu da mevcuttu. Bu
ortamda yetişen Paulus, başlangıçta Hıristiyanlığa en şiddetli
şekilde muhalefet eden kişilerden biri olmuştu. Hıristiyanların
çok ağır şekillerde cezalandırılmasına yönelik eylemlere
bizzat katılmıştı. Yine bu amaçla Şam’a doğru yola çıkan
Paulus, şehre vardığında, başından geçtiğini iddia ettiği
garip bir hikâyeyi oradaki Hıristiyanlara anlatarak, artık
kendisinin de bu yeni dine inanmaya başladığını söyledi. Hikâye
şöyleydi: “Gökte ansızın büyük bir nur parlamış ve sonra
yere inerek Paulus’a şöyle seslenmiştir: ‘ – Saul, Saul,
niçin bana eziyet ediyorsun?’ Paulus irkilerek sorar: ‘–Ya
Rabb, sende kimsin?’ Işıktan cevap gelir: ‘-Ben, düşmanlık
ettiğin İsa’yım. Artık yeter, kalk ve şehre gir, orada yapman
gerekenler sana bildirilecektir!’ ” Böylelikle ilahi bir görev
üstlenmiş olduğunu iddia eden Paulus, gelecekte kanonik sayılacak
olan literatürün tamamına nüfuz edecek teslis inancının alt
birimlerini sentezlemeye koyulur. Yeni Ahit’te yer alan
“Galatyalılara Mektubunda” bu misyona dair yetkisinin kaynağını
da şöyle açıklar: “-Artık yaşayan, ben değilim; bende
yaşayan Mesih’tir”. Ve Paulus, teslis öğretisine esas
oluşturan yazılarını yazmaya ve orijinal Hıristiyan öğretisinde
bulunmayan bu fikirleri, çevrede yaşayan topluluklara telkine
başlar. Öğretinin temeli, “Mesih’in insan soyunun kaderini ve
kurtuluşunun bedelini bütünüyle üstlenmek için Tanrı’nın
bir insan bedenine bürünmüş hâli” olduğu iddiasına
dayanmaktadır.
Prof.
C. Sunar, Paulus’un bu katkısını felsefe tarihi açısından
şöyle yorumlar: “Hıristiyanlığın
Yunan dünyasından yaptığı bu alıntı, esas olarak Orphic
kaynaklıydı. Bu öğreti, ‘önce ölen ve sonra tekrar dirilen
bir Tanrı’dan söz eden bir mite dayanır. Buna göre, Tanrı’nın
söz konusu bu acılı eylemine iştirak eden insanlar da onun gibi,
tekrar dirilme şansını kazanır. Bu mit Hıristiyanlığa, Hz.
İsa’nın aynı şekilde ölen ve sonra tekrar dirilen bir Tanrı
olduğu iddiasıyla aktarıldı. Benzer şekilde, ona ibadet eden
insanların da öldükten sonra tekrar dirilterek ebedi bir hayata
mahzar edilmekle mükâfatlandırılacağı öne sürüldü. Yunan
dünyasına ait bu öğretinin, özellikle Paulus tarafından büyük
bir başarıyla Hıristiyan dünyasına empoze edilmesiyle bu görüş,
bu dinin temel esaslarından biri hâline geldi.”36
Başlangıçta,
Yahudi toplumunun ileri gelenlerinin de etkisiyle Roma İmparatorluğu
yöneticileri, hakimiyetleri altındaki topraklarda doğup, gelişen
Hıristiyanlığa karşı çok sert bir tepki ve muhalefet
gösterdiler. Fakat en sert ve acımasız saldırılara rağmen bu
yeni din yayılmaya devam etti. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki,
Romalı idareciler hakimiyetlerini sürdürebilmek için
Hıristiyanlara giderek daha ılımlı ve iyi davranma mecburiyetini
hissetmeye başladılar. Ve nihayet 313’te imparator
Constantinus’un Hıristiyanlığı benimsemesiyle Hıristiyanlar ve
kilise, devlet çapında örgütlenmeye koyuldu. Bu yeni süreçte
kilisenin gücü zamanla arttı ve bu gelişme; kilise, Roma’nın
diğer tüm resmi kurumlarıyla başa baş mücadele edebilecek bir
konuma ulaşana dek sürdü.
Roma imparatorluğu, “kavimler göçü”nün
etkisiyle yıkılıp, parçalandığında, devletin kültürel
birikimi, bir süre boyunca sahipsiz ve korumasız kalma, hatta
unutulma tehlikesiyle yüz yüze gelmişti. Bu dönem içinde Roma
dünyasının kültürel birikimini koruma fonksiyonunu kilise yerine
getirdi. Çünkü yıkılan Roma imparatorluğunun ayakta kalmayı
başaran tek kamu kurumu kilise idi. Kavimler göçüyle tarih
sahnesine çıkan birçok yeni topluma ve ulusa Greko-Romen kültürü,
kilise aracılığıyla tanıtıldı ve benimsettirildi.
Kilise, resmi öğretisini belirlerken,
eski Yunan felsefesinden büyük ölçüde yararlanmıştı. Ancak
antik Yunan felsefi birikimi Hıristiyanlığa transfer edilirken,
kilise liderleri son derce seçici ve politik davranmışlardır.
Zamana göre tercih edilen veya popüler olan filozof değişse de,
kilise önderlerinin bu tavrı daima aynı şekilde devam etmiştir.
Bu stratejiye göre, filozofların kilisenin o dönemde savunduğu
fikir ve inançlara paralel olan görüşleri alınıp,
Hıristiyanlığın resmi öğretisini şekillendirmekte veya
muhaliflerin tenkitlerini cevaplamakta kullanılırken; filozofların,
kilisenin o dönemde benimsemekte olduğu inançlara aykırı bulunan
görüşleri ise gizlenmekte ve unutulmaya terk edilmekteydi.
Aristoteles’in Hıristiyan dünyasında uzunca bir dönem sadece
bir mantıkçı olarak tanınması ve bilinmesi; bu sürecin işleyiş
şekline ve sonuçlarına ilginç bir örnek teşkil eder. Bu dönem
boyunca Aristoteles’in eserleri ve fikirleri arasından sadece
mantıkla ilgili olanlar âdeta cımbızla çekilir gibi ayıklanarak
alınmış, geriye kalan asıl büyük kısım ise sansür edilmişti.
Platon’un Hıristiyanlaştırılması ise çok daha kolay ve
kapsamlı olarak gerçekleştirilmişti.
Orta Çağ
Felsefesi
Orta Çağ felsefesi başlangıçta,
Hıristiyan kilisesinin dini inanç esaslarını antik felsefeden
yararlanmak suretiyle desteklemek ve savunmak amacıyla kullanma
çabaları sonunda ortaya çıkan dini-felsefi spekülasyonlardan
ibaretti. Kilise yetkilileri, hem dinde hem de antik felsefede her
şeyin en mükemmel bir şekilde ele alınıp, ortaya konmuş ve son
sözlerin söylenmiş olduğu varsayımıyla hareket ettikleri için
bu dönemin entelektüel hayatı, yenilik ve orijinallikten yoksun
statik bir durum arz eder.
Bazı düşünce tarihçileri, Orta Çağ
felsefesinin I. Justianus’un Atina’da Akademia’yı kapattığı
529 yılında başladığını kabul eder. Ancak araştırmacıların
çoğu, J. S. Erigena’yı (810-877) Orta Çağın en büyük
filozofu ve Charlemagne’nin taç giyme tarihi olan 800 yılını da
Orta Çağ felsefe geleneğinin başlangıcı olarak görürler. Bu
kanaatte olan tarihçiler, 476’da Roma’nın düşüşünden
800’de Charlemagne’nin imparatorluğunun başlamasına kadar
geçen dönemi, entelektüel bir durgunluk dönemi olduğu için
“karanlık çağ” olarak nitelerler. Onlara göre,
Charlemagne’nin eğitim görev ve yetkilerini kilise görevlisi
hocalara, yani skolastiklere (schola=okul) vermesiyle, felsefe
tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu.
Orta Çağ felsefesi, genel çizgileri bakımından iki ana
döneme ayrılabilir. Orta Çağın başlarından 1200 yılına kadar
süren birinci dönem, esas itibariyle Platoncu, daha doğrusu Yeni
Platoncu bir renk taşır. Bu dönemin felsefesi oluşturulurken,
Aristoteles’in özellikle “mantık” ile ilgili görüşlerinden
de faydalanılmıştır. Ancak Aristoteles’in mantık, retorik ve
estetik gibi dini bakımdan nötr konular dışındaki fikirleri,
kilise dogmalarına uygun bulunmadığından, göz ardı
edilmişlerdir. Orta Çağ felsefesinin 12. ve 15. yüzyıllar
arasındaki ikinci dönemi ise bariz bir şekilde Aristoteles
felsefesi tarafından şekillendirilmiştir.
Orta Çağda felsefi etkinliklerin
merkezleri kiliselerle manastırlar olduğu için bu çalışmaların
tamamı din adamlarının mutlak otoritesi altında
gerçekleştirilmekte ve ele alınan konular da, İncil ile antik
felsefenin kilisece onaylanmış kısımlarıyla
sınırlandırılmaktaydı.
Bu şekilde, çoğu ansiklopedik ve
didaktik özellikte olan birçok kitap kaleme alınmıştır. Bunlar
genelde manastırlardaki din adamı adayı öğrenciler için ders
kitabı olarak hazırlanmışlardı. Ders kitapları genelde; gramer,
diyalektik, retorik, aritmetik, geometri, astronomi ve müzik olarak
yedi konuda yazılmaktaydı. Bu dersler; ilki “gramer, diyalektik
ve retorik” (Trivium=Üçlü) ve diğeri de “aritmetik,
geometri, astronomi ve müzik” (Quadrum=dörtlü)
olmak üzere başlıca iki ayrı kategoride işlenirdi.
Tüm bu etkinliklerde amaç, Hıristiyan
dogmalarını akıl ve bilgi yoluyla savunmak, açıklamak ve
geliştirmekti. “İnancı” düşünme eyleminin ilk basamağına
yerleştiren bu yaklaşım, “anlamak, kavramak ve gerçeğe ulaşmak
için inanmaktayım” ifadesiyle sloganlaştırılmıştı. Buna
göre, kilise dogması önce iman ile kabul edilecek; sonra da akıl
ve bilgiyle aydınlığa kavuşturulup, kavranılacaktır.
Skolastizmin ilk dönemlerinin en ünlü
temsilcisi olan Anselmus’un (1035-1109) felsefesi, tümel
kavramların, insan bilincinin dışında da bizzat mevcut
olduklarını varsayan “kavram gerçekçiliği”nin tipik bir
örneğidir. Ona göre, tümel kavramların nesnel gerçekliğinden
şüphelenmek, iman ile aklın yani din ile felsefenin uyumunu bozar.
Çünkü, iman esasları, ancak bu çerçevede kavranılabilir.
Nitekim, Tanrı’nın varlığını göstermek için Anselmus, bu
yaklaşıma dayanan “ontolojik ispat” tekniğini gelişmiştir.
Anselmus’un felsefesine bir tür tepki
olan Adcılık (Nominalizm) öğretisinin Orta Çağdaki ünlü
temsilcisi Roscellinus (1050-1125) ise tümel kavramların kendi
başlarına var olan reel nesneler olmadığına işaret ederek,
bunların ancak benzer nesneleri ifade için insan zihni tarafından
oluşturulmuş adlardan (nomen) ibaret olduğunu vurgulamış, gerçek
mevcudun, ancak tek tek varlıklar olabileceğini belirtmiştir.
Skolastik eğitimciler “lektio” (ders) uygulamasında
öğrencilerine, programda yer alan konuyu anlatırlar, sonra
“disputatio” (tartışma) kısmında bunları öğrencilerle
karşılıklı olarak müzakere ederler ve nihayet “summa” (özet)
bölümünde de en önemli noktaları vurgularlardı.
Eğitimin amacı ve metodu hususunda ortak
bir yaklaşım benimsenmiş olmakla birlikte, kabul edilen temel
öğretilerdeki bazı farklılıklar nedeniyle uygulamada bazı
değişik skolastik akımlar ortaya çıktı. Bunların en
yaygınlarından ikisi, Duns Scotus’un (1270-1308) izleyicileri
olan Fransiskenler ile Aquino’lu Tommaso’nun (1225-1274)
takipçileri olan Dominikenlerdi. Fransiskenler, Tanrı’nın mutlak
ve özgür iradesiyle yaratmış olduğu kâinatta tam ve kesin
deterministik nedenlerinin bulunamayacağını vurgulamaktaydılar.
Dominikenler ise aklın Tanrı’nın yaratmasında esas belirleyici
unsur olduğunu ve kâinatın akliliğinin-yani muhtemel biçimler
arasında en uygununa sahip bulunuşunun-bunun delilerinden biri
olduğunu belirtmekteydiler.
Tommasoculuk olarak da adlandırılan ikinci görüş zamanla
üstün geldi ve Aquino’lu Tommaso’nun “Summa Theologica”sı
skolastizmin temel eseri sayıldı. Bundan sonra skolastizmde başlıca
etkinliğin, Tommaso’nun bu kitabı hakkında yorumlar yapmaktan
ibaret olduğu bir dönem başlamış oldu.
Scotus ve Tommaso
arasındakine benzer tartışmalar, çok daha sonraki tarihlerde
zaman zaman diğer
bazı düşünürler
arasında tekrarlanmıştır. Meselâ, Alman idealistlerinden
Schopenhauer’ın özgür-iradeciliği ile Hegel’in tümel
mantıkçığı, bunun bir örneğidir. Schopenhauer’ın Scotus’un
iradeye öncelik veren görüşlerinin etkisini taşıyan felsefi
yaklaşımı “Volantarizm” olarak adlandırılır. “İradecilik”
ismiyle de bilinen bu yaklaşıma göre gerçeğe; düşünce ve
aklın değil, ancak iradenin eğilim ve özellikleri göz önünde
bulundurulmak suretiyle ulaşılabilir. Schopenhauer bu çerçevede
tüm varoluşu, yaşama ve yaşatma tasavvuru veya arzusunun bir
tezahürü olarak mütalâa etmiştir.
Aquino’lu Tommaso,
skolastizmin ikinci, yani Aristotelesçi dönemini başlatan ve
Katolik ilahiyatını sistemleştiren kişi olarak kabul edilebilir.
İlk olarak Napoli üniversitesinde öğrenciyken Arapça ve
Yunanca’dan çevrilen bilimsel ve felsefi eserleri okuma fırsatı
bulan Tommaso, o sıralarda yeni.
yeni
yaygınlaşmakta olan Dominiken tarikatına katılır. Daha sonra,
Paris’teki Saint Tacques manastırına gider. Dominikenlerin
üniversitesi niteliğindeki bu eğitim merkezinde, Albertus
Magnus’un derslerini izler. Buradaki eğitimin Tommaso’nun
görüşleri üzerinde çok derin etkileri olmuş ve zihninde;
skolastizmin birinci dönemi ve Hıristiyanlığın ilk 12 asrı
boyunca hakimiyetini sürdürmüş olan Platonculuğa karşı,
Aristotelesçi bir felsefenin genel çerçevesi şekillenmiştir.
Bu dönemde, Hıristiyan dünyasının, parlak İslâm
uygarlığı ve felsefesiyle ilişkileri de giderek artmaktaydı.
Ancak tutucu Hıristiyanlar arasında, önemli bir kısmı
kendilerine Müslüman düşünürlerin eserleri vasıtasıyla ulaşan
Aristoteles’in metafizik, tabiat ve teolojiyle
ilgili
öğretilerine karşı büyük ve yaygın bir tepki de oluşmaya
başlamıştı. Kilise yetkilileri; gençleri baştan çıkardığı
iddiasıyla bu tür tabiatçı ve rasyonalist öğretilere karşı,
sonunda bir savaş açtı. Ama bütün bunlara rağmen, Tommaso ve
hocası A. Magnus cesaretle Aristoteles’in eserlerini okumaya ve
okutmaya devam ettiler ve derslerinde Aristotelesçi görüşleri hiç
çekinmeden öğrencilerine anlatmaya başladılar.
Aslında, o yıllarda, kırsal bölgelerden kentlere göç
hızlanmış, teknik gelişmeler sosyal ve ekonomik hayatı
etkilemeye başlamıştı. Böyle bir ortamda, özellikle yeni
kuşaklar, dünya hayatını tamamen aşağılayan mevcut dogmalara
içten içe bir tepki göstermeye ve akıl ya da felsefe yoluyla
tabiata hakim olmanın gereğini dile getirmeye başlamışlardı. Bu
eğilimler, Aristoteles felsefesine gösterilen ilginin artmasıyla
sonuçlandı.
Artık, Avrupa’nın önemli kültür merkezlerinde
Aristoteles öğretisinin kaynak eserleri olan Müslüman
düşünürlerin kitapları, geniş ölçüde okunuyor ve bu çevreler
üzerinde etkili oluyordu. Özellikle İbni Rüşd’ün görüşleri,
yorumları ve yaklaşımları 1266’dan sonra taraftar bulmaya
başladı. Tommaso, henüz şartlar olgunlaşmadığı için
Augustinusçu Aristoteles eleştirileriyle İbni Rüşd yanlıları
arasında bir süre tarafsız kaldı. Ancak kilise bu gelişmeler
karşısında tavrını iyice sertleştirdi ve İbni Rüşdçülük
1270’de aforoz edildi.
Tommaso, buna rağmen adım adım Aristotelesçi öğretiler
üzerinde yeni bir skolastik anlayış geliştirmeyi sürdürdü.
Buna göre teoloji, bir “bilim”di, ancak Tanrı tarafından
açıklanmış oldukları için kesin bir şekilde kabul edilmesi
gereken bilgileri içermekteydi. İlahiyatçı önce “inanç” tan
hareket eder, sonra akıl yoluyla dinin bu dogmalarını açıklayıp,
yorumlardı. Oysa bir filozofun tek dayanağı ise aklın gücüydü.
Tommaso, aklın kendine has kuralları olmakla birlikte, tamamen
dinin sınırları içinde kalmasının mümkün olduğunu öne
sürdü. Bu yaklaşımda tabiatın yapısındaki aklilik ve
tutarlılık da önemli bir konuma sahiptir. Tommaso’ya göre
tabiatın deterministik yasalarını bulmaya yönelik bir felsefi
etkinlik, sonunda, ilahi logosa uygun bir bilgiler topluluğuna
ulaşmayı mümkün kılacaktır. O güne kadar hakim olan ve
tamamıyla tabiat üstü dünyaya yönelik olan yaklaşım,
insanlarda zihinsel bir karışıklığa yol açmıştı. Artık,
tabiata ait doğru bilgiler de dindeki yerini almalı ve insan
Tanrı’ya daha akılcı yollardan ulaşmalıydı.
Ancak tutucu Hıristiyanlar, tabiatta bazı zorunlu yasaların
bulunduğu görüşüne; bu yaklaşımın, “kişisel sorumluluk
duygusunu ortadan kaldıracağı ve ilahi taktire olan inancı
sarsacağı” gerekçesiyle karşı çıktılar. Tommaso bu itiraza,
“insanın özgürlüğünün akli bir olgu olarak
savunulabileceğini, ama tabiattaki determinizmin de kabul edilmesi
gerektiğini” söyleyerek karşılık verdi. Tanrı, yarattığı
her şeyi harekete geçirmişti, ama onun kâinattaki bu yüce
yönetimi de zaten onun ilahi takdirinin yasalarına göre
gerçekleşmekteydi. Bu ilahi takdir çerçevesinde her varlık,
kendi tabiatına uygun şekilde davranmaktadır. Bu özellik, en
ideal şekline akıllı varlık “insan”da ulaşmıştır.
İnsanın, kendi zihinsel, fiziksel ve iradi varoluşunda kendi
hareketini kendisinin belirlemesi esnasında bir yandan da Tanrı ile
ilişki içinde bulunması, onun “özgürlüğünü” kısıtlamak
şöyle dursun, tam aksine, onu olması gereken ideal niteliğe
ulaştırır.
Tommaso, 1277’de İtalya’daki Napoli üniversitesinde
Dominiken bir fakülte kurdu ve aynı yıl içinde orada dersler
vermeye başladı. O yıllarda yaygın olan ruh-beden ilişkisi
tartışmalarına da katılan Tommaso ruhun, bedenin “form”unu
teşkil ettiğini savunan Aristotelesçi öğretiden faydalandı.
Tommaso, Ocak 1274 de zamanın Papa’sının daveti üzerine Lyon
Konsiline giderken, yolda hastalandı ve öldü.
1277’de Paris’te, kilisenin en yüksek
yargı organının aforoz ettiği 219 önermeden 12 tanesi Tommaso’ya
aitti. Ancak 46 yıl sonra, isminin azizler listesine alınması ve
Trent Konsili’nde öğretisinin aklanmasıyla Tommaso’nun ünü,
yaşadığı dönemle kıyaslanamayacak kadar artmış oldu. 1400
yılından itibaren de bir grup yorumcunun, eserlerini sistemli bir
şekilde inceleyerek, onların “inanç ile felsefe arasındaki
ilişkiyi ortaya koyuş tekniğinin, bireyi ön plâna çıkarışının
ve Tanrı’nın arzusunu izah ediş biçiminin” ne kadar önemli
ve mükemmel olduğunu gösteren sonuçlara ulaşmalarıyla, Tommaso
öncesi dönemde sakıncalı bulunan Aristotelesçi görüşler,
kilisenin temel öğretileri arasına katıldı. Bu benimseyiş
öylesine güçlüydü ki artık Aristoteles felsefesine karşı
çıkmak Hıristiyanlığa karşı çıkmakla bir tutulur olmuştu.
Skolastizmin bu döneminde, Tommaso’nun akılcı yaklaşımına
rakip “iradeci” bir öğreti sistemleştirmiş olan Duns Scotus
ise; iradenin, hem Tanrı’da hem de insanda, akıldan daha
öncelikli bir yere sahip olduğunu iddia etmiştir. Scotus’a göre
eğer bu böyle olmasaydı, irade özgürlüğünden söz edilmezdi;
çünkü o zaman irade, bir dış etken olan aklın kontrolüne
girmiş olurdu.
Scotus’a göre “Tanrı
ister, ve o şey olur. Tanrı özgürce seçer. Sonra O’nun bu
özgür seçimi, tüm ‘varlık’ için ölçü ve referans olur.
Tanrı kâinatı, mevcut şekliyle, özgürce yaratmıştır. Eğer
istemiş olsaydı, kâinatı çok farklı bir şekilde de
yaratabilirdi. Aquino’lu Tommaso’nun, kâinat’ın mevcut
biçiminin mümkün olanın en mükemmeli olduğu nitelemesi doğru
değildir. Tanrı’nın iradesi özgür olduğu ölçüde
“kavranılmaz” dır da. Bu nedenle akıl, Tanrı’nın
eylemlerini tam olarak açıklanmasında hiçbir zaman yeterli
olmayacaktır. Bu nedenle insan, tabii olguları incelerken, onları
deterministik kalıplar içine sokmaya çalışmamalı sadece empirik
yönlerini ifadeyle yetinmelidir. Hiç unutulmamalıdır ki bunlar
zorunlu bağlantılar değildir, eğer Tanrı isteseydi onlara çok
farklı özellikler de verebilirdi.”
Scotus, sadece bilimin değil, ahlâkın yasalarının da
Tanrı’nın iradesine bağlı olduğunu belirtir. Çünkü bir şey
eğer iyiyse bu, Tanrı’nın mutlak iradesi öyle olmasını
istediği için iyidir ve Tanrı’nın iradesi daima iyilik yönünde
tecelli eder. Bunda bazı ahlâki zorunluluk prensiplerinin hiçbir
etkisi yoktur. Benzer şekilde insan hür olduğuna göre, kişisel
çabalarıyla kurtuluşa ulaşması mümkün ve hatta gereklidir. Bu
nedenle de kilisenin aracılığına hiçbir şekilde ihtiyacı
yoktur.
Scotus’un öğrencilerinden Ocham’lı Wiliam, biraz
zorlamayla da olsa, hocasının öğretilerini saf bir Adcılık
felsefesine dönüştürmüştür. Bazı çevrelerce “İlk
Protestan” olarak nitelenen William’ın bilim ve felsefeyle
ilgili görüşleri, Rönesans hareketinin alt yapısının
hazırlanmasına önemli katkılar sağlamıştır.
İslâm Dünyasında Entelektüel
Hayat
İslâmın Doğuşu ve Gelişimi
Yaklaşık olarak 570 yılında, Arabistan yarımadasındaki
Mekke şehrinde; soylu , saygın ancak pek varlıklı olmayan bir
aileden doğan Hz. Muhammed’e, 610 yılında Kuran’ın ilk
ayetlerinin vahyedilmesiyle, dünya düşünce ve kültür hayatında
yepyeni bir dönem başlamış oldu. İslâm kelimesinin kökü olan
“silm”; barış ve esenlik, aynı kökten türeyen “esleme”
fiili ise boyun eğmek ve teslim olmak anlamına gelir. Buna göre
İslâm, Tanrı iradesine boyun eğerek esenliğe kavuşmaktır.
Hz. Muhammed’in doğup, büyüdüğü şehir olan Mekke, tüm
Arabistan gibi, kültür ve uygarlık düzeyi bakımından çok geri
ve dışa kapalı bir durumdaydı. Vahyin başladığı günlerde,
Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısının 17 olduğu söylenir
Bu şehirde yaşayan insanların bilim veya felsefe olarak
nitelendirilebilecek hiçbir etkinlikleri yoktu.
Kuran’ın ilk ayetinin “Oku!” emri olması ilginçtir.
İzleyen ayetlerde ortaya çıkan mesajın esası, “Tanrı’nın
tekliğinin vurgulanması ve insanların putperest yaklaşımın
tabii nedenleri ve sonuçları olan cahillik, adaletsizlik, ve
çirkinliklerden kendilerini kurtarmaya davet edilişleridir.”
Mekke’nin ileri gelenleri bu yeni gelişmeyi egemenliklerine
yönelmiş bir tehdit olarak algıladılar ve Hz. Muhammed’i
çağrısından vazgeçirmek için, çeşitli yollar denediler.
Zengin ailelerden birinin kızıyla evlendirmek, ticaretten büyük
paylar vermek veya Mekke yönetiminin başına getirmek, bunlardan
ilk akla gelenlerdi. Ancak, Hz. Muhammed bunları geri çevirince,
zorbalığa başvurdular. Hz. Muhammed, Arap geleneklerine göre
kabilesi tarafından himaye altına alındığı için, başlangıçta,
bazı aşağılayıcı hareketler dışında bir saldırıya
uğramadı. Fakat genç Müslümanlar, ailelerinden gelen yoğun
baskılarla karşılaştılar. Yoksul, kimsesiz ve korumasız
kölelerle azatlılar ise çok ağır işkencelere maruz kaldılar.
Bunun üzerine, Hz. Muhammed, 615 yılında, hayatlarını güvenli
bir ortamda sürdürebilmeleri için bazı Müslümanların
Etiyopya’ya göç etmelerini istedi. Etiyopya’nın Hıristiyan
olan yöneticileri, inandıkları dini esasların Müslüman
göçmenlerinkine uygunluğunu öğrenince, onlara büyük bir
sevgiyle kucak açtılar.
Ancak 616’da Mekke ileri gelenleri daha radikal kararlar
alarak Hz. Muhammed’i korumakla ısrar eden Haşimoğulları’na
karşı ekonomik ve sosyal bir ambargo uygulamaya ve onları
toplumdan tecrit etmeye başladılar. Mahallelerinde kuşatma altında
tutulan kabile mensuplarıyla alışveriş yapmak, evlenmek ve hatta
konuşmak bile yasaklandı. Üç yıl süren bu boykot sırasında
Hz. Muhammed’in eşi Hz. Hacer ile Haşimoğulları’nın lideri
Ebu Talip öldüler. Liderliğe geçen Ebu Leheb, amansız bir
düşmanı olduğu Hz. Muhammed üzerindeki korumayı kaldırdı.
Artık Mekke’de Hz. Muhammed’in faaliyetlerini sürdürmesi,
imkânsız denecek kadar zorlaşmıştı.
Olağanüstü bir gayretle,
Hac mevsiminde Mekke dışından gelenlere davetini ulaştırmaya
çalışan Hz. Muhammed’e Yesrib’den gelen bir grup, büyük ilgi
gösterdi. Komşuları olan Yahudilerden dünyaya son bir peygamberin
gelmesinin beklendiğini öğrenmiş olan 6 Yesribli İslâm’ı
kabul etti. Bir yıl sonra 621’de kalabalık bir grup hâlinde
tekrar Mekke’ye gelen Yesribliler, Hz. Muhammed’e bağlılık
yemini ettiler ve kabileleri arasında İslâm’ı yayacaklarına
dair söz verdiler. 622’de gelen Yesribliler ise onu kendi
şehirlerine davet ettiler ve ne pahasına olursa olsun, sonuna kadar
kendisiyle birlikte hareket edeceklerini belirttiler. Bunun üzerine
Mekkeli Müslümanlar küçük guruplar hâlinde Yesrib’e göçe
başladılar. Mekke ileri gelenleri Hz. Muhammed’in de Mekke’ye
gideceğinin öğrenince onu öldürmeye
karar verdiler. Ancak onların bu plânını öğrenen Hz. Muhammed,
Ebubekir ile birlikte Mekke’den ayrıldı. Onların Yesrib’e
gelmelerinden sonra bu şehir, artık “Peygamber’in Kenti” veya
“Medine” ismiyle anılmaya başlandı.
Medine’de Hz. Muhammed’e verilen bir arsa üzerinde hem
peygamberin evi, hem de sosyal ve kültürel hayatın merkezi olacak
Mescid-i Nebi inşa edildi. Mescidin bir yanına kurulan sofa
(suffe), yoksul ve evsiz Müslümanlara ayrıldı. Zamanla burası
İslâm’ın ilk eğitim kurumu hâline geldi. Mekke’den göç
etmiş Müslümanları güçlendirmek için bir dayanışma kurumu
oluşturuldu. Hz. Muhammed, Arap ve Yahudi kabile başkanları ile
gerçekleştirdiği antlaşmalar sonucunda Medine Anayasası olarak
adlandırılan belgenin yürürlüğe girmesini sağladı.
Ancak, Yahudi kabilelerinin antlaşmaya bağlılığı uzun
sürmedi. Özellikle Abdullah bin Selam gibi önde gelen Yahudi
bilginlerinin Müslüman oluşundan sonra, bir yandan Hz. Muhammed’i
küçük düşürmeye çalışmaya, diğer yandan da Mekkeli Arap
kabilelerini kışkırtmaya başladılar. Medine’de krallığını
ilan etmeyi tasarlarken, Hz. Muhammed’in gelişiyle bu amacına
ulaşması engellenen Hazreç kabilesi liderlerinden Abdullah bin
Ubey başkanlığındaki bir grup ise, Müslümanmış gibi
görünerek, Yahudi kabilelerinin plânlarının gerçekleşmesine
içten içe katkıda bulunuyordu. Bu sırada bazı putperest Arap
kabileleri de Medine’ye saldırılar düzenleyerek Müslümanlara
ait ekili alanları ve bahçeleri yakıp, hayvanlarına el koymaya
başladılar.
Bu zorlayıcı nedenler üzerine Müslümanlar ilk defa
müfrezeler düzenleyerek saldırganlara karşılık vermeye
başladılar. 624 Martında gerçekleşen Bedir savaşında ise
Müslümanlar, Mekkeli putperestler karşısında ilk büyük zaferi
kazandılar. Bu savaşta Mekkeli önderlerin ileri gelenleri
öldürüldü. Savaştan sonra Medineli putperestlerden ve
Yahudilerden bir kısmı Müslüman oldu. Medine döneminde vahyin
içeriğinde, Mekke’dekine göre önemli değişiklikler oldu.
Mekke ayetleri daha çok Allah’ın varlığı, birliği,
özellikleri ve kâinatın yaratılış amacı gibi inanç esaslarını
kapsarken; Medine ayetleri, ağırlıklı olarak ibadetleri ve
toplumsal ilişkileri konu almaktaydı.
Mekkeli putperestler, İslâm toplumunun gelişimini önlemek
amacıyla 625 Martında tekrar saldırdılar. Yapılan Uhud Savaşının
sonunda iki taraf da kesin bir üstünlük sağlayamadı. 627
Martındaki Hendek savaşıyla da istedikleri sonuca ulaşamayan
Mekkeliler, bundan sonra önemli ve düzenli bir harekât
gerçekleştiremediler. Artık putperest Arap kabileleri kitleler
hâlinde Müslüman olmaya başlamışlardı.
Hz. Muhammed 628 Martında umre niyetiyle 1500 kadar Müslüman’la
birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekkeliler onları kente
sokmama kararı alınca, Müslümanlar, Hudeybiye’de konakladılar.
Birkaç gün sonra taraflar arasında bir antlaşma yapıldı.
Hudeybiye antlaşmasının yakın bir gelecekte, Müslümanlar lehine
çok olumlu sonuçları olacaktır. Antlaşmaya göre iki taraf da
karşılıklı olarak düşmanca davranışlara son verecek ve
Müslümanlar gelecek yıl Kabe’yi ziyaret edeceklerdi.
Bu barış ortamında Hz. Muhammed çağrılarını
yoğunlaştırdı. Başta Bizans, İran ve Etiyopya’nınkiler
olmak üzere bazı devlet başkanlarına mektuplar göndererek onları
İslâm’a davet etti. Etiyopya kralı Müslüman oldu. Mekkeli
putperestlerin Hudeybiye antlaşmasını bozmaları üzerine Hz.
Muhammed 630 Ocağında 10 bin Müslüman ile, açık bir direnişle
karşılaşmadan Mekke’ye girdi. Hz. Muhammed genel bir af ilan
etti ve Mekkelilerin büyük bir çoğunluğu gönül rızasıyla
Müslüman oldu. Hz. Muhammed Mekke’de 20 gün kalarak yeni
yönetimi şekillendirdikten sonra, Arabistan’daki kabilelerin en
güçlüleri olan Havazın ve Sakifliler’in saldırılarını
karşılamak üzere doğuya doğru harekete geçti. Yapılan Huneyn
savaşıyla putperest saldırılar artık tamamen sona erdirilmiş
oldu.
632 yılında Hz. Muhammed ilk ve son haccını yaptı. Bu
sırada gerçekleştirdiği “Veda Hutbesi” adlı ünlü
konuşmasıyla İslâm öğretisini özetleyerek; sınıf ve ırk
ayrımı yapılmaksızın tüm Müslümanların eşitliği; can, mal
ve namus dokunulmazlığı, kadın hakları, gelir dağılımı
adaleti, akrabalık gibi sosyal ilke ve ilişkilerin önemini İslâm
toplumuna tekrar hatırlattı. Hz. Muhammed, veda haccından kısa
bir süre sonra öldü.
Hz. Ebubekir’in Hz. Muhammed’e halife seçilmesiyle
başlayan dönemde (632-661) birçok çevre ülkenin halkı İslâm’ı
kabul etti. Bunu izleyen Emevi döneminde İslâm devleti büyük bir
imparatorluk hâlini aldı. Bu dönemde sınırlar, Çin’den
Afganistan’a ve Hindistan içlerine kadar uzanmaktaydı. 670 den
709’a kadar geçen süre içinde Mısır’dan Atlas Okyanusu
kıyılarına kadar tüm Kuzey Afrika da devletin topraklarına
katıldı. 711-713 arasında İspanya fethedilmiş, sınırlar
Avrupa içlerine kadar ulaşmıştı.
Halifeliği bir hanedanlığa dönüştüren Emevilere karşı
gelişen muhalefetin ayaklanmaya dönüşmesi sonucu yönetim 750’de
Abbasilere geçti. Abbasiler döneminde, İspanya’da Endülüs
Emevileri devleti kurulunca (756-1031), İslâm dünyasında ilk kez
iki farklı yönetim ortaya çıkmış oldu.
İslâm Düşünce Hayatı
İslâm’ın en temel kaynağı olan Kuran vahyedildikçe
kısım kısım yazıya geçirildiği için, orijinalliğini günümüze
kadar aynen korunarak gelmiştir. İslâm’ın ikinci temel kaynağı
sayılan ve Hz. Muhammed’in sözleri ve davranışlarıyla ilgili
kayıtlar olan Hadisler ise özel bir disiplinin ayrıntılı
kuralları çerçevesinde, birkaç asır süren titiz çalışmalar
sonunda derlenip, sınıflandırılarak yazıya geçirilmiştir.
Hz. Muhammed ve dört halifesi döneminde İslam toplumu, acil
ve önemli bir çok askeri, siyasi ve sosyal problemle karşı
karşıya kalmıştı. Bu hayati derecede önemli sorunların çözümü
için toplumun hemen tüm fertlerinin seferber olduğu bu dönemde,
en göze çarpıcı entelektüel etkinlik; İslâm’ın teori ve
pratiğinin Kuran’dan okunarak veya Peygamber ve halifelerine
sorular yöneltmek suretiyle öğrenilmesi ve sonra da öğrenilenlerin
hemen uygulamaya geçirilmesi şeklinde gerçekleştirilmekteydi.
Acaba İslâm’ın temel
kaynakları olan Kuran’da ve Hadislerde “bilime, düşünmeye,
araştırmaya, bilginlere ve akla” ne oranda ve nasıl yer
verilmişti? Genel bir incelemeyle ortaya çıkan tablo şudur:
Kuran’ın yaklaşık her dokuz ayetinden birinde ilim (bilim)
kelimesine veya ondan türeyen isimler ile fiillere yer
verilmektedir. 750 kadar ayette, insanın ve kâinatın yapısına
veya özelliklerine dikkat çekilmekte, 60 dan fazla ayette aklın
veya düşünmenin önemi vurgulanmaktadır. Anlaşılan odur ki,
Kuran, insanları hiç düşünmeden, gözleri kapalı olarak
inanmaya çağıran bir kitap değildir. Aksine, Kuran pek çok
ayetiyle, insanı gözüyle görüp, kulağıyla işitmeye ve ancak
bu yollarla edindiği bilgileri, aklıyla doğru bir şekilde
yorumladıktan sonra, onu “inanmaya” davet etmektedir. Bir
yönleriyle Kuran’ın açıklamaları ve yorumları olan Hadislerde
de aynı tablo göze çarpar. İşte bunlardan bazı örnekler:
“Allah
beni bir öğretmen olarak gönderdi. İlim, İslâm’ın hayatıdır.
Kıyamet günü,
âlimlerin
mürekkebi, şehitlerin kanlarına denk tutulur. Âlim, yeryüzünde
Allah’ın güvenli kulu, peygamberlerin de mirasçısıdır. Kişi,
ilim öğrenirken ölürse, şehit olmuş sayılır. İyilik ve
bağışın en üstünü, ilim öğrenip öğretmektir. Kişinin
ilimden bir konu öğrenmesi, bin rekat (farz ya da sünnet olmayan)
namaz kılmasından daha hayırlıdır. Beşikten mezara, ilim
öğreniniz. Hikmet, Müslüman’ın yitik malıdır, nerede
bulursanız alınız. İlim Çin’de de olsa gidip, alınız. Bir
babanın evladına bırakabileceği en değerli miras, iyi bir eğitim
ve öğretimdir. Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu da ilim
öğrenmektir. Cehaletten daha kötü bir fakirlik olamaz. İlim
rütbesi, rütbelerin en yükseğidir. Cahiller arasında bir alim,
ölüler içindeki diri gibidir. Bir âlimin ölümü, bütün bir
milletin ölümünden daha büyük bir kayıptır. Alimin uykusu,
cahilin ibadetinden hayırlıdır.”
Kuran’ın ve Hadislerin bu teşvikleri
İslâm toplumunu her zaman araştırmaya, okumaya ve düşünmeye
özendirmişse de, bu yönlendirmenin en belirgin sonuçları,
sosyo-ekonomik, siyasi ve askeri şartların en elverişli hâle
geldiği Abbasiler döneminde görülmüştür. Abbasi iktidarı
sırasında Müslümanlar dünyanın en büyük ve en zengin
devletine sahip hâle gelmişlerdi. Halife Mansur, bir rahatsızlığı
nedeniyle, Cundişapur okulunun tıp bölümü yöneticilerini
Bağdat’a davet etti. Bu şekilde kurulan bağlantı, kısa bir
süre içinde Cundişapur’dan sonraki felsefe ve bilim merkezinin
Bağdat olmasıyla sonuçlandı. Halife Mansur’un ilgisi sadece
tıpla ve Cundişapur ile sınırlı değildi. Mansur, tüm büyük
ülkelere ve kültür merkezlerine elçiler gönderdi. Meselâ,
Bizans imparatoruna gönderdiği davette, ondan özellikle bazı
matematik ve mantık kitaplarını Bağdat’a göndermesini istedi.
Benzer şekilde Hindistan’a da elçiler göndererek kimi bilim
adamlarını Bağdat’a davet etti. Bu geniş çaplı ve dinamik
girişimin tabii bir sonucu olarak dünyanın en ünlü ve başarılı
pek çok düşünürü ve bilim adamı ile çoğu Yunanca ve benzeri
kültür dillerindeki tüm klâsik bilim ve felsefe eserleri
Bağdat’ta toplanmış oldu.
Tüm bu entelektüel
çalışmaların Bağdat’taki merkezi “Beytül
Hikme”
olarak adlandırılan bilimsel ve felsefi araştırma kurumudur.
Mansur, maddi ve manevi her türlü desteği sağlayarak kurduğu
sistemin en yüksek verimle çalışması için de gereken her şeyi
yaptı.
786 yılında iktidara gelen Abbasi halifesi Harun Reşid
zamanında bu etkinlikler daha büyük bir ivme kazandılar. Harun
Reşid, Anadolu’ya bizzat giderek çeşitli şehirlerde bulduğu
değerli kitapları Bağdat’a getirdi. İmparatorluğa bağlı
toplumların vergilerini kitap olarak ödeyebilmelerini mümkün
kılan kanunlar çıkardı. Harun Reşid, topladığı çeşitli
dillerdeki bu kitapların Arapça’ya tercümelerini de çok
yakından takip ve kontrol etti.
Bir sonraki Abbasi halifesi Me’mun zamanında bilimsel ve
felsefi etkinlikler daha da hızlandı. Çünkü Me’mun, felsefeyle
bizzat ve çok yoğun bir şekilde meşgul olan bir yöneticiydi. Çok
yorucu felsefe çalışmalarıyla geçirdiği bir günün gecesinde
Me’mun, rüyasında Aristoteles’i görür ve bu “çatık kaşlı,
geniş alınlı ve gür saçlı” filozofa “-Güzel ve doğru olan
nedir?” diye sorar. “-Akla uygun olandır” cevabını alan
Me’mun sorusunu tekrarlar: “-Sonra?”, Aristoteles ”–Dinin
uygun gördüğüdür” der. Halife sorusunu üçüncü kez yine
tekrarlayınca, Aristoteles bu defa “-Çoğunluğun doğru
bulduğudur” karşılığını verir.
Me’mun sadece felsefeye değil, çeşitli bilim dallarına
karşı da büyük ilgi duyan bir halifeydi. Onun zamanında Beytül
Hikme yeniden düzenlenerek daha da geliştirilir. Me’mun mevcut
kütüphanenin zenginleştirilmesi için olağanüstü çabalar
gösterdi. Kıbrıs’a düzenlediği bir seferden zaferle çıktıktan
sonra Kıbrıslı yöneticilerden, savaş tazminatı olarak “kitap”
kabul etmesi, tarihte eşine çok az rastlanan bir olaydır. Me’mun,
başlamış olan bilim ve felsefeyi geliştirme hamlesini siyasi
otoritenin iradesinden bağımsız bir hâle getirmek için geliri
Beytül Hikme tarafından kullanılmak üzere büyük vakıflar
kurmuştur. Zamanın zenginleri de liderlerini bu kültür ve bilim
hamlesinde yalnız bırakmamış; servetlerinin önemli bir kısmını,
kitap toplamak ve tercüme ettirmek için sarf etmişler ve
gerektiğinde bu amaçla, yabancı ülkelere uzun ve yorucu geziler
düzenlemekten de kaçınmamışlardı.
Bütün bu çabalar sonunda Beytül Hikme bünyesinde, her bir
bölümü kurucusunun adıyla anılan ve içlerinde bir milyona yakın
kitap bulunan dev bir kütüphaneler kompleksi oluştu. Geniş bir
okuma salonuna da sahip bulunan kütüphane, isteyen herkesin
istifadesine açıktı. Kütüphane bünyesindeki kitaplar bir
yandan Arapça’ya çevrilirken, diğer yandan da Beytül Hikme
kadrosunda görevli ünlü bilim adamları, kendi telif eserlerini
yazmaktaydılar.
Ancak bu dev bilimsel ve felsefi atılımın esas olarak
plânlı ve sistemli bir tercüme hareketiyle başladığı kesindir.
Sümerlerden eski Yunanlılara, onlardan İskenderiye ve Cundişapur
Okulları’na kadar uzanan insanlık düşünce tarihinin tüm
önemli kaynaklarına ait bütün değerli eserleri, her türlü
fedakârlık göze alınarak önce Beytül Hikme kütüphanelerinde
toplanmış ve sonra bunlar belirli bir program çerçevesinde
tercüme edilmiştir. Beytül Hikme’de görevli olan zamanın ünlü
düşünür ve bilim adamları, uzmanı oldukları konuda, o güne
kadar yapılmış olan tüm çalışmaları inceledikten ve hatta
bazen onları bizzat kendi gözlem ve deney sonuçlarıyla test
ettikten sonra, kendilerine ait orijinal araştırma programlarını
tatbike koyulmuşlardır.
Beytül Hikme’de uygulanan bu çalışma tekniği, astronomi
konusundaki şu örnekle daha iyi kavranabilir: Halife Me’mun
zamanında, tam ve mükemmel bir “Bilimler Akademisi” hâline
dönüştürülen Beytül Hikme bünyesine bir de rasathane
eklenmiştir. Daha önce teorik alt yapısı hazırlanmış olan
İslâm astronomi geleneğine, böylece uygulama boyutu da
kazandırılmıştır. Hindistan’dan halife Mansur zamanında davet
edilmiş olan astronom Brahmagubt’un “Sindhind” adlı ünlü
eseri Arapça’ya çevrildikten sonra; kurulan araştırma ekibiyle
birlikte, adı geçen bilim adamı, yeni yıldız katalogları
hazırlamıştır.
Daha Me’mun zamanında Beytül Hikme’nin astronomi
bölümünde çalışan astronom sayısı 60’a ulaştı. Ekipler
hâlinde astronomi gözlemleri ve ölçümleri yapan bölüm
elemanları; Yunanlılar, Hintliler ve İranlılar başta olmak
üzere, o güne kadar bu alanda çalışmış olan belli başlı tüm
astronomların kitaplarındaki verileri, kendi bulgularıyla
karşılaştırarak kontrol ettiler. Sümerlerden o zamana kadar
yapılan tüm kayda değer çalışmaları analiz ettikten sonra,
Beytül Hikme astronomi gurubu, kendi orijinal araştırmalarına
başladı. Bu, ayrıca, tarihte ekip hâlinde bilimsel bir araştırma
programının uygulanışının da ilk örneğidir. Ortaya konan
eserler o kadar mükemmel olmuştur ki, Avrupalı astronomlar bu
düzeye ancak 17. yüzyılda ulaşabileceklerdir.
Bu araştırma geleneği mensuplarından
El Battani (850-929) adlı astronom, kendilerini motive eden etkeni
şöyle ifade etmiştir. “İnsanoğlu, Allah’ın birliğinin
ispatına, O’nun eşsiz büyüklüğünü, yüce ilmini, muazzam
kudretini ve yarattığı eserlerin mükemmelliğini idrake,
astronomi sayesinde muvaffak olabilir.” Bir gün, iki astronom;
önlerinde Almagest adlı bir eser olduğu hâlde bir cami avlusunun
sütunları arasında oturmakta iken, yanlarından geçenler onlara
“-Zihnininiz neyle meşguldür?” diye sorunca, ikisinin de adı
Ömer olan astronomlardan biri onlara Kuran’dan şu ayeti okuyarak
cevap verir: “(Onlar) göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş?
Dağlara bakmazlar mı, yere nasıl dikilmiş? Yer yüzüne
bakmazlar mı nasıl döşenmiş? (88. sure, 18-20. ayetler)”
Görülen odur ki, bu dönemin düşünürlerini ve bilim adamlarını
böylesine yoğun ve hummalı çalışmaya yönelten en önemli
etken, Kuran’daki “Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde akıl ve sağ duyu
sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudretini ve büyüklüğünü
gösteren kesin deliller vardır.” şeklindeki teşvikler ve
yönlendirmeler olmuştur.
Ve sonuçta
ortaya W. Durant’ın “Müslüman astronomlar araştırmalarını
tam bir bilimsel anlayışla gerçekleştirdiler. Onlar, deney ve
gözlemle teyit edilmeyen hiçbir görüşü tamamıyla doğru olarak
kabul etmediler. Battani ve Fergani’nin eserleri 17 yüzyıl
boyunca Avrupa ve Asya’da astronominin temel kaynakları olarak
kabul gördü. Battani’nin 41 yıl boyunca kusursuz bir titizlik ve
dakiklik ile sürdürmüş olduğu astronomik gözlemleriyle elde
ettiği bulgular, günümüzdekilere şaşılacak derecede yakındır.”
cümleleriyle tasvir ettiği muhteşem başarı tablosu çıkmıştır.
Kuran’ın bu özelliği birçok batılı
araştırmacılar tarafından da fark edilmiştir. A. Pellegrin:
“Kur’an, insan düşüncesini en kapsamlı teori
ve fikirlerle besleyen çok zengin bir entelektüel ve duygusal
hazine gibidir” der. G. Rivoire ise, İslâm uygarlığının
dünya tarihinin en önemli dönemini teşkil ettiğini belirttikten
sonra, bu uygarlığın dinamiklerini şöyle açıklar: “Bu
yükselme ve gelişme hamlesinin sırrını bize Kur’an’ın bir
çok ayeti ve Peygamber’in hadisleri izah etmektedir. Bu ayet ve
hadislerde, Müslümanlar bilime, ilerlemeye ve uygarlığa
yöneltilmiş, böyle davranmanın bir Müslüman için dini bir
görev olduğu vurgulanmıştır.”
Beytül Hikme tıp gurubu da aynı
standart araştırma prosedürü çerçevesinde faaliyet göstererek
en az astronomi gurubu kadar büyük bir başarı sergilemiştir.
Bağdat’da bulunan hastaneyi bir araştırma ve uygulama merkezi
olarak kullanan Beytül Hikme tıp gurubu, tüm klâsik tıp
literatürünü inceledikten ve kendi klinik gözlem ve deneyleriyle
bunlardaki verileri test ettikten sonra, araştırma hastanelerinde
bir yandan faydalı eski uygulamaları sürdürürken, diğer yandan
da yeni ve orijinal tedavi teknikleri geliştirmişlerdir.
Beytül Hikme’nin matematik ve tabii bilimler gurubu
mensuplarından Harezmi ve Kindi gibi araştırıcıların mükemmel
eserleri de, yüzyıllar boyunca, doğunun ve batının öğretim
kurumlarında ders kitabı olarak okutulmuştur.
Beytül Hikme’de başlatılan bu bilimsel araştırma
geleneği, kısa sürede ülkenin hemen tüm diğer büyük
şehirlerinde kurulan benzer bilim merkezlerine yayıldı. Bu yeni
çok merkezli uygulamanın tamamen kendine has olan, dünya biliminin
gelişimine çok önemli bir etkide bulunan bir diğer orijinal
özelliği de, insanın ve kâinatın araştırılması sürecini
artık astronomi, fizik, tıp, sosyoloji, tarih, coğrafya, jeoloji,
botanik, zooloji gibi alanların birkaçında uzman olan kişilerden
oluşan ekiplerce gerçekleştirilmesidir. Atina, İskenderiye ve
Cundişapur geleneğinde ise tek bir düşünür, her konudaki
çalışmalarını sadece felsefe başlığı altında yürütürdü.
Deney ve gözleme yer verilmeyen, sadece rasyonel spekülasyonlardan
ibaret olan bu gibi felsefi etkinliklerde, genellikle, kişisel ve
orijinal olma hedefi özellikle ve öncelikle ön plânda tutulduğu
için hemen tüm ünlü filozoflar, kendilerinden önceki
düşünürlerin görüş ve bulgularını göz ardı ederek, hatta
özellikle onları tenkit ve reddederek, kendi şahsi düşünce
sistemlerini kurmaya çalışırlardı. Oysa Müslüman bilim
adamlarının ekipler hâlinde uyguladığı bilimsel araştırma
programlarında; ele alınan konuda daha önce yapılmış olan
çalışmalarda ortaya konmuş tüm geçerli veriler ve bulgular ilk
hareket noktasını teşkil etmekte, yeni gözlem ve deney
verilerinin işin içine katılmasıyla geliştirilen daha kapsamlı
yeni teoriler, eskilerini de birer özel hâl ve alt küme olarak
içermekteydi. Bu ise, ideal bilimsel metodun ta kendisinden başka
bir şey değildir. Üstelik bu bilimsel araştırma programlarının
bazıları; günümüzde bile kolayca gerçekleştirilemeyen bir
şekilde, dünyanın değişik bölgelerinde, bir çok farklı
ulustan araştırmacının katılımıyla “çok merkezli” bir
şekilde yürütülmekteydi. İslâm üniversiteleri bilimsel çalışma
programlarına, dünyada ilk olarak uluslararası bir nitelik ve
boyut kazandıran kurumlar oldular.
İslâm düşünce geleneğinde, çeşitli bilim dallarında
araştırmalar yapılırken, felsefi etkinlikle de ayrı bir koldan,
aynı canlılık ve verimlilikle devam ettirilmiştir. İslâm
dünyasında yetişen ünlü filozoflar, klâsik felsefe geleneğine
bağlı kalarak insanı ve kâinatı ilgilendiren her şeyi kapsayan
felsefi sistemler kurarken, diğer yandan bilimsel araştırmaları
ve geliştirmeleri izlemiş, hatta bunlara zaman zaman bizzat
kendileri de katılmıştır. Farabi, İbni Sina, Kindi gibi
filozof-bilim adamları, bunların ilk akla gelenleridir.
Şimdi, İslâm düşünce hayatının bu altın çağında,
temel bilimsel disiplinlerde yapılmış olan önemli çalışmaları
ve bunların Batı dünyasındaki etkilerini genel olarak gözden
geçirelim.
Matematik, tüm bilim dallarında özellikle fen bilimlerinde
olguların tasvirinde ve açıklanmasında kullanılan temel anlatım
aracıdır. Matematiğin günümüzdeki şeklini almasında Yunan ve
Hint başta olmak üzere çeşitli uygarlıkların önemli payları
olsa da, İslâm uygarlığının katkısı hepsininkinden fazladır.
Bu hususu Prof. J. Risler: “Rönesans’ımızın matematik
hocaları, Müslüman matematikçilerdir.” ve Prof. E. F. Gautier
“Yalnız cebri değil diğer matematik dallarını da Avrupa
uygarlığı Müslümanlardan aldığı için, günümüz matematiği,
İslâm matematiğinden başka bir şey değildir.” şeklinde dile
getirmişlerdir.
Müslümanların matematiğe ilk katkıları, günümüzde
kullandığımız ve bazı batılı matematikçilerce hâlâ Arap
rakamları olarak adlandırılan sayı sistemini Avrupa’ya öğretmek
olmuştur. En basit bir aritmetik işlemini bile içinden çıkılmaz
bir kâbusa çeviren hantal Roma rakamları, birkaç asırlık süreç
içinde yerlerini bu yeni sayı sistemine bırakmıştır.
Bu değişimde, Beytül Hikme matematikçilerinden El
Harezmi’nin (780-850) cebirle ilgili eseri önemli rol oynamıştır.
“Aritmetik” adıyla Latince’ye çevrilen bu kitap uzun süre
Avrupa’da ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserden, yaklaşık
800 sene süresince yazılan cebir kitaplarının yazarları temel
kaynak eser olarak yararlanmıştır. Günümüzde kullanılan
“algoritma” terimi, El-Harezmi isminin zaman içinde değişerek
Latinceleşen şeklidir. Yine bugün kullandığımız cebir
(el-gebra) terimi, Harezmi’nin cebir adlı eserinden alınmıştır.
İslâm matematik geleneğinin bir diğer ünlü temsilcisi
olan Harranlı Sabit b. Kurra (826-901) Harezmi’nin cebirle ilgili
tekniklerini geometri alanına uygulayarak cebirsel geometriyi
geliştirmiş, ayrıca kalkulüs ile diferansiyel hesap tekniklerini
de matematiğe kazandırmıştır.
Sabit b. Kurra’nın izleyicisi olan El Battani, astronomide
olduğu kadar, matematik alanında da başarılı çalışmalarıyla
ün kazanmıştı. Kendinden önceki matematikçilerin belirli bir
düzeye ulaştırdığı trigonometriyi geliştirerek ona sistematik
bir nitelik kazandırmış; sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant
tablolarını tam olarak hazırlamış; küresel geometriyle birlikte
bu yararlı matematiksel yöntemlerin, astronomide yaygın bir
şekilde uygulanmasının yolunu açmıştır. J. Risler’e göre
Battani, trigonometrinin gerçek kurucusudur. Eserleriyle günümüz
matematiğine önemli katkılarda bulunan dönemin diğer ünlü
matematikçilerinin başında Ebu’l Vefa, b. Yunus ve N. Tusi
gelir. G. Cemşid de ondalık kesir sistemleri ile işlemler hakkında
ilk eserlerin yazarı olarak bilim tarihine geçmiştir. Genellikle
binom formülü olarak bilinen bağlantıyı cebire, Ömer Hayyam,
daha 12. yüzyılın başlarında kazandırmıştır.
Sayılar teorisi ve küresel geometri konularında değerli
eserler veren ve sahip olduğu derin matematik bilgisini fizik,
özellikle de optik alanına büyük bir başarıyla uygulayan El
Kindi (803-827) G. Cardon’a göre dünyanın gelmiş geçmiş en
büyük 12 dahisinden biridir. “Gezegenlerin Ters Dönüşü,
Serbest Düşme, Gök Yüzünün Mavi Rengi, Gel-Git Olayı” başta
olmak üzere 265 adet eserin ve bunlarda yer alan optikten hava
durumu tahminlerine; geometriden trigonometriye kadar birçok değişik
alana ait pek çok ilginç görüşün sahibi olan Kindi; K. Flügel,
T. De Boer, A. Nayy, H. Sulter gibi birçok araştırmacının
çalışmalarına ve yayınlarına konu teşkil etmiştir. Düşünce
ve bilim tarihçileri, Kindi’nin, Avrupa’da Rönesans
hareketlerini başlatan R. Bacon gibi düşünürleri derinden
etkilemiş olduğunu ortaya çıkarmışlardır.
B. Heysem (965-1051) ise özellikle optik alanında, etkileri
yüzlerce yıl sürmüş olan çok önemli buluşlar ve araştırmalar
yapmıştır: “Ayna ve merceklerin optik özellikleri, karanlık
oda, ay halesi, gök kuşağı, atmosferin yapısı ve güneş ile
ayın ışıkları üzerindeki etkileri, gözlüğün icadı,
teleskopun çalışma prensibi” bunların bazılarıdır. Yunan
düşünürlerince hatalı bir şekilde “gözden çıkan bir
etkenin görme alanındaki nesneyi kuşatması” şeklinde açıklanan
görme olayını Heysem, gözün anatomisini ve fizyolojisini de işin
içine katarak doğru bir tarzda izah etmiştir. Ünlü düşünür
ve bilim adamı R. Bacon, Paris ve Oxford üniversitelerinde
Heysem’in eserlerini ders kitabı olarak okutmuş ve öğrencilerine,
onun görüşleri doğrultusunda, deney olmaksızın bilimsel çalışma
yapılamayacağını daima hatırlatmıştır. Bu durum, Oxford’un
diğer öğretim üyelerini öylesine öfkelendirmiştir ki;
sokaklara dökülüp “Bacon Müslüman oldu!” diyerek onu ve
tutumunu protesto etmişlerdi. Dr. S. Hunke, Heysem’in modern
bilime katkılarını şöyle anlatır: “Yaptığı sayısız
deneyler sonucu gerçekleştirdiği buluşlar ve ortaya koyduğu
kanunlar, bilimsel araştırma geleneğinin ilk ve gerçek
kurucusunun R. Bacon, Leonardo da Vinci veya Galileo değil, b.
Heysem olduğunu gösterir. İlginç teorik fikirleri metotlu bir
şekilde düzenlenmiş deneyler ile birleştirmeyi başaran,
Heysem’den başkası değildir.”
Diğer bir olağanüstü bilim adamı da Beyruni
(973-1051)’dir. Prof. P. K. Hitti, Beyruni’yi, tabii bilimler
alanında yetişmiş en orijinal ve derin bilgili araştırmacılardan
biri olarak nitelerken, Sovyet Bilimler Akademisi üyelerinden B.
Gafurov, Beyruni hakkında şunları söyler: “İnsanlık,
tarihinin pek az devrinde, sadece çağının bilimlerine tamamen
hakim olmakla kalmayıp, henüz kesin olarak ortaya konmamış pek
çok konu üzerinde de ilginç görüşlere ve projelere sahip
dahiler yetiştirmekle övünebilmiştir. İşte böyle bir deha olan
Beyruni, insanlığın ortak bilgi ve düşünce hayatına eşsiz
katkılarda bulunmuştur. Beyruni, yaşadığı devrin uygun olmayan
siyasi şartlarına rağmen çok sayıda eserler vermiştir. Bunlarda
ortaya koyduğu bulgular ve savunduğu tezler hakkındaki bilgimiz
arttıkça, onun dehasının büyüklüğü daha iyi bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Beyruni, Kopernikten 500 yıl önce dünyanın
yuvarlak olduğunu, hem de diğer gezegenlerle beraber güneşin
çevresinde döndüğünü ispat etmiştir. Günümüz için bile
orijinal sayılabilecek “brain storming” tekniğini de kullandığı
ortaya çıkarılan Beyruni’nin, çağının bir diğer dahisi olan
İbni Sina ile gerçekleştirdiği görüş alışverişleri sonucu
yoluyla çıkan bulgular, Einstein ve Bohr’unkiler kadar
ilginçtir.”
Kimya, İslâm biliminin altın çağında önemli başarıların
sergilendiği alanlardan bir diğeridir. Viardot’un ifadesiyle
“Müslümanların kimya alanına katkıları matematik
alanındakinden hiç de aşağı değildir.” Zaten bu bilim
dalının Latince’deki ve diğer bir çok Avrupa dilindeki ismi,
Arapça’daki orijinal terimden alınmıştır. Müslüman
araştırmacılar bu bilim dalına yalnız adını değil, birçok
genel ilkesini de kazandırmışlardır. İngiliz tarihçisi Custom,
“Müslümanlar, deneysel kimyayı, modern organik ve anorganik
kimyanın ortaya çıkışını mümkün kılacak düzeye
ulaştırdılar.” diyerek bu gerçeği ifade eder.
İslâm kimyasının, dolayısıyla da modern kimya biliminin
kurucusu olarak kabul edilen Cabir b. Hayyan (721-805) kendi
lâboratuarlarında yaptığı deneyler sonucunda birçok önemli
kimyasal bileşik ve reaksiyon keşfetmiştir. Cabir, bazı madenleri
cevherlerinden saflaştırıla- rak ayırmak için bilinen klâsik
teknikler yerine ilk olarak; bizzat kendisinin sentezlediği nitrik
ve sülfirik asit gibi reaktantları kullanan araştırmacı
olmuştur. Cabir ve izleyicileri, yeni metotlar geliştirerek
civaoksit, arsenik, amonyak, gümüş, nitrat, şap, göztaşı,
potas, sudkostik gibi birçok kimyasal maddeyi sentezlemeyi
başarmışlardır. Cabir’in atomun yapısı ve özellikleriyle
ilgili görüşleri, günümüz için bile son derece etkileyicidir.
Müslüman kimyacılar; asitleri ve bazları tanımlayarak,
aralarındaki farkları belirtmişler; oksitlenme ve sülfürlenme
reaksiyonlarıyla metallerin ağırlığında meydana gelen artışı
sistemli deneylerle ortaya koymuşlardır. Buharlaştırma,
süblimleştirme, kristalleştirme, filtrasyon ve damıtma gibi
tekniklerin lâboratuarlarda kolaylıkla kullanabileceği düzenekler
geliştiren Müslüman bilim adamları ve teknisyenleri,
günümüzdekileri aratmayacak kalitede camdan tüpler, borular,
imbikler ve benzeri kaplar imâl ettiler. Bu düzeneklerle elde
edilen saf su, saf alkol, asitler ve benzeri kimyasal maddeler
kullanarak gerçekleştirdikleri kimyasal reaksiyonlarla, birçok
yeni bileşiğin sentezini başardılar.
Bugün endüstriyel önemi olan çeşitli sabunlar, aromatik
bileşikler, boyalar, suni gübreler ve barut gibi bir çok maddeyi
ve tıbbi tedavide kullanılan ilacı; ya ilk defa bulanlar, ya da
bol ve ucuz olarak üretilmelerinde kullanılabilecek teknikler
geliştirenler de Müslüman kimyacılar olmuştur. Günümüzün
organik ve anorganik kimya literatürünü oluşturan asit, alkali,
aldehit, alkol, benzol, potasyum (kalium), sodium (natrium), soda,
talk, pirit (markasit), vernik (lack), anilin, antimon, amalgam, şap
(alaun), imbik, aludel, boraks, benzin, bezoar, azurblan gibi
kelimeler ile; eczacılıkta kullanılan ilaç (droge), eczane,
elixir gibi bir çok terim, Müslüman bilim adamlarının kullanmış
olduğu dilden hatıra olarak ilgili bilimsel ve teknik literatürde
yaşamaktadır.
Eczacılık ve tıp alanına da aktarılan bu zengin kimya
bilgisi sayesinde, bir çok hastalığın tedavisinde başarıyla
uygulana gelen pomat draje, tablet, damla, şurup, pudra gibi farklı
formasötik formlarda, çeşitli ilaçların hazırlanması mümkün
olmuştur. Aynı şekilde hastaları ameliyata hazırlamak için
anestezi amacıyla kullanılmak üzere değişik kimyasal maddeler ve
bunların tatbiki için çeşitli teknikler geliştiren Müslüman
eczacılar ve araştırmacılar, yara pansumanında kullanılmak
üzere günümüzdekileri aratmayacak kadar kullanışlı flasterler
ile sargı ve bandaj materyalleri de imâl etmişlerdi. Amerikalı
bilim tarihçisi W. Durant, ilk eczacılık fakültesinin ve
eczanelerin de Müslümanlar tarafından kurulduğunu bildirir.
Müslüman bilim adamlarının önemli başarılar sergilediği
bir diğer alan da tıp olmuştur. Kısa bir süre içinde geleneksel
tıp literatürünün Arapça’ya çevrilmesinden sonra Cebrail b.
Buhtişu, Yuhanna b. Maseveyh, Kenkeh el-Hindi, Huneyn b. İshak gibi
isimlerden oluşan öncü doktorlar grubunun çalışmalarıyla
atılan temeller üzerinde İslâm tıbbı hızla gelişti. 931
yılında zamanın halifesi Muktedir adına, doktor diplomalarını
yeterli teorik ve pratik bilgiye sahip olan adaylara dağıtmakla
görevli Sinan b. Sabit’in yaptığı imtihanların sayısı 860’ı
buluyordu. Bu yıllarda çalışma izni olan doktorlar köyleri ve
hapishaneleri de dolaşarak, seyyar sahra hastaneleri ve
dispanserleriyle sağlık hizmeti vermekteydiler.
Diğer alanlarda olduğu gibi tıpta da, Bağdat’ta başlayan
bir yenilik, süratle diğer şehirlere intikal ettirilmekte ve aynen
oralarda da uygulanmaktaydı. Böylelikle kısa bir süre sonra diğer
şehirlerde de hastaneler kurulmaya başlamıştı. Bunlardan
Kahire’de açılan hastane 800 yatak kapasitesine sahipti. Sadece
bir asır içinde Bağdat’tan İspanya’ya ulaşan bu kalkınma
hamlesi öylesine muhteşem oldu ki X. yüzyıl ortalarında Kurtuba
şehrindeki hastane sayısı 50’ye ulaştı. Kalkınma sadece
nicelik bakımın değil, nitelik bakımından da mükemmel olmuştur.
Dr. S. Hunke, bu hastanelerden birinde tedavi gören bir
hastanın mektubundan şu satırları aktarır: “Sevgili
babacığım!... Para göndermeni isteyip istemediğimi soruyorsun.
Hiç gerek yok! Çünkü buradan taburcu olurken bana bir takım yeni
elbise ve hemen işe başlamak zorunda kalmamam için beş altın
verecekler. Eğer taburcu olmadan önce beni görmek için ziyarete
gelirsen, ben, ameliyat salonunun yan tarafındaki ortopedi
servisinde bulunuyorum. Eğer hastaneye büyük kapıdan girersen,
önce, yeni müracaat eden hastaların doktorlar ve tıp
öğrencilerince muayene edildiği polikliniklerden geçmen gerekir.
Ben de, burada muayene edildikten sonra, hastaneye yatırılması
gereken diğer hastalar gibi poliklinik ve servis defterlerine
kaydımı takiben, başhekimliğe sevk edildim. Sonra hasta bakıcı
beni servise taşıdı. Banyoda yıkandıktan sonra, bana hastanenin
temiz elbiseleri giydirildi. Bizim servise ulaşmak için,
polikliniklerden geç ve başhekimin ders verdiği büyük konferans
salonunun yanındaki kütüphanenin önüne gel. Yürümeye devam
edersen; cerrahi, ortopedi ve dahiliye kliniklerine varırsın. Orada
eğer bir odadan müzik sesi duyarsan, içeri gir, bak. Belki
gündüzleri kitap okuyup, müzik dinleyen nekahet dönemi hastaları
arasında beni de görebilirsin.
Bu sabah vizitini asistan ve hasta bakıcılar ile birlikte
yapan başhekim beni muayene ettikten sonra servis doktoruna bazı
notlar yazdırdı. Vizit bitince yanıma gelen doktorum artık
yeterince iyileştiğimi ve yarın beni taburcu edebileceklerini
söyledi. Aslında burası öyle güzel ve öyle temiz ki, insana
ayrılmak zor geliyor. Çarşaflar bembeyaz Şam patiskasından
yapılmış, yorganlar da kadife gibi yumuşak. Her odada su akıyor.
Gece hava serinlerse, odalar hemen ısıtılıyor. Cerrahi
servislerinde, diyet yapması gerekli olmayan hastalara tavuk ve
koyun etinden yapılmış nefis yemekler veriliyor.”
Hunke, şöyle devam eder:
“Bu mektupta anlatılanları, gurur duyduğumuz 20. yüzyıl
uygarlığının mensubu olan bizler bile abartılı bulur ve bunlara
inanmakta zorluk çekebiliriz. Gerçekte bu mektup, bin yıl önce,
Himalayalar ile Pireneler arasında yer alan hemen tüm büyük
Müslüman şehirlerinde mutlaka bulunan hastanelerden herhangi
birini tasvir etmektedir.”36
İslâm tıbbının böylesine yüksek düzeylere ulaşmasına
katkıda bulunan araştırmacı hekimlerin başında İbni Sina
(980-1035) gelir. 1980 yılında gerçekleştirilen “Uluslararası
İbni Sina Sempozyumu”nda, bazı batılı bilim tarihçilerince
“doktorların kıralı” veya “en büyük tıp yazarı” gibi
sıfatlarla nitelenen bu büyük hekimin, “tüm çağların en
büyük tıp araştırmacısı” olduğu bir kez daha teyit
edilmiştir.
İbni Sina’nın “Kanun” adlı tıp kitabı, Avrupa
üniversitelerinde, 600 seneden uzun bir zaman boyunca ders kitabı
olarak kullanılmıştır. İlk defa 12. yüzyılda Gerhard de Cremon
tarafından Latince’ye çevrilen Kanun’un daha sonra çeşitli
ülkelerde 87 değişik tercümesi ve baskısı yapılmıştır. 17.
yüzyılın ortalarına kadar Montepellier ve Louvain
Üniversitelerinde zorunlu ders kitabı olarak kullanılan Kanun,
gelmiş geçmiş tüm ders kitapları içinde en uzun süre hizmet
vereni olmuştur. Kanun’dan Brüksel Üniversitesinde 1909 yılında
bile hâlen bir tıp eseri olarak faydalanılmaktaydı. İbni
Sina’nınkiyle rekabet edecek kadar üne sahip bir diğer Türk
doktoru da Razi’dir (864-925). Havi adlı eseri, Kanun’un
yanında, 17. yüzyılda bile Frankfurt Üniversitesinin eğitim ve
öğretim materyali içinde yer alan Razi, daha çok klinik
başarılarıyla tanınır ve yaşadığı dönemin en büyük
klinisyeni olarak kabul edilir. Dr. Hunke, Razi hakkında şunları
söyler “O, görev ve meslek bilinci yüksek bir doktor,
çaresizlerin şefkatli yardımcısı, başarılı bir hekimler
jenerasyonunun mükemmel öğretmeni, kendi zamanına kadar yazılmış
olan tüm tıp literatürünü inceleyip onlardaki geçerli bilgileri
derledikten sonra üzerlerine yenilerini ekleyerek çağını aşan
bir tıp sistemi kuran müellif, başarılı bir klinisyen, zeki bir
gözlemci ve titiz bir biyokimyacıdır.”
İbni Sina ve Razi gibi çağlarını aşan ve kendi
alanlarında “ilklere” imza atan pek çok başarılı Müslüman
doktor yetişmiştir. Meselâ, bunlardan Ali bin İsa, göz
hastalıkları konusundaki ilk kitabı yazan tıp bilgini ve o
dönemlerin Avrupa ve Asya’daki en önemli göz doktorlarından
biriydi. Avrupa’da “Haly Jezu” olarak bilinen İsa’nın “Göz
Doktorları İçin Notlar” eseri 19. yüzyılın ortalarına kadar
alanının en mükemmel eseri unvanını koruyarak tam anlamıyla bir
rekor kırmıştır. Tamamen orijinal bir tarzda kaleme alınmış
olan eserde; gözün anatomisi, patolojisi ve farmakolojisi ile
koruyucu hekimlik bilgileri yer almaktaydı. Kendisi de bir göz
hastalıkları uzmanı ve aynı zamanda da bir Tıp Tarihçisi olan
M. Meyerhof’un belirttiğine göre: “Bilim dünyası, bu kitabın
daha iyisini görebilmek için 19. yüzyılın ortalarına kadar
beklemek zorunda kalmıştır.” Ali bin İsa’nın bu eserinin en
büyük rakibi, 18. yüzyıla dek, bir başka Müslüman göz doktoru
olan Ammar bin Ali’nin ”Göz Hastalıklarında Temel Tedavi”
adlı kitabı olmuştur. Ammar, kendi geliştirdiği özel tedavi
teknikleriyle de ün kazanmıştı.
Müslüman tıp araştırmacılarının hâlâ tercüme
edilmemiş ve bilim tarihçilerinin inceleme platformuna henüz
alınmamış pek çok buluşları olduğu söylenmektedir. Meselâ,
1923 yılında Freiburg Tıp fakültesinde hazırlanan iki ayrı
tezde, bunlardan birisi ortaya konmuştu. Buna göre küçük kan
dolaşımı, Avrupa’da keşfedilişinden yüzlerce yıl önce, ilk
olarak İbnünnefis adlı Müslüman hekimce bulunmuştu. 11.
yüzyılda Constantin adlı yazarca kaleme alındığı söylenen
“Liber Pantegni”nin, aslında Ali bin Abbas adlı Müslüman
cerrahın “Kitab-ul Meliki”nin bir kopyası olduğu, ancak
orijinal kitap bulunduktan ve dürüst araştırmacılarca tercüme
edildikten sonra ortaya çıkarılması da, konuyla ilgili ilginç
bir örnektir. Bugün için ancak eserleri günümüze ulaşan ve
tercümeleri güvenilir çevrelerde yapılan bilim adamı ve
düşünürlerin çalışmaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.
Meselâ, bunlardan, Zehravi’nin, 200 ameliyat aletinin tek tek
çizimini ve kullanış tekniğini içeren kitabı olağanüstü
zengin içeriğiyle günümüzde bile hayranlık uyandırmaktadır.
Ancak bu durum gerçekleşene ve eser yaygın olarak bilim
çevrelerine tanıtılana dek, “Trendelenburg poziyonu” gibi
teknikler ve uygulamalar, tıp camiasına başka araştırmacılarca
aktarılmış olduğu için, onların adıyla anılır olmuştur.
Bazı bilim tarihçilerine göre Leonardo da Vinci gibi bazı
ünlülerin, bilim, teknoloji ve sanat alanlarında İslâm
uygarlığından ne oranda faydalanmış oldukları hususu, henüz
araştırılmayı bekleyen ilginç bir konudur.
Müslüman araştırmacı ve düşünürler, Avrupa’da
Rönesans hareketleri başlamadan önce; coğrafyadan (İbni Batuta,
İbni Mensudi, İdrisi, vd) zoolojiye (Demiri, Cahiz, vd); otomasyon
ve robotikten (Cezeri, Ebul-iz), sosyolojiye (İbni Haldun) kadar bir
çok disiplinin, ya ilk kuran veya bu disiplinleri spekülatif
nitelikten arındırıp, bilimsel bir düzeye ulaştıran bilim
adamları olmayı başarmışlardır. Bu zengin birikim ve alt
yapının daha sonra Avrupa bilim ve kültür çerçevelerince
alınıp, kullanılmasıyla günümüz modern biliminin doğup,
gelişmesi mümkün olmuştur.
İslâm dünyasının bünyesinde gelişen bilim ve uygarlık,
Avrupa ülkelerine başlıca iki ana iki yol üzerinden ulaşmıştır:
“Sicilya ve İspanya”. Uzun bir süre Müslüman egemenliği
altında kalan Sicilya Normanlar’ın eline geçtiğinde İslâm
uygarlığının kurum, kuruluş, eser ve entelektüel birikimi de el
değiştirmiş oldu. II. Roger’in (1101–1154) yönetimi
sırasında, içlerinde Arapça, Latince ve Grekçe olmak üzere 3
dil konuşabilenlerin azımsanmayacak oranda bulunduğu Sicilya
halkının canlı İslâm entelektüel hayatından edindiği bilgi ve
kültür düzeyi oldukça yüksekti. Bu durum, Müslüman düşünür
ve bilim adamlarının eserlerinin Avrupa dillerine çevrilmesi için
çok uygun bir ortam sağlıyordu. II. Roger ve torunu II. William
(1166 – 1189) döneminde Polermo şehri büyük bir bilim ve kültür
merkezi hâlini aldı. Burada bir yandan İslâm dönemi eserleri
Avrupa dillerine çevrilirken, diğer yandan da bazı Müslüman
bilim adamları ve düşünürleri Palermo sarayında Avrupalı
öğrencilere dersler vermekte ve yeni eserler kaleme almaktaydı.
Meselâ, bunlardan ünlü Müslüman coğrafyacı İdrisi’nin II.
Roger’in desteğiyle hazırladığı ve ismini de ona izafe ettiği
“Kitabu Rogeri” daha önce Beytül Hikme bilginlerince
hazırlanmış olan haritaları ve kayda geçirilmiş olan bilgileri
de kapsamaktaydı. Bu ve benzeri eserler, Rönesans’ın
karakteristiklerinden olan büyük gezilerin ve coğrafi keşiflerin
alt yapısını hazırlamıştır. Nitekim, H. J. Kramers’in
belirttiğine göre, Kristof Coloumb “Arin Hipotezi” ve benzeri
bilgileri, P. I. Mundi’nin Harezmi tarafından yazılan
“Mürselat”dan yaptığı çeviriden öğrenmiş ve gezilerini bu
bilgilerin ışığında plânlayıp gerçekleştirmişti.
II. Roger ve II. William’ın mensubu olduğu sülâlenin
iktidarı kaybetmesi, bu bilimsel ve kültürel transfer hamlesini
aksatmadı. Hatta II. Frederik (1194–1250) döneminde bu
etkinlikler daha da hızlandı. Bu dönemde Napoli Üniversitesi,
İslâm uygarlığının Batıya tanıtıldığı bir merkez hâlini
aldı. Buraya getirilen kitaplar tercüme edildikten sonra Fransa
Almanya, İngiltere, Polonya ve diğer ülkelerdeki üniversitelere
gönderilmekteydi. Napoli Üniversitesinde yapılan araştırma ve
çalışmaların parlak ve çarpıcı sonuçları, Avrupa eğitim
kurumlarını kısa bir zamanda öylesine büyük ölçüde etkiledi
ki, hemen tüm Batı üniversitelerinin müfredat programları,
Napoli üniversitesine göre belirlenmeye başlandı.
II. Frederik, 6 farklı dil
bilen, İslâm bilim ve felsefesine hayran olan ve anlatılan tüm bu
entelektüel faaliyetlere bizzat katılan ileri görüşlü ve
kültürlü bir yöneticiydi. Dr. S. Hunke onun modern Avrupa’nın
doğuşuna sağladığı büyük katkıyı şöyle anlatır: “II.
Frederik’in bizzat kendisi de Müslüman eğitim kurumlarında
çağının en üst düzeyinde bir öğrenim görmüş parlak bir
öğrenciydi. Onun, İslâm okulunda öğrencilikten hocalığa
yükseldiği ve eğitimini tamamladıktan sonra tüm koltuk
değneklerini (asılsız kilise dogmalarını) fırlatıp, attığı
ve kendi ayakları üzerinde yürümeye başladığı söylenir.
Frederik, Arap okullarında sadece sınırlı bir eğitim almakla
kalmayıp, Avrupa’da modern tabii bilimlerin bizzat başlatıcısı
veya kurucusu da olur. O, Albertus Magnus, Roger Bacon, Leonardo da
Vinci, Francis Bacon ve Galileo gibi düşünürler zincirinin
birinci halkası gibi görünür. Aslında, O, İslâm düşünce
dünyasından uzanıp gelen asıl zinciri, Avrupa’ya bağlayan
halkadır. Çünkü, Albertus Magnus, Roger Bacon ve Leonardo da
Vinci’nin entelektüel birikimleri de gerçekte, doğrudan doğruya
Müslüman uygarlığına dayanmaktadırlar. Bu uygarlık, Frederik
aracılığıyla Sicilya sarayında bir defa daha onlara ulaşmış
olmaktaydı. Modern batı uygarlığı böylelikle, Sicilya’da
doğmuş oldu.”37
Evet, Rönesans hareketi
işte bu nedenlerle İtalya’da başlayacaktır. Endülüs veya
İspanya, İslâm uygarlığının Avrupa’ya geçtiği ikinci
güzergâh olmuştur. Toledo, Sevilla ve Kurtuba, Endülüs bilim,
kültür ve uygarlık merkezlerinin en ünlüleriydi. Toledo şehrinin
1085 yılında Hıristiyanların eline geçmesi, Endülüs
uygarlığının da Batı’ya geçişinde bir dönüm noktası
teşkil etti. XII. Alphons döneminde, piskopos Raymond Lull’un
teşvik ve yardımlarıyla 1134 yılında Toledo’da İslâm bilgin
ve düşünürlerinin eserlerinin yoğun ve sistemli bir şekilde
tercüme edildiği bir çeviri merkezi kuruldu. Bu merkez, daha sonra
bir düşünce okuluna dönüştü. Bu okulda yaklaşık 50 yıllık
bir süreç içinde Michel Scot, Chesterli Robert, Sevilleli John,
Dalmatyalı Hermann, Abraham b. Ezra ve Kremonalı Gerard gibi birçok
ünlü tercüman ve düşünür, hemen tüm belli başlı bilim ve
felsefe eserlerini Arapça’dan Latince’ye çevirdi. Çok büyük
entelektüel sonuçları ve etkileri olan bu çeviri faaliyetlerinin
önemini Renon “Bu
okul, Avrupa düşünce tarihini iki döneme ayırır: Toledo Okulu
öncesi ve Toledo Okulu sonrası”
diyerek ifade eder.
İspanya ve Sicilya’da başlayan bu kültürel ve bilimsel
transformasyon; Padova, Tolua, Lyon, Montpeiller, Balogne, Paris,
Oxford ve Collegne (Köln) üniversitelerinde, Rönesans’ın alt
yapısının hazırlanmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu kültürel transferin sosyal etkileri öylesine güçlüydü
ki dönemin Papaları bile ondan etkilenmekteydi. Asıl adı Gerbert
olan Papa II. Sylvester, Fransa’nın Auvergne şehrinde doğmuştu.
Ülkesinde kısa bir eğitim gördükten sonra Gerbert, Müslümanlara
ait okullarda dil, bilim, sanat ve felsefe dersleri aldı. Gerbert,
bu eğitimini de tamamladıktan sonra zamanının Roma–Germen
İmparatoru III. Otto ile tanıştı. İmparator ve saray
çevrelerini, bilgisi ve kültürüyle kendine hayran bırakan
Gerbert, 999 yılında boşalan Papalık makamına getirildi.
Gerbert’in Papa olmasıyla, İslâm uygarlığının Avrupa’da
yaygınlaşması farklı bir boyut kazandı. Çok yönlü kişiliği
ve özel yetenekleriyle Gerbert yalnız bilim değil sanat alanında
da birçok yeniliğin gerçekleştirilmesine öncülük etti. Meselâ,
Kilise ilahilerinin seslendiriliş biçimini Müslüman müzik
teorisyenlerinin görüşleri doğrultusunda değiştiren Gerbert,
Batı edebiyatının yeni şeklinin oluşumunda önemli etkileri olan
Troubadure adlı şairler grubunun faaliyetlerine zemin hazırlamış
ve ayrıca yeni tiyatro eserlerinin yazılıp, sahnelenmesini de
teşvik etmiştir.
Ancak, ne yazık ki, tutucu Kilise çevreleri, Gerbert’in
yenilikçi girişimlerine ancak 4 yıl tahammül edebilmiştir.
Worlander’in ifadesiyle “Bir nur gibi parlayan bu büyük ruh,
dar görüşlü çağdaşlarınca bir büyücü olarak nitelenir”
ve (kendisini Papalık makamına getiren imparator gibi) o da
zehirlenerek öldürülür.
Ancak Gerbert’in açtığı aydınlık yolda artık birçok
izleyicisi Rönesans yönünde ilerlemektedir. Meselâ bunlardan,
daha sonra “Franklar’ın Sokrates’ı” unvanını kazanacak
olan öğrencisi Chartlesli Fulbert yeni bir bilim ve felsefe
okulunun açılışına ön ayak olur. Süratle büyüyen ve gelişen
bu okulda Müslüman bilim adamlarının ve düşünürlerinin
eserleri ders kitabı olarak okutulur. İslâm bilimine karşı
Avrupa’nın birçok kesiminde geniş bir ilgi uyanmasına yol açan
bu okulun daha sonra Paris ve Londra’da da benzerleri açacaktır.
Yeni Çağ Felsefesi
Rönesans ve XVII. Yüzyıl Felsefesi
Rönesans
“Rönesans’ı İslâm’a borçluyuz”
R.
V. Bodley
“Yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans, Avrupa
tarihinin, 14, 15 ve 16. yüzyıllarını kapsayan ve en belirgin
özelliği, “Orta Çağ boyunca tüm sosyal, siyasi ve entelektüel
etkinlikleri tam bir denetim altında tutmuş olan kilise otoritesine
bir başkaldırış” olan düşünce ve sanat hareketidir.
Rönesans’ın anayurdu İtalya’dır. İtalyan kentleri,
Orta Çağın kendisine has durgunlaştırıcı etkenlerini tesirsiz
kılan bazı özelliklere sahipti. Bu kentlerde soylular, tüccarlar,
bankerler ve zanaatkarlar gibi çeşitli sosyal guruplar bir arada
yaşayıp çalışıyor, evlilik yoluyla ilişkiler kuruyor ve
özellikle de kilise otoritesine karşı ortaklaşa direniyorlardı.
Bir diğer karakteristik özelliği özgür düşünce, akıl
ve bilim yoluyla “yeni bir dünyanın kuruluşu” olan Rönesans’ın
İtalya’da başlamasında, Müslüman düşünür ve bilim
adamlarının eserlerinin Sicilya’da tercüme edilişinin ve
Latince’nin yanı sıra Arapça ve Grekçe de bilen halk arasında
yaygın bir şekilde okunup incelenmesinin büyük rolü olmuştur.
Rönesans kalın bir çizgilerle “Hümanist” ve ”Bilimci”
olmak üzere iki ana döneme ayrılabilir. Rönesans’ta hakim olan
dünya görüşünün ilk tezahür biçimi Hümanizm oldu. Dante ve
Petrarca’nın öncülük ettiği bu akımın en belirgin özelliği,
insan unsurunu her türlü entelektüel etkinliğin odağına
yerleştirmesidir. İkinci olarak Hümanistler, tüm felsefe ve
ilahiyat okullarının müşterek doğrularını birbirlerine
bağdaştırmayı hedeflemekteydiler. Ve son olarak Hümanizm,
insanın yitirilmiş ruhsal saflık ve temizliği ile bilgeliğini
bulup, yaygınlaştırmayı amaç edinmişti.
Rönesans’ta ve 17. yüzyılda sosyal ve siyasal konularda
kaleme alınan en önemli kitaplar; Machiavelli’nin “Prens”i
(1518) ve “Söylemler”i (1532), More’un “Ütopya”sı
(1518), Francis Bacon’un “Yeni Atlantis”i (1623),
Campanella’nın “Güneş Kenti”(1623) ve Hobbes’un
“Leviathan”ı (1651) olarak sıralanabilir. More, Bacon ve
Campanella’nın çalışmaları açık bir şekilde Platon’un
görüşlerinin, özellikle “Devletin” etkisini yansıtır. Hobes
ayrıca Platon’un “sosyal düzenlemeler insanın tabiatına uygun
olarak gerçekleştirilmelidir” prensibini de benimsemiştir.
İtalyan Rönesansı’nın
en ünlü siyaset filozofu olan N. Machivelli (1469-1527) bir meslek
olarak yazarlığı seçmeden önce Başkanlık Sekreterliği gibi
bazı siyasi görevlerde bulunmuştu. Machiavelli şöhretini borçlu
olduğu kitabı “İl Principe” (Hükümdar)’ı, Medici
ailesinin gözüne girebilmek umuduyla II. Lorenzo’ya ithaf etti.
Kitap Rönesans İtalya’sının yozlaşmış değer yargılarıyla
uygulamalarının örneklerini içeren tarihi bir belge niteliğini
de taşır. Machiavelli bu kitapta, dejenere olmuş düşük
entelektüel düzeyli bir toplumda her ne pahasına olursa olsun
iktidarda kalmaya kararlı olan ilkesiz yöneticilerin icraatlarını
felsefe yolluyla aklamayı amaçlamaktadır. “Politikada iktidara
ulaşmak için her yol meşrudur.” şeklinde özetlenebilecek olan
Machiavellicilik açısından, yönetimi ele geçiren bir kişiden
bunu nasıl yaptığının hesabını sormaya hiç kimsenin hakkı
olamaz. Çünkü, aldatılmalarına izin veren kitleler, idaresine
razı olmak suretiyle; iktidara gelmek için kullandığı yol ne
kadar çirkin, ahlâk dışı ve kaba da olsa, onun yöntemini
onaylamış olmaktadırlar. Siyasette tek hoş görülmeyecek durum,
iktidarı kaybetmektedir. Böyle bir kişi akıbetlerin en kötüsünü
hak etmiştir. “İktidarda olmayı” tek iyilik ve fazilet olarak
kabul eden Machiavelli, bu üstün durumu; ne pahasına ve hangi
yöntemle olursa olsun ulaşılması gereken tek amaç olarak
gösterir.
Machiavelli akıllı bir yöneticinin iktidara geldikten
sonra, onu bu makama taşıyan yardımcılarını yok etmesi
gerektiğini de savunur. Çünkü bu yardımcıların, onun kusur ve
zaaflarını biliyor olmaları, günün birinde yöneticinin iktidarı
kaybetmesine yol açabilecek bir risktir. Machiavelli’ye göre bir
yönetici; duruma göre, rakipleri karşısında bir tilki kadar
sinsi ve hileci, ya da bir aslan gibi yırtıcı ve saldırgan
olmasını bilmelidir. Ayrıca, topluma kendisini son derece dürüst,
şefkatli, dindar, hümanist, şefkatli, affedici, metanetli,
kısacası âdeta bir fazilet timsali gibi göstermeyi bilmelidir.
Gerçekten bu özelliklere sahip olup olmaması hiç önemli
değildir; hatta onun bu özelliklere sahip olması, onun politik
başarısına günün birinde engel bile teşkil edebilir. Çünkü
politik hayat, gerçekten erdemli olan bir insan için, aşılması
çok güç müşküllerle doludur.
Kitleler genelde düşük bir bilgi ve zekâ düzeyine sahip
oldukları için erdemsiz politikacının toplumun geneline kendini
olduğundan farklı bir şekilde göstermesi pek zor olmaz.
Toplumdaki az sayıda zeki kişi, yöneticinin gerçek yüzünü
görebilse de, hem bunlar son derece azınlıkta bulundukları için,
hem de polisin ve askerin iktidarı koruyup, kollamaları nedeniyle,
bunun hiçbir önemli etkisi veya sonucu olmayacaktır. Yönetici
bayramlarda, törenlerde ve benzeri her fırsatta kendini topluma
göstermeli, başarılı sanatçılara ödüller vererek kitleler
nezdinde prestijini sürdürmelidir. Politikacı gizlice yakınlarını
kollayıp, kayırabilir ama kitlelerin tepkisini çekebilecek
uygulamaları daima başkalarına yaptırmalıdır. Böylece sosyal
bir reaksiyonu, bu icraatı yaptırmakla görevlendirdiği memuru
azletmek suretiyle durdurabilir, üstüne üstlük toplumdan olumlu
bir puan da almış olur. İnsanların çoğu, barış içinde
yaşamayı tercih ettiği için, halkın önünde barışsever
konuşmalar yapması gereken yönetici, askerler karşısında daha
sert ve saldırgan görüşler dile getirmelidir.
Bir politikacı halka her türlü vaatte bulunabilir, ama iki
nedenden dolayı verdiği sözleri yerine getirmesi gerekmez: İlkin,
cahil halkı ikna edecek mazeretler daima kolayca bulunabilir, ikinci
olarak halkın çoğunluğu da aynı şekilde fırsatçı ve
ilkesizdir.
Machiavelli, ahlâki değerleri yozlaşmış toplumların
yöneticileri için yazdığı “Hükümdar”dan sonra, erdemli
fertlerden oluşan bir toplumda yöneticilik yapacaklar için de
“Söylemler”i kaleme aldı. Hükümdar’da tavsiye ettiği
yönetim şekli yerine, ideal bir toplum için Machiavelli
Cumhuriyeti önerir ve Cumhuriyet yönetiminde idarecinin halkın
desteği ve onayını “hak ederek” kazanmak zorunda olduğunu
vurgular.
Rönesans’ın Hümanist dönemi sırasında İngiltere’nin
en önde gelen filozoflarından birisi Sir T. More (1478-1535) idi.
More, Oxford’da eğitim görmüş olan bir hukukçuydu. More’un
ünlü eseri “Ütopya” güney denizlerinde bu adı taşıyan bir
adaya rastlayan denizci R. Hythloday’ın maceralarını konu alır.
Yurduna geri dönen Hythloday, ada sakinlerinin yaşantılarını ve
âdetlerini çevresindekilere anlatır. Adadaki sosyal sistem,
Platon’un devlet felsefesine uygundur: Özel mülkiyet, kamu
yararına ortadan kaldırılmıştır. Halkın oturduğu evler bile,
sahip olma tutkusunun oluşmasını önlemek için 10 yılda bir
değiştirilir. Kadınlar ve erkekler tek tip kıyafet giyer. Çalışma
süresi 6 saat olup, bundan amaç, herkese iş sağlamaktır. Halk,
akşam yemeğinden sonraki 1 saatlerini dinlenme ve eğlenmeye
ayırmıştır. Herkes akşam 8’de yatağa çekilir ve 8 saat uyur.
Barışın sürdürülmesi temel prensiptir, ama savaşma zorunluluğu
olursa, paralı askerler kullanılır. Adada yaşayan az sayıda
rahibe saygı gösterilse de bunlara asla idari görevler verilmez.
More’un ‘Ütopya’sını yazmasından yaklaşık bir asır
sonra bir diğer ünlü İngiliz filozofu Francis Bacon (1561-1626)
yine benzeri bir ada romanı kaleme aldı. Avustralya’nın
güneyinde yer aldığı söylenen “Yeni Atlantis” adlı bu adada
yaşayan insanlar bilimsel ilerleme yoluyla toplumlarının yaşama
standardını yükseltmeye çalışmaktadırlar. Bu sembolik ülkede
bulunan bir okuldaki araştırmacılar, tabiatı bilim yoluyla
anlamaya çalışmakta; tıp gurubu, hastalıkların teşhis ve
tedavisi için yeni yöntemler geliştirmekte; tarım gurubu zirai
ürünlerin miktar, çeşit ve kalitesini yükseltecek teknikler
araştırmaktadırlar.
Ada halkı, prensipte kolektif bir hayatı tercih etmekle
birlikte, uygulamada bu daha çok bilgi ve tecrübenin paylaşımı
şeklinde gerçekleşmektedir. Ada sakinleri yalnız iç değil, dış
ilişki ve uygulamalarda da bilgi alışverişini esas almaktadır.
Adanın temel siyasi ve sosyal stratejisi, entelektüel
aristokrasiyi oluşturan 12 öğrenci tarafından belirlenmekte ama
idari yetkiler tek bir bilge ve tecrübeli yöneticinin elinde
toplanmaktadır. Bu sistemin mükemmel bir şekilde işletilmesiyle
üretilen bilgi ve teknoloji; yalnız adayı değil, çevre ülkeleri
de aydınlatmakta ve ilerletmektedir. Ada halkı, bilimin insanları
birbirleriyle ve Tanrı ile birleştirdiğine ve uygarlığın ancak
bilim yoluyla gelişip yaygınlaşacağına inanmaktadır. Tabiat
kanunlarının bilim yoluyla keşfinin insana, kendini ve çevresini
denetleme gücü de sağlayacağı düşüncesiyle, bilimsel
araştırmaya büyük bir önem verilmektedir.
Bacon’ın “Yeni Atlantis”i kısa bir sürede etkisini
gösterdi. Kitapta örnek olarak gösterilen bilim koleji,
İngiltere’de Royal Society ve benzeri eğitim kuruluşları olarak
hayata geçirildi.
Bu dönemin üçüncü Ütopya’cı filozofu T. Campanella
(1568-1539) gençliğinde Dominikan tarikatına katılmıştı. Ancak
daha sonra, bazı fikirleri nedeniyle engizisyonda yargılandı.
Papa’nın onu koruma çabalarına rağmen İspanyol engizisyon’u
tarafından 20 yıl hapse mahkûm edildi. Hapishane hayatı sırasında
ona ileride büyük bir ün kazandıracak başlıca eseri olan
“Güneş’in Kenti”ni yazdı. Hapisten çıktıktan sonra Roma
şehrinden sürülünce, Paris’e yerleşti.
Campanella’nın sosyal felsefesi, diğer iki ütopyacı
yazarınkinden daha ileri derecede bir kolektif nitelik taşır.
Campanella, kitabında uzak bir adadaki ‘Güneş Kenti’ne varan
bir kaptanın hikâyesini anlatır. Ada halkı “hiç kimse hak
ettiğinden ve ihtiyacından fazlasını talep etmemelidir”
prensibine uygun bir sosyoekonomik hayat sürdürmektedir. Bu sayede
iki ana kötülük kaynağı olan aşırı yoksulluk ve aşırı
zenginliği hiç tanımadan yaşarlar. Campanella’ya göre
yoksulluğun insanlar üzerindeki kaçınılmaz etkisi, yalancılık
ve hırsızlıktır. Zenginliğin sonuçları ise daha da çirkindir:
Ahlâk bozukluğu, gurur, hilekârlık ve iftiracılık. Adada özel
mülkiyete yer verilmez. Halkın oturduğu evler bile onların malı
değildir. Halk arasında en onurlu görülen geçim şekli, el
emeği olup; rahipliğe, köleliğe ve asilzadeliğe izin verilmez.
Kişilere, görevlerini yerine getirmeleri için gerekli motivasyonu
yurtseverlik duyguları sağlar. Yöneticiler, en üst düzeyde
teorik ve uygulamalı eğitim almış başarılı bireyler arasından
halk tarafından seçilir. Adada hiçbir idari iş tesadüflere
bırakılmaz; meslek seçiminden evlenecek çiftlerin tespitine kadar
her şey; karakter, beceri ve benzeri kriterlere göre bilimsel
yöntemlerle belirlenir. Tüm yetişkinlere günde dört saat çalışma
imkânı sağlanır. Adada tiranlığa ve hanedanlığa yer verilmez.
Akla ve bilime uygun şekilde yeniden düzenlenmiş olan
Hıristiyanlık dışında dine de rastlanmaz.
Rönesans’ın ütopyacı
yazarlarının kitaplarında yer alan “mekân, kişi ve olaylar”
şablonunun prototipini, yaklaşık olarak 5 yüzyıl önce,
Endülüslü Müslüman düşünür İbn Tufeyl (1106-1185) ortaya
koymuştu. “Hay İbni Yekzan” adlı eseriyle Orta Çağda “Ada
Romanı” geleneğini başlatan Tufeyl’in bu kitabı, yazıldığı
tarihten Rönesans başlarına dek birçok defalar, bir çok farklı
kanalla Avrupalı aydınlara ulaşmıştı. Rönesans esnasında
yapılmış olan son tercümeleri Belçika, Hollanda, Fransa, İtalya
ve İngiltere’de o kadar çok tutuldu ve beğenildi ki, uzun yıllar
bu ülkelerde çağının “bestseller”ı olarak kaldı. Eserdeki
ilginç ve çarpıcı görüşler uzun yıllar, aralarında J. Locke,
D. Hume, Voltaire, J. J. Rousseu ve Leibniz’in de bulunduğu birçok
aydını etkilemiştir. Meselâ, Leibniz, Hay İbni Yekzan ve yazarı
hakkında şunları söylemiştir: “Arapların öyle filozofları
vardır ki, onların teolojik düşünce ve duyguları en büyük
Hıristiyan filozoflarınki kadar yücedir. Buna Pococke’un
Arapça’dan tercüme ettiği Hay İbni Yekzan güzel bir
örnektir.”38
Hümanist dünya görüşüne paralel olarak gelişen
Rönesans, İtalya’dan kuzeye doğru yayılarak Avrupa’nın tüm
kesimlerine ulaştı. O yıllarda icat edilen matbaa da klâsik
metinlerin topluma ulaşmasını kolaylaştırarak bu gelişimi
hızlandırdı.
Hümanistlerin sağladığı entelektüel atılım,
Hıristiyanlıkta reform hareketinin kıvılcımını yaktı. Ama
reform hareketinin bir kolu, kısa sürede geriye yönelip,
Rönesans’ın laik değerlerine karşı kilisenin savunmasına
dönüştü. 16. yüzyıla gelindiğinde, reform ve karşı reform
hareketleri arasındaki mücadele, Avrupa’nın entelektüel
hayatına damgasını vurmaktaydı.
İtalya’da Hümanistler, Latince’nin yanı sıra çok
sayıda yerel lehçede de eserler verdiler. Dante’nin “İlahi
Komedya” adlı eserini Toskana lehçesiyle yazması, çağdaş
İtalyanca’nın doğuşuna zemin hazırladı. Edebiyatta yerel
dillerin önem kazanması, bunların zamanla ulusal diller olarak
gelişmesine ve klâsik bilim ve felsefe eserleriyle Kitabı
Mukaddes’in yerel dillere çevrilmesine yolaçtı. Bu gelişme,
okur-yazarlığın bir imtiyaz olmaktan çıkmasına ve halk arasında
yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu.
15. yüzyıl başlarında Hümanist eğitim ve öğretim
etkinliklerinin merkezi İtalya idi. Ama aynı yüzyılın sonlarına
doğru Londra, Paris, Anvers gibi daha kuzeydeki diğer Avrupa
kentleri de bu gelişmeden etkilenerek zamanla kendi başlarına
birer kültür ve düşünce merkezi durumuna geldiler.
Ulusal dillerin güçlenmesi, çeşitli ülkelerde düşünce ve
edebiyat alanında önemli yapıtların ortaya konmasını
kolaylaştırıp, hızlandırdı. Meselâ, bu bağlamda, İngiltere’de
C. Marlowe ve W. Shakespeare’in, insanın daha derin ve karmaşık
boyutlarını ele aldıkları çalışmalar, özellikle bahse değer.
Modern Bilimin Doğuşu
Rönesans’ın birinci döneminde bilimle ilgili kayda değer
önemde faaliyetler göze çarpmamaktadır. Rönesans’ın ikinci
dönemi, bu bakımdan daha verimli geçmişse de Rönesans ve bilim
ilişkileri, tartışmaların hâlâ sürdüğü bir konudur. Prof.
C. Yıldırım, “Bilim Tarihi” adlı kitabında bu konuda şunları
söyler:
“Yaşama tarzının ve düşünce hayatının birçok
alanında olduğu gibi, modern bilimde de Rönesans’ı bir
başlangıç noktası saymak çok yaygın bir alışkanlık olmuştur.
Bu, bir bakıma doğru, bir bakıma da yanlıştır. Rönesans dinsel
bağnazlığın egemenliğini kırdığı ölçüde, kuşkusuz,
bilimin gelişimi için yararlı olmuştur. Fakat bunun da ötesinde
Rönesans’ın simgelediği uyanış ve atılım, bilimsel
gelişmenin muhtaç olduğu koşulların başında gelir. Bu dönemin
özelliği nedir? Fransız tarihçisi Michelet, Rönesans’ı
“dünyayı ve insanı keşfetme girişimi” diye niteler.
Rönesans’la ortaya çıkan canlı atılımda ilk bakışta
birbiriyle bağdaşır görünmeyen iki hareket ayırt edilebilir:
1-) Dünyaya açılma, yeni ülke ve toplulukları keşfetme, 2–)
“İnsanın esası ile ona kişilik veren değer ve özellikleri”
antik dönemin sanat ve düşünce ürünlerinde arama.
Birinci hareketin bilimsel önemini belirtmeye gerek yoktur.
İkinci harekete gelince, bu geriye dönüşün, ileriye dönük
bilimle ilgisi tartışma götürür bir konudur. Gerçekten salt
bilim açısından Rönesans’ı bir yeniden uyanış saymak
olanaksızdır. Sanat ve edebiyatta son derece canlı ve üretken
olan bu dönem, bilim için tam bir durgunluk dönemidir, denebilir.
Gerçekte, batı biliminde asıl uyanışın iki dönemi vardır ve
Rönesans bu iki dönem arasında yer alır. Birinci dönem, 11.
yüzyılın ikinci yarısında Arap kaynaklarından yararlanarak
antik bilim ve düşünceyle temas kurma biçiminde ortaya çıkmıştır.
İkinci dönem, 16. yüzyılın sonlarında başlayan, bir
yandan deneye, öbür yandan matematiğe dayanan modern bilim
dönemidir. Rönesans bu iki dönem arasında “Orta Çağların
çözülüşü” niteliğindeki bir harekettir.
Rönesans’ın önde gelen isimlerini bir ölçüde “bilim
karşıtı” olarak değerlendirmek bile mümkündür. Leonardo da
Vinci dışında, o dönemin yetiştirdiği seçkin kafaların hemen
hemen hiçbiri bilime yönelik olmadığı gibi hümanistlerde bilime
karşı yer yer kendini gösteren bazı eğilimlere bile rastlamak
mümkündür. O dönemin ünlüleri sanat, tarih, politika
alanlarında yetişmiştir. Bilime karşı kayıtsızlık kendini
başka şekillerde de göstermiştir: Gerek matbaanın ortaya çıkışı,
gerekse coğrafi keşifler, ilgi toplamak şöyle dursun, bir tür
kuşku ve yargılama konusu olmuştur. Günümüzde sanat
çevrelerinin sinema ve televizyon gibi şeylere gösterdikleri
küçümseme, Rönesans hümanistleri arasında matbaaya karşı
gösterilmişti. Aynı şekilde göz kamaştırıcı büyük keşifler
(örneğin Kolomb’un Amerika’yı keşfi) de hümanistler üzerinde
etkisiz kalmıştır.”
Rönesans’ın ikinci döneminde önemli sayılabilecek
bilimsel etkinliklerde bulunan başlıca araştırmacı N.
Kopernik’tir (1473- 1543). Polonya’da doğan ve zengin bir tüccar
olan babasını 10 yaşında kaybeden Kopernik’i, ünlü bir din
adamı olan dayısı yanına alır. Daha sonra Ermeland piskoposu
Waczenrode’nin teklifi ile 1497’de Fromboik kilise kuruluna
seçilmesiyle, hayat boyu sürecek bir ekonomik güvenceye kavuşan
Kopernik, 1501 yılında özel bir izin ile İtalya’ya gider ve
oradaki üniversitelerde eğitim görür. O dönemde, henüz bu günkü
anlamda uzmanlaşmalar henüz başlamamış olduğundan, öğrenim
süreleri oldukça uzundu.
Kopernik, klâsik kültür, matematik, astronomi, tıp, hukuk,
ekonomi ve özellikle ilahiyat alanında eğitim gördü. Çağının
diğer aydınları gibi o da çok yönlü bir düşünürdü: Bir
yandan bir hekim olarak hastalarını tedavi ederken, diğer yandan
ekonomi konusunda yazılar yazmakta ve Polonya hükümetine mali
danışmanlık yapmaktaydı. Ayrıca bilimsel araştırmalarda
ihtiyaç duyduğu araçları bizzat kendisi imâl etmekteydi. Bir
siyaset bilimci olarak da başarılı olan Kopernik, ülkesini temsil
eden bir diplomat olarak bir barış konferansına da katılmıştı.
Din adamı olarak konuşmalar yapan, yazılar yazan Kopernik, boş
zamanlarında da şiir ve resimle uğraşmaktaydı. Tüm bunlara
karşılık, onun ilgi duyduğu konuların başında matematik ve
astronomi gelmekteydi. Ancak uğraşı alanının genişliği ve
imkânların sınırlılığı gibi nedenlerden dolayı, Kopernik’in
çok fazla astronomi gözlemi yapamamış olduğu bilinmektedir.
Zaten onu bilim tarihinde üne kavuşturan şey yeni ve orijinal
keşifleri değil, mevcut bulunan iki rakip güneş sistemi modeli
arasında yaptığı tercih ve bu tercihini savunma tarzı olmuştur.
Batlamyus’un yer merkezli güneş sistemi modeli,
Rönesans’ın başladığı yıllara gelindiğinde, kilise
otoriteleri tarafından artık tam ve mutlak bir dini dogma hâline
getirilmişti. Dünyanın, kâinatın merkezi olduğu ve diğer
gezegenlerle güneşin de onun çevresinde dolaştığı
varsayımlarına dayanan bu modele karşı çıkmak; dine, daha
doğrusu Kilise otoritesine karşı çıkmakla bir tutulmaya
başlanmıştı.
Kopernik’in Bologna’daki astronomi ve matematik hocası
Dominico Novaro, benimsemiş olduğu Yeni Platoncu yaklaşımı
nedeniyle Batlamyus’un sistemini açıkça eleştirmekteydi.
Pythagorasçı düşünür ve bilim adamları da bu eleştirilere
katılmaktaydı. Onlara göre kâinatla ilgili tüm gerçekler,
öncelikle basit, uyumlu ve estetik açıdan zarif bağıntılar
hâlinde ifade edilebilir olmalıdır. Batlamyus’un sistemi, bu
özellikleri taşımadığı için geçerli olamaz. Kopernik’in
konuyla ilgili görüşlerini dile getirdiği “Göksel Kürelerin
Dönüşü Üzerine” adlı kitabının hazırlanmasında hocası
Novaro’nun etkili olduğu açıktır.
Kendisi de bir din adamı olduğu ve Kilise otoritelerinin
konu üzerindeki hassasiyetini bildiği için Kopernik, kitabını
yayımlamaya uzun bir süre cesaret edemez. Ancak, sonunda
dostlarının ısrarına dayanamayıp, günün birinde, yine bir din
adamı olan arkadaşı A. Osiander’in imzasız olarak eklediği bir
önsöz ile kitabı bastırmasına izin verir. Dünyanın güneş
çevresinde döndüğü gerçeğinin dile getirilişinin doğuracağı
tepkileri önlemek amacıyla Osiander, eklediği ön sözünde,
kitapta yer alan bu ifadenin, gerçeği yansıtan bir model olarak
değil, sadece gezegenler ile ilgili matematiksel hesapları
kolaylaştıran bir varsayım olarak görülmesi gerektiğini söyler.
O yıllarda reform yanlılarının yoğun tenkitleriyle karşı
karşıya bulunan Roma Katolik Kilisesi oldukça geniş bir hoşgörü
maskesinin arkasına sığınmış durumdaydı. Bu nedenle, kitabı
yayımlamadan önce, muhtevasını el yazması denemelerinden
öğrenmiş olan Hıristiyan liderler içinden en büyük tepki
Roma’dan değil, reformcu önderlerden geldi. Martin Luther,
Kopernik’i şu sözler ile kınamaktaydı: “Bu budala, tüm
astronomi bilimini tersyüz etme hevesindedir. Oysa, Kutsal Kitap
bize, Tanrı’nın güneşi değil, yerküreyi sabit tuttuğunu
söyler.” Reformun daha radikal tutumlu diğer lideri Calvin de
İncil’e atıfta bulunarak şu soruyu sorar: “Kopernik’i
hangimiz Kutsal Ruh’tan daha üstün görebiliriz?” Kopernik,
reformcuların bu sert tutumu nedeniyle Roma’ya yönelme ve ünlü
kitabını, Papa Paul III’e ithaf etme gereğini duyar.
Kopernik, Kilise çevrelerinin tepkilerini yatıştırmak
amacıyla, diğer yandan da, onların dogmalarının oluşumuna
vaktiyle önemli katkısı bulunan Platon’un prestijinden
yararlanmaya çalışır. Bu gayeyle yazdığı bir “savunma”
metninde “Birisi çıkar da, yerkürenin günlük dönüşünden
başka bir diğer hareketinden daha söz ederse, buna hiç şaşmamalı.
Rivayete göre, iyi bir matematikçi olan Pythagorasçı Philolaus,
yerkürenin hem kendi ekseni etrafında döndüğünü hem de başka
türden hareketler yaptığını söyleyince, Platon, kendini
tutamayıp, onunla görüşebilmek için hemen İtalya’ya doğru
yola çıkmış...” diyerek, heliosentrik sistemin orijinini
Platon’a kadar uzatır.
Aslında, Kopernik’in kitabı genel
özellikleriyle yalnız Platon’un değil Aristoteles’in
öğretilerini de çağrıştırır. Bu durum, kitabın başlıklarına
şöyle bir göz atmakla bile kolayca müşahede edilebilir: “Evrenin
Küreselliği, Arzın Küreselliği, Gök Cisimlerinin Düzgün
Dairesel Hareketleri, vb.” Kitabın, Aristoteles astronomisinden
tek farkı, güneşle dünyanın yerlerindeki değişmedir. Bunun
dışında, bir bütün olarak sistem, Batlamyus’unkine son derece
benzer ve en az onunki kadar karmaşıktır. Gezegenlerin hareketi
yine aynı ortak merkezli kürelerin dönüşü şeklinde ele
alınmakta, sadece kürelerin sayısı 70’den 60’a
indirilmektedir. Aslında batı düşünce tarihinde Kopernik’in
adıyla anılan yenilenme ve atılım hamlesini bizzat onun ünlü
eserinde müşahede etmek pek mümkün değildir. Bu hamlenin ilk
adımları onun tarafından atılmış olsa da, hızlandırılarak
tamamlanmasında Galileo ve Newton gibi bilim adamlarının payı çok
daha büyük olmuştur.
Katolik Kilisesi,
Kopernik’in basımını 1543’e kadar tehir ettiği ve ancak,
yatmakta olduğu ölüm döşeğinde ruhunu tesliminden kısa bir
süre önce görülebildiği sanılan kitaba, 1610 yılına dek açık
bir tepki göstermez. Çünkü yazarının ve yayımcının ustaca
yönlendirmeleri sayesinde Kilise ve onun öğretilerine sadakatle
bağlı bulunan pek çok kişi, Kopernik sistemini, olgusal olmayan,
ancak astronomi hesaplarını kolaylaştıran bir varsayım olarak
görmekteydi. Hatta, kitabın basımından önce geniş bir dinleyici
kitlesi önünde onu tanıtan bir konuşma yapan Kopernik’i
dinleyen ve görevi Papa adına düşünürlerin görüşlerini
adlandırmak ve sınıflandırmak olan Kilise Kitap Tasnif Komisyonu,
bu kitabı “Pythagoras Prensibine Uygundur” notuyla kodlamıştı.
Ayrıca kitap pek öyle kolayca anlaşılır türden de değildi.
Çünkü, Kopernik açıklamalarını daha çok matematiksel
ifadelerle yapmış ve en büyük desteği de matematikçilerden
beklemişti. Ne yazık ki zamanın matematikçilerinden çok azı bu
sistemi kabul etti.
Matematikçilerin esirgediği desteği Kopernik’e filozof G.
Bruno sundu. Bruno ayrıca yer merkezli güneş sistemine Epikür’ün
sonsuz kâinat anlayışını ekleyerek, durağan yıldızların
tamamının birer güneş olduğunu ve sonsuz sayıdaki bu güneşlerin
her birinin çevresinde uyduların bulunduğunu da ileri sürdü.
Aristoteles’in madde anlayışını de eleştiren Bruno, sözlerine
İncil’in cahil halk için yazılmış olduğunu ve onların
inkârını önlemek amacıyla İncil’de bulunan tabiata ait
açıklamaların kitlelerin düşük bilgi ve zekâ düzeyine uygun
olduğunu da ekledi. Bruno, Kilisenin gazabından korunmak için
Dominiken tarikatına girse de, dile getirdiği düşüncelerine
karşı giderek büyüyen tepkilerin doğmaya başladığını
görünce, korkarak İtalya’dan kaçar ve sırasıyla Paris,
Cenevre ve İngiltere’ye sığınır. Fakat gerçekte bir hain olan
bir öğrencisinin görünüşte samimi olan davetine uyarak
Venedik’e geldiğinde, onun ihbarıyla engizisyon görevlilerince
yakalanır. Dinsizlikle suçlanan Bruno’ya hapishanelerde 8 yıl
dayanılmaz maddi ve manevi sıkıntılar çektirilir. Birçok
defalar tövbe etmesi istendikten sonra, onun sarsılmaz bir azimle
her defasında "Ben doğru bildiğim yoldan ayrılmam!”
cevabını vermesi üzerine, engizisyon sonunda o ünlü ve korkunç
“kan akıtılmadan ölüm” cezasını bu defa, Bruno için
verdi. Ve Bruno 1600 şubatında, Roma’daki Campo dei Fiori
meydanında diri diri yakıldı.
Bu ve benzeri olaylar üzerine Kilise, Kopernik’in kitabıyla
ilgili kanaatini gözden geçirdi ve bu yeniden değerlendirme işlemi
sonunda, ondaki görüşlerin aslında dogmalarına aykırı
düştüğüne ve Kopernik’in de gizli bir ateist olduğuna karar
verdi. Daha önceden ölmüş olduğu için Kopernik, Bruno’nun
akıbetine maruz kalmaktan kurtulmuştu.
Kopernik’in batı bilim tarihinde ilk adımını attığı
bu hamleyi bir sonraki noktaya taşıyan – aslında niyeti öyle
olmasa da – Tycho Brahe (1546 – 1601) adlı Danimarkalı bir
araştırmacı oldu. Kopernik başarılı bir matematikçi ve
fırsatları iyi değerlendiren bir teorisyen iken, bir gözlemci
olarak pek başarılı sayılmazdı. Birçok bakımdan Kopernik’e
zıt özellikler taşıyan Tycho ise mükemmel bir gözlemci, ancak
zayıf bir matematikçi ve teorisyen olarak düşünce tarihine
geçmiştir. Ancak bu iki araştırmacının bazı benzer yönleri de
yok değildi: İkisi de aslında yenilikçi olmaktan çok,
alabildiğine muhafazâkardı. Kopernik, elinden geldiğince yerleşik
sistemi korumayı arzuladığı hâlde, çevresindeki Yeni Platoncu
akım sonunda, ister istemez onu heliosentrik görüşe itmişti.
Belki de başlangıçta o, sadece dünyayı gezegen saymakla
çembersel sistemi basitleştirmeyi amaçlamıştı. Tycho da
Aristoteles sistemini korumayı hedeflemişti. O kadar ki,
Kopernik’in tüm açıklamalarına rağmen o, yer kürenin hareket
ettiğini asla kabul etmedi. Ama korumaya çalıştıkları sistemin
yıkılmasında gerek Kopernik’in, gerekse Tycho’nun payı büyük
oldu: Kopernik, Aristoteles sistemi içinde dünya ile güneşin
yerlerini değiştirerek, Tycho’da iki ilginç gözlemiyle, bu
konuda kendilerinden sonra son sözü söyleyeceklerden biri olan
Kepler’e gerekli materyali hazırlamış oldular.
Tycho, öğrencilik yıllarında meydana gelen bir güneş
tutulması olayından sonra astronomiye merak saldı ve Batlamyus’un
sistemini incelemeye koyuldu. Kendi imâl ettiği araçlarla
gözlemler yapmaya başladıktan sonra Kopenhag, Leipzig, Wittenberg,
Rostock ve Basle Üniversitelerini dolaşarak matematik ve astronomi
eğitimi aldı. Yurduna dönünce kralın sağladığı imkânlarla
Kopenhag’a yakın bir adada ünlü rasathanesini kurdu. Burayı,
zamanın şartlarına göre oldukça duyarlı ve gelişmiş araçlarla
donattı.
Tycho, Kopernik’in görüşlerini reddetmişti. Çünkü,
ona göre yerküre gibi ağır ve büyük bir kütlenin uzayda
hareket etmesi hem fiziksel yönden-hem de İncil’de mevcut
beyanlar açısından-mümkün olamazdı. Dünyanın
hareketsizliğiyle ilgili klâsik “argümanlar” onun için tam
olarak geçerliydi. Bunlardan özellikle üzerinde durduğu da,
yıldızların izafi konumlarını muhafazalarıyla ilgili olanıydı.
Eğer dünya gerçekten hareket etmiş olsaydı, yıldızların sabit
görünmemesi gerekirdi. Kopernik, görüşteki bu tuhaflığı
yıldızların, tahminlerimizden çok daha uzakta olmalarıyla
açıklamıştı. Kopernik’e göre, eğer yıldızlar, söylendiği
gibi yakın olsalardı, yerkürenin güneşin çevresindeki dönüşü
sırasında onların bize yer değiştirir gibi görünmeleri
gerekirdi.
Oysa herhangi bir yer değiştirme göze çarpmıyordu ve
Tycho da, mevcut araçlarıyla bu hususu kesin olarak
aydınlatabilecek durumda değildi. Nitekim, son derece küçük olan
bu yer değiştirmeler ancak 19. yüzyılda kesin olarak ortaya
konulabilecektir. Öte yandan Tycho’ya göre Batlamyus sistemi de
bazı yetersizliklerden uzak değildi. Bu nedenle o, her iki sistemin
doğrularını bünyesinde bağdaştıran ve aynı zamanda
yıldızların yer değiştirmesini de gerekli kılmayan yeni bir
model kurdu. Buna göre güneş ve ay, merkezde sabit duran dünya
çevresinde dönerken, gezegenler de güneşin etrafında
dolaşmaktadır.
Bu model, bir yandan Kopernik sisteminin matematiksel
sadeliğini, öte yandan da kilisenin resmi görüşü olan
Aristoteles kozmolojisi elden geldiğince muhafaza amacına
yöneliktir. Ne var ki, başlangıçta oldukça fazla taraftar
toplayan bu model kısa sürede çekiciliğini yitirerek, unutulmaya
terk edildi. Keplerden itibaren tüm seçkin astronomlar için
geçerli model, Kopernik’inki olacaktır.
Tycho’nun asıl önemi, bir gözlemci olarak
gerçekleştirdiği titiz çalışmalarda kendini gösterir.
Kullandığı cihazlar duyarlı ve güçlü, uyguladığı metot da
dakik ve duyarlıdır. Tycho, bu şekilde elde ettiği birçok
gözlemin ayrıca ortalama değerlerini de hesaplayarak daha geçerli
sonuçlar elde etti.
Tycho’nun gezegen ve
yıldızların konumlarını belirleyen gözlemlerinden başka, hiç
istemediği hâlde sonuçları, Aristoteles kozmolojisi hakkında
ciddi şüphelere yol açan iki önemli gözlemi daha oldu.
Aristoteles’e göre gökcisimleri tamamen mükemmel, kusursuz ve
değişmez varlıklardı. Oysa 1572’de Cassiopeia yıldız
kümesinde Tycho, yeni bir yıldızın ortaya çıkışına şahit
oldu. Süpernova türünden olan bu yıldız, belirsiz ve uzak yaşlı
bir yıldızın bünyesinde vuku bulan bir patlama neticesinde
oluşmuştu. Kısa bir süre boyunca en parlak yıldızlar gibi
parladıktan sonra giderek solmuş ve nihayet gözden kaybolmuştu.
Bu tür süpernovaların ortalama 300 yılda bir gözlenebildiği
düşünülürse, Tycho’nun böyle bir fırsat bulmuş olmasının
son derece iyi bir şans sayılması gerektiği ortaya çıkar.
Yıldızın yerini belirlemeye çalışan Tycho, onun, diğer
yıldızlar arasındaki konumunun değişmediğini görür. Bu ise
onun, Aristoteles’in değişmez ve yetkin saydığı yıldızlar
küresinde bulunduğu anlamına gelmektedir.
Tycho’nun Aristoteles kozmolojisine ters düşen ikinci
gözlemi, kuyruklu yıldızlarla ilgiliydi. Aristoteles, kuyruklu
yıldızların dünyanın atmosferinde yer aldığını öne
sürmüştü. Oysa Tycho’nun 1577’de yaptığı gözlemler, bu
gök cisimlerinin sadece çok daha ötelerden geldiğini göstermekle
kalmayıp, onların gezegenleri kapsayan ve aşılmaz olduğu sanılan
kristal küreleri bile geçtiğini de ortaya koymuştu.
Kopernik’in matematiksel modeli ve Tycho’nun gözlemleriyle
batı bilim dünyasındaki itibarı iyice zedelenen Aristoteles
sistemine son darbeleri J. Kepler (1571 – 1630) ve İ. Newton (1642
– 1727) indirmişlerdir. Kepler’in bu bilimsel gelişmeye
katkısı, güneş sistemiyle ilgili olarak ortaya koyduğu verilerle
Newton’un kapsamlı bilimsel teorisine zemin ve malzeme hazırlamak
şeklinde olmuştur.
Kepler, astronomiyi ilk olarak, o zamanlar çok moda olan
astroloji takvimleri düzenlerken tanımış ve öğrenmişti. Kısa
bir süre sonra Kepler, astronomi alanında çalışmayı, âdeta bir
tür ibadet duygusu ve coşkusuyla gerçekleştirilen bir faaliyet
olarak görmeye başlamış ve bu kanaat onu ömrü boyunca
yönlendirmişti.
Kepler, Tübingen Üniversitesinde öğrenciyken, Kopernik
sistemini yakından inceleme imkânı bulur ve ondaki yalınlık ve
ahenk kendisini âdeta büyüler. Kepler bu duygularını şöyle
dile getirir: “Bu sistemin doğruluğunu ruhumun en derin köşesinde
duydum ve onu tüm kalbimle onayladım. Sonra ondaki sonsuz güzelliği
tarif edilmez bir hazla temaşa ettim.” Kepler’in o sıralar
henüz yeterince doğrulanmamış olan ve çeşitli tenkitlerle
örselenen Kopernik modelini benimsemesinde onun mistik eğilimlerinin
de etkisi olduğu açıktır. Çünkü daha öğrenciyken, güneşle
ilgili olarak şunları yazmıştı: “...Kâinattaki tüm cisimler
içinde en yüce, en büyük ve tamamen saf nur olan güneştir.
Güneş her şeyin kaynağı, yöneticisi ve ısıtıcısıdır.
Kâinatın zengin, tükenmez ve katıksız ışık çeşmesi olan
güneş; hareketiyle gezegenlerin sultanı, dünyanın kalbi, güzel
gözü, en Yüce Tanrı katında da meleklerin konaklamasına lâyık
makamdır...” Kopernik sistemiyle tanışmasından sonra Kepler’in
güneşe bakışı, bu yeni bilgiler ışığında bir değişim
geçirir: “Artık güneş, durağan yıldızlar ve aralarını
dolduran esir, onun için, üç manevi varlığın sembolleridir:
Teslis inancı çerçevesinde güneş ‘baba’, sabit yıldızlar
alanı ‘oğul’, esir de güneşin bir dizgin gibi gezegenleri
yönlendirmekte kullandığı ‘Ruhul Kudüs’tür.”
Kepler’in 1597 de yayımlanan ilk kitabı “Astronominin
Sırları” incelendiğinde, yine yazarının mistik eğilimleri
açıkça görülür: Pythagorasçı’lar gibi Tanrı’nın kâinatı
en yalın sayı sistemine göre yarattığına ve Platon gibi gezegen
yörüngelerinin yarıçapları arasında basit sayısal ilişkiler
bulunduğuna vurgular yapılmakta; düzgün çokyüzlü geometrik
cisimlerin özelliklerinden hareketle gezegen sayısının altı
olması gerektiği öne sürülerek, yörüngelerin ideal boyutları
gösterilmeye çalışılmaktadır. Kepler, bu buluşlarıyla
Tanrı’nın yüceliğini örten örtüleri kaldırıp, O’nun
sonsuz büyüklüğünün kavranması için bir kapı açtığına
inanmaktadır.
Kepler’in bu kitabı, onunla Tycho Brahe arasında bir
dostluğun kurulmasını sağladı: Prag gözlemevinde Tycho’nun
asistanı olarak çalışmaya başlayan Kepler, onun kısa bir süre
sonra ölmesi üzerine “Kraliyet Matematikçiliği” görevini
üstlendi ve ustasının büyük bir sabır, dikkat ve özenle
topladığı gözlem sonuçlarından faydalanma imkânı buldu.
Böylece, kaderin garip bir tecellisiyle Kepler, aslında Tycho’nun
Kopernik sistemini yanlışlamak amacıyla toplamış olduğu
verileri, bu sistemi doğrulamak için kullandı.
Kepler, bu bulguları, 1609 da yayımlattığı “Yeni
Astronomi” adlı kitabında şu iki genelleme ile dile getirdi: 1-)
Bir gezegen, odaklarından birinde güneş bulunan elips şeklinde
bir yörünge izler. 2-) Bir gezegeni güneşe bağlayan bir doğru
parçası, eşit süreler içinde eşit alanlar tarar.
Kepler, 1618’de bunlara,
üçüncü bir genelleme ekledi: 3-) Bir gezegenin yörüngesinin
tamamını dolaşması için geçen sürenin karesi (T2),
onun güneşe olan ortalama uzaklığının küpü (r3
)
ile orantılı olup, r3/
T2
gezegenlerin
hepsi için aynıdır.
Kepler’in Tycho’ya veya kendisine ait sınırlı sayıda
gözlemden, tüm güneş sistemini kapsayan bu genellemelere nasıl
ulaştığını ve bu sonuçları nasıl test edip, doğruladığı
henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmamış olan hususlardır.
Kepler’in hazırladığı materyali de kullanarak, bir benzerini
ancak yıllar sonra A. Einstein’ın gerçekleştirebileceği bir
bilim abidesi ortaya koymuş olan ve düşünce tarihinin en büyük
bilim adamlarından biri olan Sir İ. Newton’un çalışmalarını
ele almadan önce, Newton’un doğduğu gün hayata veda etmiş olan
Galileo Galilei’de de söz etmek uygun olacaktır.
Galileo (1564-1642) modern bilimin başlamasında ve son üç
asırdaki hızlı gelişiminde büyük katkıları olan bilim
adamlarından biridir. O, yalnız astronomi araştırmalarına hız
ve derinlik getirmekle kalmamış, ayrıca Aristotelesçi dogmalardan
modern fizik bilimine geçişte Newton’un tamamlayacağı 17.
yüzyıl hamlesinin de başlatıcısı olmuştur. Galileo, aynı
zamanda, tümevarım ve tümdengelim yaklaşımlarını birleştiren
modern hipotetik-dedüktif yöntemi bilimsel araştırma alanında
yaygınlaştıran düşünürdür. O, deney ve gözlem ile elde
edilen verilerin matematiksel yorumuna büyük bir önem vermiştir.
Çünkü, Galileo’ya göre tabiat, gözlerimizin önünde
incelememiz için sayfaları açık tutulan bir kitap gibidir. Ancak
bu onun okunup, anlaşılabilmesi için, yazılı olduğu dili bilmek
gerekir. Bu kitap matematik diliyle yazılmış olup, harfleri
üçgenler, kareler gibi matematik nesnelerdir. Bu nedenle
matematiğin yardımı olmaksızın, tabiat kitabı anlaşılamaz.
Galileo’nun, Kepler’in girişimini sürdürerek önerdiği
sistemi yeni bulgularla teyit etmesinden sonra, Newton’un
çalışmaları için uygun bir ortam hazırlanmış oldu. Kepler,
gezegenlerin güneş etrafında çembersel değil, elips biçiminde
yörüngeler çizdiklerini; düzgün değil, değişen hızlarda
hareket ettiklerini söyleyerek Aristotelesçi tabiat biliminin iki
önemli önyargısını sarsmıştı. Bu tabiat biliminin sağduyuya
uygunmuş gibi görünen bir diğer ilkesi de cisimlerin hareketiyle
ilgiliydi. Aristoteles bu prensibi “hareket hâlindeki bir cisim
itilmez (veya çekilmezse) sonunda durur” şeklinde ifade etmişti.
Bu, ilk bakışta, günlük gözlemlerimize ve sağduyumuza uygun
görünen bir önerme olmakla birlikte, aslında, yanlıştır.
Çünkü, hareket hâlindeki bir cismin durması, ters yönde
itilmesinden değil, onun hareketine zıt yönde etkileyen bazı
kuvvet veya direnç faktörlerinden ileri gelir. Eğer bu faktörler
ortadan kaldırılabilirse, hareket de sürüp, gidecektir: Nitekim
pürüzsüz veya sürtünmesiz ortamlarda hareketin çok daha uzun
sürdüğü görülmektedir. Bu demektir ki tüm engellerin
giderileceği ideal bir durumda, hareketli bir cismin hareketi hiç
sona ermeyecektir. Fiziğin bu prensibini formüle etmekle Galileo,
Kepler’in sarstığı Aristoteles dinamiğini yıkmakla kalmamış,
bilimsel araştırmaya ve ilerlemeye farklı bir anlayış da
kazandırmıştır.
Galileo, benzer şekilde, cisimlerin düşme olayını da ele
alır ve yoğunlukları ne olursa olsun, ideal ortamlarda cisimlerin
aynı yükseklikten aynı süre içinde ineceğini gösterdi. Ayrıca
serbest düşme hareketinin sabit hızla değil, ivmeli olarak vuku
bulduğunu, düşen cisimleri hızlandıran etkenin de yerçekimi
olduğunu ortaya koydu.
Galileo, böylece fiziğin iki önemli prensibini dile
getirmiş oldu. Bunlardan birincisi “eylemsizlik ilkesi” olarak
bilinir ve “her cisim bir dış kuvvetin etkisi olmadıkça,
hareket hâlindeyse bu hareketini aynı hızla ve düz bir şekilde
sürdürür” şeklinde ifade edilir. Bu prensip, daha sonra,
Newton mekaniğinde hareketin birinci yasası olarak tanımlanacaktır.
Galileo’nun ortaya koyduğu ikinci prensip, cisimlerin serbest
düşme ilkesi olarak bilinir ve “Serbest düşen bir cismin
düştüğü mesafe, düşme süresinin karesiyle doğru orantılı
olarak değişir” şeklinde ifade edilir.
Galileo’nun ortaya koyduğu prensipler, yalnız teorik
fizik bilgisinin gelişmesi bakımından değil, uygulama bakımından
da kısa zamanda etkisini gösterir. Koruyucusu ve destekçisi olan
Toscany Dükü’nün yeni savaş tekniklerinin geliştirilmesi
yönündeki arzusunu dikkate alan Galileo, atılan bir merminin
izleyeceği yolu belirlemek için çalışmaya koyulur. Bunun için
daha önce ortaya koymuş olduğu iki prensipten ustaca faydalanan,
Galileo, teorik bilginin uygulanma potansiyeline ve değerine de
güzel bir örnek vermiş olur. Atılan bir merminin izlediği yol
incelendiğinde, bunun aslında iki ayrı hareketin bir bileşimi
olduğu görülür: Bunlardan birisi doğrusal ve düzgün
nitelikliyken, diğeri de dikey bir düşme hareketidir. Birinci
hareket eylemsizlik ilkesine, ikincisi ise serbest düşme prensibine
göre gerçekleşir. İkisinin bileşimiyle ortaya çıkan harekette
cisim, parabol şeklinde bir yörünge izler.
Galileo, astronomi alanına da değerli katkılarda
bulunmuştur. Kendi imâl ettiği bir teleskopla ayın yüzeyinin,
eskiden beri sanıldığı gibi kusursuz ve pürüzsüz değil;
kayalıklar, çukurlar, dağlar ve vadilerle kaplı olduğunu
göstermiş, samanyolunun da pek çok sayıda yıldızdan oluşan bir
yıldız topluluğu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Klâsik
kozmolojinin gezegen sayısını yediyle sınırlandıran varsayımını
da Galileo, gözlemleriyle tarihe gömmüştür. Galileo,
teleskopuyla yaptığı tetkiklerle, Venüs gezegeninin, tıpkı ay
gibi, değişik görüntüler sergileyeceğini söyleyen Kopernik’i
teyit etmiştir.
Ancak, ne yazık ki Galileo’nun tüm bu verimli ve başarılı
çalışmaları ile buluşları, dini ve akademik çevrelerde
asırların pekiştirmiş olduğu bazı önyargılara açıkça ters
düşmüştü. Pauda Üniversitesi’ndeki profesörler “şeytani
bir şey” olarak nitelendirdikleri teleskopla göklerin
incelenmesine şiddetle karşı çıktılar. Onlardan biri,
Galileo’nun “sihir ve efsunla yeni gezegenler ortaya çıkardığını”
iddia ederken, diğerleri spekülatif akıl yürütme teknikleriyle
onun gözlem sonuçlarının “niçin doğru olamayacağını”
göstermeye çalışmaktaydı.
Sonunda işe engizisyonun
korkunç hakimleri de karıştı ve Galileo yargılandı. Araya giren
Papa Paul V’in
yargıçları uyarması sayesinde “dinsizce düşüncelerinden
vazgeçmesi ve bunları başkalarına öğretmemesi” şartıyla
Galileo, Bruno’nun akıbetine uğramaktan kurtuldu. Galileo’nun
canını kurtarabilmek için, buluşlarından hiç kimseye
bahsetmemeye söz vermesi, Papayı öylesine memnun etti ki, onu
huzuruna kabul ederek bu davranışını övdü ve kendisine “yaşama
garantisi” bile verdi.
Ancak 1632’de yayınlanan yeni kitabı Papa’yı tekrar
öfkelendirdi. O sıralar yaşı 70’e ulaşmış olan ihtiyar
Galileo, bu defa tutuklu olarak mahkemeye sevk edildi. Tüm bilimsel
başarı ve buluşları, sanki korkunç birer suçmuş gibi
yargılanan yaşlı bilim adamı, “bu dinsizce düşüncelerinden
tövbe etmemesi hâlinde çok ağır bir cezaya çarptırılmak”
ile tehdit edildi. Çaresizlik içinde, üzerine tövbekârlara has
bir kıyafet giyen Galileo, dizleri üzerinde çökmüş bir durumda
bir elini incilin üzerine koyarak her bir buluşunu tek tek inkâr,
ret ve bunlardan doğmuş günahları için de tövbe etti.
Bu ağır manevi cezadan başka, yaşlı bilgin ayrıca, diğer
düşünürlere göz dağı olması amacıyla, engizisyonca ileride
belirlenecek olan süre dolana kadar hapse atıldı. Üç yıl
boyunca her hafta bir tövbe metni okumak zorunda bırakılan Galileo
daha sonra cezasını evinde tamamlamak üzere Arcetri’ye sürgün
edildi. Arkadaşlarıyla görüşmesine ancak 1637 yılında gözleri
kör olduktan sonra izin verilmesi, başlı başına yeni bir
psikolojik ceza gibiydi. Kilise 1642’de ölen Galileo’nun
Hıristiyan mezarlığına gömülmesini de yasaklayarak, yakınlarını
da cezalandırmış oldu.
Ancak, kilisenin özgür
düşünceyi ve bilimsel ilerlemeyi önleme gücü, bundan sonra
giderek zayıflayacak ve nihayet bir süre sonra da tamamen ortadan
kalkacaktır. Ve böylece sonuçta, Lagrange’ın “Kimse
onun ün ve yüceliğine erişemeyecektir, çünkü keşfedilecek tek
bir kâinat
vardır!”
sözleriyle övdüğü Newton’un muhteşem çalışmalarını özgür
bir ortamda gerçekleştirebilmesi, tüm insanlık için büyük bir
şans olacaktır.
Galileo’nun öldüğü yıl dünyaya gelen İ. Newton
(1642–1727) çoğu bilim tarihçisi ve düşünür tarafından
gelmiş geçmiş en büyük ve en başarılı bilim adamı sayılır.
Onun fizik, astronomi ve matematikteki çalışmaları ve buluşları
bir bütün ele alındığında, ortaya erişilmesi güç bir başarı
tablosu çıkar. 16. yüzyılda başlayan modern bilim hamlesi
Newton’la yetkin bir düzeye erişir. Ondan önce elde edilmiş
olan bulgular da önemli olmakla birlikte, bunların çoğu dağınık
ve birbirinden kopuk bir durumdaydılar. İlk kez Newton tüm bu
bulguların ve sonuçların tamamını kapsayan dev bir teorik sistem
ortaya koymayı başarmıştır.
Küçük bir çiftlik evinde doğan Newton, başlangıçta çok
başarılı bir öğrenci olarak görülmez. Ancak, 1661 de Cambridge
Üniversitesi’nde öğrenime başlar ve eğitimini üç yıl içinde
tamamlar. İ. Barrow adlı seçkin bir matematik profesöründen ders
alması onun için gerçek bir şans olmuştur. Öğrencisinin
yeteneklerini teşhiste gecikmeyen Barrow, daha sonra kürsüsünün
başına onun geçmesi için 1668’de istifa etmeye karar
verecektir. Newton’un en verimli dönemi, bu göreve başlamasından
önceki yıllara rastlar. Bir veba salgınından dolayı üniversite,
1665’ten 1667 yılına kadar kapalı kalır. Newton, doğduğu
çiftlik evine döner ve burada geçirdiği iki yıl içinde
matematik, optik ve gök mekaniği alanlarındaki buluşlarına temel
teşkil edecek çalışmalarını gerçekleştirir. O, bu kısa
sayılacak dönemde, günümüzde “diferansiyel hesap” olarak
adlandırılan “fluxions” metodunu geliştirir, beyaz ışığın
gerçekte diğer renklerin bileşimi olduğunu gösterir ve hepsinden
önemlisi evrensel kütle çekimi bağıntısına ulaşır.
Voltaire’in Newton’un yeğeninden rivayet ettiği ünlü “düşen
elma” hikâyesi de çiftlikte geçirdiği bu döneme aittir.
Ne yazık ki bu ve benzeri muhteşem keşifler kamuoyuna ancak
yirmi yıl sonra ulaşabilecektir. Newton, içe dönük, gösteriş
ve tartışmadan hiç hoşlanmayan son derece ince ruhlu bir kişiydi.
Pek çok bilim adamının tersine o, buluşlarını yayımlamaktan
hiç hoşlanmamaktaydı. Yakın arkadaşı Halley’in ısrarları
olmasaydı, “Tabiat Felsefesinin Matematiksel İlkeleri” adlı
ünlü eser, belki de hiçbir zaman yazılmayacaktı. Onun bu
ketumluğu o kadar ileri derecedeydi ki, bazı buluşlarından, bu
arada optik alanındaki çok önemli çalışmalarından hocası
Barrow bile uzun süre habersiz kalmıştı.
Newton ilk olarak 1671’de kendi icat ettiği bir yansıtıcı
teleskopu Kraliyet Bilim Akedemisi’ne sunarak kamu önüne çıkar.
Teleskopun büyük ilgi toplaması üzerine Newton, Kraliyet Bilim
Akademisi’ne üye seçilir. Akademiye sunduğu ilk bilimsel tebliği
“o güne dek tabiatın işleyişiyle ilgili olarak yapılmış en
garip felsefi buluş” diye nitelediği ve altı yıl öncesine ait
bir çalışmasının sonucu olduğu hâlde, o güne kadar kimseye
açıklamadığı bir keşfi ile ilgiliydi. Bu buluş beyaz veya
renksiz görünen gün ışığının aslında birçok rengin bir
bileşiminden meydana geldiğini ispatlamaktaydı ve bir çok bilim
adamı için dayanılmaz cazibedeki bir şöhreti kazandırmaya
yetecek önemdeydi. Bu ispat, deneysel olarak açık ve kesin olduğu
hâlde, yine de bazı eleştirilere hedef oldu ve bu durum Newton’u
ciddi biçimde rahatsız etti. Klâsik öğretiye göre renkler,
cisimlerin beyaz ışık üzerindeki bir takım etkilerinden
doğuyordu. Hiç kimsenin o güne kadar adını bile duymamış
olduğu bir gencin ortaya çıkıp, bu klâsik öğretiyi yıkması,
optiğin o dönemdeki otoritelerinin tepkilerine yol açmıştı.
Eleştirilerin çoğu, cevap bile vermeye değmez türdendi. Ancak,
özellikle bu yeni buluşuyla teorileri sarsılan iki bilim adamı
Hollandalı C. Huygens ile İngiliz R. Hooke’un tenkitleri,
Newton’u üzdü. Bu iki bilim adamı Newton’un tartışma
götürmez deney sonuçlarını görmezlikten gelerek kendi
fikirlerinde direniyorlar ve Newton’u ışıkla ilgili kapsamlı
bir teori geliştirmemiş olması nedeniyle de kınıyorlardı.
Newton onların bu tenkitleri üzerine fazla istemeden de olsa,
ışığın parçacıklardan oluşan bir akım şeklinde yayıldığı
şeklindeki hipotezini ileri sürdü.
Oluşan olumsuz ortamdan rencide olan Newton, büsbütün
içine kapandı. Artık onda ne yeni bilimsel araştırmalar yapma,
ne de buluşlarını yayımlama arzusu kalmamıştı. Bu olaydan
öylesine etkilenmişti ki, fizikte yeni bir çığır açan “Optics”
adlı son derece önemli eserini ancak Hooke’un ölümünden sonra
1704 de yayımlatmıştır.
Newton, optik alanındaki çalışmalarıyla sadece bilimin
gelişimine önemli katkılar sağlamakla kalmayıp, bilimsel
ilerlemenin hangi metotlarla mümkün olabileceğini de son derece
yetkin örneklerle göstermiş olur. Bu yeni anlayışa göre bilim,
ne sadece bir olgu toplama ve sınıflama süreci, ne de sadece
a-priori ilkelerden mantıksal sonuçlar çıkarma işlemi değildir.
Artık bilim, kantitatif olarak ifade edilen gözlem ve deney
sonuçlarını, bir temel teorik kavrama bağlayarak açıklama ve
sonra da yeni çıkarımlarla doğrulama şeklinde işleyen bir
hipotetik-dedüktif proses olarak görülmeye başlanmıştır.
Newton’un ortaya koyduğu modern bilim anlayışında amaç;
tabiatın, deneye açık ve akli olan işleyiş ve yapısının,
matematiksel teoriler ile tasviri ve izahıdır. Galileo, münferit
olgu gruplarına bu yöntemi başarıyla uygulayabilmiş, fakat
ortaya koyduğu matematiksel bağıntı, çok dar kapsamlı olduğu
için evrensel bir teori niteliğini kazanmamıştır. İlk kez
Newton, ilk bakışta aralarında herhangi bir ilişki görülmeyen
pek çok olgu türünü (meselâ, bir elemanın yere düşüşünden,
ayın dünya etrafında dönüşüne veya Satürn’ün çevresindeki
halkaların oluşumuna kadar) aynı teorik sistem çerçevesinde
toplama ve açıklama imkânı sunan bir yasa ortaya koyabilmiştir.
Genel olarak bakıldığında, Newton’un “Optics” adlı
çalışmasında, teoriden çok deneyin ağırlık taşıdığı
görülecektir. Ancak bu eserde, Newton çok önemli bazı
(metafizik) çıkarımlarda da bulunur: “Kâinatta gözlediğimiz
tüm bu düzenlilik ve güzellik acaba nereden kaynaklanmaktadır?
Gezegenler eş merkezli ve belirli yörüngeler üzerinde nasıl
böyle düzenli bir şekilde dönebilmektedir? Yıldızları
birbirlerinin üzerine düşmekten alıkoyan nedir? Hayvanların
bedenleri nasıl böyle mükemmel bir sanatla dizayn edilebilmiştir?
Bu uyumlu bedenleri oluşturan organlar, hangi amaçla böyle yerli
yerine konmuştur? Gözün, optik; kulağın, akustik konularına
hakim olmayan birisi tarafından tasarlanması mümkün müdür?
Sonra bu beden nasıl harekete geçer? Hayvanların iç güdülerinin
kaynağın nedir? Tüm bunlar, doğru bir şekilde yorumlandığında,
“maddi olmayan, hayat ve ilim sahibi ve her yerde her an hazır ve
nazır bulunan, gören, bilen ve bilgisi her şeyi kuşatan Yüce
bir varlığın eseri olarak görülmez mi?”
“Tüm maddi şeyler katı parçacıklardan oluşmuş ve ilk
yaratılışta İlim Sahibi bir Varlık’ın tasarısı çerçevesinde
çeşitli şekillerde birbirleriyle birleştirilmişlerdir. Onları
düzene koymak, (kendilerini) Yaratan’a düşer. Bu böyleyken,
kâinat için başka orijinler aramak veya onun tabiat kanunlarıyla
bir kaostan kendiliğinden oluşabileceğini ileri sürmek felsefeye
(gerçekliğin bilgisine) aykırıdır. Kuyruklu yıldızların
eşmerkezsiz yörüngeleri üzerindeki karmaşık hareketleri,
gezegenlerin eşmerkezli yörüngeleri üzerindeki aynı doğrultudaki
düzenli dönüşleri, asla kör tesadüflerle gerçekleşebilecek
olaylar değildir. Güneş sisteminin bu muhteşem yapısı ancak bir
iradenin eseri olabilir. Hayvanların sanatlı beden yapıları da
ayni iradenin tasarımı olmalıdır.”
“Tüm bunlar, güçlü ve
hayat sahibi bir Varlık’ın ilim ve kudretinin tezahüründen
başka bir şey olamaz. O, öyle Yüce bir Varlık’tır ki,
iradesiyle, kâinatı oluşturan sayısız cismi -bizim kendi
irademizle kendi organlarımızı hareket ettirmemizle kıyas
edilemeyecek mükemmellikte-sevk ve idare etmeye muktedirdir. Böylece
O, kâinatın unsurlarını belirli şekillerde birleştirir ve sonra
yeniden şekillendirir. O, maddi olmayan, tek ve bütün bir
Varlıktır ki hiçbir benzeri, parçası veya bölümü bulunmaz.
Kâinatın her unsuru daima onun irade alanı içindedir ve bu
parçaların hareketi, onun ilâhi programının tahakkukuna yönelik
olarak gerçekleşir. O, her bir yaratığını, araya üçüncü bir
şeyin girmesine gerek kalmaksızın kendi dolaysız varlığı ve
idrakiyle bilir.”39
Newton’un gök mekaniği ile ilgili araştırmaları ise
özellikle teorinin büyük bir ağırlık taşıdığı soyut
çalışmalardır. Kepler, gezegenlere ait üç ilke ile güneş
sisteminin işleyişini özetlemişti. Ancak, Kepler’in ortaya
koyduğu bu ilişkilere bakarak “Bu sonuç niçin şöyle değil de
böyledir?” türünden sorulara cevap verilemez. Çünkü bu
ilkeler açıklayıcı değil, ancak tarif ve tasvir edici
niteliktedirler. “Açıklama”, kognitif ve bilimsel açılardan,
“tasvir”den daha üst düzeyli bir prosestir. Açıklama
potansiyeli böylesine yüksek olan bir teorinin ortaya konması için
bilim tarihinde, Newton’u beklemek gerekmiştir.
Her ne kadar, Newton’dan önce de bu yönde bazı adımlar
atılmışsa da, ortaya konan bu fikirler; hem belirli bir teorik
sistem çerçevesine yerleşmekten, hem de soruna matematiksel bir
çözüm getirmekten uzak kalmışlardır. Meselâ, 1645’de bir
Fransız astronom olan İ. Boullian, iki cisim arasında, onları
birleştiren bir hat boyunca etkiyen bir çekme kuvvetinden söz
etmiş, hatta bu kuvvetin büyüklüğünün cisimlerin arasındaki
mesafenin karesiyle ters orantılı olduğunu da ifade etmişti.
1666’da bir başka bilim adamı G. Borelli, belli bir uydunun
merkez kaç kuvvetini, araba tekerleklerinden saçılan çamurları
örnek vererek, uyduyu gezegene çektiği sanılan kuvvete benzetir.
Newton’un soruna eğilmesi, veba salgını dolayısıyla
çiftçilikle geçirdiği 1665-1666 yıllarına rastlar. Newton, yere
düşen cisimlerle gökte dolaşan gezegen ve uyduların
hareketlerinin aynı prensibe göre gerçekleştiği hipotezine
burada ulaşır. Daha önce, düşen cisimlerle ilgili bazı
prensipleri ifade etmiş olan Galileo, bu türden bir ilişkiyi fark
edememişti. Newton bu kadarıyla da kalmayıp, mesafenin karesiyle
ters orantılı olarak değişen çekim kuvvetinin, Kepler’in
üçüncü prensibini açıklayıp açıklamayacağını görmek için
uzun ve karmaşık hesaplara girişir. Sonunda böyle bir çekim
kuvveti kavramının, yalnızca Kepler’in ortaya koymuş olduğu
üçüncü ilkeye değil, ayrıca bir çok farklı ilişki ve
çıkarımı da açıklayacağını görür. Ne var ki Newton, bu
genç yaşında gerçekleştirdiği bu büyük ve önemli keşfi de
bilim dünyasına açıklamaktan kaçınır.
1673’de Hollandalı bilim adamı C. Huygens, sarkaçlı
saatler hakkındaki ünlü kitabının bir nüshasını Newton’a
gönderir. Huygens kitabında, merkezkaç kuvvet ilkesinden de söz
etmektedir. Newton’un bu prensibin, kendisinin 6 yıl önce
ulaştığı genel teorik bağıntıdan matematiksel olarak
çıkabileceğini hemen fark ettiği, o sıralarda yazdığı bir
nottan anlaşılmaktadır. Fakat aradan bir altı yıl daha geçtiği
hâlde Newton kamuoyuna herhangi bir açıklamada bulunmaz. Nihayet,
1679’da yine R. Hooke ile giriştiği bir başka tartışma
üzerine, yeniden çalışmaya koyulur ve kısa bir süre içinde
Kepler’in bulduğu ilk iki prensibin de evrensel çekim teorisinden
çıkarılabileceğini ispatlar. Fakat bulgularını yayınlamaktan
yine kaçınarak o yıllarda, çok daha önemli olduğunu inandığı
metafizik konularda yoğun çalışmalara koyulur.
Bu dönemde, büyük astronom Halley de “mesafenin karesiyle
ters orantılı çekim” hipotezinin Kepler’in üçüncü ilkesini
açıkladığını sezer, fakat tüm çalışmalarına rağmen bunu
ispatlayamaz. Halley, dostu R. Hooke’un da sorunun üstesinden
gelemeyeceğini anlayınca Cambridge’e gelerek Newton‘dan yardım
ister. Newton, geçmişte yaptığı ispatı hatırlar, fakat
hesaplamaların bulunduğu notları kaybetmiştir. Halley’in ısrarı
ve teşvikiyle ispat çalışmasına yeniden başlayan Newton, çok
geçmeden sorunu çözer ve çözümle ilgili bu dokümanlar
1684-1685 döneminde ders notu olarak kullanılır. Halley’in devam
eden desteği ve ısrarıyla bu notlar nihayet, bilim tarihinin en
önemli kitabı sayılan ve Latince yazıldığı için genellikle
“Principia” olarak bilinen “Tabiat Felsefesinin Matematiksel
İlkeleri” adlı eseri oluşturur.
Yoğun bir çalışmayla
kitabını 18 ay içinde tamamlayan Newton, 1685’de yer çekimiyle
ilgili hipotezinin kesin ispatına ulaştı. Buna göre: “Kâinattaki
herhangi iki cisim, birbirlerini kütlelerin çarpımı ile doğru,
aralarındaki mesafenin karesiyle ile ters orantılı olarak
çekerler.” Bu bağıntı, matematiksel olarak şöyle ifade
edilir: F= G. (m1
).(m2
)
/ r2
İşte bu bağıntının
sağladığı çıkarım potansiyeli sayesinde
Newton; bir elmanın yere düşmesinden dünyanın güneş çevresinde
dönmesine kadar pek çok farklı olguyu aynı çerçevede düşünme
ve açıklama imkânını elde etmiştir. Newton’un uzun bir süre
açıklamaktan çekindiği bu bağıntının kapsamını o kadar
geniş, izah edebildiği olguların çeşidi ve sayısı o kadar
fazladır ki, sonunda bağıntı, “Evrensel Çekim Yasası” gibi
muhteşem bir unvan kazanır.
E. Halley’’in teşvikleriyle yazılan Principia, yine onun
yardımlarıyla 1687’de yayımlanır. Basım masraflarının
tamamını Halley öder. Son derece karmaşık olan kitabın çok zor
olan İngilizce’ye tercüme işlemi 1729’a kadar sürer. Kitabını
kasten zorlaştırdığını söyleyen Newton, muhtemelen bu şekilde
matematik bilgisi yetersiz kişilerin sataşmalarından kendini
korumayı amaçlamıştı.
Newton, önsözünde ünlü kitabın
konusunu şöyle belirtir: “Bu çalışmada felsefe (gerçekliğin
bilgisi)nin matematiksel ilkelerini sunuyorum; çünkü, felsefenin
asıl görevi şundan ibarettir: Hareket olaylarından başlayarak
tabiat kuvvetlerini araştırmak ve sonra bu kuvvetlerden, tabiatın
diğer temel olgularını ortaya koymak. İşte kitabın birinci ve
ikinci bölümündeki önermeler bu amaca yöneliktir. Üçüncü
bölümde, kâinat sisteminin açıklamasında bunun bir örneğini
vermekteyim. Önceki iki bölümde, matematiksel olarak ispatladığım
önermeler aracılığıyla üçüncü bölümde, göklerde olup
biten olaylardan cisimleri güneşe ve gezegenlere doğru harekete
geçiren çekim kuvvetlerine ulaşıyorum. Sonunda, bu kuvvetlerden,
diğer matematiksel önermelerime dayanarak gezegenlerin, kuyruklu
yıldızların, ayın ve denizlerin hareketlerini tasvir ve izah
ediyorum.”
Newton, bu sözleriyle
ulaştığı sonuçlardan çok, izlediği metodu dile getirmektedir.
İlk uygulama örneklerini Galileo’da gördüğümüz modern
bilimsel yöntem Newton da tam bir yetkinliğe ve olgunluğa
ulaşmaktadır. Newton, “hareket
olaylarından başlayarak tabiat kuvvetlerini araştırmak ve sonra
bu kuvvetlerden tabiatın diğer temel olgularını ortaya çıkarmak”
ifadesiyle bu metodun esasını belirtmektedir: “Gözlem →
Teori
→
Açıklama ve tahmin”.
Bu yöntemde Newton’un büyük bir
başarı ve verimlilikle kullandığı, fakat sözünü etmediği bir
başka unsur daha vardır: Sezgici ve sentezci muhayyile, ya da
tasavvur gücü. Bu sezgici ve sentezci tasavvur gücünün,
kontrollü gözlem ve deney yöntemi ile başarıyla
birleştirilebilmesi hâlinde sonuçların ne kadar muhteşem
olabileceğinin en iyi örneğini verenlerden biri Newton olmuştur.
Galileo’nun, Kepler’in ve diğerlerinin buluşlarını Newton
gibi başkaları da bilmekteydi. Fakat onları birbirleriyle
irtibatlandırarak tek ve kapsamlı bir teorinin çatısı altında
birleştirmek için bu tür bir muhayyile gerekmekteydi.
Newton’un Principia’da
ulaştığı mekanik ve dinamik alanlara ait sonuçlar şöyle
özetlenebilir: 1-) Hareketin üç temel yasaya indirilmesi ve bu
yasalara dayanarak dinamiğin dedüktif bir sisteminin kurulması.
Hareketin birinci yasası Galileo’nun dile getirdiği ilkenin tümel
bir biçimde ifadesinden ibarettir: Bütün cisimler, engellenmedikçe
aynı hızla aynı doğrultuda hareketini sürdürür. İkinci yasa,
kuvveti, hız veya yön değiştirmenin nedeni olarak tanımlamakta
ve “kütle ile ivmenin çarpımı” olarak ifade etmektedir: F=
(a).(m).
Üçüncü
yasa
“her
etkiye karşı eşit bir tepki vardır” ilkesini dile
getirmektedir.
2-) Temel yasaların dayandığı kavramların tanımlanması.
Newton, yasaları ortaya koymadan önce bazı önemli terimlerin
anlamları üzerinde durur. Meselâ, “kütle”yi bir cismin
yoğunluğu ile hacminin çarpımı; “momentum”u da, hareket eden
kütlenin değerinin, hızıyla çarpımı olarak tanımlar.
3-) Astronomide Kopernik ve
Kepler’in ilk adımlarını attıkları sistemin bilimsel bir teori
olarak kurulması. Evrensel çekim yasasının sağladığı geniş
çerçeve içinde tüm gezegenlerin, uyduların, kuyruklu
yıldızların hareketleri en küçük teferruatına kadar
açıklanabilir. Daha önce nedeni anlaşılamayan ve bir tür
gözlem hatası sayılan yörünge sapmaları bile bu ilkenin
ışığında “beklenir” olgulara dönüşür. Hatta teorinin
yüksek açıklama ve tahmin potansiyeli sayesinde daha sonraları,
o sıralar bilinmeyen gezegenlerin gözlemi bile yapılabilecektir.
Bu ölçüde güçlü ve kapsamlı bir teorinin tarihte başka örneği
yoktur. Newton, Euclides’in geometride yaptığını fizikte
gerçekleştirmiştir: Birkaç
genel ilkeden, daha önce gözlem yoluyla bulunmuş olan birtakım
ilişkilere
dedüksiyonla ulaşma imkânı.
Üstelik bulduğu bağıntı, birbirinden bağımsız görünen
birçok teorik ve empirik ilişkinin (meselâ Kepler’in üç ikesi
ile Galileo’nun serbest düşme prensibi) aynı temel yasanın
mantıksal sonuçları olabileceğini göstermekle; hem tabiatta
evrensel bir birlik, bütünlük ve düzenlilik bulunduğunu; hem de
bilimsel yöntemin başarılı ve verimli bir şekilde tatbikiyle çok
daha kapsamlı ve genel teorik ilkelere ulaşmanın mümkün olduğunu
açıkça ispatlamış oluyordu. Newton teorisiyle, yapısı ve
işleyişi matematiksel olan kâinatı tanıma ve anlamanın da etkin
ve geçerli bir yöntemi bulunmuş oluyordu. Fizikte daha önce
Archimedes’in ilk denemelerinden birini yaptığı aksiyomatik
sistem, Newton’un eliyle tam bir başarıyla kurulmuş oluyordu.
Optics’te olduğu gibi Newton, Principia’da da bazı
önemli metafizik çıkarımlara ulaşmıştır: “Tüm kâinatı
yöneten Varlık, her şeyin üzerindeki mutlak egemenliğinden
dolayı “Lord God” veya “Universal Ruler” olarak adlandırıla
gelir, bu onun yarattıkları üzerindeki hakimiyetini ifade eder.
Yüce Tanrı; ezeli, ebedi, kusursuz, her şeye gücü yeten, her
şeyin sahibi ve hakimi ve her şeyi bilendir.”
“Biz de onu, ancak yarattıklarına yüce Bilgeliği ile
verdiği düzenlilikten ve kâinatı yönetişindeki mükemmellikten
tanır ve biliriz. O’na, kusursuzluğundan dolayı saygı gösterir
ve taparız.”
“Buraya kadar, göklerde ve denizlerde gözlemlediğimiz
fenomenleri, çekim kuvveti yoluyla açıkladık ama henüz bu
kuvvetin nedenini ortaya koymadık. Bu kuvvet, şiddetinde hiçbir
azalma olmaksızın güneşin ve gezegenlerin kütlelerinin ta
içlerine kadar nüfuz edebilmektedir. Bu kuvvet, üzerine etkidiği
cisimlerin yüzeyinin biçim ve büyüklüğüyle değil, bu
cisimlerin kütlesiyle orantılıdır ve her yönde, çok büyük
mesafelere kadar, bu mesafenin karesiyle ters orantılı miktarda
tesir eder.”
“Artık şimdi, tüm
cisimlerin içine girip, orada gizli (potent) bir şekilde durmakta
olan “ruh” hakkında birkaç kelime söylememize izin verilsin.
İşte bu ruhun özelliği ve etkisi sayesinde cisimlerin parçaları
birbirlerini çekip, birbiriyle kaynaşırlar. Yine bu ruhun
etkisiyle elektrikli cisimler çevrelerindeki diğer yüklü
cisimleri iterler veya çekerler; yine de bu ruhun etkisiyle ışık
yayılır, yansıtılır, kırılır ve cisimleri ısıtır. Ama bu
(karmaşık) mekanizma, böyle birkaç kelimeyle açıklanamaz.
Ayrıca bu ruhsal etkiyle tüm bu olayların nasıl
gerçekleştirildiğine dair henüz elimizde yeterince veri de mevcut
değildir.”40
Newton hakkındaki son sözü, yine onun çapında bir bilim
adamı olan Einstein’e bırakmak uygun olacaktır: “Tabiat,
harflerini zahmetsizce okuduğu bir kitaptı, onun için. Gözlem
verilerini düzenlemekte ve yorumlamakta kullandığı kavramlar son
derece tabii ve akıcı bir şekilde sanki kendiliğinden oluşuyor
gibidir. O, tek bir kişiliğin bünyesinde; deneyciyi, teorisyeni,
teknisyeni ve en önemlisi üretken bir sanatçıyı biraraya
getirmişti. Hâlen önümüzde güçlü, emin ve tek başına dimdik
durmaktadır ve daima da öyle kalacaktır...”
Modern Felsefenin Doğuşu: Kıta Rasyonalistleri
René Descartes (1596-1650), bir çok düşünce tarihçisi
tarafından yeni çağ felsefesinin kurucusu olarak gösterilir.
Felsefenin o dönemdeki en temel sorunlarını ilk olarak Descartes
ortaya koymuş ve bunların çözümü yönünde ilk sistematik
girişimlerde bulunan da o olmuştur. Kendisinden sonra gelenler
ancak onun çizdiği çerçeve içinde aynı sorunları tekrar ele
alarak, onlara kendi kişisel yaklaşımlarıyla farklı çözümler
önermişlerdir. Bu yüzden 17. yüzyıl felsefesi bütünüyle bir
Descartesçılık olarak nitelendirilebilir. Descartes ismi,
Renatus Cartesius olarak Latinceleştirildiğinden dolayı bu
düşünürün başlattığı çığır, Kartezyenizm olarak da
adlandırılır.
Descartes; aldığı eğitim sırasında, çağının
felsefesinin son derece belirsiz ve karışık bir durumda olduğunu
ve hemen tüm önemli ilke ve önermelerinin tartışmaya ve tashihe
açık olduğunu müşahede eder. Zamanın bilimleri de bu felsefi
ilkeler üzerine kurulduğu için, Descartes, bilim adamı olma
idealini boş ve gereksiz olarak niteler. Sonunda, sarsılmaz ve
kesin gerçeklere dayanan tutarlı ve yeterli bir felsefi sistem
kurmaya karar verir. Bunun için o, sadece ve sadece–Sokrates’ın
da vurguladığı gibi-kendisini (ve kâinatı) birer kitap gibi
okuyacak ve sadece bunlarda bulduğu gerçekleri kullanarak kendi
yeni entelektüel sistemini inşa edecektir.
Descartes, yeni bir çağ açan başarılı bir filozof olduğu
kadar, aynı zamanda coşkulu ve başarılı bir matematikçidir de.
Matematiğin gelişimine, analitik geometri gibi alanlarda önemli
katkılarda bulunan Descartes’a göre felsefeyi bir “gerçeklikler
bilgisi” hâline dönüştürmenin yolu, matematiksel metodlarla
onu baştan aşağı yeniden formüle etmekten geçer. “Felsefenin
İlkeleri” adlı kitabında Descartes, felsefeyi matematiksel bir
açıklığa ve kesinliğe kavuşturabilmek amacıyla “metodik
şüphe” tekniğini nasıl kullanmış olduğunu anlatır. Bu
metodu sistemli bir şekilde uygulayan Descartes, önce diğer tüm
geçerli bilgilerin kendisinden çıkarılabileceği “en temel
felsefi aksiyoma” ulaşmış, sonra buradan hareketle “Kartezyen
Felsefe Sistemi”ni kurmuştur.
Descartes metodik şüphe tekniğini şöyle uygular:
“İnsanlar çevrelerinde algıladıkları çeşitli nesnelerin
nitelik ve özelliklerine ait çeşitli bilgilere sahiptir. Bu
bilgiler onlara görme, işitme gibi çeşitli duyuları aracılığıyla
ulaşmıştır. Ama hepimiz biliriz ki duyular bazen aldatıcı
olabilir. Bize ulaşan bir duyu verisinin doğru olduğunu göstermek
her zaman mümkün olmayabilir. Hatta benim çevremde bulunduğunu
sandığım nesneler dünyasının tamamının bir illüzyon veya
hayal olması bile mümkündür. Rüyalarda bazı şeyler
yaptığımızı, bazı yerlere gittiğimizi görebiliriz. Bunların
gerçek olmadığını ise ancak uyandığımızda fark ederiz. O
hâlde herhangi bir zaman diliminde algıladığımız bir varlık
veya olayın gerçek olduğundan nasıl emin olabiliriz?”
Bu noktada tüm dünyanın, hatta bizzat kendi varlığına
ait bilgilerin bile üzerlerini yoğun bir şüphe bulutunun
kapladığını söyleyen Descartes, en kesin ve açık matematik
ispatların dahi bundan kurtulamayacağını ekler. Çünkü, böyle
bir ispatı zihninde adım adım gerçekleştiren bir kişi, her
basamakta hafızasındaki kayıtlara dayanır. Peki, acaba hafızamıza
her zaman mutlak bir şekilde güvenebilir miyiz?
Descartes tüm nesnel
dünyayı, kendi varlığını ve matematiksel doğruları bile
kapsayan şüphesiyle artık son sınırlara yaklaşmıştır. İşte
şimdi bu noktada kendisinden hiçbir şekilde şüphe edilemeyecek
açıklık ve kesinlikteki en temel felsefi aksiyoma ulaşır: O,
şüphe etmekte, yani düşünmekte olduğunun bilincindedir. Şu,
apaçık bir olgu, yani temel bir gerçekliktir: Onun düşünen bir
benliği, varlığı mevcuttur. Descartes bu sonucu ünlü “Cogito,
ergo
sum”
(Düşünüyorum,
o hâlde varım)
önermesiyle dile getirir.
Descartes, bu temel aksiyomdan, sisteminin diğer
postulatlarını şöyle çıkarır: “Bilincim, veya düşündüğümü
bilme kabiliyetim, varlığı şüphe götürmeyen ve bana doğuştan
verilmiş olan bir realitedir; ancak, tüm gerçekliğin tamamı
değil, bir parçasıdır. Şimdi, kesin ve açık olan bu realiteden
hareketle, bilincimin dışında varolan, ama onun sayesinde, yine
her türlü şüpheden uzak bir şekilde bildiğim bir diğer temel
olgu ve varlık olan Tanrı’ya ulaşıyorum.”
“Tanrı terimiyle sonsuz, ezeli, ebedi, değişmeyen,
bağımsız, her şeyi bilen ve her şeyden güçlü olan Bir
Varlık’ı adlandırıyorum ki –onun dışındaki şeyler, eğer
varlarsa- hep, O’nun tarafından yaratılmışlardır. Ona ait
özellikler öylesine yüce ve aşkındır ki, onları ne kadar
derinliğine düşünürsem, benden kaynaklanmamış olduklarını o
kadar iyi kavrıyorum. Bilimcimdeki bu Tanrı kavramı acaba nereden
kaynaklanmış olabilir? Çevremde algıladığım nesneler bunu
sağlamaktan çok uzaktırlar; çünkü onların hiç biri sonsuz ve
yetkin değildir. Ben de sonsuz mükemmellikten yoksun olduğuma
göre, böyle bir düşünce ve kavram bizzat benden de kaynaklanmış
olamaz. Bu sorunun tek cevabı, böyle bir kavramı, yine ancak
kendisi sonsuz yetkinlik ve kusursuzlukta olan Tanrı’nın benim
bilincime yerleştirmiş olmasıdır.”
Descartes bu sonuçtan hareketle, felsefi sisteminin tüm
diğer unsurlarını belirleyecektir. Tam bir mükemmellik ve sonsuz
bir yetkinlikteki Tanrı kavramı, Kartezyen sistemin bütün diğer
kavramlarının belirlenip ortaya konmasını sağlayan bir kalıp
görevini yerine getirir: Tanrı, kusursuz olduğuna göre, bizim
sürekli aldanmamızı istemez. O hâlde duyu organlarımızın
fonksiyonlarına –belirli kontrol kriterlerine uyarak-güvenebilir,
yani dış nesnel dünyanın varlığına da inanabiliriz.
W. S. Sahakian, “Felsefe
Tarihi” adlı eserinde Descartes’ın bu akıl yürütmesinin,
rasyonalist gerçeklik ilkelerine tam bir uygunluk gösterdiğini
belirtir.41
Rasyonalist yaklaşıma göre, akli olarak bilinçte herhangi bir
ispata gerek duyulmaksızın açık ve net bir şekilde önceden
hazır bulunan a-priori önermeler, hem gerçek, hem de kesindirler.
Matematik ve mantık sistemleri de benzer şekilde kurulur.
Descartes, geometrik bir aksiyomunkine denk açıklık ve kesinlikte
gördüğü bu iki temel aksiyom üzerine kendi felsefe sistemini
kurmuştur: “Düşünmekte olduğum sürece varlığımdan şüphe
etmem.” (Düşünüyorum, o hâlde varım) ve “Tanrı’nın
varlığı, sonsuzluğu ve yetkinliği, bana kendi varlığım kadar
açık ve kesin görünür” postulatlarını, deney veya olgudan
edinilmemiş, doğuştan gelen, ezeli gerçekler (ideae innatae)
olarak niteler. Bunlar, duyular aracılığıyla edinilen belirsiz ve
karmaşık kavramların (ideae adventitiae) aksine, kendiliklerinden
apaçık birer doğrudurlar. Bunlar arsındaki farklılık, “görme
duyumuzla algıladığımız sayısız yuvarlak cismin her birinin
şekillerindeki düzensizlik, değişiklik ve belirsizlik” ile “bir
matematikçinin zihnindeki soyut ‘daire’ kavramındaki netlik ve
kesinlik” arasındaki farka benzer.
Kartezyen metafiziğe göre nihai veya ontolojik olgusallık,
“töz”den oluşur. Descartes “Felsefenin İlkeleri” adlı
kitabında tözü, “kendi kendine var olabilen ve varlığını
sürdürebilen şey” olarak tanımlar. Ona göre, mutlak ve
bağımsız yegâne töz, Tanrı’dır ve diğer tüm tözler
sekonder tözler olup, varlıklarını ancak Tanrı’ya bağlı
olarak sürdürebilirler.
Kartezyen dualizme göre, tüm alem “zihin ve madde”
olarak birbirinden temelde farklı iki ana unsurdan oluşur.
Descartes, tözü; primer-sekonder veya ruhsal-maddi olarak iki gruba
ayırır. Ruhsal tözün temel niteliği düşünme, bilme gibi
özelliklerken, maddi tözünki mekanda yer kaplamaktır.
Descartes‘a göre kâinatı oluşturan tüm sekonder tözler sonlu
ve relatif olup, gerek yaratılışları (varoluşları), gerekse
varlıklarının devamı bakımından Tanrı’ya bağlıdırlar.
Tanrı ise primer töz, yani sonsuz ve mutlak yetkin varlık olarak
hiçbir şeye muhtaç olmaksızın mevcudiyetini ezelden ebede kadar
tam bir bağımsızlık ve mükemmellikle sürdürür.
Kartezyen epistemolojinin gerçeklik anlayışı da Tanrı’ya
ve O’nun tam doğruluk, iyilik ve mükemmelliğine dayanır. “Eğer
böyle bir Tanrı bulunmasa ve tüm kâinat O’nun mutlak egemenliği
altında olmasaydı, kaotik güçler, dış dünyamızı düzenlilik
ve nesnel gerçeklikten tamamen yoksun anarşik bir karabasana
çevirirdi.” diyen Descartes’a göre bizim dış dünyaya ait
bilgimizin güvenilirlik ve geçerliliği, temelde Tanrı’nın
kusursuz niteliklerine dayanır. Böylelikle kâinatın tüm
unsurları, Yaratıcı’nın koyduğu kanunlar çerçevesinde eşsiz
bir uyum ve ahenk içinde –tıpkı bir makinenin parçaları
gibi-varlıklarını ve fonksiyonlarını sürdürür. Bu çerçevede,
hayvan bedenleri de mükemmel bir şekilde tasarlanmış olan ve
kusursuz bir şekilde işleyen otomatlar olarak görülebilir.
Descartes’a göre maddi tözler üzerine etkiyen dışsal
kuvvetler bazen bir cismin yok olmasına veya bir hayvanın ölümüne
yol açabilir. Ancak insan söz konusu olduğunda, mevcut ruhsal
tözler, bu dışsal kuvvetlerden aynı şekilde etkilenmezler ve
asla yok olmazlar. Bu nedenden dolayı, insan ruhu, ölümsüzdür.
17. yüzyılın diğer iki ünlü filozofu olan B. Spinoza
(1632-1677) ve G. B. Leibniz’in (1646-1716) felsefi yaklaşımları
büyük ölçüde Descartes’ın etki ve izlerini taşır.
Spinoza, Descartes’a benzer şekilde “tek bir kesin bilgiyi”,
yani “Tanrı ile ilgili bilgi”yi felsefesinin temel aksiyomu
olarak benimsedikten sonra, sisteminin diğer unsurlarını bu temel
aksiyomdan türetir.
Ancak töz anlayışı bakımından Descartes’dan ayrılan
Spinoza’nın monist yaklaşımına göre tek bir gerçek töz
vardır, o da Tanrı’dır. Tüm diğer varlıklar ise, matematiksel
bir determinizmle O’ndan kaynaklanmışlardır. Tanrı, varlığını
ve özelliklerini “kâinatta gözlenebilen birtakım tezahür ve
tecelliler” ile somutlaştırır. Spinoza’ya göre, madde ve ruh
birbirinden farklı olmakla birlikte, bu iki ana unsur, sayısız
olgu aracılığıyla birbiriyle irtibatlandırılmışlardır.
Spinoza, Tanrı’yı kâinatın yaratıcısı (Natura
naturens) olarak tanımladıktan sonra, diğer tüm varlıkları
(natura naturata) O’nun tikel ve geçici yansımaları olarak
tasvir eder. Buna göre Tanrı, varlığı zorunlu olan ebedi ve
ezeli töz olarak tüm olgusallığın kaynağıdır. “Var olan her
şey Tanrı’dandır. Tanrı’nın dilemesi ve yaratması
olmaksızın hiçbir şey varolamaz ve kavranıp, bilinemez” diyen
Spinoza’ya göre insan bilgisi de Tanrı’ya dayanır ve Tanrı’nın
dışında hiçbir töz doğrudan bilinemez. Her şey “Tanrı’nın
yaratması, ezeli ve ebedi eylemleri ve bunlar arasındaki
ilişkilerden” oluşur. Bu nedenle tüm varlıklar; bütün
boyutları ve derinliğiyle ve kesintisiz bir şekilde daima,
varoluşun gerçek nedeni olan Tanrı’nın mutlak denetim ve
yönetim erginin tesiri altında bulunurlar.
Spinoza’ya göre insanın Tanrı’ya ait olanlar dışındaki
bilgi ve tasavvurları alt düzeyli bir epistemolojik kategoriye
aittir. İnsan aklı, verimli ve doğru bir şekilde fonksiyon
görerek, kâinattaki nesne ve olaylardan hareketle, Yüce Tanrı
bilgisine ulaşır. Tanrı’yı (Summum bonum) “En Yüce ve En
Mükemmel İyi” olarak tarif eden Spinoza, O’nun tanınıp
bilinmesini de en yüksek erdem olarak niteler. Bu yüce erdeme
ulaşan birinin artık başka hiçbir ödüle ihtiyacı kalmamıştır,
çünkü bu kavrayış, bizatihi sonsuz bir mutluluk ve huzur
kaynağıdır.
Spinoza, mutlak kötülüğü mümkün görmez. Tanrı en son
olgusallık ve mutlak iyi olduğuna göre, insanlar tarafından bazı
olayların kötü olarak nitelendirilmesi, onların bu olaya bakış
açılarındaki darlık ile bilgilerindeki noksanlıktan kaynaklanır.
Eğer bu olay yeterli genişlikteki bir perspektiften ve ilgili tüm
bilgilerin ışığında analiz edilebilirse, onun esas olarak ve en
azından sonuçları itibarıyla iyi olduğu görülebilecektir.
17. yüzyılın diğer ünlü filozofu Leibniz’in ortaya
koyduğu felsefi sistem de, izlediği metot ve hakim olan bilgi
anlayışı bakımından Descartes’ınkine büyük benzerlikler
taşır. Leibniz de, Descartes gibi başarılı bir matematikçidir
ve onun gibi doğru bilgiye ulaşmada matematiği tek güvenilir araç
olarak benimser. Leibniz’e göre filozoflar, felsefede temel
kavramları, matematikçilerin sayılarla işlem yaptığı gibi
kullanmayı başardıkları gün mutlak gerçekliğe
ulaşabileceklerdir.
Ortaya koyduğu metafizik sistemde tözü “maddi olmayan ve
mekanda yer kaplamayan canlı ve dinamik bir tür kuvvet veya
etkinlik” olarak tanımlayan Leibniz’e göre uzay ve zaman sadece
birer fenomenden ibaret olup, nihai olgusallıklar değillerdir.
Leibniz atomların ve diğer tüm varlıkların esas yapı unsurunu
teşkil ettiğini ileri sürdüğü nihai ontolojik birimlere “monad”
adını verdi. Yunanca’da “birlik” veya “teklik”
anlamlarına gelen monad, Leibniz’in ontolojisinde tözün esasını
teşkil eden manevi, canlı ve dinamik varoluş unsurlarına verilen
isimdir. Leibniz’e göre her bir monad, bünyesinde tüm kâinatın
plân ve programını taşır. Bu nedenle monadlar, varlık aleminin
birer aynası veya küçültülmüş birer kâinat modeli gibidirler.
Monadlar canlı olduğu için Leibniz metafiziğinde tüm kâinat pek
çok sayıda bireysel unsurun belirli yasalar çerçevesinde
düzenlenmesiyle oluşan tek ve bütün bir organizma gibidir. Tüm
yasa ve varoluşların üzerinde ilk ve son neden olan Tanrı vardır.
Maddeyi birçok monadın kompleks ve yoğun bir bileşimi
olarak tanımlayan Leibniz, “Eğer insanlar nesneleri aynen
oldukları gibi görebilselerdi, gerçekte madde diye bir şeyin
bulunmadığını müşahede edebilirlerdi.” der.
Leibniz de Tanrı’nın varoluşu sonucuna Descartes’ınkini
hatırlatan bir çıkarım tarzıyla ulaşır: “Ben, yetkin Varlık,
yani Tanrı hakkında a-priori bir bilgiye sahibim. Tanrı, tamamen
mükemmel ve kusursuz olandır. Bu matematiksel doğrular gibi, ezeli
ve ebedi bir gerçekliktir. Tüm a-priori gerçeklerin bir kaynağı
bulunmalıdır ve bu kaynak da bizzat Tanrı’dan başkası olamaz.
Ayrıca birçok faktörün ve şartın uygun yer ve zamanda
gerçekleşmesiyle oluşan kâinatın plânlı yapısının da bir
tasarımcısı bulunmalıdır ve bu da ancak Tanrı olabilir.
Monadlar dünyasının da bir düzenleyicisi olmalıdır. Monadlar,
ancak Tanrı’nın önceden tasarladığı mükemmel plân
çerçevesinde böylesine uyumlu bir şekilde fonksiyon görebilirler.
Tanrı en büyük matematikçi olarak kâinatın tüm parçalarının
nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini önceden belirlemiş, her
monadın uyacağı yasaları tayin etmiş ve böylece tüm monadların
evrensel bir ahenk içinde etkinlik göstermelerini sağlamıştır.”
Tanrı’nın tüm monadların kaynağı olduğunu söyleyen
Leibniz’e göre, O’ndan, kesintisiz çakan şimşekler gibi
çıkıp, gelen monadlar, genel kâinat plânı çerçevesinde,
bulunmaları gereken noktaya yansır ve orada tecelli ederler.
XVIII.
Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi
“Aydınlanma”
terimi düşünce tarihinde, 18. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da
etkili olan; önce İngiltere’de başlayıp, daha sonra Fransız
ihtilaliyle nihayete eren felsefi bir hareketi ve süreci ifade eder.
Bu hareketin amacı; insanlığı, esas olarak kötü ve
köleleştirici olduğu kabul edilen “mit, hurafe ve önyargılar”
ile bunları temsil eden eski sosyal düzenden kurtarıp, iyi ve
özgürleştirici olduğuna inanılan yeni bir sisteme kavuşturmaktı.
Buna göre, her türlü geçerli felsefi ve sosyal doktrinin mutlak
akla dayanması vazgeçilmez bir ön şart olarak benimsenmişti.
Aydınlanma çağı bu nedenle “akıl çağı” olarak da
isimlendirilir. Bu akımın etkili olduğu tüm ülkelerdeki ortak
noktalar “ilerleme tutkusu ve akla uygun yaşama çabası”dır.
Ancak bu benzerlik dışında aydınlanma hareketi, farklı
ülkelerde farklı özellikler de gösterdi. Kalın hatlarla genel
bir perspektiften çizilecek tablonun Fransa’daki hakim
görüntüsünün rasyonalist, İngiltere’de empirist, Almanya’da
ise idealist tonlar taşıdığı söylenebilir. Rusya ve İtalya
gibi bu harekete sonradan katılan ülkelerde ise aydınlanma esas
olarak siyaset ağırlıklı bir entelektüel etkinlik olarak kendini
gösterdi.
İngiliz Aydınlanmacı Empiristleri
Aydınlanma felsefesinin İngiltere’de J. Locke’un
(1632-1704) çalışmalarıyla başladığı kabul edilir. Tipik bir
empirist ve aydınlanmacı olan Locke, her türlü metafizik kurgudan
elinden geldiğince kaçınarak nesnel olgular yoluyla yalnızca
bilime dayalı bir dünya görüşüne ulaşmaya çalıştı.
Bilginin kaynağı, kesinliği ve sınırları hakkındaki
“İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında Locke, böyle
bir dünya görüşünün temellerini ortaya koymayı hedefler. Locke
kitabına, doğuştan a-priori bilgi ve kavramların varoluşunu
insanların genelde kabul ettiğini, ancak böyle bir uzlaşmanın bu
tür bilginin geçerliliğini ispatlayamayacağını ileri sürerek
başlar. Mantık ilkelerinin, çocuklar ve geri zekâlılar
tarafından bilinmeyişinin de onların doğuştan bilgiler
olmadığını gösterdiğini söyleyen Locke; tüm bilgi, tasarım
ve düşüncelerimizin tek kaynağının dış dünyaya ait
yaşantılar olduğunu iddia eder. Locke’a göre, bu türden
yaşantılar ve tecrübelerden önce zihnimiz, henüz üzerine hiçbir
şey yazılmamış olan boş bir kağıt tabakası (tabula rasa)
gibidir.
Locke tecrübeleri ikiye ayırır: Dışımızdaki şeylere
ait biçim, renk, ses ve benzerlerini içeren “dış tecrübeler”
ile bilincimiz çerçevesinde gerçekleşen algı, hatırlama ve
düşünme gibi prosesleri kapsayan “iç tecrübeler”. Dış
tecrübeler aracılığıyla duyu verileri, zihnimize bir baskı
makinesinin kalıbındaki harfler ve işaretlere benzer şekilde
“basıldıktan” sonra, iç tecrübeler ile bu veriler idrak,
kavram, bilgi, şüphe ya da inanç gibi sonuçlara ulaştırılır.
Locke’un epistemolojisinde bilgi “sezgisel”, “duyusal”
ve “çıkarımsal” olarak üç türe ayrılır. Bir insanın
kendi varoluşunu dolaysız ve açık bir şekilde bilmesi sezgisel,
kendi dışında bir dünyanın mevcudiyetini bilmesi duyusal ve
geometrik bir ispat da çıkarımsal bilgiye örnektir. Bu çerçevede
Locke Tanrı’nın varoluşunu birden fazla yaklaşımla ortaya
koyar. İlkin, bizler dünyayı bir etkenler, nedenler ve güçler
kompleksi olarak bildiğimize göre; buradan mantıksal olarak; tüm
etken, neden ve güçlerin bir “İlk ve Yetkin Kaynak”ın yani
Tanrı’nın varoluşunu gerektirdiği sonucuna ulaşırız. Ayrıca
olgusal olarak kâinatta bir plânlılık, düzenlilik ve aklilik
gözleriz. Duyu ve bilinçten yoksun olan madde, bu niteliklerin
kaynağı olamayacağına göre kâinat, ezeli olan ve her şeyi
bilen bir Varlık, yani Tanrı tarafından yaratılmış olmalıdır.
Diğer taraftan bilincimizin bizim arzu ve isteklerimiz doğrultusunda
değil, olgular dünyasına ait genel prensipler çerçevesinde
fonksiyon gördüğü de ortadadır. İşte bilincin evrensel olan bu
işleyiş mekanizmasını da bizzat Tanrı belirlemiş olmalıdır.
Olgusal olarak zihnimizde bir nesnenin varoluşu nasıl ancak onun
reel mevcudiyetine bağlıysa; zihnimizdeki eşsiz, kusursuz ve yüce
Tanrı bilgisi de aynı şekilde ancak O’nun olgusal varlığının
bir sonucudur.
Locke, “bilginin ne oranda kesin olabileceği” ve
“bilginin nesnel karşılığını ne oranda temsil edebileceği”
sorularına, “Hiçbir duyum, gerçekliği tam ve aynen olduğu gibi
yansıtamaz.” karşılığını verir. Bizim nesnelerde bulunduğunu
düşündüğümüz nitelikler, gerçekte nihai olarak duyumların
bilincimizde türetilen karşılığı olan kişisel yaşantılardır.
Bunlardan “büyüklük, biçim, ağırlık ve sayı” gibi primer
niteliklerle ilgili olan duyumlar gerçeği daha kesin ve iyi temsil
ederken; “koku, tat ve renk” gibi sekonder niteliklerle ilgili
duyumlar daha belirsiz ve subjektiftirler. Locke buradan, bilginin
nesnesine uygunluğunun ancak bizim iç tecrübelerimizin bir
fonksiyonu olduğu ve bundan dolayı da insanın sadece kendi
bilincinin içeriğini kesin olarak bileceği sonucuna ulaşır.
18. yüzyıl İngiliz empirizminin ikinci ünlü filozofu G.
Berkeley (1685-1753) Locke’un görüşlerini hareket noktası
olarak aldıktan sonra, onun genelde “adcılığa” eğilimli olan
öğretisini bir adım daha ileri götürerek tam bir “nominalist”
felsefe geliştirdi.
Genel olarak düşünce ve kavramların nesnel karşılıklarının
bulunmadığını ileri süren Berkeley, varolan bir şeyin nihai
olgusallığının, sadece o şeyin algılanması suretiyle
oluşacağını varsaydı. Ancak algılama fonksiyonu gören ve esas
olarak manevi boyutları ön plânda olan insanı ve Tanrı’yı bu
kuralın kapsamı dışında tuttu. Berkeley’e göre madde,
gerçekte varolmayan hipotetik bir kavramdır. Fiziksel alem, tamamen
bağımsız bir şekilde değil, ancak Tanrı-veya onun kadar yetkin
bir şekilde olmasa da belirli bir düzeye kadar da insan-tarafından
algılandığı ve bilindiği sürece varolabilir.
Tanrı’nın özgür iradesiyle, tabii nedenleri ve
etkenleri, şu an oldukları şekilde belirlemek suretiyle, kâinatta
gözlenen fenomenlerin kurallarını ve düzenini sağladığını
belirten Berkeley, Locke’un da vurgulamış olduğu şekilde, bu
düzen ve ahengin de Tanrı’nın varoluşunu ispatladığını
ifade eder.
Berkeley alemdeki tüm varoluşu iki kategoriye ayırmıştır:
1-) Etkin olarak gören, duyan, algılayan ve bilenler. 2-) Pasif
olarak görülen, işitilen, algılanan ve bilinenler. Buna göre
hiçbir şey, bir zihin ya da bilinç gibi algılama yeteneğine ve
manevi bir boyuta sahip bir varlık tarafından algılanmadan veya
bilinmeden mutlak anlamda varolamaz. Ancak bu, ayın dünyadan
görülmeyen tarafının varolmadığı anlamına gelmez. Çünkü,
insanlar tarafından görülmese de, Tanrı kâinatın tüm diğer
kısımlarıyla beraber ayın tamamını da görmekte ve bilmekte
olduğundan, bunların tamamı mevcuttur ve potansiyel olarak da
insan tarafından görülebilme özelliğine sahiptir.
Nesneler hiçbir zaman doğrudan maddi bir töz olarak
algılanmazlar. Masamızdaki kitaba baktığımızda bilincimize
ulaşan bizzat kitabın maddesi değil, sadece onunla ilişkili görme
duyumudur ki, bu da aslında ruhumuza ait bazı psişik unsurlardan
ibarettir. Bu nedenle algılanan ya da bilinen şey maddi bir töz
değil, tamamen manevi olan bir şeydir.
Manevi olan töz ister Tanrı’ya isterse insana ait olsun,
tek reel unsur türüdür ve algılayıp, düşünmeyen töz de
varolamaz. Töz terimiyle genelde bağımsız bir varoluş anlatılmak
istense de, esas olarak sadece Tanrı mutlak ve yetkin töz olup,
diğerlerinin varlığı ona bağlıdır.
Berkeley’in gerek epistemolojisinin gerekse de ontolojisinin
temelleri Tanrı’ya dayanır. Olgusallığı “duyularımızda
türetilen düşünce”lere indirgeyen Berkeley, bu düşüncelerin
de bizzat Tanrı tarafından yaratılmakta olduklarını söyler.
Buna göre, Tanrı’nın yarattığı sayısız varlığın
mevcudiyetlerinin yine Tanrı tarafından sürdürülmesi suretiyle
bunların her an insanın tetkikine ve bilmesine açık ve hazır
tutuluyor olmaları nedeniyle; “varoluş” da “bilgi” de
Tanrı’ya dayanır ve ondan kaynaklanır.
Berkeley’in felsefi sisteminde Tanrı’nın iradesinin
sınırsızlığı ve mutlaklığı da özel bir önem taşır.
Çevremizdeki varlıkların aslında bizim düşündüğümüzden
veya sandığımızdan farklı olarak yaygın bir şekilde canlılık
ve hayat özelliğine sahip olduklarını öne süren Berkeley,
nesnelerin bu özelliklerinin kaynağının, mutlak bir güç ve
benzersiz bir hayat biçiminin sahibi Tanrı olduğunu ekler. Ayrıca
algıladığımız şeylerin bizim kişisel iradelerimizden bağımsız
olduklarını, çünkü onların Tanrı’nın sınırsız ve mutlak
iradesine ve bundan köken alan yasalara tâbi olduklarını
vurgular. Bu çerçevede Tanrı eğer dilemiş olsaydı, kâinatta
bugün mevcut olan tüm kanunları tamamen farklı nicelik ve
niteliklerde belirleyebilirdi. Yine bu açıdan, tabii olayların
gerçek “neden”leri, asla “sonuç”larıyla aralarında
mevcut bulunan ve bize “zorunlu” gibi görünen ilişkiler
değildir. Çünkü neden-sonuç ilişkisi kaçınılmaz bir
deterministik bağıntı değil, sadece bir sıralanış veya art
arda gelme ilişkisi olup, bu da temelde ancak Tanrı’nın özgür
iradesiyle yapmış olduğu tercihten ibarettir. Tanrı eğer dilemiş
olsaydı, belli bir sonucu, bugünkünden çok daha farklı bir
nedene tâbi kılabilir, yani neden-sonuç sıralanışını
değiştirebilirdi. Bizler olayların hep aynı silsile içinde vuku
buluşlarını sürekli gözleyerek, sonunda, belirli bir olayı,
sanki onu hep izleyen bir diğer olayın nedeniymiş algılamaya
başlarız. Oysa bu sıralama, asla eşyaya ait bir zorunluluk
olmayıp, sadece Tanrı’nın bunu öyle dilemiş olmasına dayanır.
Bu nedenle, tabiat kanunları Tanrı’nın bir alışkanlığı
veya teamülü olarak görülebilir. Diğer taraftan kâinatta mevcut
bulunan ve bizim zihnimizin ürünü olmayan bu düzenlilik ve tabii
yasalardaki gayelilik de Tanrı’nın mevcudiyetinin
delillerindendir.
Öncü İngiliz empiristlerinin mirasını devralan D. Hume
(1711-1776); Locke’un “doğuştan gelen kavramların” ve
Berkeley’in de “duyusal yaşantının dışında kalan nesne ve
kavramların” reddini içeren öğretileri üzerine şüpheci ve
nihilist bir felsefe kurdu. Buna göre ruh sadece bir mekanik algılar
silsilesinden ibaretti. Hume, bu algıların hangi mekanizmalarla ve
ne şekilde oluşturulup, değerlendirmeye tâbi tutuldukları gibi
soruları cevaplandırmayı gerekli-daha doğrusu mümkün-görmediği
için, onlara hiç değinmedi. İnsan zihninin nihai olgusallık ile
kesin ve şüpheden uzak bilgiye ulaşmasını da imkânsız gören
Hume, belki dışımızdaki bir dünyanın mevcudiyetine
inanabileceğimizi, ama bunu asla kesin bir şekilde
ispatlayamayacağımızı ileri sürdü. Aynı şekilde, töz ve
nedensellik kavramlarını da subjektif inançlar olarak niteleyen
Hume’un bu yaklaşımı onu sonunda, bilimsel yasa kavramını ve
bilimin güvenilirliğini de redde götürdü.
Fransız Aydınlanmacıları
Belirgin bir orijinaliteye sahip bulunmayan Fransız
aydınlanma filozofları, hemen tüm önemli görüşlerini İngiliz
öncülerden derlemişlerdir. Bu durum, Fransız aydınlanmasının
teorik temellerini atmış olan E. B. de Condillac’ın (1715-1780)
dış tecrübeyi bilginin tek kaynağı olarak gören felsefesinde
açıkça görülebilir. Ancak Condillac, Hume’un aşırılığına
düşmekten; ruhu, duyumları alıp işleyen ana yapı olarak
tanımlamak suretiyle sakınabilmiştir.
Fransız aydınlanma felsefesi oldukça hetorejen bir
yapıdadır. Ateist, materyalist ve Epikürcü eğilimlerin yanında,
vicdani ve dini duyguları tek güvenilir rehber olarak gören
düşünceleri de bünyesinde barındırır.
La Mettrie ve Holbach gibi Fransız aydınlanmacıları, tüm
ruhsal olguları reddedip, insanı özde hayvanlarla bir ve aynı
görürler. Holbach, maddenin canlı ve hareket etme yeteneğine
sahip olduğunu iddia ederek, hilozoist bir yaklaşım sergilerken,
ayrıca insanlığı; tüm problemlerinden kurtulması için,
uygarlık öncesi dönemlerin etik değerlerine geri dönmeye
çağırır. La Mettrie ise maddi ve bedeni hazları tek hedef olarak
göstererek Epikürcü bir etik önerir.
Fransız aydınlanmasının asıl önde gelen iki ünlü
temsilcisi Voltaire (1694-1778) ve J. J. Rousseau’dur (1712-1778).
Yazılarında Voltaire takma adını kullanan F. M. Arouet, İngiliz
kültürüne ve özellikle de empirist felsefeye derin bir hayranlık
duymaktaydı. Voltaire bu kaynaklardan iktibas ettiği görüşlere
birtakım militanca unsurlar da ekledikten sonra, kilise başta olmak
üzere tüm resmi Fransız otoritelerine karşı bir savaş başlattı.
Ancak o, bizzat dini ve Tanrı inancını değil, bu yüce değerleri
istismar eden kişi ve kuruluşları hedef almıştı. Voltaire, yine
büyük bir hayranlıkla benimsemiş olduğu, İ. Newton tarafından
ortaya konmuş olan “kâinattaki düzen ve gayeliliğe dayalı
Tanrı inancı”nı, yozlaşmış kilise dogma ve uygulamalarına
karşı mücadelede etkin bir silah olarak kullanmıştı. Katolik
kilisesini zulüm, yalancılık ve batıl inançların yayıcısı
olmakla suçlayan Voltaire, insanoğlunun özgür iradesiyle kendi
yolunu kendisinin çizmeye hakkı olduğunu savundu. Voltaire aynı
şekilde siyasi özgürlük ve yurttaşlık haklarının önem ve
değerini de sık sık vurgulamış olduğu hâlde, demokrasiyi bir
cahiller sürüsünün politik eylemi olarak niteleyerek, yetkin ve
aydın bir monarşiyi ona tercih etmiştir.
Voltaire’in izleyicisi ve Fransız aydınlanmasının en
önemli filozofu sayılan Rousseau, başlangıçta ondan büyük
ölçüde etkilenmiş olmakla birlikte sonradan, Voltaire’in
özellikle demokrasi karşıtı görüşlerini tenkit ederek tüm
yurttaşların eşit haklara sahip oldukları fikrini savundu.
Rousseau, ayrıca o yıllarda yaygın olan “insanın doğuştan
kötü olduğu” tezini de reddederek gerçekte, insan tabiatında
iyi ve olumlu yönlerin ağır bastığını belirtti. Özgür ve
eşit olarak doğan insanların aynı zaman da masum ve iyi
olduklarını vurgulayan Rousseau, mevcut kötülüklerden adaletsiz
sosyoekonomik sistemi sorumlu tuttu. Ünlü eseri “Emile”de
Rousseau, bir çocuğun dejenere eğitim kurumlarının olumsuz
etkilerinden uzak tutulması hâlinde, doğuştan gelen masumiyeti ve
iyi özellikleri sayesinde, tabii gelişim safhalarını
tamamladıktan sonra kendiliğinden, başkalarının haklarına ve
mutluluğuna saygılı bir birey olarak topluma katılacağını
göstermeye çalıştı. Rousseau’ya göre, ideal bir eğitim
süreci sırasında, çocuğa öncelikle vicdanının soylu sesini ve
içinden gelen dini duygularını dinleme imkânı tanımak ve ona
her düşünce ya da hareketinde daima başkalarının haklarına
saygı göstermesi gerektiğini öğretmek yeterlidir. Tanrı’ya ve
öldükten sonra diriltilmeye olan inanç, insanların-herhangi bir
akli ilkeye gerek bırakmaksızın-kendilerini iyi bir kişi ve
yurttaş olmaları için gereken meziyetlerle donatmalarını
sağlamaya yeterlidir.
Rousseau’nun görüşleri büyük ve önemli etkiler
doğurmuştur. Onun bazı fikirleri “İnsan Hakları Beyannamesi”ne
(1789) alınırken, bazı öğretileri de özellikle Almanya’da
Kant, Schiller ve Goethe gibi düşünür ve sanatçıların dünya
görüşlerine yansımıştır. Hatta Kant, Rousseau’nun demokrasi
taraftarı fikirlerini öğrenip, benimseyene kadar, kitleleri birer
cahiller sürüsü olarak görmeye devam etmiş olduğunu açıkça
itiraf etmiştir.
XIX. Yüzyıl Düşünce
Hayatı ve
Alman İdealizmi
Bazı felsefe tarihçileri XVI’ıncı yüzyılı
”hümanizm”, XVII’inciyi “rasyonalizm”, XVIII’inciyi
“aydınlanma” ve XIX’uncu yüzyılı da “tarih” asrı
olarak nitelendirirler. Gerçekten de özellikle XIX’uncu yüzyılın
hakim felsefi yaklaşımı olan Alman idealizminin temelinde bir
tarih felsefesi bilinci bulunduğu açıkça görülmektedir. Başka
bir deyişle Alman idealist düşünürleri öncelikle birer tarih
filozofu gibidirler
“Kıta
Rasyonalizmi” 17. asra, “İngiliz Empirizmi” de 18. yüzyıla
renk veren hakim felsefeler oldular. İ. Kant (1724-1804) geleneksel
mücadeleleri binlerce yıl öncelere kadar uzanan bu iki rakip
yaklaşımın bir sentezini yapmaya teşebbüs etti. Ancak, Kant kimi
sorunların çözümü yönünde bazı adımlar attıysa da, hem
geride çözülmemiş birçok sorun bıraktı, hem de kendisi yeni
bazı problemler türetti. Alman idealist akımı, bu temel üzerine
ortaya daha geçerli ve kapsamlı bir düşünce sistemi inşa etmeye
yönelik bir girişim olarak görülebilir.
Alman idealizmi, esas olarak, kendisi 18. yüzyılın son
çeyreğinin filozofu olan, ancak etkileri 19. yüzyılın sonuna
kadar uzanan Kant’ın çizmiş olduğu genel çerçeveden hareket
eden bazı düşünürlerin müşterek çabalarıyla ortaya konmuş
olan bir düşünce akımıdır. Bu filozofların başında gelen J.
G. Fichte (1762-1814), F. W. J. Schelling (1775-1854), J. C. F.
Schiller (1759-1805) ve F. E. D. Schleiermacher (1768-1805)
tarafından geliştirilen düşüncelerin; G. W. F. Hegel
(1770-1831) tarafından yapılan başarılı bir senteziyle ortaya,
son dönemlerin en etkili ve en kapsamlı düşünce sistemi olarak
kabul edilen Alman idealizmi çıkmış oldu.
İ. Kant
Aydınlanma felsefesinin ışığında yetişmiş olan ve bu
akımın sorunlarına çözüm aramak amacıyla felsefeye başlayan
Kant, bir ölçüde aydınlanma hareketi içinde görülebilir.
Kant’ın en karakteristik özelliği eleştirel yaklaşımıdır.
Kant felsefeye kendinden önceki felsefi yaklaşımları eleştirerek
başlar.
Kant’ın entelektüel gelişiminin bu eleştiri dönemine
ait eseri, 1770 yılında profesörlük görevine başlarken yazdığı
“Duyulur ve Düşünülür Dünyanın Biçimi ve İlkeleri” adlı
kitaptır. Kant kitabında düalist bir yaklaşımla iki temel bilgi
biçimini ele alarak kritiğe tâbi tuttu. “Duyular dünyası”nın
nesnesi olan fenomenleri, “zihinsel dünya”nın kendi başına
varolan kavramlarından ayırdı. Leibniz’in akli doğrular
kavramını eleştirerek, insanın; her türlü algıdan bağımsız
bir “düşünülür (kavranabilir) dünya”yı dolaysız bir
şekilde bilemeyeceğini, ancak zihninde hazır bulunan bazı zorunlu
düşünceler aracılığıyla böyle bir dünya anlayışına
yaklaşabileceğini savundu.
Kant, eleştiri döneminin
en önemli kavramlarından biri olan “sınır” kavramını da bu
eserinde ortaya koydu. Buna göre :“Her
bilgi alanının kendine has olan ilkeleriyle, ancak o bilgi alanı
içinde etkinlik gösterilebilir. Eğer, bu sınırlar aşılırsa,
hatalar ve yanlış değerlendirmeler yapılır.” Kant’ın
felsefeye soktuğu “transzendent” ve “transzendental” ayrımı
da “sınır” kavramına dayanmaktadır. Bir alanın kendi
sınırlarını aşarak bilgi üretmeye çalışmak “transandant”
(aşkın); söz konusu alanın sınırlarını belirleyerek aşkın
bilgi üretimini önleyecek epistemolojik ölçüler bulmak ise
“transandantal” işlemlerdir. Bu nedenle Kant kendi felsefe
sistemine “transandantal idealizm” adını verdi.
Bu başlangıç çalışmasından sonra Kant, insan aklını
her yönüyle kritiğe tâbi tuttuğu “Saf Aklın Eleştirisi”
(1781) adlı eserini yayımladı. Kitapta, klâsik rasyonalist
yaklaşımın hata ve eksiklerini giderecek bir yaklaşım araştıran
Kant bunun için, bilme sürecine öznenin kattığı unsurları
ortaya koymakla işe başlanması gerektiğini söyler. Eski
yaklaşımda savunulduğu gibi bilen öznenin, kendini bilinen
nesneye göre ayarlaması süreci sonunda bilginin ortaya
çıkmadığını söyleyen Kant, bunun tersine, bilinen nesnenin
bilen özne tarafından oluşturulmasının mümkün olup olmadığını
sorar. Eğer özneye kendi dışından gelen her şey tecrit
edildikten sonra hâlâ “bilgi”den geriye bir şey kalıyorsa,
bu, bilme sürecine özne tarafından eklenmiş olmalıdır. Kant’a
göre böylece, bunu türeten ve bilme prosesine etkin bir şekilde
katılan “transandantal benlik” ortaya konmuş olur.
Bilgiye öznenin kattığı unsurları belirleyebilmek için
Kant, bazı özelliklerine göre bilgi türlerini dört kategoriye
ayırdı: Bilgi içeriği yalnızca verili nesne içinde bulunan
“analitik bilgi”, nesnenin ötesinde bulunan bir içeriği onu
temsil eden kavrama bağlayan “sentetik bilgi”, ancak tecrübe
yoluyla, yani öznenin dışından gelen içerikle oluşan
“a-posteriori bilgi” ve bilgi içeriğinin oluşmasına nesnenin
verilişinden önce katılan unsurlardan oluşan “a-priori bilgi”.
Yaptığı bu tasnife göre bütün duyusal bilgilerin
a-posteriori ve sentetik, bütün analitik bilgilerin de a-priori
olduğunu söyledikten sonra Kant, sentetik a-priori bilginin de
mümkün olduğunu ve bunu, nesnenin oluşumuna öznenin katkıda
bulunduğu bilgi içeriğinin oluşturduğunu ekler. Ancak ne yazık
ki, onun bu iddiasının teyidi mümkün olmamıştır. Aksine, bilim
felsefecileri, fizik ve geometride gerçekleştirilen ilerlemelerin
sentetik a-priori bilgi kavramını yanlışladığını belirtirler.
İlk eserinde, özgürlük kavramının epistemolojinin
alanına girmediğini, ayrıca teorik olarak insanın özgür olup,
olmadığının da kesin bir şekilde söylenemeyeceğini iddia etmiş
olan Kant, daha sonra bu husustaki görüşlerini gözden geçirerek
değiştirir ve yeni yazılarında yer alan epistemolojik
tahlillerde, “özgürlük” kavramından da yararlanmayı dener.
Bu çerçevede, 1778 de yayımladığı “Pratik Aklın Eleştirisi”
adlı kitabında insanın özgür eylemlerde bulunmasının mümkün
olduğu tezini savunur. Buna göre, insan her ne kadar tabii bir
varlık olarak bir yönüyle tabiat kanunlarına bağlı da olsa,
aklın kendi kendine kanun koyma yeteneği, insanın özgür
eylemlerde bulunmasını mümkün kılmaktadır. Bu imkânın
gerçekleşmesi, Kant’a göre “ahlâk kanunu” kavramına
dayanıyordu. Ahlâk kanunu, insan aklının, kendi kendine zorunlu
ve genel geçer kurallar koyma melekesini ifade etmekteydi. Bir
eylemi belirleyen bir ilke, eğer tüm insanların uyması gereken
bir kanun hâline getirildiği zaman hâlâ geçerliliğini
sürdürüyorsa, ahlâka ve dolayısıyla “gerçek özgürlük
anlayışına” da uygun bir eylem ilkesi sayılabilirdi. Böylece
hümanizm kavramına ulaşan Kant, her insanın tüm diğer
hemcinsleriyle paylaştığı “insanlık onuru”nu, bizzat kendi
benliğinde de korumasının bir görev olduğunu belirterek, ancak
bu nitelikteki eylemlerin ahlâka uygun olacakları görüşünü
savundu.
Kant’a göre ahlâk bilinci üç zorunlu olgusallık taşır:
1-) İrade özgürlüğü, 2-) Ruhun ölümsüzlüğü, 3-) Yüce
Tanrı’nın varlığı. Bu üç ilkenin akıl tarafından
dolaysızca ve zorunlu olarak bilindiğini ve hiçbir nesnel teyide
gerek bulunmadığını öne süren Kant, bu ilkelerin a-priori ahlâk
kanununun prensipleri olduğunu ekler. Kant, insanların ahlâka
uygun eylemler yapabilmeleri için öncelikle özgür olmaları
gerektiğini; özgürlük olmadan ahlâkın da söz konusu
olamayacağını ifade eder. Ayrıca ahlâka uygun eylemler için
kişi, ölümsüz bir ruha sahip bulunduğunun da bilincinde
olmalıdır. Çünkü, ahlâk kanunun tüm sonuçları, sadece dünya
hayatının sınırları içinde kendini gösteremez. Kişilerin
ahlâki yükümlülüklerini tam ve eksiksiz olarak yerine
getirebilmeleri; ebedi bir hayat olgusuna bağlıdır. O nedenle
ölümsüzlük, ahlâk kanununun tüm hükümlerinin tam olarak
uygulanabilmesi için gerekli süreyi içermesi bakımından pratik
olarak zorunludur. Son olarak yalnızca Tanrı insanın en yüce
iyiyi başarmasının tek güvencesi olabileceği için, Tanrı’nın
varoluşu da pratik akıl için, zorunlu bir ilkedir.
Kant’a göre “summum bonum”, insanın en yüce iyiliği,
mutluluk ile birleşmiş erdemdir. Ahlâklı bir kişinin eninde
sonunda mutlu bir kişi olması zorunludur, ama dünya hayatında,
kişilerin mutlulukları onların iyilikleriyle orantılı
olmayabilir. O hâlde erdemli bir kişinin kesin olarak hak ettiği,
ancak dünyada bulamadığı mutluluğu ahiret hayatında yaşamasını
sağlayacak bir Tanrı’nın mevcudiyeti zorunludur. Eğer adalet bu
şekilde tecelli etmezse; ahlâk, tüm değer ve önemini kaybeder .
“Pratik Aklın Eleştirisi”yle, felsefenin en önemli
hususlarına değinmiş olduğunu düşünen Kant, eksik kalan
estetik ve teoloji konularını ele aldığı “Yargı Gücünün
Eleştirisi”ni 1790’da yayımlayarak felsefi sistemini büyük
ölçüde tamamlamış oldu.
Bu üçüncü “kritik” ya da eleştiri eserinden sonra
Kant “Yalnız Aklın Sınırları İçinde Din” adlı bir kitap
yayımlayarak, bu defa “dinin, din adamlarınca istismarı”
anlamına gelen dini kurumlaşmayı sert bir şekilde eleştirdi.
Kant, 1790’larda kaleme almaya başladığı son eserinde,
tabiat felsefesinin tabiat bilimlerine yapabileceği katkıları
ortaya koymayı tasarlamıştı. Felsefenin en geniş bakış açısı
olarak nitelediği bu çalışmada “Tanrı’yı, dünyayı ve
insanı” bütünleyen bir perspektif sunmayı hedefleyen Kant, ne
yazık ki bu kitabını tamamlayamadı. Eser, ölümünden sonra,
“Opus Postumum” adıyla ve tamamlanmamış hâliyle basılmıştır.
12 Şubat 1804 de ölen
Kant’ın mezar taşına “Pratik Aklın Eleştirisi”nden alınan
şu cümle yazılmıştır: “Üzerinde düşündükçe şu iki şey,
ruhumu hep taze kalan ve her geçen gün büyüyen bir hayranlıkla
doldurur: Üzerimdeki
yıldızlı sema ve içimi kaplayan ahlâk kanunu..”
Hegel
Alman idealizmi esas olarak Fichte, Schelling, Schleiermacher,
Schiller ve özellikle de Hegel’in ortaklaşa paylaştıkları bazı
temel görüş ve düşüncelerden oluşur. A. Schopenhauer’in de
bu çizgiye dahil edilmesi ve gelişimine bazı katkılarda
bulunduğunun söylenmesi mümkündür. Hegel’in, bu felsefi
geleneğin tartışmasız en büyük ve en etkili düşünürü ve
modern zamanların son sistem kurucu filozofu olduğu görüşü
üzerinde ise tam bir uzlaşma vardır. Bununla birlikte, onun
felsefesi başta, adı geçen bu düşünürlerin ve diğer bazı
filozofların görüşlerinin bir sentezini de içerir. Özellikle
geçerli bilgiye temel olarak rasyonel ve kavramsal dünyanın
fenomenal algılar dünyasıyla bir sentezini yapmaya teşebbüs eden
Kant, Hegel için çok etkileyici bir örnek teşkil etmişti. Ancak
Hegel bundan daha fazlasını yapmaya çalıştı ve tüm karşıtların
sentezine yönelik bir yaklaşımı felsefesine ana eksen olarak
seçti. Özellikle “aklı” “kozmos” ile birleştirmek
suretiyle Hegel, sonunda “Olgusal olan rasyonel, rasyonel olan da
olgusaldır.” hükmüne ulaştı. Akli olan ile olgusal olanı tek
bir “Mutlak” kavramı çerçevesinde bir araya getiren Hegel
sonuçta, “mutlak idealizm”e ulaştı.
Tarihin ve düşüncenin “diyalektik” bir süreç içinde
geliştiğini savunan Hegel’e göre, dinden siyasete, mantıktan
estetiğe kadar bütün alanlarda geçerli olan bu süreç, “Mutlak
Geist”a ulaşılana dek sürecektir. Hegel, diyalektik terimine
“bütün farklılıkların birliğe kavuştuğu metafizik bir
süreç” ve “Mutlak” kavramına da “var olan her şeyi
kendinde toplayan” anlamlarını yükledi.
Hegel’in 1807’de yayımlanan ilk büyük eseri “Geist’ın
Fenomenolojisi”, başarılı ve kompleks bir felsefe kitabı olarak
nitelenir. Hegel bu eserinde insan ruhunun basit ve dolaysız bilinç
düzeyinden özbilinç, akıl, maneviyat ve din yoluyla mutlak
bilgiye ulaşma sürecini açıklar ve “ruhun kendini tanıyıp
bilmesi” olarak gördüğü mutlak bilginin, felsefenin esasını
oluşturduğu tezini savunur. Kitabın temelinde yer alan “diyalektik
yürüyüş” kavramı, hem düşüncenin hem de varlığın
diyalektik bir süreç içinde geliştiği görüşüne dayanır ve
ayrıca bir tür mantıksal çıkarım tekniğini kapsar. Bu süreçte
önce, ele alınan mevcut kavramın olumsuz formu oluşturulur. Sonra
orijinal önerme ile onun olumsuzu formunun diyalektik bir sentezi
yapılır. Böylece Hegel’in ünlü “tez-antitez- sentez”
üçlüsü, diyalektik çıkarım süreci içinde tamamlanmış olur.
Bu şekilde üçlüler hâlinde devam ettirilen çıkarım zincirinin
“bütün olumsuzlukları gideren en son ve en kapsamlı kavrama
ulaşılanca duracağı” varsayılır.
Hegel’e göre, varlığın diyalektik gelişim süreci,
esasen “Mutlak Geist” ya da “Evrensel Ruh ve Zihnin” kendini
belirli bir amaca doğru geliştirme sürecidir. Bu süreç içinde
“ide” diyalektiğin standart üçlü aşamasından geçer. İlk
aşamada “ide” kendi sınırları içinde bulunur ve henüz bir
potansiyel hâlindedir. Kendini gerçekleştirebilmesi için, ikinci
bir alan gereklidir ki, bu da tabiattır. Ama “ide” tabiatta
kendi özüne aykırı bir duruma düşer ve kendine yabancılaşır.
Bu aykırılıktan üçüncü aşama olan kültür dünyasında
kurtulabilir. Tabiatta “ide”yi yönlendiren yasa olan
zorunluluğun yerini, bu üçüncü aşamada, özgürlük alır.
Özgürlük, ruhun kendisini din, felsefe ve sanat gibi birey üstü
uygulama ve etkinliklerle en yetkin biçimde gerçekleştirmesini
mümkün kılar.
Hegel’e göre “Evrensel Geist” kendini bu son aşamada
da üç basamaklı bir süreçte “gerçekleştirir”. İlk basamak
“subjektif geist” olup, tek tek insanların hayatlarında yer
alan henüz tamamlanmamış “ide”den ibarettir. İkinci basamakta
“objektif geist” olarak, kendini toplum, tarih ve devlet olarak
gerçekleştirir. Üçüncü basamak ise “mutlak geist”tir.
Burada ruh, tam bir bilince ulaşarak kendini din, felsefe ve sanat
ile ölümsüz kılmıştır.
Hegel, 1817’de yayımlanan “Ana Çizgileriyle Felsefe
Bilimleri Ansiklopedisi” adlı eserinde tüm düşünce sistemini
ana hatlarıyla açıkladı. Buna göre onun felsefesi, evreni
sistematik bir şekilde anlama girişiminden ibaretti. Yaklaşımındaki
ana tema ise, evrenin anlaşılabilirliğinin, ancak onun diyalektik
bir süreç olarak görülmesi ve bir bütün olarak ele alınmasıyla
mümkün olabileceği tezidir .
Hegel, kitapta “Mutlak Geist”a şu üç işlemle
ulaşılabileceğini söyler: 1-) Kişinin kendini tanıması ve
anlaması, 2-) Tabiatı incelemesi ve düşünmesi, 3-) Ve nihayet
sonlu bir geist olarak insanlığın; kendini tarihsel süreç
içinde din, felsefe ve sanat aracılığıyla mutlak geist ile
bütünleştirmesi. Eser, bu süreci açıklayan üç bölümden
oluşur. Birinci bölüm olan “Mantık”, Tanrı’nın tabiatı
ve sonlu tinleri yaratmadan önceki ilahi tasarı ve programına,
yani saf düşünce kategorilerine ayrılmıştı. İkinci bölüm
olan “Tabiat”, “geist”ın karşıtı olarak tanımlanırken;
üçüncü bölüm olan “Akıl” ise, tabiatın insan tarafından
incelenip, kavranması ile insan bilicinin ve iradesinin, tarihte din
ve felsefe gibi etkinlikler yoluyla Tanrı ile bütünleşmesini konu
alıyordu.
1830’da Berlin Üniversitesi rektörlüğüne getirilen
Hegel’in öğrenci ve izleyicilerinin sayısı öylesine arttı ki,
artık Hegelci bir düşünce okulundan söz edilmeye başlanır
oldu. Ders notları sonradan derlenerek “Estetik, Din Felsefesi,
Felsefe Tarihi ve Dünya Tarihi Felsefesi” gibi başlıklarla
yayımlandı. Bu kitaplarda tarih; insanoğlunun maneviyat, ahlâk ve
bilgi açısından gelişme süreci olarak tasvir ediliyordu. Hegel’e
göre bu gelişme, yani tarih, Tanrı’nın yaratış ve var ediş
amacının gerçekleşme sürecinden ibaretti. İnsanlık da artık,
Tanrı’nın amacının insanın giderek özgürleşmesi olduğunu
kavrayacak ve bunun gereğini yapabilecek kadar ilerlemiş ve
gelişmişti.
Son sistem kurucu filozof olan Hegel’in ölümünden sonra
felsefe, bir kriz içine girmiştir. Bu krizden çıkışa yönelik
“fenomenoloji” girişimi, elinizdeki kitabın IV. bölümünde
incelenecektir. Hegel’i izleyen dönemde felsefe artık ağırlıklı
olarak; bilimsel yöntemin geliştirilmesine ve dilsel analizlere
yönelik bir etkinlik olarak görülecek ve sonra da yerini, git gide
bilime ve linguistiğe terk ederek, akademik müfredat programları
içine kapanıp, durağanlaşacaktır.
Genel Çizgileriyle XX. Yüzyıl Düşünce Hayatı
20. Yüzyıl Felsefesinin Ana Hatları
19.
yüzyılda A. Comte tarafından geliştirilen pozitivizm ya da klâsik
olguculuk akımı, 20. yüzyıl başlarında kısmen değiştikten
sonra iyice yaygınlaşarak, egemen felsefi yaklaşım hâline geldi.
Viyana Üniversitesi’nden bilgi ve bilim felsefecisi M. Schlick,
iki dünya savaşı arasındaki dönemin en etkin felsefi hareketi
olan “mantıksal olguculuk”un kurucusu olarak kabul edilir.
Hareketin üyeleri arasında G. Bergmann, R. Carnap ve H. Feigl de
vardır. Aynı doğrultuda Berlin’de toplanan “Deneysel Felsefe
Derneği” üyeleri arasında ise C. Hempel ve H. Reichenbach
bulunuyordu. Grubun yaklaşımı 1929’da “Dünyanın Bilimsel
Kavranışı: Viyana Çevresi” başlıklı bir bildiriyle kamuoyuna
resmen duyuruldu. Aynı yıl Prag’da bu yaklaşımı açıklama ve
tanıtma amacına yönelik bir kongreler dizisinin ilki toplandı.
Viyana çevresi, esas olarak bilimsel dil ve bilimsel
metodolojiyi sorgulamak ve geliştirmek üzere 1920’lerde düzenli
olarak bir araya gelen felsefeci, bilim adamı ve matematikçilerden
oluşuyordu. Bu gruba özgü felsefi akım, “Mantıksal Olguculuk,
Mantıksal Deneycilik, Bilimsel Deneycilik, Yeni Olguculuk ya da
Bilimlerin Birliği” gibi değişik adlarla anılmaktadır.
Sorunlara yaklaşımları farklı olmakla birlikte, çevre
mensuplarının görüş ve yazılarının ortak noktası, öncelikle;
herhangi bir bilimsel konunun mantıksal yapısının, içeriğinden
ayrı olarak tanımlanabileceği inancıyla, bilimsel teorilerin
biçimine verdikleri önemdir.
İkinci bir ortak nokta da “bir önermenin anlamlılığının
ancak ve ancak deney ve gözlem ile temellendirilebileceği” tezine
dayanan bir anlam ve doğruluk kriteridir. Çevre mensupları, bu
kriteri ileri sürerek etik, metafizik, dini ve estetik önermeleri
anlamsız saydılar.
Üçüncü ortak noktaları da, ilk iki hususun tabii bir
sonucu olan ”birleşik bir bilim öğretisi”dir. Bu çerçevede
fizik ve biyoloji ya da tabiat ve toplum bilimleri arasında temel
bir farklılık olmadığı iddia edilmişse de, uygulamada esas
ağırlık fiziksel bilimlere verilmiştir.
Viyana çevresinin etkisiyle gelişen mantıksal olguculukta;
felsefe için bilimsel bilginin tek sağlam ve güvenilir bilgi
olduğu iddiasıyla her türden eski felsefi görüş, metafizik
olarak nitelenir ve reddedilir. Bu yaklaşımı savunan düşünürler
felsefenin tek aracının mantık, yegâne fonksiyonunun da tüm
bilim dallarında ortaklaşa kullanılabilecek bir dil geliştirmek
olduğuna inanırlar. Bu nedenle İtalyan mantıkçı G. Peano’nun
kurduğu ve mantıkçı düşünür B. Russell ile matematikçi
düşünür A. N. Whitehead’in geliştirdikleri mantık sistemi,
Anglosakson ülkeler başta olmak üzere mantıksal olguculuğun
etkili olduğu yörelerdeki felsefe eğitiminde önemli bir yer
tutmuştur.
Mantıksal olguculuk, 1945-60 yılları arasında, başlangıçta
bu çizgi üzerinde yer almış olan Avusturyalı filozof L.
Wittgenstein’ın (1889-1951) etkisiyle bir değişim geçirerek,
“felsefenin asıl alanının dil ve dildeki kavramları analiz
etmek olduğu ve bu yolla kafa karışıklığına yol açmış olan
geleneksel felsefi sorunların çözülebileceği” tezini esas alan
“analitik ve linguistik felsefe” hâlini aldı.
Wittgenstein’ın 1921’de yayımlanmış olan “Tractatus..”
adlı eseri, mantıksal olguculuğun temel kaynağı olarak
görülüyordu. Fakat eski görüşlerini eleştirip, önemli bir
kısmını reddeden düşünürün yeni görüşlerini içeren ve
ölümünden sonra basılan “Felsefe Soruşturmaları” adlı
kitabı da “analitik felsefe”nin başyapıtı sayıldı.
Başlangıçta İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi’nde
gelişen bu yeni akımın Oxford Üniversitesi’ndeki devamı,
linguistik felsefe adını almıştır. Analitik felsefenin temel
hareket noktası, felsefenin tek konusunun dil olduğu ilkesidir. 20.
yüzyılın başlarında gelişen ve yine bu dönemlerde sonlanan
mantıksal olguculuk akımından “felsefenin bizzat bilgi üreten
bir etkinlik olmadığı” görüşünü ve “felsefe tarihi
boyunca eser veren düşünürlerin aslında sadece dil kullanımıyla
ilgili bazı sorunların çözümüyle uğraşmış oldukları”
görüşlerini devralan analitik felsefeciler, dilsel yapıları
analiz etmek suretiyle bir düşünürün gerçek fonksiyonlarını
yerine getirmiş olacağını kabul ettiler.
Analitik felsefeciler, kendilerininkinden önceki egemen akım
olan olguculuğun, yalnız deneysel olgulara dayanan ifadelerin
anlamlı olduğu varsayımına dayanan geçerlilik ilkesini keyfi ve
saçama olarak niteleyip, reddettiler. Olgucu düşünürlerin maddi
nesneleri, kişilerin zihin içeriklerini ve geçmişe ait ifadeleri
keyfi bir şekilde bir araya getirmeye kalkışmalarını “en
azından sağduyunun ihlali” olarak niteleyen analitik filozoflar,
bunun yerine dilin “toplumsal ve fonksiyonel bir olgu ve insanlığın
tabii yaşamının bir parçası” olduğu tezini ön plâna
çıkardılar.
Özellikle Oxford’daki gelişimi içinde analitik felsefe,
Russell ve mantıksal olgucuların anlayışlarının temelinde
yatan, mantık aracılığıyla “bir kusursuz biçimsel dil”
kurma amacından uzaklaşarak “gündelik dil”e yöneldi. Buna
göre, sağduyunun kaynağı olan ve sıradan insanların konuştuğu
dil zaten tam ve gelişmiştir. Felsefe aracılığıyla yapılması
gereken; dilin, bu olağan gündelik kullanımının dışına
çıkılması sonucu beliren sahte problemleri gidermektir. 1945’ten
1960’a kadar bu felsefi anlayışın liderliğini yapmış olan G.
E. Moore’un, idealist düşünür Bosanquet’in “zaman gerçek
değildir” ifadesine “Yani sabah kahvaltısını öğle
yemeğinden önce yapmadığını mı söylüyorsun?” şeklinde
karşı çıkışı, akımın anlayışını temsil eden örnek bir
deyiş olarak ün kazanmıştır. Wittgenstein ise daha çok
kavramların günlük hayatta kullanış tarzını esas alan bir
felsefi dil kullanım tarzı geliştirmiştir.
Analitik felsefenin hareket noktası, dilin felsefi
araştırmanın kendine has dolaysız konusu olduğu inancından
ibaret değildir. Akımın ayırt edici yönü, geleneksel felsefe
sorunlarının, bunları dile getirirken ve tartışırken başvurulan
kelimelerin kullanış biçimleri dikkate alınarak çözülebileceği
veya ortadan kaldırılabileceği tezidir.
Akımın son önemli temsilcileri, İngiliz düşünürler G.
Ryle ve J. L. Austin oldu. Okul, Austin’in öldüğü ve Amerikalı
düşünür W. Quine’in “Kelime ve Nesne” adlı kitabını
yayımladığı 1960’da belirgin bir şekilde etkisini kaybetmeye
başladı. Bu yıllar, aynı zamanda ABD’li dilbilimci N.
Chomsky’nin linguistikte yeni bir atılım sağlayan çalışmalarını
ortaya koyduğu döneme rastlar. Quine ve Chomsky’nin dolaylı
etkileri, İngiliz analitik filozoflarının büyük ölçüde
felsefi spekülasyonlara dayalı ve pek bilimsel sayılamayacak
türden olan görüşlerinin temellerinin yıkışına önemli bir
katkı yapmıştır. Analitik felsefenin tesirini yitirmesinde rol
oynayan bir başka etmen ise, kendisi de Oxford’lu olan Çek asıllı
İngiliz düşünür E. Gellner’in ”Kelimeler ve Şeyler” adlı
kitabıyla bu akımın temellerine yaptığı şiddetli saldırı
oldu. Gellner kitabında bu akımı, kendi içinde taşıdığı
tutarsızlıklara işaret ederek sert bir dille eleştirmişti.
20.
yüzyıl felsefesinin genel söylemine muhalefet eden alternatif bir
felsefi çizgi olarak nitelendirilebilecek “varoluşçuluk” ve
hermönetik ile postmodern akımlar, bu kitabın IV. bölümünde
ele alınacaktır.
20. Yüzyılda Bilim
Bilim
alanına Newton fiziğinin mekanistik yorumu sonucu hakim olan
deterministik yaklaşım, 20. yüzyılın başlarına kadar etkisini
sürdürdü. 19. yüzyılda astronomide olduğu gibi fizik ve
kimyadaki gelişmeler de bilim adamlarını, tüm bilimsel olguların
matematik aracılığıyla tasvir ve izah edilebileceği kanısına
götürmüştü.
İngiliz kimya bilgini J. Dalton atom teorisiyle kimyayı
düzensizlikten kurtarıp, rasyonel bir sistematiğe kavuşturdu. Her
elementin kendine has atomlardan ve her bileşiğin de kendine özgü
moleküllerden oluştuğu görüşü yaygınlık kazandı. Yine bir
İngiliz bilim adamı olan M. Faraday ile İskoç bilim damı J. C.
Maxwell, elektrik ve manyetizma alanında “devrimsel” denebilecek
atılımlarıyla büyük bir ilerleme sağlayarak, sıradan maddi
nesneler için geçerli olan mekanik yasalarının kapsamına ışık,
elektrik ve manyetizmanın da sokulabileceğini göstermiş oldular.
Aynı şekilde, fiziğin yeni gelişen bir kolu olan termodinamiğin
inceleme konusu olan enerjinin de mekanik yasalara bağlı olduğu
gösterildi. Öyle ki sonunda, tabiattaki tüm süreçlerin “maddi
harekete” indirgenebileceği beklentisi, artık bir
“paradigma”ölçüsünde benimsenerek, yaygınlık kazanmış
oldu.
19. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya konmaya başlayan
ve sayıları giderek artan bazı yeni gözlemlerin mekanik teoriyle
yeterli olarak açıklanamadığı fark edilince, bu mekanistik bilim
anlayışına olan aşırı güven sarsıldı. Ve çok geçmeden de
Newton fiziğinin ancak belirli hız ve büyüklük limitleri, yani
“normoalem” sınırları içinde geçerli olduğu; atomaltı
boyutlar, yani mikraoalem ile uzayın geniş mekanlarında, yani
makroalemde ve ışık hızına yakın süratlerde Newton fiziğinin
yetersiz (daha doğrusu tanımsız ve geçersiz) kaldığı ortaya
çıktı. Bu yetersizlik nedeniyle 20. yüzyıl başlarında iki yeni
büyük teori geliştirildi. Bunlardan ilki, madde ve enerjinin temel
birimlerini konu alan “kuantum teorisi”, ikincisi de yüksek
hızlarda hareket eden kütleler ile geniş uzaysal ilişkilere
yönelik “relativite teorisi”dir. Bu iki yeni teorik sistem
Newton mekaniğini aşmakla kalmayıp, insanlığın düşünce ve
tasarım dünyasında yepyeni ufuklar da açtılar.
Ünlü bilim adamı A. Einstein (1879-1955) uzay, zaman ve
kâinatın yapısıyla ilgili olan relativite teorisiyle sağladığı
bilimsel atılımı iki safhada gerçekleştirmiştir. Einstein’ın
1905’te bilim dünyasına tanıttığı “özel relativite
torisi”, Newton’un tanımladığı zaman ve uzay kavramlarının,
her yerde ve her zaman aynı şekilde hiç değişmeden geçerli
kalan mutlak kavramlar olmadığı esasına dayanır. 1916’da
yayımlanan ve daha kapsamlı olan “genel relativite teorisi”
ise, evrensel çekimin bir kuvvet değil, içinde yerküre veya güneş
gibi kütlelerin yer aldığı uzay bölümünün geometrik yapısının
bir fonksiyonu olduğu tezini işler.
Hız veya hızın değişme
miktarı olan ivmenin ölçülebilmesi için, iki farklı olayın
hangi anlarda eşzaman olduğunun bilinmesi gerekir. Ne var ki,
uzayda birbirinden belirli bir mesafenin ötesinde gerçekleşen iki
olay için eşzamanlılık, gözlemcinin konumuna bağlı olur. Bir
gözlemci için eşzaman olan olaylar, konumu farklı olan bir diğeri
için eşzamanlı değildir. Özel relativite teorisine göre, her
koordinat sisteminin zamanı kendine özgüdür.
İlgili koordinat sistemi bilinmedikçe, bir olgunun oluş zamanı
tam bir dakiklikle ölçülemez. Aynı şekilde uzay da relatif bir
kavramdır, çünkü her koordinat sistemi, başka koordinat
sistemlerine göre izafi olarak hareket hâlindedir.
Özel relativite teorisinin öncüllerini
oluşturan iki temel ilke vardır: 1-) Tabiat kanunları ivmesiz
hareket eden tüm sistemler için aynıdır. 2-) Işık hızı,
kaynağına göre hareketli de hareketsiz de olsalar, tüm
gözlemciler için aynıdır. Teorinin içerdiği diğer önermeler
bu öncüllerin mantıksal sonuçlarıdır. Esas olarak deneysel
nitelikli olan bu iki ilkenin yol açtığı teorik devrim, ilk
bakışta şaşırtıcı bir büyüklükte görülebilir. Ancak,
sonuçlarına bakıldığında ise bu şaşkınlık, yerini büyük
bir hayranlığa bırakır.
Teorinin ilginç sonuçlarından birine göre, gözlemciye
bağıl olarak nesnelerin hareketleri yönünde uzunlukları
kısalırken kütleleri artar. Yine şaşırtıcı sonuçlara yol
açan bir diğer kavram da zamanın izafi oluşudur. Meselâ
birbiriyle aynı şekilde ayarlanmış iki saatten birinin, içinde,
ikiz olan iki astronom kardeşten bir tanesinin bulunduğu çok
hızlı bir araçla uzaya gönderilmesi hâlinde, bu saatin yerde
kalana göre daha yavaş çalıştığı görülür. Oysa uzay
aracındaki gözlemciye göre böyle bir yavaşlama söz konusu
değildir. Ne var ki, uzay aracındaki ikiz kardeş, dünyada
kalandan daha az yaşlanır.
Teorinin atom bombası veya
nükleer santraller gibi uygulamalar nedeniyle en yaygın şekilde
bilinen sonuçlarından biri de madde
ve enerjinin eşdeğerliliğine
ait denklemidir: E=m.c2
Çok küçük bir miktardaki kütlenin çok büyük miktarda enerjiye
dönüşebileceğine işaret eden bu denklem, güneş ve diğer
yıldızlarda ısı ve ışığın nasıl üretildiğini de açıklar.
Özel relativite teorisi, düzgün
doğrusal, yani ivmesiz hareket eden sistemlerle sınırlıydı.
Genel relativite teorisi ise, birbirine göre hızlanan ya da
yavaşlayan ivmeli sistemleri de kapsamaktadır. Bu nedenle birinci
teori, kapsamı daha geniş olan ikincinin özel bir hâli
sayılabilir.
Relativite teorisi, Newton’un mekanik kanunlarının, çok
geniş mekanlar ve çok büyük kütleler ile hızlar mertebesinde
izahta yetersiz kaldığı olgu grubunu, daha hassas ve dakik bir
şekilde açıklarken, aynı zamanda bazı fiziksel kavramların
değişmesine de yol açmıştır. Meselâ, klâsik mekanik
gravitasyon, kütleler arasında etkiyen çekim gücü olarak
tasarlanmıştır. Buna göre, meselâ bir gezegeni yörüngesinde
tutan şey, kütlesi daha büyük olan güneşin çekim gücüdür.
Oysa, genel relativite teorisine göre gezegenleri yörüngelerinde
tutan şey, güneşin çekim gücü değil, yörüngelerin yer aldığı
uzay bölümünde güneşin kütlesel etkisiyle oluşan ‘çöküntü
benzeri’ durumdur. Popüler bilim yazarları bu durumu, dört
ucundan tutularak gerilen bir çarşafın üzerine konan bilardo
toplarının etkisiyle oluşan çukurluklara benzetirler. Böyle uzay
kesimleri üzerinde yer alan gezegenlerin başka türlü hareket
etmeleri zaten mümkün olamaz. Bu nedenlerden dolayı Einstein,
uzayın tasviri için klâsik Euclides geometrisini değil, Reimann
geometrisini tercih etmiştir. Genel relativite teorisi ayrıca
gravitasyon ile eylemsizlik ilkesini “gravitasyon alanı” adı
altında tek bir kavramda birleştirmiştir. Einstein’ın bunu
yaparken Faraday ile Maxwell’in “elektromanyetik alan”
kavramından etkilendiği söylenebilir.
Genel relativite teorinin olgusal testi, güneşin gravitasyon
alanından geçen ışık ışınlarının doğrultusundaki eğrilme
ortaya konarak yapılmıştır. 1919 Mayısında gerçekleşen güneş
tutulmasını izleyen İngiliz astronomu Eddington liderliğindeki
bir grup bilim adamının gerçekleştirdikleri ölçme ve
gözlemlerin olumlu sonuçları Kraliyet Bilim Akademisince
açıklanınca, Einstein adı, bilim dünyasında Newton’unki
düzeyinde bir yüceliğe ulaştı.
Genel relativite teorisi daha sonra başka gözlemlerle de
doğrulandı. Bunlardan biri, Merkür gezegeninin yörüngesi ile
ilgili olarak klâsik mekaniğin izahta yetersiz kaldığı bir
özellik, diğeri de güneş ve diğer yıldızların saçtığı
ışığın spektral çizgilerinde gözlenen “kırmızıya kayma”
fenomeni oldu. Kâinatın sonlu, fakat sınırsız olduğu hususunu
içeren bu teoriye göre kâinat, ya genişlemekte ya da büzülmekte
olmalıdır. Gözlemler evrenin genişlemekte olduğunu ortaya
koymuştur.
Einstein bu teorilerle yetinmeyip, hayatının son 30 yılını
daha da kapsamlı bir teori oluşturma çabasıyla geçirdi. Evrende
olup biten her şeyi tek bir genel ilke çerçevesinde açıklamak,
insanoğlunun kökü binlerce yıl eskilere uzanan bir hayalidir.
Thales tüm varlığı suya ya da bir tür sıvıya, Pythagoras
sayılara indirgeyerek açıklamaya çalışmıştı. Modern çağlarda
da Oersted, Faraday ve Maxwell’in elektrik ve manyetik güçleri
özdeşleştirme yoluna gittikleri görüldü. Einstein’ın ömrü
boyunca süren hayali de aynı hedefe yönelikti: Tabiatta gözlenen
tüm güçleri (gravitasyon, elektrik, manyetizma, vd.) “birleşik
alanlar teorisi” adını verdiği tek bir temel ilkeye bağlamak.
Bu hayalin gerçekleştiği söylenemese de, Einstein’ın çağdaş
fiziğin hakim çizgisi dışında kalma pahasına ümidini hiçbir
zaman kaybetmediği açıktır. Kâinatın düzenliliği onda bir tür
dinsel inançtı. Einstein bu husustaki düşüncelerini: “Hiçbir
seçeneğim kalmazsa, belki tabiat kanunlarına bağlı olmayan bir
evren düşünebilirim, ama Tabiat kanunlarının istatistiksel
olduğu görüşüne asla katılmam. Tanrı zar atarak iş görmez!”
diyerek çarpıcı bir şekilde açıklamıştır.
20. yüzyılın ikinci büyük bilimsel atılımı olan
kuantum teorisi ise, klâsik mekaniğin atomaltı düzeyde görülen
yetersizlikleri karşısında geliştirilmiştir. Bu alandaki ilk
büyük adımı atan Alman fizikçi M. Planck (1858-1947) aslında,
çalıştığı alanda karşılaştığı bir meselenin halli için
uğraşmakta iken bulduğu çözümün yol açacağı bilimsel
değişimin büyüklüğünün başlangıçta pek farkında değildi.
Mesele, klâsik fiziğin “enerjinin eşit bölünme teoremi”ne
göre, akkor hâlindeki bir cisimden salınan radyasyonun esas olarak
en kısa dalga boylu ışık hâlinde olması gerekirken, gözlemlerin
bunu desteklememesinden kaynaklanmıştı. Deneysel
bulgular, böyle bir cisimden yayılan ışık ışınlarının dalga
boylarının, spektrumun değişik bölgelerine dağıldığını ve
özellikle orta kısımlarda yoğunlaştığını gösteriyordu.
Planck yerleşik kuram ile gözlemler arasındaki bu
uyumsuzluğu giderebilmek için yetkin bir örnek olarak ele aldığı
“kara cisim ışıması” ile ilgili teorik çalışmalarının
sonuçlarını 1900’de yayımladı. Çalışmalarının dayandığı
temel düşünce, maddenin her biri kendine has titreşim frekansına
sahip olan ve bu frekansla elektromanyetik radyasyon salan birtakım
‘vibratör’lerden oluştuğu varsayımıydı. Bu noktaya kadar
Planck’ın önerisinin yerleşik teoriye ters düşen bir yanı
yoktu. Ancak, Planck sözlerine bu vibratörlerin enerjiyi sürekli
bir akım hâlinde değil, kesintli fışkırmalar hâlinde saldığını
da eklemekteydi. Planck ayrıca belirli bir frekanstaki vibratörün
saldığı veya aldığı enerjinin “tam birimler” hâlinde olup,
kesirli değerler hâlinde olmadığını da eklemişti. Planck çözüm
için istatistiksel bir yöntem kullanmış ve ışıma enerjisinin
“paketçikler” hâlinde salınıyor olması gerektiği sonucuna
ulaşmıştı. Önerilen çözüm, gözlem sonuçlarıyla uyuşmayan
“sürekli akış” varsayımından vazgeçmeyi gerektiriyordu. Ne
var ki, günümüzde son derece açık ve kesin görünün bu
önerinin o dönemde hemen kabulü şöyle dursun, akla yakın
bulunması bile çok zordu. Tabiatın sürekliliği, bir hipotez
olmanın çok ötesinde, âdeta bir dogma idi. Klâsik mekanik gibi
Maxwell’in elektromanyetik teorisi de tabiatın sürekliliği
ilkesine dayanıyordu. Nitekim elektromanyetik teoriyi deneysel
olarak doğrulayan Alman fizikçi Hertz, ışığın dalga teorisine
değinerek, bu teoriyle fiziğin değişik dallarının sağlam ve
tutarlı bir bütünlük kazandığını ifade etmekten kendini
alamamıştı.
Yerleşik bir kuramı sorgulamak pek az bilim adamının göze
alabileceği bir girişimdir. Ayrıca başlangıçta Planck, önerdiği
çözümle devrimsel bir dönüşüme yol açmak ya da klâsik fiziği
sarsmak gibi amaçlar da gözetmemişti. O bulduğu çözüme, sadece
deneysel verilerin matematiksel bir ifadesi gözüyle bakmaktaydı.
Oysa “kuantum” adını verdiği bir enerji paketiyle ışınımın
dalga frekansı arasındaki ilişkiyi belirleyen “E=h.f“
denklemi, bilimde yepyeni bir dönemin temel taşıydı.
Denklemdeki E, enerjiyi; f,
ışıma frekansını; h ise, orantı sabitini gösterir. h’nin
değeri 6,6x10 -27
erg-saniye’dir.
Formül, Planck’ın “kuantum” adını verdiği bir enerji
parçacığı ile ışığın dalga frekansı arasındaki ilişkiyi
dile getirmektedir. Buna göre bir kuantum enerjisini bulmak için
dalga frekansını Planck sabitiyle çarpmak gerekir. Öte yandan
herhangi bir ışımada verilen enerji miktarı dalga frekansına
bölündüğünde sonuç daima h’ye, yani Planck sabitine eşit
olmaktadır. Işık hızı gibi Planck sabiti de tabiatın değişmez
değerlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kuantum teorisi çok geçmeden ışığın dalga teorisini de
etkiledi. Nitekim Einstein’ın 1905’te ortaya koyduğu
“fotoelektrik etki” adlı olayla ilgili açıklamasından sonra,
artık ışık da kuantum teorisinin kapsamına girdi. Böylece ısı,
ışık, elektromanyetizma ve benzeri radyasyon türlerinin tümünün
“kuantlar” hâlinde alınıp verildiği tezi teyit edilmiş oldu.
Bu teori daha sonra Bohr, Schrödinger, Heisenberg ve diğer bazı
bilim adamlarının katkılarıyla çağımız fiziğine hakim olan
“kuantum mekaniği”ne dönüştü.
Bu arada radyoaktivite üzerindeki çalışmalar, atomun iç
yapısının karmaşıklığını da iyice ortaya koymuş oldu.
Değişik atom türleri arasındaki fark, şimdi elektron ve proton
dediğimiz negatif ve pozitif elektrik yüklü parçacıkların sayı
ve oranlarıyla açıklandı.
1913’ten itibaren kuantum teorisi giderek büyüyen bir
ağırlık kazanarak elektromanyetik radyasyon olayının ötesinde,
giderek teorik fiziğin daha birçok konusunu da kapsamına almaya
başladı. Teorinin gelişme temposu, Danimarkalı bilim adamı N.
Bohr’un katkılarıyla daha da hızlandı. Bohr, kuantum teorisini
Lord Rutherford’un atomla ilgili teorisine uyguladı. Rutherford’a
göre atom, güneş sistemine benzer bir yapıdaydı. Ortada pozitif
elektrik yüklü son derece yoğun bir çekirdek ve onun çevresinde
dönen elektronlardan oluşan böyle bir yapının nasıl ışık
saldığı hususu, Bohr’un esas araştırma konusuydu.
En hafif atom olan hidrojen atomunda, elektronun etrafında
döndüğü ve elektrik yükü bakımından kendisine eşit olduğu
protonun ağırlığı, elektronunkinden 1840 kere daha büyüktür.
Elektronun dalga uzunluğu giderek azalan ışınlar saçarak ve
helezonlar çizerek protonun üzerine düşmesini öngören klâsik
fizik yasalarına göre, böyle bir atomik yapının dengesini
sürdürmesi imkânsızdır.
Bohr bu uyumsuzluğu gideren bir hipotetik model önerdi.
Bohr, herhangi bir teorik açıklama getirmeksizin, hidrojen
atomundaki elektronun sadece ve sadece belirli yörüngeler üzerinde
döndüğünü ve bu yörüngeler üzerindeyken de ışıma
yapmadığını varsaydı. Ona göre ışıma sadece, elektron bir
yörüngeden diğerine geçerken olmaktaydı. Bu ışıma bir kuant
(h.f) miktarınca olmakta ve ışımanın frekansı, geçişin
gerçekleştiği yörüngelere bağlı olarak değişmektedir.
Bohr’un matematiksel olarak geliştirdiği bu model,
hidrojen atomunun çıkardığı ışığın dalga uzunluklarına ait
gözlem değerlerine şaşılacak derecede uymakla kalmayıp, ayrıca
o zamana dek hiç gözlenmemiş olan başka birtakım radyasyonların
(hem morötesi, hem de kızılaltı kesimlerde) deneysel olarak
ortaya konmasını da mümkün kılıyordu. Ancak, hidrojen atomu
için çok yararlı ve kullanışlı olan Bohr modeli, çekirdek
çevresinde iki veya daha fazla elektron bulunan atomlarda, içinden
çıkılmaz matematiksel sorunlara yol açtığı için
uygulanamıyordu. Meselâ, basit bir spektral yapıya sahip, fakat on
bir elektronu olan sodyum atomu, gerçekten çözümü çok güç bir
problem oluşturuyordu. Bu durumda Bohr, ışımadan sadece en dış
yörüngedeki elektronu sorumlu tutarak meseleyi çözme yoluna
gitti. Geriye kalan on elektron, ona göre tam olarak oluşmuş iki
iç halkayı meydana getirmekteydi.
Bazı başarılarına rağmen Bohr’un “Rutherford-Bohr
modeli” olarak da bilinen teorisi, birçok bakımdan da yetersiz
kalmış oldu. 1925’te Alman fizikçi Heisenberg, atom modeli
düşüncesini bir tarafa iterek, sadece spektral frekans ve şiddet
gibi gözlenebilir değişkenler üzerine kurduğu “kuantum
mekaniği” adlı teoriyi geliştirdi. Son derece karmaşık olan bu
teori, matematikçilerin işleyiş kurallarını cebirsel denklemler
teorisinde belirlemiş oldukları “matris” denen sayısal
tablolara dayanıyordu. Ancak teoriden çıkan sonuçlar, gözlem
sonuçlarına Rutherford-Bohr modelinden çok daha iyi bir uyum
gösteriyordu.
Heisenberg, Bohr’un 1920’de kurduğu “Kopenhag Fizik
Enstitüsü” çalışanları arasındaydı. Bu enstitü;
Heisenberg, Pauli, Landau, Gamov, M. Born, Dirac ve Jordan gibi
seçkin fizikçilerin toplandığı ve kuantum teorisi alanında öncü
çalışmalarıyla ünlü bir merkezdi.
Enstitünün en büyük başarısı, Planck’la başlayan
kuantum teorisi ile, kökleri çok daha eskilere uzanan dalga
teorisini, “dalga mekaniği” başlığı altında uzlaştırması
olmuştur. Bu gelişme başlıca, Fransız bilim adamı de Broglie ve
Avusturyalı bilim adamı Schrödinger’in çalışmalarına
dayanır. Broglie 1924 de gözle görülebilen veya görülemeyen
her parçacığın hareketine, belirli büyüklükteki bir dalga
hareketinin eşlik ettiğini ortaya koyarak; ışığın hem dalga,
hem parçacık özelliği taşımasının gerçekte bir çelişki
olmadığını gösterdi. Kısa bir süre sonra elektron demetlerinin
de ışık ışınları gibi kırınıma uğradıklarının ortaya
çıkarılmasıyla Broglie’nin buluşu genel bir kabule kavuştu.
1926 da Schrödinger’in, elektronların dalgasal
özelliklerini hidrojen atomu modeline uygulayarak ortaya koyduğu
bir denklem, dalga mekaniğinin temel taşı oldu. Schrödinger bir
elektronun yörüngesindeki dalga uzunluğu dağılımının tam
sayılarla ifade edilebileceğini göstermekle, hem Bohr teorisinde
karanlıkta kalmış olan bazı noktaları aydınlattı, hem de kendi
geliştirdiği dalga mekaniği ile Heisenberg’in ortaya koyduğu
kuantum mekaniği arasındaki eşdeğerliliği göstermiş oldu.
Schrödinger matematiksel esaslı teorisini şöyle
açıklamıştı: “Hidrojen atomu, bir buzlu camın arkasındaki
lâmbaya benzer. Dönen elektronlara ait dalgaların atom çekirdeği
çevresinde meydana getirdiği kırınım ‘hale’si, negatif
elektrik yüklü küresel halkalar şeklindedir. Bunların yoğunluğu,
tüm dalgasal hareketlerde olduğu gibi, merkezden çevreye doğru
değişmektedir.” Schrödinger kütle ve radyasyona ait parçacık
ve dalga ikileminden, kuanta veya parçacıkları; birer dalga paketi
olarak adlandırdığı “çok küçük bir mekanda, çok büyük
bir yoğunlukta toplanmış dalgalar” olarak görmekle
sakınabileceğimizi umuyordu. Böylece o, hidrojen atomundan çıkan
ışımanın elektronların yörünge değiştirmesinden söz etmeden
klâsik dalga teorisiyle açıklanabileceğini düşünüyordu.
Bu teorinin iki elektronlu bir atoma uygulanması hâlinde,
elektron dalgalarının uzayda altı boyutlu, n sayıda elektrona
sahip bir atoma uygulanması hâlinde ise, uzayın 3n boyutlu olduğu
varsayılmalıdır. Bu ise elektron dalgalarının klâsik dalga
anlayışımızdan çok farklı özellikte olması anlamına
geliyordu. Bohr’un çalışma arkadaşlarından M. Born, bu
dalgaların elektronun varlık ihtimalini temsil ettiğini ileri
sürerek, kuantum teorisinde yeni bir gelişme dönemini başlattı.
Schrödinger’in modelindeki halkaların görünen yoğunluğu,
bir elektriksel yük yoğunluğu olmayıp, elektronun o yörüngelerden
birinde bulunma ihtimalinin bir göstergesidir. Benzer şekilde bir
ışık ışını da, dağılım olasılığı dalgalarca temsil
edilen bir kuanta grubu olarak tasarlanabilir.
Kuantum teorinin kesinlikler değil, ancak ihtimaller
düzeyinde işlediği hususu, Heisenberg tarafından ortaya konan
“belirsizlik ilkesi” ile tam bir açıklık kazanmıştır. Bu
ilkeye göre elektron gibi küçük bir parçacığın konum ve
hızını birlikte belirlemek mümkün değildir. Heisenberg bu
tezini, gözlem araçlarının gözlenen nesne veya olay üzerindeki
bozucu etkisiyle açıklamak istemiştir. Elektronu gözlemek için
ışık, yani bir tür elektromanyetik radyasyon kullanma gereği
vardır. Elektronun yerini tespiti için, dalga boyu uzun olmayan ama
frekansı (f) ve dolayısıyla (h.f) kuantum enerjisi büyük olan
türden radyasyon kullanmak gerekir. Ancak böyle bir kuanta
elektrona çarpınca onun hızını değiştirecektir. Öte yandan,
bu durumdan sakınmak için uzun dalga boylu, yani düşük enerjili
radyasyon kullanılması hâlinde ise, elektronun belki hızı
değişmez, ama bu defa da konumunu belirlemek mümkün olmayabilir.
Elektronun bulunduğu yeri tam olarak belirlemeye yönelik işlemler
onun hızını belirsizleştirmekte, hızının tam olarak
belirlenmesi için yapılacak işlemler ise, konumunu
belirsizleştirmektedir.
Belirsizlik ilkesi matematiksel olarak şöyle ifade
edilebilir: Δx.Δv=h/m Denklemde Δx ve Δv, m kütleli bir
parçacığın yer ve hızındaki belirsizlikleri gösterir. İkisinin
çarpımı, elementer kuantum etkeni (h) ile orantılıdır. Eğer
h’nin değeri sıfır olsaydı, o zaman belirsizlik söz konusu
olmayacaktı. Gerçekten de h’nin değerini sıfır almak suretiyle
dalga mekaniği denklemlerini klâsik mekanik denklemlerine
dönüştürmek mümkündür. Görüldüğü gibi indeterminizmin
temelinde Planck sabiti bulunmaktadır. Nitekim belirsizlik ilkesi,
hareket hâlindeki bir parçacığın yeri ve hızıyla ilgili
herhangi bir ölçümde, en az Planck sabiti kadar bir belirsizlik
bulunması zorunluluğunu içerir. Atomaltı düzeyde bu, önemli bir
büyüklüktür. Günlük hayatta karşı karşıya olduğumuz
cisimlerin kütleleri bu değerden çok fazla olduğu için, makro
düzeyde belirsizlik çok azalmaktadır.
Atomaltı olguların önceden kestirilmesindeki belirsizlik,
bunlarda yer alan nesnelerin yapısındaki parça-dalga ikilemi ile
de ilgilidir. Bir elektron, yeri kesinse parçacık, kesin değilse
dalga gibi davranacaktır. Bu nedenle parçacık ya da dalga,
birbirini tamamlayan vazgeçilmez iki kavramdır. Ancak uygulamada,
bunlardan birini kullandığımızda çoğu defa diğerini göz ardı
etmemiz gerekmektedir.
Bu gerçek, elektron gibi bir nesneyi tasvirde, tek bir
kavramın yetersizliğini göstermektedir. Elektron, bazen parçacık,
bazen dalga niteliği taşır, belki de her ikisidir. Aslında bu
konuda kesin olarak bilinen şey, yorumları net olmayan birtakım
denklemlerden ibarettir.
Kuantum fiziği alanındaki son girişimlerden biri de
1928-1930 yıllarında İngiliz bilim adamı P. Dirac’tan
gelmiştir. Dirac’ın amacı, çeşitli teorileri birleştiren öyle
geniş kapsamlı bir bağıntı bulmaktı ki, onun çerçevesi içinde
Heisenberg’in matris mekaniği ile, Schrödinger’in dalga
mekaniği birer özel olarak yer almış olsunlar. Bu amaçla
geliştirdiği matematiksel teori, son derece soyut ve karmaşık
olup, tabiatın temel süreçlerinin, uzay ve zamanda yer alan makro
olgular gibi tasvir edilemeyeceği varsayımına dayanmaktaydı. Ona
göre doğrudan gözleme açık olmayan temel süreçlerin
anlaşılabilmesi, ancak inceleme sürecinde bunların bir hâl
değişikliğine uğrayarak yüzeye çıkmalarıyla mümkün
olabilir.
Schrödinger’in modelinde, elektronların çekirdek
çevresindeki üç boyutlu uzayda dağılımları göz önünde
tutularak, atomun yapısını belirleyen dört parametreden üçü
belirtilmiş, ancak zaman boyutunu temsil etmesi gereken
dördüncüye yer verilmemiştir. Bu
nedenle
Schrödinger’in modeli relativistik bir sistem değildir. Dirac’ın
önerisi ise, elektron “spin”ini kapsayan dördüncü kuantum
sayısını da içeren relativistik bir model şeklindedir. Dirac,
bu sisteme dayanarak kütlesi elektronunkine denk, ancak yükü ters
olan bir temel parçacığın daha bulunması gerektiğini
öngörmüştü. Pozitron olarak adlandırılan bu parçacığın
varlığı, bir süre sonra deneysel olarak da gösterildi. Ancak
buna karşılık Dirac’ın modeli çok karmaşık ve zor olması
nedeniyle birleştirmeyi amaçladığı teoriler kadar yaygın bir
kullanım alanı bulamadı.
Şurası açıktır ki, kuantum fiziğinde henüz son söz
söylenmiş değildir. Tüm çaba ve girişimlere rağmen, kuantum
teorisinin hâlâ tamamlanamamış ve mükemmelleştirilememiş
olduğu ortadadır. Özellikle yüksek enerji fiziği alanında
yapılan deneyler, bu tespitin doğruluğunu tekrar tekrar
göstermektedir. Dev hızlandırıcılarda, yüksek enerjili
parçacıklarla atom çekirdekleri bombalandıkça, ortaya sürekli
yeni birtakım parçacıklar çıkmaktadır. Bunların sayıları ve
türleri o kadar fazladır ki, adlandırılmaları bile artık
altından kalkılmaz bir sorun halini almıştır. Eldeki teori ve
hatta paradigmanın bu alandaki problemlerin çözümü için
yetersiz olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Kâinata
ve tüm varoluşa bambaşka bir perspektiften
bakmamızı sağlayacak yeni ve kapsamlı bir paradigma bulunmadıkça,
mevcut sorunlar çözülemeyeceği gibi, bunların tür ve sayıları
da giderek artacaktır. Böyle bir orijinal perspektif ortaya
konduğunda, belki de kuanta kavramı, parçacık-dalga ayrımı,
belirsizlik ilkesi ve Kopenhag yorumu geçerliliklerini yitirecekler
ve yerlerini, ya günlük düşünme ve yaşantılarımıza daha
yakın, ya da tamamen orijinal kavramlar alacaktır. Şimdilik kesin
olarak söylenebilecek şey, bugünkü durumun sürüp
gitmeyeceğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder