GİRİŞ
Felsefe ve
Bilim: İki Temel Sistematik Düşünme Biçimi
İnsanoğlu “kim veya ne olduğunu; nereden gelip, nereye
gittiğini”, ”kendisinin, dünyanın ve kâinatın varoluş
şekli ile nedenlerini” daima merak etmiştir. Bunlar, her birimizi
son derece yakından ilgilendiren çok önemli noktalardır ve
belirli bir yaşama tarzı veya biçimi belirlemeden önce, bu
sorulara mümkün olduğunca geçerli, güvenli ve tutarlı
karşılıklar arayıp, bulmamız zorunludur.
Benzer sorular,
felsefe ve bilimde de önemli birer yere sahiptir. Felsefe “varlık,
manâ, bilgi, gerçeklik, geçerlilik, iyilik, hak, adalet, doğruluk,
ve güzellik gibi” pek çok farklı hususun analiz ve sentez
yoluyla değerlendirmeye tâbi tutulduktan sonra, ulaşılan
sonuçların sistematik bir şekilde ortaya konmasına yönelik bir
entelektüel faaliyettir. Özellikle günümüzde ağırlık kazanan
yaklaşımların etkisiyle bilimde de, “kâinatı ve insan
yaşantısını” anlama amacının, giderek felsefe ile müşterek
bir alan teşkil etmekte olduğu görülmektedir.
Felsefe, bilimsel
düşünce tarzının ve bilimin yolunu açarak; bazı bakımlardan
bilime paralel bir gelişme süreci göstermiş olmakla birlikte,
bilimden son derece farklı bir çok özelliğe de sahiptir. Bu
iki temel sistematik entelektüel etkinlik arasındaki en büyük
farklılık, metotlarındadır. Bilim adamı ölçme, gözlem ve
deney yoluyla elde edilen nesnel verilerden hareket eder ve ulaştığı
sonuçları da yine bu türden verilerle doğrulamaya çalışır.
Filozof ise genellikle doğrudan insan yaşantısından hareket eder
ve ulaştığı sonuçları nesnel verilerle değil, mantıksal veya
dilsel analizle, hatta kimi zaman da spekülasyonlarla pekiştirmeye
çalışır. Bilimde kesine yakın, herkesin katılım ve denetimine
açık, gözlem ve deneyle test edilebilir “a posteriori” bilgi
üretilirken; felsefede öncelik ve ağırlık daha çok; şahsi
tecrübe, yaşantı ve eğilimler ile “a priori” bilgilere
verilmektedir. Bazı filozofların inceleme ve analiz konuları
arasında “bilimin ve bilginin yapısı”, “neyin, nasıl
bilinebileceği” türünden hususlar da yer almaktadır.
Tarih içinde
insanoğlunun sistemli düşünme yoluyla “kendini ve kâinatı
anlama ve kavrama çabası çok eskilere uzanır. Günümüzde
aldıkları şekilleriyle bilimlerin ortaya çıkışı ise oldukça
yenidir. Zaman içinde felsefi ve bilimsel yaklaşımlar arasındaki
farkların giderek belirginleşip, artmasıyla bu iki temel
entelektüel etkinlik, metotları ve konuları bakımından
birbirinden iyice ayrılmış ve özellikle de son iki yüzyıl
içinde çeşitli bilim dalları “özelleşip, bağımsızlaşarak”
felsefeden kopmuşlardır. Şimdi çeşitli adlarla anılan bağımsız
bilim dalları, başlangıçta, felsefenin çatısı altında yer
almaktaydı. XVII. yüzyıla kadar fizik bile “doğa
felsefesi” adı altında bir tür metafizik disiplin olarak mütalâa
edile gelmiştir. Psikoloji ve sosyolojinin felsefeden kopmaları ise
çok daha yakın bir zamanda gerçekleşmiştir. Hatta bazı
üniversitelerde bu disiplinler günümüzde halen, felsefe
programları çerçevesinde ele alınmaya devam edilmektedir.
Son üç asır
içinde sırasıyla fizik, kimya, biyoloji, psikoloji ve sosyoloji,
felsefeden ayrılarak müstakil birer kimlik kazanmışlardır.
Bilim dallarının felsefeden kopmaları, şu iki hususun
sağlanmasıyla gerçekleşmektedir: 1-) Sınırları belirli bir
inceleme alanının ortaya çıkması, 2-) Bu alana has olan bazı
elverişli araştırma metot ve tekniklerinin geliştirilmesi. Bu iki
husus bakımından belirli bir düzeye ulaşmış olan bir çalışma
alanının felsefe bünyesinde kalabilmesi, artık mümkün
olmamaktadır. Böyle bir disiplin felsefeden ayrılıp bağımsız
hale gelmekle; hem ilerleme ve gelişme imkânlarını artırmakta,
hem bulguları itibarı ile daha nesnel, açık ve güvenilir olma
niteliği kazanmakta; hem de tabii veya sosyal çevrede uygulanma
imkânı olan bilgi üretim gücünü elde edilebilmektedir.
Oysa, felsefenin
bu türden “bilgi” üretme gücü yoktur. Zaten, artık günümüzde
felsefeden beklenen, bize pratik bir çıkar veya fayda sağlaması
olmayıp, ancak bilme, anlama ve gerçeği bulma merakımızın
giderilmesine yardım ve aracılık etmesidir. Aslında, felsefi
etkinliğin temelinde hep bu anlama ve bilme merakı ile insanoğlunun
kâinat karşısındaki hayret ve merakı yatmıştır. İnsanoğlu,
yalnız maddi ihtiyaçlarının karşılanması suretiyle tatmin
olabilen bir yaratık değildir. O, kâinatın yapı ve maddi
düzenini, yaşamanın değer ve amacını, madde ve ruh ilişkisini,
bilgilerimizin güvenirlik derecesini iyi, güzel ve doğrunun
mahiyetini de bilmek ister.1
Felsefe bu
isteklerin karşılanmasına yönelik bir çaba olarak tanımlanır.
Filozof, bu amaca şu iki yoldan ulaşmaya çalışır: 1-) Kâinatta
olup bitenlerin gerisindeki gerçeğe ulaşmak, 2-) Bilgilerimizi;
iyilik, doğruluk ve güzellik gibi kavramlarımızı eleştirerek
açıklığa kavuşturmak.
Birinci yoldan
“metafizik”, ikinci yoldaki çabalardan da felsefenin diğer
geleneksel kolları olan epistemoloji, etik, estetik ve mantık
doğmuştur.
Metafizik, tek tek
olguları veya “görünürdeki olguları” değil, kâinatın
tümünü, değişmez ve asıl olan nitelikleriyle anlama ve bilme
çabasıdır. Metafizik alanında çalışan filozoflar, genellikle
gözlem yoluyla direkt olarak doğrulanması mümkün olmayan bazı
“açıklayıcı” sistemler kurmuşlardır. Ancak, bu sistemler
çoğu defa birbiriyle çelişki içindedirler. Çünkü, her sistem;
kâinata, belirli bir şahsi eğilim ve görüş açısından, farklı
bir bakışın ürünüdür. Bu nedenle çok fazla ortak nokta
içermeleri oldukça zordur.
Metafizik
sistemler, bize kâinat hakkında gerçek ve kapsayıcı bilgiler
verme amacını güderler. Ancak bu bilgilerin çoğu defa gözlem ve
deney verilerine dayalı bir akıl yürütmeyle değil, spekülatif
düşünme yoluyla elde edilebileceği iddiasındadırlar.
Felsefe, konusu
bakımından üniversel(evrensel)dir. Başka bir deyişle insana ve
kâinata dair her şey, felsefeye konu teşkil edebilir. En basit bir
algı unsurundan en karmaşık bir teorik sisteme kadar her şey
felsefeye konu olabilir.
Ancak felsefe,
bilgi üreten bir faaliyet değildir. Özellikle son dönemlerde
egemen olan anlayışa göre felsefenin öncelikli amacı, bilgi
sağlamak değil, başka yollarla sağlanan bilgiyi tahlil ve
eleştiri yoluyla anlaşılır kılmaktır. Felsefede bu hedefe,
mantıksal analiz ve kavramsal düşünme yoluyla ulaşılmaya
çalışılır. Geleneksel felsefede daha çok metafizik sistemlerin
kurulması amaçlanırken, yüzyılımızın başından itibaren
felsefede güçlenen eğilim; dilsel ve mantıksal analiz yoluyla
günlük hayatta ve bilimde kullanılan kavramların
aydınlatılması yönündedir.
Ancak, kimi
felsefi analiz metinleri, yazarın sanki sürekli birtakım kelimeler
ve cümleler etrafında dolaşıp durduğu boş ve faydasız sözler
gibi görünür. Gerçekten, bazı günümüz filozofları, etkinlik
alanlarını sadece “dil” ile sınırlamakta ısrar etmek
suretiyle böyle bir intibaya yol açtılar. Çoğu kimse de, haklı
olarak bu gibi filozofların yaptıkları şeyin pek de o kadar
önemli olmadığı kanaatine sahip oldu. Felsefecilerin faaliyet
alanlarını dilbilim veya leksikografi konularıyla
sınırlamaları anlamsız ve gereksizdir, çünkü bu işi
dilbilimciler zaten -hem de onların hemen çoğundan daha iyi
bir şekilde- yapmaktadırlar.
Aslında, böyle
dar bir bakış açısı ve yaklaşım ile olmamak şartıyla,
felsefeciler de mutlaka “dil”e ilgi göstermek zorundadırlar.
Çünkü çoğu defa, dilin incelenmesi suretiyle çeşitli
dünya görüşleri ve yaşama şekilleri hakkında ilginç ve
etkileyici sonuçlara ulaşabilmek mümkün olmaktadır.
Felsefi bir
analize başlamadan önce, cevabı aranan sorunun hangi kategoriye
ait olduğu belirlenmelidir. Felsefenin alanına giren sualler; ya
olgularla ilgili, yani empirik; ya da mantık,
matematik veya kavramlararası ilişkiler gibi formel,
veya bunların bir karışımı, veyahut da bu temel kategorinin
dışında kalan türden sorular olabilir.
İnsanoğlunun
bilgi edinme süreci içinde cevaplarını aradığı soruların çok
önemli bir kısmı başlıca iki ana kategoriye dahildir. Bunlardan
ilki, olgusal veya empirik türden olup, esas olarak bilimin inceleme
ve çalışma alanını teşkil ederler. Bunlar, cevabı gözlem veya
deney yoluyla verilebilen; doğrulanmaları veya yanlışlanmaları
da yine aynı yolla gerçekleştirilen sorulardır. Bazen bu türden
sorulara da hemen bir karşılık bulmak mümkün olmayabilir. Ama
hiç değilse, bu cevabın nerede bulunduğu ve ona ulaşmanın
nasıl mümkün olabileceği bilinmektedir. Meselâ yakınlarına
henüz hiçbir uzay aracının ulaşmadığı bir gezegenin dünyadan
görünmeyen yüzünün yapısı hakkındaki bir soru, bu türdendir.
İkinci temel
kategoriyi teşkil eden sorular ise, matematik veya mantıkta
olduğu gibi bazı biçimsel sistem ve yapıların unsurları
arasındaki ilişkilere ait formel sorulardır. Bu tür sorular ele
alınırken göz önünde bulundurulması gereken temel hususlar,
bazı tanımlardır. Ayrıca bir önermeden başka bir önermenin
çıkarılmasıyla ilgili dönüşüm kuralları da ikinci derecede
önem taşır.
Ancak, böyle
formel yapı, sistem veya soyut kavramlardan, olgusal dünyaya ait
bilgiler edinmek mümkün değildir. Ayrıca bu kategoriden
sorular, gözlem ve deney yoluyla cevaplandırılamadığı gibi;
böyle yapı ve sistemler de, olgular vasıtasıyla ne
doğrulabilir, ne de yanlışlanabilirler. Meselâ, ben size
“satrançta, şah yalnız bir kare ilerleyebilir” dediğimde;
sizin bana “ama ben bir defasında şahın iki kare ilerlediğini
gördüm” karşılığını vermeniz hiçbir manâ ifade etmeyecek
ve sizin bu gözleminiz, benim söylediğim şeyin aksini
ispatlamayacaktır. Çünkü benim anlatmak istediğim şey sadece,
satrançta, “şahın yalnız bir kare ilerleyebilmesi” şeklinde
bir kuralın bulunduğudur. Formel sistemlerde kurallar “doğruluk”
veya “yanlışlık” gibi nitelikler taşımaz. Bunlar sadece,
oldukları gibi kabul edilerek uygulanan tanımlardır. Ama bu,
matematik ve mantığın günlük hayattan tamamen kopuk,
faydasız ve gereksiz şeyler oldukları anlamına da gelmez. En
azından, aritmetiğin günlük pratik işlemlerde, mantığın da
doğru akıl yürütme proseslerindeki önemleri açıktır.
Evet, işte
felsefecileri ilgilendiren soruların önemli bir kısmını bu iki
temel kategori dışında kalan türden sorular teşkil eder. Meselâ,
“Hak ve adalet nedir?”sorusuna ne gözlem ne deneyle; ne de
biçimsel, yani formel sistemler yardımıyla herhangi bir karşılık
bulamayız. Bu türden sorulara daha pek çok örnek verilebilir.
Dilin felsefe
için önemli olduğu belirtilmişti.”Hak nedir?” gibi zor bir
soru karşısında filozofun, her şeyden önce bunun, hangi türden
bir soru olduğunu belirlemesi gerekir. Acaba burada öncelikle
yapılması gereken, bir kelimenin semantik analizi mi, yoksa soyut
bir varlık yada kavramın analizi midir?
Kavramların ve
kategorilerin analizi oldukça güç bir etkinliktir. Ancak, dilden
kaynaklanan karmaşıklığın
giderilmesi ve problemin ait olduğu kategorinin doğru bir şekilde
ortaya konması ile problemin çözümü istikametinde önemli bir
mesafe kat edilmiş olunur. Bütün büyük felsefeciler bunu
başarmasını bilmişlerdir.
Felsefenin
alanını sadece olgusal veya formel olmayan sorulara cevap aramakla
sınırlandırmak da pek doğru olmaz. Bilimde ve formel
disiplinlerde, bilimsel ve formel sorular, ancak belirli bir noktaya,
kadar ele alınır ve cevaplandırılır. Bu noktadan sonrası ise
yine çoğu defa felsefeye kalır. Meselâ, bir fizikçi, fotonların
hızı, kütlesi veya basınç etkileriyle ilgili pek çok gözlem ve
deney yaparak bir çok olgusal veri toplayabilir. Bir diğeri de
“zaman”ın ölçümünün izafiliği veya belirli bir örnekteki
radyoaktif madde oranıyla, bozunma hızının ilişkisi gibi
spesifik konularda deneyler düzenleyebilir. Benzer şekilde, enerji
konusu üzerinde de ölçme, gözlem ve benzeri araştırmalar
yapılabilir.
Fakat bu
fizikçilerin çoğu, hayatında bir defa olsun “ışık, zaman ve
enerji” kavramlarından ne anlaşılması gerektiğini
arkadaşlarıyla tartışmamış olabilir. Gerçekten de bilim
adamları pratikte hemen her gün kullandıkları kavram ve
metotların “temelleri, geçerlilikleri ve sınırları” gibi
hususları, çoğu zaman irdeleme ihtiyacı duymazlar.
“Zaman nedir?”,
“Enerji teriminden ne anlamalıyız?”, “Ölçme ne demektir? ”,
“Bilimde tasvir ve açıklama amacıyla hangi prosedürler, nasıl
kullanılır?” gibi soruların ayrıntılı analizleri, çoğu defa
bilim değil, bilim felsefesi alanına ait literatürde yer alır.
Akla gelen hemen her konu ve faaliyetin “felsefesi” olabilir.
Siyaset felsefecisi “Özgürlük ve eşitlik nedir?”sorusuna
cevap ararken, hukuk felsefecisi “Adalet nedir?” sorusuna
verilebilecek karşılıkları araştırır. Felsefi çalışmalar,
hemen her türden kavramın ve faaliyetin açıklığa
kavuşturulmasına yönelik olabilir. Bu nedenle felsefe, bir
“doktrin” olarak değil, bir ”entelektüel etkinlik” süreci
olarak görülmelidir. Ayrıca, genel felsefi etkinliğin kendisi de
yine ayrı bir felsefi inceleme alanının konusunu oluşturmaktadır.
Bilim ve felsefe
arasındaki ilişki, dilbilime ait iki kavram olan “konudil” ve
“üstdil” kavramları vasıtasıyla farklı bir açıdan da ele
alınabilir: Bilimde, felsefede ve dilbilimde; nesnelerden ve
olaylardan bahsederken kullandığımız dile “nesnedili” veya
“konudili” adını verebiliriz. Bir konudili hakkında konuşmak
veya onu analiz etmek için kullanılan dile ise “üstdil”
denir. Meselâ: “Ankara, Türkiye’nin başkentidir.” cümlesi,
Ankara ve Türkiye adlı iki varlık arasındaki bir bağıntıyı
dile getirmektedir. Burada; hem Ankara’nın, hem de Türkiye’nin
“dilsel” olmayan nesnel varlıklar olduğunu söyleyebiliriz.
“Ankara, Türkiye’nin başkentinin adıdır.” cümlesinde ise;
doğrudan bir kent olarak Ankara’dan değil, bir kentin adı olan
Ankara kelimesinden, yani dilsel bir unsurdan bahsedilir.
Konudili ile
üstdil arasında bir düzey ve kapasite farkı bulunur. Üstdil,
konudilinden daha zengindir. Çünkü bu dilde, konu dilinde mevcut
kurallara ve vokabülere ek olarak, konu dilini analiz eden ve
niteleyen terimler, kavramlar ve kurallar da yer almaktadır. Meselâ;
”cümle, fiil, sıfat, sentaks, doğru, geçerli, tutarlı, yanlış,
manâ, bağlam, çıkarım” gibi kelimeler, üstdil vokabülerine
ait unsurlardır.
Bilim bir yönüyle;
birbirlerine bazı kurallarla bağlı olan ve doğru oldukları kabul
edilen bazı önermelerden oluşan “dilsel bir yapı veya sistem”
olarak görülebilir. Bilim adamları; kâinata ve insana ait
olguları belirli bir konudili vasıtasıyla inceler, kavrar, ifade
eder ve açıklar. Meselâ, “Su, 0 santigrat derecede donar.”
veya “Gezegenler, güneş çevresinde eliptik yörüngeler izler.”
şeklindeki ifadeler, konudiline ait örneklerdir. Bilimsel
konudiline ait ifadeler, günlük konuşma dilindeki cümleler
halinde olabileceği gibi, matematik veya mantık dilinden sembol
denklemleri şeklinde de olabilirler.
Bilimsel
konudiline ait bu gibi ifadeler hakkında konuşmak için kullanılan
dile ise “bilim üstdili” denir. Meselâ, “S=1/2gt2
bağıntısının grafiksel ifadesinin bir parabol şekli
oluşturduğunu ve bunun, y=ax2 şeklindeki bir genel
matematiksel ifadenin özel bir yorumu olduğunu” söylediğimizde
bu üstdili kullanmış oluruz. Üstdil, konudiliyle ifade edilmiş
hususları yorumda ve tahlilde kullanılan daha kapsamlı bir dildir.
Fizik bilimini ele
alarak bu söylediklerimizi şöyle örneklendirebiliriz: Fizik
dilinin önemli bir kısmı Türkçe, İngilizce veya Almanca gibi
bir dile ait vokabüler ve kurallardan oluşur. Buna; “ivme,
gravitasyon, osmoz, kinematik, dinamik, momentum, vb” gibi fiziğe
has terimler ve kavramlar ile deney ve gözlem teknikleriyle
cihazlarına ait terimler ve son olarak da belirli fiziksel olguların
tasvir, izah ve doğrulama prosedürlerinde kullanılan matematiksel
işlemlerin ve terimlerinin eklenmesiyle “fizik dili” oluşur.
Fizik dilinin kendine has semantik ve sentaktik özellikleri vardır.
Nesnel dünyaya ait olayları, yani dil-dışı konuları tasvir ve
izahta kullanılan fizik dili, bu yönüyle bir konudilidir. “Dünya
yuvarlaktır.” önermesi, fizik konudiline ait bir örnektir.
“Dünya yuvarlaktır cümlesi; sentetik, olgusal ve geçerlidir.”
önermesi ise bu konudili üzerinde yer alan üstdilden bir ifadeye
bir örnektir.
Bilimin
fonksiyonu, sonuçları ve etkileriyle, bilimsel proses ve metotların
geçerlilik ve
tutarlılık kriterleri
gibi hususları konu alan dil unsurları da üstdil kapsamındadır.
Günlük pratikte, bilim adamları üstdil unsurlarını kullanma
ihtiyacını pek hissetmezler. Ancak belki, mevcut kuralların ve
uygulamaların, karşı karşıya bulunulan bir problemin çözümünde
yeterli olmaması halinde böyle bir ihtiyaç doğabilir.
Felsefe de; dille
ifadesi mümkün olan her türlü insan etkinliğini konu alabilen ve
onu çözümleyip, eleştiren bir üstdil olarak görülebilir. Rutin
faaliyetlerinde bilim adamlarının pek kullanmadıkları “bilim
üstdili” de, bilim felsefesinin esasını teşkil eder.
L. Wittgenstein,
felsefenin bu fonksiyonunu ön plâna çıkaran düşünürlerin
başında gelir. Hatta ona göre felsefenin tamamı, bir dilsel
analiz etkinliğinden ibarettir: “Felsefenin görevi,
sınıflandırılmış doğru önermeler üretmek değil, her
türden önermenin aydınlatılmasıdır. Felsefe, diğer bilimlerin
yanında farklı bir bilim gibi görülmemelidir. Felsefenin
fonksiyonu bilimlerinkinden farklıdır. Felsefeye kalan tek bir
etkinlik alanı vardır, o da dilsel analizdir. Felsefenin yegâne
görevi, kendilerine dayanarak olguları dile getirdiğimiz önermeler
ile bu önermelerin dil içindeki bağlamları üzerinde açıklık
sağlamaktır. Bu şekilde, felsefe bilim dilinin sentaksını teşkil
etmelidir.”
Bu giriş
kısmında, kâinatı ve insanı tanımaya ve anlamaya yönelik iki
temel entelektüel etkinlik olan felsefe ve bilim, ana hatlarıyla
tanımlandı ve birbiriyle olan ilişkileri genel bir perspektiften
tasvir edildi. Birinci bölümün ilk kısmında, bu etkinliklerin
tarih içindeki gelişim süreci ele alınacaktır. Bu tarihsel süreç
sonunda ortaya çıkmış olan temel bilgi ve varlık paradigmaları
ise, birinci bölümün ikinci kısmında tanımlanacaktır.
I. Bölüm
İNSAN, KÂİNAT VE BİLGİ
1-)
Düşünce Tarihi.
2-)
Temel Epistemolojik ve Ontolojik Paradigmalar.
1-) DÜŞÜNCE
TARİHİ: FELSEFENİN VE BİLİMİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
Tarih, belgelere
dayanarak geçmişte gerçekleşmiş olan olayların, zaman, yer ve
sebep gibi özellikleriyle ele alındığı bilim dalıdır. Bu
alanda çalışan araştırmacılar, eldeki kaynak materyalin
eleştirel tetkiklerine dayanarak, özellikle belli başlı tarihsel
olayları kronolojik tutarlılık ölçüleri içinde irdeleyerek
bunların nedenlerini ve önemli sonuçlarını ortaya koymayı
hedeflerler. Tabiat bilimlerindeki gibi doğrudan gözleme dayanmak
yerine, tarihte; çoğu defa eksik ve kusurlu belgesel kayıtlardan
veya ifadelerden hareketle; akıl yürütme ve çıkarım
yoluyla, “geçmişte” olanlar ortaya konulup, yeniden
kurgulanmaya çalışılır.
Tarihçi, önce
kaynaklarını bir dizi ön incelemeden geçirir. Bu işlemlerin ilk
safhasında, kaynakların belirlenen amaç açısından uygun ve
yeterli olup, olmadığının tespitine yönelik bir “dış
eleştiri” gerçekleştirilir. Tarihçi, kaynaklarını bu şekilde
seçtikten sonra, bir “iç eleştiri” işlemi yoluyla bunları
özümlemeye girişir. Bu merhalenin başarıyla tamamlanabilmesi
için, tarihçinin elindeki belgenin diline bütün incelikleriyle
hakim olması; eğer varsa, metinde sonradan oluşmuş tahrifat veya
tahribatı tespit ederek orijinal yapıyı tahmine çalışması,
ayrıca kayıtçıyı, zamanının şartları çerçevesinde
tanımaya ve düşünce yapısını kavramaya çalışması gerekir.
Bütün bu
eleştirel işlemler, aslında sadece bir başlangıçtır. Ve
tarihçinin asıl işi ise, elindeki malzemeden bir sentez
oluşturmaktır. Artık tarihçi için, bir teknik elemanınkinden
ziyade bir sanatçının veya mucidinkine benzer bir entelektüel
faaliyet safhası başlamıştır. O, bu süreçte, incelediği
döneme ve kişilere olabildiğince yakınlaşabilmeli, onların
duygu ve düşüncelerini kendi çağ ve şartlarının bağlamı
içinde anlayıp, kavrayabilmelidir.
Tarih, gerçekte,
oldukça “yeni” veya “genç” bir bilim dalıdır. Kronolojik
olarak günümüzden geçmişe doğru bakıldığında, belirli bir
noktadan sonra, tarihi belge ve bulguların çeşit ve miktar
bakımından son derece azaldığı görülmektedir. Ayrıca henüz
ulaşamadığımız birçok kalıntı, yerin ve denizlerin
derinliklerinde keşfedilmeyi beklemektedir.
Bunlardan başka,
bulunmuş olan yetersiz materyalden bir toplumun, bir uygarlığın
veya bir kültürün tam olarak anlaşılıp, kavranabilmesi de
gerçekten çok zordur. Tarihçinin zihninde birçok kurgu ve
çıkarım işleminden sonra şekillenen hipotetik model; tam, kesin
ve mutlak olmaktan genellikle uzaktır. Çoğu defa aynı
bulgulardan; farklı tarihçiler, ortaya farklı modeller
koyabilmektedir. Bundan dolayı, bu bölümde, mümkün olduğunca
üzerinde fikir birliğine varılmış olan tarihi gerçekler ve
kabuller esas alınmaya çalışılmıştır.
“İnsanlık
tarihinin ilk büyük dönüm noktasına, çok miktarda yiyecek
üretimine geçiş ile ulaşıldığı” hususu, bu türden bir
kabuldür.2 Böylelikle belirli bir bölgede
yaşayabilen insanların sayısında büyük artışlar mümkün
olmuş ve üzerinde bir uygarlığın yükselebileceği sosyoekonomik
temeller atılmıştır.
Çiftçilik ve
çobanlığın yaygınlaşarak gelişmesine dair en eski ve en önemli
örneklerden birisi, Ortadoğu’da M.Ö.
8500-7000 yılları dolaylarında gerçekleşmiştir. Tahıl tarımı
ancak çok az bir kısmının belgelerle ortaya konduğu göçler
yoluyla, buradan Avrupa’ya, Hindistan’a, Çin’e ve Afrika’ya
yayılmış olmalıdır.
İnsanlık
tarihinin ikinci büyük dönüm noktasına “uygar toplumlar”
olarak adlandırılan, çeşitli beceri ve zenginliklere sahip
kompleks yapılı toplulukların ortaya çıkışıyla ulaşılmıştır.
Elde mevcut belgelere göre, en eski uygar toplumlar, Dicle ve
Fırat ırmaklarının aşağı kıvrımları boyunca Basra
Körfezi’ne kadar uzanan düz alüvyon ovası üzerinde yer alan
Sümer ülkesinde doğdu.3
Ancak, H.
Frankfort; tarih biliminin yeniliği, gelişmişlik derecesinin
azlığı ve elde mevcut tarihi belgelerin yetersizliği gibi
hususlara dikkat çektikten sonra, “Uygarlığın Doğuşu:
Mezopotamya ve Mısır” adlı kitabında şunları belirtir:
“Konumuz uygarlığın Yakındoğu’da doğuşu. Dolayısıyla,
soyut olarak uygarlığı mümkün kılan şartların neler olduğu
sorusuna cevap aramakla meşgul olmayacağız. Bence, zaten böyle
bir cevap bulunsa bile bu, tarihi değil, felsefi bir cevap
olacaktır.” H. Frankfort, konuyla ilgili görüşlerini
anlatmayı şöyle sürdürür: “Bununla birlikte, günümüz
uygarlığının Mezopotamya ve Mısır’da doğduğu hususunda,
tarihçiler arasında çok yaygın olan bir uzlaşma olduğu için,
burada ele alıp inceleyeceğimiz materyalin bize böyle bir cevabın
genel çerçevesini çizilebileceği söylenebilir. Uygarlığın
doğuşu olgusunun, çok merkezli ve birden fazla defa vuku bulmuş
bir olgu olduğu şeklinde kanaatler de mevcuttur. Ama bunun, çoğu
yerde gerçek ve orijinal bir doğuş olmayıp; daha gelişmiş
toplumlarla temasın bir sonucu olarak başlayan veya en azından
böyle bir ilişkiyle hızlanan bir süreç olduğu kesindir.
Şimdilik,
uygarlığın doğuşunun bir dış etkiyle değil, kendi iç
dinamikleriyle gerçekleştiği intibaının veren sadece üç yer
bilinmektedir: Bunlar; Eski Çağ yakındoğusu (Mezopotamya ve
Mısır), Çin ve orta-güney Amerika’dır. Ne var ki; Maya ve İnka
uygarlıklarının oluşum süreci hakkında henüz yeterince
bilgimiz bulunmağı gibi, Çin’deki uygarlığın da batıdan
gelen bazı etkilerin sonucunda gelişmiş olma ihtimali oldukça
güçlüdür.
Buna karşılık,
Mezopotamya ve Mısır’ın genelde tüm yeryüzüne hakim
“ortalama” yaşama şartlarının oldukça üzerine çıkılabildiği
ilk ülkeler olduklarına dair bir çok belge ve materyal mevcuttur.
Bu topraklarda uygarlığın ortaya çıkışında; herhangi bir
diğer toplumun etkisinin olduğuna dair de hiçbir delil yoktur.”4
Evet, şu anki
bilgilerimiz ışığında, belirli teknikler ve araçlarla geniş
ölçüde tarım ve hayvancılık yapabilen; büyük, düzenli ve
plânlı şehirler kuran; bilim sanat, teknik ve felsefede belirli
düzeye ulaşmış olan ve bütün bu faaliyetlerinden geriye-henüz
yeterli miktarlara ulaşmamış da olsa-birtakım belge, yazı ve
materyal kalmış olan en eski uygarlığın Mezopotamya’da
doğduğunu söyleyebiliriz.
Sümerler, mevcut
tarihi belgelere göre, dünyanın bu en eski uygarlığının
kurucularıdır. Sınırlarını Fırat ve Dicle ırmaklarının
çizdiği Mezopotamya’nın en güney kesimini içine alan ve daha
sonraları “Babil” olarak adlandırılan bölgede yaşayan
Sümerler; bataklıkları kurutarak tarıma elverişli hale getirmiş;
dokumacılık, dericilik, metal işleme, mimari, seramik gibi teknik
ve sanatları geliştirmiş, ayrıca ilk ticaret merkez ve
yollarını da açmışlardır.
M.Ö. 3000 yılı
dolaylarında bölgede en az 12 kent devleti bulunuyordu. Bu
devletlerin her biri, surlarla çevrili birer şehir ile, onun
etrafında yer alan köylerden ve arazilerden oluşmaktaydı. Bu
şehirler, tıpkı günümüzdekine benzer şekilde, siyasi iktidarın
halkın elinde bulunduğu en ileri yönetim şekli olan demokrasiyle
yönetilmekteydi. Ancak zamanla şehirler arası rekabet ve mücadele
şiddetlenince, demokrasi yerini krallık yönetimine bıraktı. Ve
12 şehir devletinden biri olan Kiş’in hükümdarı Etana, 2800
yıllarında tüm kent devletlerini yönetimi altında topladı.
Sümerce,
bilinen ilk yazı dilidir. Dilbilimsel çalışmalarda; bu dille daha
eski, herhangi bir başka dil arasında henüz akrabalık
kurulamamıştır. Zamanla, tüm çevre topraklarda da
konuşulmaya başlanan Sümer dili; gelişim süreci bakımından
“Arkaik, Eski (veya klâsik), Yeni, ve Sümer Sonrası”
olmak üzere dört farklı döneme ayrılabilmektedir.
M.Ö. 3100-2500
yılları arasına tarihlendirilen Arkaik Sümer dili; ticaret,
yönetim, felsefe ve eğitimle ilgili metinler halinde günümüze
ulaşmış, ancak henüz çok küçük bir bölümü çözülüp,
anlaşılabilmiştir. M.Ö. 2500-2300 yılları arasına
tarihlendirilen Eski veya Klâsik Sümer dili ise Lagaş krallarına
ait metinlerin dilidir. Bu döneme ait tabletlerde ticari
antlaşmalar, hukuki ve idari esaslar, felsefi yazılar, mektuplar ve
dini metinler yer almaktadır. Sümer dilinin bu biçimi, bir
öncekinden daha iyi çözülmüştür.
Yeni Sümerce
döneminde, bir Sami halkı olan Akadlar Babil’i ele geçirdikten
Akad dili, Sümer dilini gölgede bıraktı. Eski Babil dönemi
olarak da bilinen bu devir M.Ö. 2000’de sona erdi. M.Ö. 2000’den
sonra Sümerler siyasi kimliklerini kaybedince, konuşma dili olarak
Sümerce; yerini Akad diline bıraktı, ama çivi yazısı
kullanıldığı müddetçe, yazı dili olarak varlığını devam
ettirdi.
Sümer dilinin;
felsefe, destan, ilahi, ayin ve dua metinleri, atasözü gibi çok
çeşitli türlerde, oldukça gelişmiş ve zengin bir edebiyat
birikimi vardır. Bu metinlerin çoğu, Sümercenin konuşma dili
olarak önemini kaybetmesinden asırlar sonra, ilk defa Eski Babil
döneminde yazıya geçirilmiş ve eğitim kurumlarında
okutulmuştur. Helenistik dönemden kalma bazı çiviyazısı
tabletlerde ise, Yunan harfiyle yazılmış Sümerce kelimelere
rastlanmaktadır.
Sümerce,
bitişimli bir dildir. Gramer ilişkileri, köklere getirilen eklerle
belirtilirdi. Aynı kökten türeyen fiiller ve isimler de; sözdizimi
kuralları ve eklerle ayırt edilirdi. Dört ünlü ve on altı
ünsüzden oluşan dilin yalın bir ses sistemi vardı. İsimler,
sayı ve duruma göre çekilir; çoğul sayılar, son eklerle veya
ikileme yoluyla ifade edilirdi. Oldukça kompleks, ancak çok iyi
tanımlanmış kurallara tâbi olan fiil çekimleri; ön ek, son ek
ve iç ekler kullanılarak yapılırdı.
19. yüzyılda
çözülmeye başlayan Sümer lehçelerinin en önemlileri, resmi
lehçe “emegir” ile genellikle dini ve felsefi metinlerde
kullanılan “eme-sal”dır. Sümerce’nin standart sözlüğü
1976’da Pennsylvania Üniversitesinden bir grup uzmanca
hazırlanmaya başlanmış, ve ilk cildi 1984’te yayımlanmıştır.
H. J. Störig
“İlkçağ Felsefesi” adlı eserinde şöyle der: “Felsefeyi
varoluşun; yani hem dış dünyanın, hem de insanın iç dünyasının
sırlarını, düşünme ve akıl yürütme yoluyla çözme çabası
olarak tanımlarsak, bu etkinliğin elde mevcut tüm yazılı
belgelerden çok daha eski bir tarihte başlamış olduğunu kabul
etmemiz gerekir. Düşünme ve konuşma kabiliyetleri birbirlerine
kopmaz bağlarla bağlıdır. Hali hazırda, her çocuğun büyüme
ve gelişmesinde tekrar tekrar gözleyebildiğimiz bu ilişki,
“insanlığın düşünce tarihi” boyunca da geçerli
olagelmiştir. Düşünmenin araçları olan kavramları bize dil
sağlar. Konuşmaya çalışan çocuğun öğrendiği ve
söyleyebildiği her yeni şey; çevresinde mevcut ‘bilinmezler
okyanusunun’ bir bölümünü sanki sihirli bir değnekle
dokunulmuşçasına anlaşılmazlık ve bilinmezlik kılıfından
çıkararak, manâlı hale getirir. Düşüncelerimizin ayrılmaz
aracısı olan ve belki de onu bir şekilde sınırlayan dil,
felsefenin her zaman en önemli konularından birini teşkil
etmiştir. Ulaşıp, inceleyebildiğimiz en eski başlangıç
noktalarında, dilleri hep son derece gelişmiş ve
olgunlaşmış durumda bulmaktayız. Dillerde daha sonra görülen
değişmelerin, yeniden şekillenme ve yapılanmaların; genellikle
bu esas formun yanında tali haller olduğu görülmektedir.
Elimizdeki belge ve materyalin yetersizliğinden dolayı, şu anda
ulaşabildiğimiz tarihi başlangıç noktalarından daha önce
geçen–süresini tam olarak bilmediğimiz, ama mevcut ip uçlarına
dayanarak en azından birkaç on bin yıl sürmüş olduğunu
düşündüğümüz çok uzun bir dönemi kapsayan-insanlığın en
eski düşünce tarihi hakkında neredeyse hiç bilgimiz yok. Şu
anda “Tarih öncesi çağlar” olarak adlandırılan o bilinmeyen
dönemlerde uzun gelişme süreçlerinin yaşandığı
anlaşılmaktaysa da, eldeki materyale dayanarak ancak son 6000
yıldan, günümüze kadar gerçekleştirilmiş “anlama ve düşünme”
girişimlerini incelemekle yetinmek durumundayız. Ancak Mısır
çölleri (ile Mezopotamya ve çevresinde) ve Hindistan’ın balta
girmemiş ormanlarında yapılan her yeni kazıda, yerin
derinliklerinden gün ışığına çıkarılan her yeni uygarlık,
“düşünen, üreten, sanatla uğraşan uygar insanın, bazı
tarihçilerin varsaydıklarından çok daha eski zamanlardan beri
yaşamakta olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu kitabın
eksiksiz olmak veya en yeni gelişmeleri ve yorumları yansıtmak
gibi bir iddiası yoktur. Burada yapılan, felsefe tarihini eski
Yunan’dan başlatan anlayışın dar kalıplarının aşılması ve
meselâ eski Hintlilerin ve Çinlilerin; birçok yönüyle
bizimkilerden hiç de aşağı kalmayan ve çok yönlü
etkileri, günümüzde bile hâlâ hissedilebilen çarpıcı düşünce
gelenekleriyle okuyucunun tanışmasını sağlamaktır.”5
A. Arslan
“Felsefenin Başlangıçları ve İyonya” adlı makalesinde bu
konuyla ilgili olarak şunları anlatır: “Antik İyonya
bölgesi, felsefenin başlangıcı sorunu bakımından özel
bir önem taşır. Çünkü (bir gurup felsefe tarihçisince)
geleneksel olarak felsefenin (M.Ö. VI. yüzyılın başlarında) bu
bölgede başladığı kabul edilir. Ayrıca, bu başlangıçla
ilgili olarak (ilk filozoflar olarak kabul ettikleri) Thales,
Anaksimander ve Anaksimenes’in mensup oldukları Milet okulunun da
adından sıkça söz edilir.
Çok eski
dönemlerden beri felsefenin başlangıcıyla ilgili bu görüşe
itiraz edenler olmuştur. Meselâ, ilkçağ sonlarındaki İskenderiye
döneminde Mısır’da yaşayan ve içlerinde ünlü filozof
Philon’un da bulunduğu bir grup düşünür, felsefenin
başlangıcını eski Mısır ve Mezopotamya’ya götürür. Bu
yaklaşım, zirvesine Yeni Pythagoras’çı Numenius’ta ulaşır:
O Platon’un “Yunanca konuşan bir Musa (Bir İsrailoğlu
Peygamberi) olup, olmadığını sorar. İlk Hıristiyan
filozoflarından Klemens ve Eusebios da Numenius’u desteklerler.
Rönesans’ta da bir çok düşünür bu tezi savunmuştur. Geçen
yüzyılda ise bu görüşü destekleyenlerin başında Röth ve
Gladisch gibi düşünürler gelir.
Felsefenin İyonya
öncesi veya eski Yunan dışı orijiniyle ilgili bu görüşler;
dayanılan deliller, bakış açıları ve hareket noktaları
bakımından çok çeşitlidir. Meselâ, İskenderiye döneminde
felsefenin ağırlıklı olarak mistik unsurlar içeren bir terim
olarak yeniden tanımlanmış olması, bunlardan biridir. Gladisch’in
Yunan teolojisiyle doğu teolojisi arasındaki benzerlikleri
ortaya koyması da bu görüşü doğrulamıştır. Buna göre,
Yunan teolojisi erken bir tarihte Doğu’nun etkisine uğramış ve
bu süreçte, Yunan felsefesinin bünyesine Doğu’dan bir
çok unsur katılmıştır. Günümüzde Mısır ve Mezopotamya
uygarlıkları üzerine yapılan araştırmalarda elde edilen veriler
de bu görüşü desteklemektedir. Tarih biliminin sağladığı bu
yeni belgelere göre Sümerler, sadece dinleri, mitolojileri ve
kozmogonileriyle değil; genel olarak tüm hayat felsefeleri,
dünya görüşleri ve bunların özündeki temel değerler ve
kavramlar aracılığıyla da eski Yunan düşünce sistemini
etkilemiş ve bu suretle, günümüz uygarlığının esaslarının
belirlenmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Bu olguyu ortaya
koyanlardan Speiser şunları belirtir: “Sümerlerde birey, toplum
ve kâinat kavramları bir bütünlük ve uyum içindedir. Bu nedenle
devletin yöneticisi de dahil olmak üzere her insan, toplum ve
kâinat karşısında -temel haklar ve görevler bakımından- eşit
durumdadır. Bu anlayış, demokrasi kavramının da temelini teşkil
etmiştir. Böyle bir toplumun tüm bireyleri hep birlikte aynı
mukadderatı ve benzer umutları paylaşırlar. Güzel bir gelecek
ancak fertlerin doğru ve adaletli davranmaları ve yaşamalarıyla
mümkün görülür. Bunun ise ancak Tanrı’nın, kâinatın ve
toplumun yapısına koyduğu kurallara uymakla sağlanabileceği
var sayılır.
Bu kurallar, “hukuk prensipleri” halinde toplumun tüm
bireylerine tebliğ edilmiştir. Bu kanunlar, hem yöneticilere
kılavuzluk etmekte, hem de fertleri ve haklarını koruyup, teminat
altına almaktadır. Bu hayat felsefesinin esasını, “kâinatı ve
toplumu bir bütün halinde ve uyum içinde tutan şeyin; adalet,
kanun ve düzenlilik olduğu” hususu teşkil eder. Bu hukuk
anlayışı; birbirini destekleyen ve bütünleyen birer “toplum”
ve “kâinat” felsefesinin bileşiminden oluşur ve mükemmel bir
demokrasi uygulamasının da çekirdeğini oluşturur. Sümerlerde
görülen bu kısmen kollektif dünya görüşü, “bireysel
unsurlar da taşır ve oldukça rasyonel, derin, eleştirel, holistik
ve tutarlı”dır.6 Bu dünya görüşü,
“düzeyli” bir felsefenin de temel çerçevesini oluşturur.
Felsefenin
Yunanlılardan önce başlamış olduğu görüşünü ünlü Yunan
filozofları Platon ve Aristoteles de dile getirmiştir. Platon
önceki uygarlıkların felsefi birikimleri karşısında duyduğu
hayranlığı “-Siz Yunanlılar (onların karşısında) çocuklar
gibisiniz!” diyerek ifade eder. Aristoteles ise bu
konuda şunları söyler: “Bilim ve felsefe, ancak
maddi ihtiyaçların belirli bir
düzeyin üzerinde karşılanmaya başlanmasından ve böylece
insanların entelektüel faaliyetler için yeterli vakit
bulabilmelerinden sonra başlamış olabilir. Bu durum, ilkin Mısır
ve çevresinde ortaya çıkmıştır. Özellikle Mısırlı din
adamlarının böyle uygun bir ortamda matematik, astronomi ve
benzeri entelektüel faaliyetlerle uğraşabilme imkânı
bulabildiklerini görmekteyiz.” 7
18. yüzyılın
başlarında yaşamış olan Berlin Bilimler Akademisi üyelerinden
J. Brucker, “Felsefenin Eleştirel Tarihi” adlı eserinde
felsefenin doğuşunu Mısır ve Mezopotamya
uygarlıklarından da öncelere uzandığını belirtir.
“Felsefe, ilk insanla başlamış olmalıdır”diyen Brucker son
derece geniş hacimli olan eserinin ilk bölümüne bu nedenle “Tufan
Öncesi Felsefe” adını vermiştir.
Sümerlerde Düşünce Hayatı
Prof. C. Yıldırım,
“Bilim Tarihi” adlı kitabında Sümer uygarlığı hakkında
şunları söyler: “İlk uygarlıklar arasında, M.Ö. 3000
yıllarında, Sümer uygarlığının parlak bir düzeye eriştiğini
görüyoruz. Sümerler, hayvancılık ve tarımın yanı sıra,
teknolojide de oldukça ileri gitmişlerdi. Meselâ, ısıtarak bazı
mineralleri saflaştırıp, metal elde etmekte, bu metallere çeşitli
şekiller vermekte ve onlardan alaşımlar yapabilmekteydiler.
Üretilen
malzemenin ve ürünlerin bir araya toplanması ve dağıtımı ile
ticareti de belirli bir sisteme bağlanmıştı. Yöneticiler ve din
adamları, ürünün toplama ve dağıtım işini tapınaklarda
düzenliyor, alınıp verilen miktarları da yazarak kayıtlara
geçiriyorlardı. Ayrıca değişik alanlardaki bilgi birikimi de
yazıya geçirilip, konularına göre derlenip,
sınıflandırılmaktaydı. Böylece, belirli bir gelişim süreci
içinde matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din ile ilgili
geniş bir literatür ortaya kondu.
Aritmetik
işlemlerde Sümerler oldukça yüksek bir düzeye ulaşmışlardı.
M.Ö. 2500’e gelmeden Sümerler çarpım tablosu kullanmaya
başlamışlardı. Alan ve hacim hesapları yapıyor, daire alanı
ile silindir hacmini bulmada ’ye
3.125’i değerini veriyorlardı. M.Ö. 2000 yılı civarında Sümer
devleti ortadan kalktıktan sonra bile dilleri ve yazıları bilimsel
çalışmalarda –Orta Çağ Latincesi gibi- etkisini sürdürmeye
devam etmiştir.
Sümerlerin yerini
alan Babilliler, Hamurabi yönetimi sırasında yönetici yetiştirmek
için tapınak okulları kurdular. Babilliler özellikle matematik ve
astronomide büyük ilerleme kaydettiler. Aritmetik işlemlere ait
bilgiler dışında, temel bazı geometrik kavramlara da ulaştılar.
Sümerlerin tam sayılar için geliştirdikleri sistemi kesirlere
uyguladılar. Karekök, küpkök alma ve ayrıca ikinci ve üçüncü
dereceden denklemler içeren problemleri çözme amacıyla tablolar
geliştirdiler.
Babil aritmetiği
gibi geometrisi de belirgin bir cebir özelliği taşıyordu. Bir
yarım daire içine çizilen tüm üçgenlerin dik açılı olduğunu
ve dik açılı üçgenlerle ilgili (sonraları Pythagoras’ın
adıyla anılan) teoremi biliyorlardı. Kullandıkları işlem ve
metotlardan, genel cebirsel kurallara da vakıf oldukları
anlaşılmaktadır. Dairenin 360 dereceye, bir saatin 60 dakikaya ve
bir dakikanın 60 saniyeye bölündüğü sistemleri Babillilere
borçluyuz.
Bu dönemde,
matematikle birlikte astronomi ve diğer bazı empirik gözlem ve
bilim alanlarında da büyük ilerlemelerin kaydedildiğini
görüyoruz. Mezopotamya’nın açık ve parlak gökyüzü,
bakışları gökcisimlerinin hareketlerine yöneltmişti.
Astronominin ilk gelişen bilim oluşunun nedeni açıktır. Bu
alanda incelemeye konu olan cisimler ve olgular yalın ve düzenli
olup, sürekli gözleme elverişli bir periyodiklik özelliği
taşırlar hareketler. Uzun ve sürekli gözlemlerle elde edilen
bilgilere dayanarak toprağı işleme, ekim ve hasat gibi mevsime
bağlı işler için bir takvim de geliştiren Babil’liler zaman
ölçümünde hayret edilecek bir hassasiyet ve dakikliğe
ulaşmışlardı. Örneğin, yılın uzunluğunu sadece 4,5 dakika
gibi küçük bir hata payı ile hesaplıyabiliyorlar, her 18 yılda
bir meydana gelen tutulmaları da önceden kestirebiliyorlardı.”8
Prof. C. Saraç
da, Prof. C. Yıldırım’ınkiyle aynı isimli kitabında (Bilim
Tarihi) bu hususa şunları ekler: “Sümerler, kullanışlı ve
gelişmiş sayı sistemlerine sahipti. Başlıca “onluk” ve
“altmışlık” olmak üzere iki farklı sayı sistemleri
mevcuttu. Günlük hayata ait metinlerde onluk sisteme daha büyük
yer ayrılmıştı. Ancak matematik ve astronomi gibi bilimsel
metinlerde halkın fazla kullanmadığı, daha çok uzmanların aşina
olduğu altmış tabanlı sistem göze çarpar. Bu sistemde birinci
basamak birimleri kendi esas değerleriyle, ikinci sıradakiler 60
ile, üçüncü sıradakiler ise 602 ile çarpılmış
olarak yer alır. Buna göre altmışlık sistemdeki 7-2-3 rakamı,
onluk sistemde (7+(2x60)+(3x602))=10,927’e tekabül
eder.
Bu sistemin
kendine has toplama, çıkartma ve bölme metotları vardır. Ayrıca
kolaylık sağlamak amacıyla özel çarpım tabloları ile kare ve
küpkök tabloları hazırlanmıştır. Bazı tabletlere ise üslü
bağıntılar, logaritma işlemleri ve geometri formülleri
kaydedilmiştir. Meselâ, birinci Babil devrine ait bir tablette
(sonradan Pythagoras bağıntısı olarak adlandırılan) a2+b2=c2
ifadesi, Sümer alfabesine ait üç harfin üç sütun üzerine
sıralanması suretiyle, a ve b’ye muhtelif değerler verilmek
suretiyle bir tablo halinde düzenlenmişti.
Mezopotamyalıların
kullandıkları ölçü birimlerinin katları ve askatları arasında
altmışlık sisteme uygun bir ilişki vardı. Günlük hayatta 50
cm.’ye ve 6 m.’ye tekabül eden iki pratik uzunluk birimi ile 505
gr.’a tekabül eden bir ağırlık birimi kullanılırken,
astronomi araştırma ve gözlemlerinde ise (kilometre mertebesinde)
büyük uzunluk birimlerinden faydalanılmıştır. Mezopotamyalı
astronomlar gezegenlerin ve yıldız kümelerinin gökyüzündeki
pozisyonlarını, belirli yıldızların güneşe göre
yerleşimlerini, güneş ile ay tutulmasını konu alan gözlemler
yapmışlar, bu amaçla kullanmak üzere çeşitli araçlar ile
teknikler geliştirmişler ve gözlem sonuçlarını düzenli olarak
kaydetmişlerdir. Tutulma kuşağını 12 yıldız gurubuna ve 360
dereceye bölen Mezopotamyalı gözlemciler, her yıldız için birer
enlem ve boylam koordinatı vererek, yıldızların konumlarını,
güneşin ekliptik dairesi üzerinde orijin olarak alınan bir
noktaya göre hesaplamışlardır. Ayrıca, ekliptik dairesinin
ekvator dairesiyle kesiştiği noktaları da büyük bir
yaklaşıklıkla belirlemişler ve bu iki noktanın yıl içindeki
değişimleriyle ilgili düzenli kayıtlar tutmuşlardır.
Güneş ve ay
tutulmasıyla ilgili olarak geniş bir malûmata sahip olan
Mezopotamyalı araştırmacılar, astronomi alanındaki gözlemleri
sayesinde bir yılın 12 aya bölündüğü bir takvim sistemi
geliştirmişler ve ay takvimindeki değişkenliği, bazı ortalama
değerleri ay uzunluğu olarak kabul etmek suretiyle gidermişlerdi.
Yılın 12 ayına Mezopotamyalılarca verilen isimlerin (meselâ
Nisanu “Nisan”, Tammuz “Temmuz”, Elul “Eylül”, Sebet
“Şubat”) günümüz Türkçe’sindeki karşılıklarına
benzerliği oldukça ilginçtir.
Mezopotamyalılar,
günü, her biri iki saat süreli 12 eşit aralığa bölmüş, bu
parçaların her birini de altmış eşit bölüme ayırmışlardı.
Bu zaman sistemi, onlardan eski Yunanlılara ve sonra da Romalılara
geçerek günümüze kadar ulaşmıştır.”9
Prof. C. Yıldırım
“Matematiksel Düşünce” adlı eserinde Mezopotamya
uygarlığından günümüze kalan matematikle ilgili belgelerin
başlıca iki ana gruba ayrılabileceğini ifade eder: “Bunların
ilki, matematik prensip ve işlemleriyle ilgili bilgileri, tabloları
ve formülleri kapsamaktadır. Diğer gurup ise matematik
problemlerini ihtiva eder ve bunlarda cebir ve geometriyle ilgili
çeşitli problem örnekleri yer alır. Bazen, tek bir tablet
üzerinde, kolaydan zora doğru sıralanmış 200 kadar sayısal
probleme yer verildiği görülmektedir. Bu tür düzenlemelerin
matematik öğretimine yönelik olduğu açıktır. Sayıları 500
000’i aşan tabletlerden şu ana kadar ancak birkaç yüz tanesi
okunabilmiştir. Geriye kalanlar üzerindeki çalışmalara, dünyanın
çeşitli ülkelerinde devam edilmektedir.”10
Şimdi bu konuda
son olarak, Prof. Y. Aksoy’un “Bilim Tarihi ve Felsefesi” adlı
kitabında anlatılanları gözden geçirelim: “...... Bilinen
en eski uygarlık, Sümer uygarlığıdır. Sümer uygarlığı;
M.Ö. 5000’li yıllarda aşağı Mezopotamya’da kurulmuş ve
Helenistik devire kadar varlığını sürdürmüştür. Sümerlerin
üstün bir yönetim anlayışına ve sistemine ulaşmış
olduklarını gösteren belgeler vardır. İngiliz Sümeroloğu F.
Galphin’in Sümerlere ait geniş bir literatür birikimini konu
alan birçok eseri mevcuttur. Bu zengin ve enteresan Sümer
literatüründe; harflerin yanı sıra, rakamlar ve müzik notaları
da yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Ancak; kil tabletler,
kitabeler, duvar yazıları, süslemeler ve çeşitli sanat
eserlerinde kullanılan bu yazı, rakam ve notalar henüz tam
anlamıyla çözülüp anlaşılamamıştır.
Sümer
uygarlığı, aynı çağda ve daha sonra doğup, gelişen birçok
uygarlığı da etkileyerek onlar için üstün bir örnek ve ilham
kaynağı olmuştur. Bunların başında Mısır, Babil, Asur, Finike
ve İbrani uygarlıkları gelir.
Sümerler; bilgi,
kültür ve sanat birikimleri kadar, devlet yönetim sistemleri ve
kurumları bakımından da hayret ve hayranlık verici seviyelere
ulaşmışlardı. Sümerlerin yaşadıkları çağa ve sonraki
yüzyıllara damgalarını vurmalarını sağlayan başlıca buluş
ve uygulamaları şöyle özetlenebilir:
1-) Yazının yaygın bir
şekilde kullanımı. 2-) Devletin ve
toplumun kültür, ekonomi, hukuk, eğitim, felsefe, bilim, teknik ve
benzeri alanlardaki faaliyetleriyle ilgili gelişmiş bir kayıt
sisteminin kurulup, işletilmesi.
3-) Eğitimin
sistemleştirilerek; okul, kütüphane ve benzeri eğitim
kurumlarının tesisi ve yaygınlaştırılması.
4-) Matematik, astronomi,
tıp, mimari, coğrafya, haritacılık, tarih, felsefe konularında
düzeyli araştırma ve eğitim faaliyetlerinin başlatılarak,
bunlarla ilgili geniş bir literatür ve materyal birikiminin
sağlanması.
5-) Hassas zaman ölçüm
tekniklerinin geliştirilmesi.
6-) İleri düzeyde bir
hukuk sisteminin ve adalet anlayışının yaygınlaştırılarak,
bunlarla ilgili mahkeme ve noterlik gibi kurumların tesisi.
7-) Hürriyet ve demokrasi
anlayışına dayalı bir yönetim şeklinin geliştirilmesi.
8-) Resim, heykel,
edebiyat, şiir ve müzik alanlarında orijinal eserlerin vücuda
getirilmesi.
9-) Mimari, keramik,
çömlekçilik, mobilyacılık ve süsleme sanatlarında yeni ve
düzeyli uygulama örneklerinin ve eserlerin ortaya konması.
10-) Posta ve haberleşme
sistemlerinin kurulması, mektup ve zarf kullanımın yaygınlaştı-
rılması.
11-) Ulaşım araç ve
sistemlerinin geliştirilmesi.
12-) Toplum bireylerinin
müzik, satranç ve benzeri yollarla düzeyli ve sistemli bir şekilde
istirahat ve eğlenmelerinin temini.
13-) Hayvancılık, tarım,
keramik, metal eşya ve benzeri alanlarda verimli ve müessir üretim
tekniklerinin uygulamaya konması ve mal değişimi yerine, para
kullanılarak yapılan ticaret şeklinin yaygınlaştırılması.
Müzikte ilk defa
nota kavramını bulanların ve bunların sembollerle gösterenlerin
eski Yunanlılar olduğu iddiası yakın zamanlara kadar
süregelmişti. Ancak Sümer uyarlığı hakkında bilgilerimizin
artmasıyla bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır. Aşağı
Mezopotamya’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan birçok
tablette müzik eserlerinin yer aldığı görülmüştür. Ashur’da
bulunan bazı tabletlerin üzerindeki işaretler ikişer sütun
halinde düzenlenmiştir. Her iki yüzüne de kayıt yapılan bu
tabletlerdeki ilk sütuna eserin notaları (bestesi), ikinci sütuna
da sözleri (güftesi) yazılmıştır.”11
Mısırda
Entelektüel Hayat: Mezopotamya ve Mısır’ın Kültürel
İlişkileri
Mısır
medeniyetinin, “büyük ölçüde Mezopotamya uygarlığının
etkisiyle doğup, geliştiğine” ve “esas olarak Sümer
medeniyetinin birçok özelliğini taşıyan tali bir uygarlık
olduğuna” işaret eden birçok belgeler mevcuttur.
Meselâ, H.
Frankfort bu hususla ilgili olarak şu örnekleri verir: “Şimdi
ele alacağımız sorun, son elli yıldır tartışıla gelmektedir.
Ne var ki, eski tartışmalarda tarihi belgelerin çok yetersiz
olduğu dönemlerden kaynaklanan bazı kanaat ve hükümlerin
azımsanamayacak bir rol oynadığını görüyoruz. Bu
tartışmalarda, ayrıca bir dış tesirin bir toplumu etkilemiş
olmasını kabul etmenin o toplum için küçültücü bir husus
olduğu inancı ağır basmış; mekanik bir kopyacılık ile, yapıcı
ve sentezci bir tarzda fikir ve ilham alma arasındaki veya yabancı
örneklerin özümsenmeden iktibası ile, uygun materyalin özgürce
seçimi arasındaki büyük farklılıklar tümüyle gözden
kaçırılmıştır. Bulguların yansız, objektif bir biçimde
değerlendirilmesini engelleyen faktörlerden bir diğeri de eski
Yakındoğu hakkındaki bilgilerimizin bölük pörçük olduğu
yıllarda ortaya çıkan ve bu bölge toplumlarında görülen
değişmeleri, bilinmeyen farazi bir bölgeden kaynaklanan bazı
göçlerin etkileriyle açıklama alışkanlığıydı. Ama daha
sonra gerçekleştirilen birçok geniş çaplı kazı çalışması,
bu tür açıklamaların geçersizliğini gösterdi. Böylece,
Mezopotamya ile Mısır’ın, orijinal kültürel niteliklere sahip
olan ve yabancı etkilere olağanüstü direnç göstermekle
kalmayıp, dış unsurları zaman içinde etkileyerek onları da
kendilerine benzetme yeteneğine sahip bulunan ülkeler oldukları
anlaşıldı. Artık sıra Mısır ve Mezopotamya ilişkilerinin
ortaya konmasına gelmişti.
Bu hususta en
değerli bulgular ilk olarak, Mısır’da gerçekleştirilen bir
dizi kazıda, Mezopotamya kültürünün ”Okuryazarlığa Geçiş
Dönemi”nden kaldıkları anlaşılan bazı eserlerin ve materyalin
bulunmasıyla sağlandı. Benzeri birçok bulgu, Sümer uygarlığının
Mısır uygarlığı için temel bir kaynak teşkil ettiğini açıkça
göstermiştir.
Ancak bu tür
materyalin ayrıntılı bir analizi Mısırlıların,
Mezopotamyalıların keşif ve uygulamalarını asla kişiliksizce
kopya etmeyip, onları kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekle
soktuktan sonra benimsediklerini ortaya koymaktadır. Başka
kazılardan sağlanan belge ve eserler de uygarlıklarının
biçimlenme döneminde Mısırlıların; yazı, edebiyat, güzel
sanatlar, teknik ve mimari başta olmak üzere, Mezopotamya buluş
ve uygulamalarını oldukça yakından tanıdıklarını ve çoğunu
benimsediklerini, ancak bir süre sonra bunlardan kendi bünyelerine
uymayanları terk ettiklerini ortaya koymuştur.”12
Prof. C. Yıldırım,
“Bilim Tarihi” adlı kitabında Mezopotamya-Mısır ilişkileri
ve bu iki uygarlığın mukayesesi hususlarında şunları söyler :
“Mısır, tıp dışında bilimin hiçbir alanında Mezopotamya’da
ulaşılan düzeye çıkamamıştır. Mısır matematiğinin tarihi
ünü, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Bu ün, Yunanlıların
matematiği Mısırlılardan öğrenmiş oldukları rivayetinden
kaynaklanmış olmalıdır. Aslında Mısırlıların matematik
alanındaki faaliyetleri büyük ölçüde empirik olup, esas olarak
pratik problem çözüm teknikleriyle sınırlıdır. Ayrıca, Mısır
sayı sistemi, Mezopotamyalılarınkinden daha kullanışsız, hesap
işlemleri de daha karmaşık ve zaman alıcıydı. Aynı şekilde
Mezopotamya’da ulaşılan astronomi düzeyini Mısır’da
görememekteyiz. Mısır hekimlikte yapabildiğini matematik ve
astronomide yapamamış, başlangıçta sağladığı gelişimi
sürdürememiştir. Ancak, tıp konusunda Mısırlılar oldukça
ileri seviyelere ulaşmışlardır. Bunu gösteren birçok belge
mevcuttur.
Bunlardan “Edwin
Smith Papirüsü” diye anılan ve M.Ö. 1700 yıllarından kalan
tıbbi bir metinde baş ve göğüs yaralanmalarının tedavisi
konusunda ilginç bilgiler mevcuttur. Mısır’da hekimlik
uygulamalarının oldukça sistematik bir yöntemle
gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır: Papirüste, önce hastanın
dikkatle muayene edilerek, bulgulara göre teşhisin konup, tedavi
şemasının belirlendiği ve daha sonra da bu şemanın titizlikle
uygulanmaya başladığı anlatılır. Tedavi süresince çeşitli
ilaçların tatbikinin yanı sıra, ayrıca yaralı organ sarılarak
hareketsiz kalması sağlanmakta; duruma göre sürekli veya aralıklı
bir şekilde bakımı yapılmaktadır.
Mısır tıbbında
hastalık süreçlerinin oluşum mekanizması “vehedu” adı
verilen teorik ve dini bir kavramla açıklanırdı. Çeşitli
hastalıkların tedavisi için bazı standart reçeteler
geliştirilmişti.
Mezopotamya’da
tarım, sulama sorunuyla karşı karşıyaydı ve zamanına göre
oldukça ileri bir sulama tekniğinin uygulanmasını zorunlu
kılmaktaydı. Mısır’da ise tarım daha basit usûllerle
gerçekleştirilebilmekteydi: Çiftçiler, Nil’in taşıp, iki
yakasındaki düzlüklerin sularla kaplamasını bekler ve sular
çekildikten sonra ekime başlarlardı. Sulama problemi yoktu. Açlık
sorunu, toplum için genellikle bir tehdit oluşturmamaktaydı.
Kültür ve refah düzeyi yüksekti. Mısır’da da, Babil’deki
gibi teokratik bir sistem bulunduğundan bilim faaliyetleri her iki
kültürde de din adamlarının eliyle yürütülürdü.
Günümüze kadar
ulaşan ve dünyanın yedi harikası arasında sayılan piramitlerin,
karmaşık ve ileri bir teknoloji kadar, geniş bir iş gücü
potansiyeline de dayandığı açıktır. Eserlerin büyüklüğü ve
yapılarındaki incelik bir ustalık, bugün hâlâ göz kamaştırıcı
bir nitelik taşımaktadır. Mısırlıların gelecekte tekrar
dirilecekleri inancıyla ölülere duydukları saygı, aşırı
ölçülere ulaşmış olmalıydı.”13
Prof. C. Saraç da
“Bilim Tarihi” adlı kitabında Mısır uygarlığını şöyle
tasvir eder. “Nil sayesinde Mısır’da tarım uygulamaları çok
düzenli bir şekilde gerçekleştirilebiliyordu. Mevsimlere göre
alınacak ürünün türünü ve miktarını önceden belirlemek de
mümkün oluyordu. Nil’in sağlayacağı su miktarı bile isabetle
tahmin ediliyor, ama yine de yıl boyunca yapılan düzenli ölçümler
ve kayıtlarla bu tahminler kontrol ediliyordu.
Hayatın temel
düzen unsuru olan bu akarsuyun taşmalarının gözlenip, suların
kapladığı yerlerin ölçümü ve hesabı; kanallar açma ve
bentler kurma ihtiyacı, eski Mısır’da bilim ve teknolojinin
itici gücünü teşkil etmişti. Bilim tarihçileri, Nil sularının
taşmasıyla sınırları kaybolan tarlaların ölçüm ve hesaplama
işlemlerinin, geometrinin gelişiminde önemli bir etken olduğunu
kabul ederler.
Mısırlılar,
yüzölçümü birimi olarak, kenarı bir kude (50
cm) olan karenin alanını; hacim birimi olarak bir kude küp’ü,
ağırlık birimi olarak da bu hacimdeki suyun ağırlığını
kullanmışlardı. Bu kadar eski bir dönemde; geometrik birimler
arasında böylesine rasyonel ilişkiler kurulup, neredeyse metrik
sistem kavramına ulaşılmış olması, çok ilgi çekicidir.
Piramit inşa
plânlarında Mısırlılar tabanı ve yüksekliği belirli olan bir
yapının hacmini, alt taban kenarını (a), üst taban kenarı (b)
ve yükseklik (h) olacak şekilde “h/3(a2+ab+b2)”
bağıntısını kullanarak hesaplıyorlardı.
Eski Mısırlılar
teklonojide gerçekten çok ileri bir düzeye ulaşmışlar;
özellikle tarım, hayvancılık, akarsu rejimi kontrolü,
kanalcılık, mühendislik, eczacılık, madencilik ve mimaride üstün
başarılar göstermişlerdi. Ayrıca Mısır bir “akarsu-delta-kıyı”
ülkesi olduğu için, gemi yapımcılığında da çok ileri
gitmişlerdi.
Parlak
dönemlerinin üzerinden çok uzun bir zaman geçtikten sonra bile
tarih boyunca tüm toplumların, özellikle başta İyonyalılar
olmak üzere eski Yunan düşünce ve bilim adamlarının (Thales,
Pythagoras, Heredot, Platon, Aristoteles ve diğerleri) Mısır’a
karşı duydukları hayranlığı dile getiren beyanları ve
eserleri, Mısır uygarlığının şöhretinin günümüze dek
ulaşmasını sağlamıştır.”14
Hint Uygarlığı
Eski Hint
Düşünce Hayatına Genel Bakış
Hindistan, hem
coğrafyası, hem de kültürüyle sanki başlı başına bir dünya
gibidir. Kuzeyde Himalaya’ların adeta “zaman üstü”
nitelikteki buzullarından, büyük ırmakların suladığı verimli
ovalara ve güneydeki aşırı sıcak tropik bölgelere kadar, her
türlü iklimin görüldüğü; 1 milyar civarında insanın
yaşadığı, 723 farklı dilin ve lehçenin konuşulduğu, pek çok
değişik kültürün ve dinin beşiği olan bu dev ülke, arkeolojik
bulgulara göre 5000 yıl kadar öncelere uzanan tarihiyle; hem en
eski uygarlıklardan birinin kalıntılarını, hem de felsefenin en
eski başlangıç izlerini barındıran bir yerdir.
Arkeolojik
çalışmaların ileride ne gibi yeni bulgular sağlayacağı şu
anda bilinemese de içinde bulunduğumuz asrın başlarında
Mohenjo-Daro uygarlığının kalıntıları gün ışığına
çıkarıldığında, tarih biliminde yeni bir sayfanın açılmış
olduğu kesin olarak söylenebilir. Sağlam yapılı ve çok katlı
evlerden, çeşitli alışveriş mekanlarından, geniş caddelerden
oluşan ve tabaka, tabaka birbiri üzerine yerleşmiş durumdaki
bölge kentleri, M.Ö. 3000-4000 yıllarına tarihlendirilmiştir.
Burada bulunan ev eşyaları, keramikler, çömlekler, silahlar ve
takılar; san’at değeri açısından eski Mısır, Babil ve
Avrupa’daki benzerlerinden hiç de aşağı değildir.15
M.Ö. 2000 yılının
ortalarına doğru, kuzeyden gelen ve kendilerini “Aryalar”
olarak adlandıran bir topluluk, Hindistan’ı yavaş yavaş işgale
başladı. Dilbilimciler 19. yüzyılın başlarında, Arya
dilinin Batı dillerine olan yakınlığını fark ettiler. Ve
kısa sürede; en önemli temsilcisi Hititçe olan Eski Anadolu
dilleri, Sanskrit ve Avesta dilleriyle modern Hintçe ve Farsça’yı
kapsayan Hint-İran dilleri; Yunanca; Latince; ve ondan türeyen
Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce gibi çağdaş
Roman dillerini içeren İtalık diller, Got dili, çağdaş
İngilizce, Almanca Felemenkçe ve İskandinav dillerini kapsayan
Germen dilleri; Ermenice, İrlanda dili ve Galce’yi içeren Kelt
dilleri, Arnavutça; günümüzde konuşulmayan Eski Prusya dilini de
içeren Baltık dilleri; eski kilise Slavcası (eski Bulgarca),
Rusça, Çekçe, Lehçe ve Sırp-Hırvat dilini içeren Slav
dillerinin tamamını kapsayan dil ailesine “Aryan” veya
Indo-germen (veya Hint Avrupa) dilleri adı verildi. Sonuçta, bu
dillerdeki benzerliklere dayanılarak Aryaların, bu dilleri konuşan
halkların bir kısmıyla birlikte çok eski bir Hint-Germen
topluluğu olduğu öne sürüldü.
Hindistan’ın üç
ayrı bölgesinin Aryalar tarafından fethi, her biri birkaç asır
süren üç ayrı safhada tamamlandı. Yaklaşık M.Ö. 1000 yılına
kadar süren ilk dönemde, kuzeybatı Hindistan’ın İndus ırmağı
boylarındaki Pencap bölgesi işgal edildi.
Beş asır kadar
süren ikinci safhada, birbirleriyle ve yerlilerle yaptıkları
savaşlar sonunda Aryalar doğuya, Ganj’ın suladığı bölgeye
doğru ilerlediler. M.Ö. 500 yıllarına kadar süren üçüncü
devirde ise, Hindistan’ın güneyine, Dekkan yaylasına yavaş
yavaş yayılan Arya kültürü, kısa sürede buraları da etkisi
altına aldı.
Eski Hint
felsefesi, Hint Arya’larının düşünce ürünleriyle başlar.
Aryalar öncesi topluluklardan- özellikle Dravid kültürüne ait-
bazı izler ve metinler bulunmuşsa da, henüz onların düşünce
sistemleri ve felsefeleri hakkındaki bilgilerimiz çok yetersizdir.
Vedalar
Çağı
Hint felsefe
tarihini kesin çizgilerle belirli dönemlere ayırmak çok güçtür.
Konuyla ilgili tüm incelemelerde karşılaşılan bu zorluğun
nedeni, Hint düşünce sistemlerinin hemen tamamının “sonsuzluğa”
yönelmiş olması nedeniyle, ilgili literatürde somut tarihlerin
tespit ve kaydına önem verilmemiş olunmasıdır. Hindistan’da
yapılan araştırmalarda–meselâ eski Mısır’da olduğu
gibi–önemli olayların tarihlerini kesin olarak bildirilen
belgelere pek rastlanamamaktadır; çünkü, uzak geçmişte bu tür
kayıtlar nadiren yapılmıştır.
Hint felsefe
sistemi engin bir okyanusa benzer ve bu okyanusa açılanlar, kolay
kolay yönlerini belirleyemezler. Hint felsefesine ait eserlerin
çoğunun hangi yüzyıla ait olduğunun tespiti bile güçtür.
Birçok başka toplumda, felsefeye damgasını vuran düşünürlerinin
kişilik özellikleri ve hikayeleri genel olarak bilinirken, Hintli
düşünürler, daima eserlerinin ve fikirlerinin ardına gizlenmeyi
tercih etmişlerdir.
Ayrıca, Hint
düşünce tarihiyle ilgili araştırmalar ve bu konuyla ilgili
eserlerin tercüme faaliyetleri de henüz tamamlanamamıştır. Bütün
bunlara rağmen, mevcut bilgiler çerçevesinde, Hint felsefe
tarihini birkaç döneme ayırarak incelemek mümkündür.
Yaklaşık olarak
M.Ö. 1500 ila 500 yılları arasındaki döneme “Vedalar Çağı”
denir. Bu isim, bu çağa ait bilgilerimizin kaynağı olan ve
tamamına “Vedalar” adı verilen metinlerden köken alır.
“Vedalar” terimi, tek bir kitapta toplanmış bir metin
koleksiyonunu değil, yaygın ve geniş bir literatür öbeğini
ifade eder. Bu büyük hacimli literatür, değişik zamanlarda,
kimlikleri meçhul pek çok yazar ve şâirin katkısıyla
oluşturulmuştur. Bu metinler, aynı zamanda, Hindu dininin de temel
kaynağını teşkil eder.
K. Demirci
“Vedalar” isimli kitabında konuyla ilgili olarak şunları
anlatır: “Uzun bir tarihi geçmişe sahip olan Hint uygarlığının
Vedaların teşekkülünden önceki dönemine ait, Harappa ve
Modencodaro’da yapılan kazılarda bulunan materyal, bir tür
resim yazısı ile yazılmıştır. Orijini M.Ö. 4000 yıllarına
kadar uzanan bu kil tabletler henüz okunamadığı için, Vedalar
öncesine ait kültürel yapı, henüz anlaşılamamıştır.
Başlangıcı,
sözlü anlatım geleneğine dayanan Vedalar, esas olarak M.Ö. 1500
ila 1000 yılları arasında ortaya çıkmış olan bir dizi kitaptan
meydana gelir. Bunlar; “Rig, Sama, Yacur ve Atharva”dır. Bu
kitaplar, farklı dönemlerde oluşturulmuşlardır. İlk kitap M.Ö.
1500 civarına ait Rig Veda, sonuncusu da M.Ö. 1000 dolaylarına
tarihlenen Atharva Veda’dır.
Vedalar ile ilgili
herhangi bir çalışmada yapılması en zor olan iki şeyden biri
“başlangıç”, diğeri de “sonuç” bölümünün
yazılışıdır. Çünkü, henüz Veda araştırmalarında kesin
olarak anlaşılabilmiş olan hususlar çok azdır. Her şeyden önce,
Vedaların ortaya çıkış tarihi bile halen güvenilir belgelerle
ortaya konabilmiş değildir.
Vedalarla
ilgili bir diğer problemde bu metinlerin muhtevasının ne kadarının
otantik olup, ne kadarının da yerli Hint halk kültüründen
iktibas edildiği meselesidir. Hindu kaynaklarına ve geleneklerine
göre, Vedalar, esas olarak vahye dayanır. Bu
görüş günümüzde birçok bilim adamı ve araştırmacı
tarafından da desteklenmektedir.
Vedalar’da,
tabiat güçleri, sembolik bir anlatımla birer “manevi varlık”
olarak tasvir edilmişlerdir. Ancak bu sembolizasyon, Müller’in
natüralizminden oldukça farklıdır. Bu sembolik sistem, aynı
zamanda, animist bir anlayıştan da farklıdır. Animizm’de her
sembol, münferit bir tabiat gücünün yine münferit bir niteliğini
yansıttığından, bu bağımsız güçler arasında bir
koordinasyon bulunmaz. Oysa, Vedalar’daki sembolik sistemde, tabii
güçlerin tamamı, belirli özelliklerine göre cinsler halinde
sınıflandırılmış ve benzer cinsler belirli bir tarzda
birbirleriyle, ilişkili oldukları diğer gruplarla ve merkezi bir
otoriteyle irtibatlandırılmıştır. Bu nedenle Vedalarda
sembollerin tümelleri temsil ettiği söylenebilir. Animizmde ise
sadece tekil veya münferit semboller söz konusudur.
Vedalar ile ilgili
bir araştırmada belki de en zor iş; “sonuç” kısmının
tasarlanmasıdır. Çünkü, bu konuda doyurucu sonuçlara ulaşmakta
kullanılabilecek yeterli materyal henüz bulunamamıştır. Bu
gerçeği aslında Hint kültürünün diğer alanlarıyla ilgili
çalışmalarda da görmek mümkündür. Hint kültürüyle ilgili
incelemeler, çoğu defa bazı temel kavramların çevresinde dönüp,
durmaktadır. Hint düşünce dünyasında, tetkiki ve tahlili
gereken o kadar çok kavram vardır ki, sadece bunların
belirlenmesine yönelik bir ön hazırlık çalışması bile başlı
başına bir araştırma konusu teşkil edecek kadar çaplı bir
iştir.”16
H. J. Störig, bu
müşkül konuyu bir parça anlaşılabilir kılmak için şu
tavsiyelerde bulunur: “Daha sonraki gelişmeleri kavrayabilmek için
Hindistan’a yeni yerleşmeye başlamış olan Arya’ların yaşama
şekillerini gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışalım:
Vedaların ilki ve aynı zamanda en eski ve kapsamlı yazılı bilgi
ve öğüt kaynaklarından biri olan Rig Veda kitabı bize,
Hindistan’ın kuzey batısına henüz yeni yeni yayılmaya başlamış
olan Aryalar hakkında bazı fikirler verebilir. Aryalar o sıralarda
henüz şehir kurma tecrübesine sahip olmayan, denizcilikten de
anlamayan savaşçı ve göçebe çobanlardı. Ancak demircilik,
çömlekçilik, marangozluk ve dokumacılık gibi el sanatlarını
bilmekteydiler. Aryalar’ın bu dönemine ait tabiat felsefelerinde
“canlı-cansız, insan-kâinat, madde-ruh” ayrımlarının pek
belirgin olmadığını görmekteyiz. Diğer eski toplumların hemen
tamamında olduğu gibi Arya kültüründe de gökyüzü, ateş,
ışık, rüzgar, su, yeryüzü ve benzerlerinin, insanlar gibi
yaşayan, kendileriyle iletişim kurabilen, ayrı ve bağımsız
varlıklar olduğu kabul edilmekteydi.
Rig Veda kitabının
“kozmogoni” bölümünde şunlar söylenir:
“Başlangıçta,
ne varlık vardı, ne de yokluk.
Her yeri dolduran
her yerde olan,
Hava da yoktu
yukarıda göklerde!
Nerede derin
uçurumlar, denizler...
Başta ne
ölümsüzlük vardı ne ölüm...
Gece de olmazdı,
gündüz de,
Başka şey
yokken “O” bir başına,
Sonsuzlukta
uçardı sessizce...
Karanlıkla
örtülüydü her yer!
Başı sonu
olmayan ışıksız gecede,
Sıkılmış
olmalı ki örtüler içinde,
Birden belirdi
“O”, parlayan bir güçle...
İşte bu Bir
olandan çıktı önce,
Bilginin tohumu
olan sevgi,
Varlığın kökü,
yokluk iken,
Sevgiyi aradı
durdu bilgi...”17
Yine Rig-Veda X. Kitabın
190’ıncı kısmında “Yaratılış” şöyle anlatılır:
“Önce “güç
ve kudret”ten, Ebedi ve Gerçek olanın eserleri doğdu,
Sonra, “karanlık”
meydana getirildi.
Ve ardından bir
(esir) dalgası oluştu;
Bu dalga, her
yöne taştı,
Yaratıcı, her
yönde birbiri ardı sıra gündüzleri ve geceleri düzenlemek için,
Sıra ile güneşi,
ayı, gökyüzünü, yeryüzünü, havayı ve ışığı yarattı...”
Rig Veda’nın
kimi bölümlerinde, tıpkı eski Mısır, Mezopotamya ve Yunan
kültürlerine ait eserlerde de olduğu gibi, bazı bilgiler,
“bilmece” formunda verilir. Bu kitabın bölümlerinden birini
oluşturan 52 ifadeden 51’i, bilmeceler şeklinde düzenlenmiştir.
Aryalar doğuya,
Ganj deltasına doğru yayılarak orada, başka ırktan olan
yerlileri hakimiyetleri altına aldıkları dönem içinde-Hint
toplumunun, günümüze kadar süregelen organizasyon şeklini
belirleyen–sosyal bir düzenlemeye koyuldular. Bunun sonunda da,
kast sistemi doğdu. Kast sisteminin oluşumuna yol açan ilk etken,
çoğunluğu teşkil eden yerli halkla karışıp, kaybolmaktan
korkan bir egemen yönetici azınlığın, üstün ve imtiyazlı
durumlarını sürdürme arzusuydu. Böylece ilk olarak Aryalar ile
Çudralar (Chudras) arasında bir ayrım yapıldı. Çudralar, mağlup
olarak boyun eğen eski yerli halklardan biriydi.
Aslında ırklar
arasında bir ayrım yapmaktan ibaret olan bu işlem, o dönemde
Portekizce’deki “kast” kelimesiyle değil Sanskritçe’de
“renk” manâsına gelen “varna” terimiyle adlandırılmıştı.
Zaman içinde bu işleme, felsefi ve dini boyutlar da eklendi.
Kâinatta gözlenen olayların ezeli ve ebedi süreçler halinde
gerçekleştirildiği varsayılarak zamana çevrimsel (cyclic) bir
nitelik atfedildi. Buna göre zaman, belirli bir başlangıç
sürecinden sonra dönüp, dolaşarak yine başladığı noktaya
ulaşır ve bunu bir sonraki süreç izler. Hint felsefesinde bu
çevrim, dört ana devreye bölünür: Kritayuga, Treyuga,
Dyaparayuga ve Kaliyuga. Bunların ilki, insanların en mükemmel ve
mutlu oldukları dönem iken, sonuncusu da kültürel
dejenerasyonunun had noktaya ulaştığı çağdır. Zaten bu uç
noktaya varıldığından dolayıdır ki, inzivaya çekilip,
kendilerini toplumdan tecrit etmiş olan iyiler bir araya gelir,
kötüler yok olur ve yeni bir Kritayuga başlar. Aynı şekilde
tanımlanan benzer nitelikteki dönem, Yunan-Latin kültüründe
“Altın Çağ” olarak adlandırılır. Ve böylece, zaman içinde
yeni bir çevrim başlar.
Bu çevrimli zaman
anlayışı, “Karma” adı verilen bir öğretiye de temel teşkil
etmiştir. Buna göre, insanlar, davranışlarıyla kaderlerini
belirleyerek “Samsara’daki yerlerini alırlar. Samsara, dönen
bir araba tekerleğine benzetilir. İnsanlar, hayatları boyunca
yapıp, ettikleriyle; bu dairevi yapı üzerinde, çevreden merkeze
doğru belirli bir noktada yer almayı hak ederler. Merkeze
yerleşmeyi sağlayacak olgunluk elde edilene dek, hayat ve ölüm
çeviriminin süreceği düşüncesiyle kişi, ister istemez ideal
olgunluğu sağlayacak bilgi ve tutuma sahip olabilme çabası içine
girmek zorundadır. Nirvana’ya sadece bu şekilde ulaşılabilir ve
ruh ancak böylelikle huzura kavuşabilir. Bu noktaya ulaşan ruh,
dünya üstü bir alemde sonsuz bir hayata başlayacak ve “Külli
Ruh”ta fani olma şerefine hak kazanacaktır.
Karma ve Samsara
kavramları, Hint sosyal hayatında kast sistemini pekiştirmiştir.
Çünkü bu anlayış çerçevesinde, yeryüzündeki durum,
insanların Samsara’daki konumlarının bir yansıması olarak
değerlendirilmiştir. Sonuçta da Hint toplumunda dört bölümlü
bir kast sistemi benimsenmiştir: Brahmanlar (rahipler), Kshatriya
(askerler, krallar ve devlet memurları), Vaishya (çiftçiler,
sanatkârlar ve tüccarlar) ve shudra (bu kesimlerin dışında kalan
halk çoğunluğu).
İlk üç kasta
mensup ailelerden doğan insanlara “karma” kavramı gereği
“iki-defa doğanlar” denilir ve dördüncü kasttakilerin tabii
ve zorunlu görevlerinin bu kesime hizmet etmek olduğu kabul edilir.
Kast anlayışı,
bir Hintli’yi, Samsara’da daha iyi bir yere sahip olmasını
mümkün kılacak şekilde davranmaya zorlar. Samsara’nın müthiş
bir biteviyelikteki dönüşü ve bu dönüş içindeki sürekli
gidip gelişler, insanı yıldıracak bir nitelik taşır. Kurtuluş
ise ancak Nirvana’nın gerçekleşmesindedir. Hint kültüründe
yoga başta olmak üzere, mevcut tüm uygulamalar, bu usanç verici
durumdan bir an önce kurtulup, huzura kavuşmaya yöneliktir.
Bu eğilim, Hint
dünyasında “Evrensel Varlığın yücelik ve sürekliliğinde
fani olma” eğilimini ve bunu sağlayacak düşünce ve kavram
sistemlerinin üretilmesini, böylece kâinata ve hayata bu çerçevede
açıklamalar getirmeye yönelik entelektüel faaliyetlerin
yaygınlaşmasını teşvik etmiştir. Sonuçta da orijinal, bağımsız
ve kendi içinde bir bütünlüğe sahip olan organize bir felsefi
sistem gelişmiştir. Bu felsefe sistemi, diğer düşünce
sistemlerinin çoğunu etkilemiş, değişik ekollerin geniş ölçüde
faydalandığı birçok farklı yorumlarıyla bütün dünyaya
yayılmıştır.
Upanişadlar
Dönemi
Hint felsefe
tarihinde Vedalar çağını, Upanişadlar dönemi izler. Vedaların
zaman geçtikçe hakim hale gelen basmakalıp ve tutucu Brahman
yorumları; sonunda araştırmacı ve kıvrak zihinli Hint düşünür,
bilge ve çilecilerini tatmin edemez hale gelince, Kuzey ormanlarının
bağrında Upanişadlar doğdu. Alman idealist akımının karamsar
temsilcisi Schopenhauer, Upanişadları şöyle yorumlar: “Beni
hayata bağlayan tek şey ve ölüm karşısında da tek tesellim
olan bu metinler, bence dünyanın en etkili ve değerli
eserleridir.”18
Upanişad
metinleri, kendi içinde bütünlüğü olan tek bir öğretiyi
değil, bir çok bilgenin çeşitli görüş ve düşüncelerini
kapsar. Farklı önem derecelerine sahip yüzü aşkın Upanişad
vardır.
Upanişad kelimesi
“upa” (yakın) ve “şad” (oturmak) kelimelerinden oluşur ve
bundan da; Upanişadların gerçeğe veya bilgiye yakın olanlara,
yani yalnız seçkinlere has gizli ve özel bir öğretiyi kapsadığı
anlaşılır. Günümüz yorumcuları, bu dönem Hint felsefe
öğretilerinin genelde ancak küçük bir azınlığın tekelinde
olan ezoterik (batıni) bir nitelik taşıdığını ifade
etmektedirler. Upanişadlarda, bu türden öğretilerin, sadece
gerçeğe son derece yaklaşmış olan ve çok sevilen müritlere
anlatılabileceği sık sık vurgulanır.
Upanişadların
kimler tarafından kaleme alındığı tam olarak bilinmemektedir.
Katipler arasında, Gargi adlı bir kadın ile Yüce Yagnavalkya
adlı bir bilginin adı geçmektedir.
Veda’ların
dünyaya ve hayata yönelik mutluluk ve canlılık dolu atmosferine
karşılık, Upanişadların havası oldukça ciddi ve ağırbaşlıdır.
Upanişadlarla birlikte, tüm varoluşu, adeta salt bir “ızdırap
çekme” olgusundan ibaret görme alışkanlığı, Hint düşünce
geleneğine artık kalıcı olarak yerleşir. Aryaların ilk
dönemdeki iyimser ve canlılık dolu bakış açıları, acaba nasıl
böylesine köklü bir değişime uğramıştır? H. J. Störig, bu
soruyu şöyle cevaplandırır: “Sıcak ve nemli iklimin bunaltıcı
etkisi, bunda büyük bir rol oynamış olabilir. Ayrıca bir
toplumun hayatında, gençlik döneminin taşkınlık ve aşırı
canlılığı; olgunluk döneminde yerini, geçici olanla oyalanma
yerine, kalıcı olan gerçeği arama isteğine bırakmış olabilir.
Genelde, büyük ve yeni düşünceler ile felsefe sistemleri, şüphe
ve hoşnutsuzluğun, bir düşünürü bunaltmaya başladığı anda
doğar ve onu, görünen alışılmış fenomenlerin ardındaki veya
ötesindeki gizli manâları ve gerçekleri aramaya iter. Hint
felsefesinin bu dönemde ulaştığı gizemci nitelik, dış alemin
önemsiz addedilmesine ve zihnin var gücüyle içe ve “öze”
yönelerek; derinleşip, yoğunlaşmasına neden olmuştur. Ve
böylece Upanişadların bağrında iki temel Hint felsefesi doğar:
“Atman ve Brahman”.
Vedalarda da
rastlanan Atman ve Brahman terimlerine, Upanişadlarda daha geniş
bir yer ve daha büyük bir önem verilmiştir. Meselâ, bir metinde
şu dizeler yer alır :
“O ağaç ki,
tahtasıdır Brahman,
Yer ve gök,
yapılmıştır hep ondan,
Bilgeler, duyun
dinleyin beni!
Brahman yüklenir,
taşır evreni...”
Upanişadlarda19
yaratılış da şöyle anlatılır: “-----Başlangıçta
“Bir Tek Varlık”, Brahman mevcuttu...O, bir güneş gibi;
zamansızlık içinde tek varlık idi....Ve, O’ndan başka
hiçbir varlık yoktu. Henüz tam anlamıyla doğmamış olan bu
dünya; gelişen kozmik bir tohum halinde idi. Bir süre böyle
geçti...Sonra kozmik tohum parçalara ayrıldı: Bir kısmından
gökler, bir kısmından yeryüzü oluştu. Dış zarlardan
yeryüzünün dağları gelişti, damarlardan ırmaklar, akan sıvıdan
da okyanuslar teşekkül etti. Sonra, öteki güneşler doğdular ve
sevinç çığlıkları ile O’na doğru koşup, yükselmeye
başladılar....”
Hintli düşünürler
için, Brahman her şeyin kaynağıdır. Etimolojik kökeni “soluk,
nefes” manâsına gelen Atman’a ise “öz varlık”, “benliğin
özü” manâları yüklenmiştir. Atman, kişiliğimizin en derin
özüdür. İnsanı, maddi yapısını oluşturan unsurlarından
ayırırsak, geriye “hayatın özü” olarak adlandırılan “esas”
kalır. Bundan da tüm istekler, arzu ve tutkular tecrit edilirse,
varlığımızın en derinindeki o en soyut, en derin şeye, yani
Atman’a ulaşılır. Genel bir şekilde daha eski metinlerde de yer
alan bu kavramsal sisteme Upanişadların katkısı; Brahman ve
Atma’nın, aynı ve bir gerçeğin, farklı cepheleri olduğu
vurgusunun eklenmesi şeklinde olmuştur.
Bu durumda,
evrenin en temelinde yalnız bir tek gerçek Öz vardır. Ve bu, tüm
evren söz konusu olduğunda Brahman, tek tek varlıklar söz
konusuyken de Atman’dır. Gerek kâinatın içindeki varlıklar,
gerekse insanın içindeki Atman olsun, her şey Brahman’ın
yansımalarından ibarettir.
Evrenin anlam ve
özünün, aynen insanın iç dünyasının derinliklerinde de
bulunduğunu bilen ve O’na; kendi özüne dalıp, yoğunlaşarak
ulaşılabileceğini kavrayan Hintli bilge için, dış gerçeklik
ikinci plânda kalır. Bu yaklaşıma göre zaman ve mekanla sınırlı
nesneler dünyası; gerçeğin kendisi, yani Atman değil, bazen
yanıltıcı da olabilen bir kılıfı veya örtüsü; yani Hintçe
ifadesiyle “Maya” dır.
Maya, varlığın
pek çok farklı biçimler alabilen yanıltıcı görüntüsüdür.
Oysa gerçek, temelde bir ve tek idi. “Brihadaranyaka Upanişad”da
şöyle denir: “Şunu aklına sok: Gerçekte çokluk yok! İnsan,
önce Atman’ı kavramalı. Onu kavrayan, tüm evreni anlar!”
Upanişad yazarları arasında adı günümüze ulaşan nadir
kimselerden Yagnavalkya, karısı Maitreyi’ye bu hususu şöyle
anlatır: “Kendi özünü kavramalı, anlamalı insan, Maitreyi.
Kendi özünü bulmuş, tanımış ve kavramış olan kimse,
evrendeki her şeyi bilme ve anlama kabiliyetine sahip olmuş
demektir!..”
Ünlü Yunan
filozofu Sokrates’ın da felsefesinin temelinde yer alan ve
kendisinden sonra gelen tüm büyük düşünürleri etkileyen ve
yönlendiren “Kendini bil!” ilkesinin, birçok çağdaş düşünür
üzerinde de çok derin izleri mevcuttur. Ünlü İndoloji uzmanı P.
Deussen bu hususu şöyle ifade eder: ”Gelecek zamanların
felsefeleri hangi yeni ve orijinal yollara girerse girsin, şu bakış
açısının daima göz önünde bulundurulacağını şimdiden
kesinlikle söyleyebiliriz: Tabiattaki nesnelerin özüne ne kadar
fazla inilir, nihai gerçeğe ne kadar yaklaşılırsa; varoluşun en
büyük muammasının anahtarının, aslında insanoğlunun iç
deriliklerinde bulunduğu hususu da o kadar açık ve kesin bir
şekilde ortaya çıkarılmış olacaktır.”
Sezgi kavramıyla
ilgili bu tür yaklaşımların gerçekte Batılı düşünüre o
kadar yabancı olmadığı Goethe’nin şu dizelerinden anlamak
mümkündür:
“Şaka sanmayın
bu sözü;
Sürdüğünüz,
yanlış iz!
Değil midir
tabiatın tüm özü,
Ta insanın
gönlündeki giz?”
Bazı düşünürler
sezgiyi; “gözlem, deney, akıl yürütme veya mantıksal çıkarım
yoluyla elde edilmeyen türden bilgilere ulaşma yeteneği” olarak
tanımlarlar. Bu yaklaşımda sezgi, özgün ve bağımsız bir bilgi
kaynağı olarak görülür. Sezgiye dayanan bilgi, ispatlanması
gerekmeyen, dolaysız ve açık bilgidir. Mantık ve matematiğin
temel aksiyomları gibi zorunlu “doğrular”, bu türdendir.
Felsefe tarihi
boyunca çeşitli filozoflar, öğretilerinde sezgiye değişen
oranlarda yer vermişlerdir. Aristoteles “Sezgisel düşünce
(nous), ispatı bulunmayan kavramları bilmemizi mümkün kılar”
der ve buna örnek olarak “arkhe”yi kavramamıza imkân
sağlayan bilgi türünü gösterir. Descartes’a göre sezgi,
şeylerin dolaysız ve kesin bilgisini sağlayan en temel zihinsel
fonksiyondur. Descartes, “Lumen naturale” olarak nitelediği
sezgi aracılığıyla, “cagito”yu kavramanın mümkün olduğunu
söyler. Spinoza ise sezgiyi “amor intelllectualis” olarak
adlandırarak “Tanrı’yı onunla bilebileceğimizi” ileri
sürer. Leibniz de bilgiyi, “sezgisel olan” ve “olmayan”
şeklinde iki kategoriye ayırır. Kant için sezgi, bilme sürecinin
hem başlangıç, hem de bitiş noktalarıdır. Sezgi’yi, bilginin
ilk ve temel biçimi olarak adlandıran Hegel’e göre “Zaman da
sezgiyle kavranan bir saf dış kendilik olup, yine ancak sezgiyle
algılanabilir.” Ünlü matematikçi Poincaré’de sezgiyi, bilim
alanında, akıl yürütme kadar güvenilir ve yararlı bulur.
Poincaré “Bilim ve Metot” adlı eserinde “Bize üzeri örtük
kavramsal ilişkileri, gizli ahenk ve düzenliliği keşfettiren şey,
sezgidir. Biz, mantık ile ispatlar, sezgi ile icat ederiz.” der.
Hollandalı
matematikçi L.E.J. Brower’in de katkılarıyla sezgicilik,
bağımsız bir matematiksel düşünce okulu haline gelmiştir. Bu
okulun prensiplerine göre matematiksel söylemin temel nesneleri,
kendi kendini ispatlayan yasaların yönlendirdiği zihinsel
kurgulardır.
Ancak, sezgiyi,
orijinal ve sistematik bir felsefi yaklaşımın temeli yapan kişi,
Fransız düşünürü H. Bergson olmuştur. Bergson’da da sezgi;
esas olarak realitenin, akıl yürütme veya deneye baş vurmaksızın
doğrudan kavranabilen bilgisidir ve bu bilgi, ispatı gerektirmeyen
apaçık bir gerçektir. Bergson sezgiden hareketle bağımsız bir
felsefi sistem geliştirmiş ve onun bu yaklaşımı bir çok
düşünürü ve sanatçıyı derinden etkilemiştir.
Buda ve
Budizm
Kitabın bu
bölümünün hazırlanmasında amaç; kronolojik, tam ve kapsamlı
bir bilim ve felsefe tarihi metni oluşturmak değil; düşünce
tarihinin gelişim sürecinin temel niteliklerini ön plâna çıkarmak
olduğundan; eski Hint düşünce sisteminin temel kaynaklarına ve
kurucularına son bir örnek olarak; Buda ele alınacak ve müteakiben
Hint felsefesinin genel özellikleri ve günümüzdeki etkileri
gözden geçirildikten sonra da, eski Çin düşünce tarihinin
tahliline başlanacaktır.
Günümüzün en
yaygın dünya görüşlerinden ve dinlerinden biri olan Budizm’in
başlatıcısının hayatıyla ilgili olarak, doğrudan
çağdaşlarından veya kendisini görüp, tanımış olanlardan
günümüze ulaşan hiçbir tarihi belge mevcut değildir. Buda’nın
ardından, ona inananların ve izleyicilerinin hayranlıklarını
ifade eden menkıbe ve söylencelerden oluşan örtüleri kaldırarak,
tarihi gerçeklere ulaşmak son derece zor, belki de hiçbir
zaman başarılamayacak bir şeydir.
Bu türden en
yaygın kaynak, Pali dilinde yazılmış Tipikata “Üçlü
Kanun” veya “Üç Sepet” adlı metinlerdir. Buna göre asıl
adı Siddharta Guatama olan Buda’nın ismi, “uyaran” veya
“aydınlanan” manâsına gelen bir ünvandan kaynaklanır. S.
Guatama, bugünkü Nepal ile Hindistan arasında hüküm süren Sakya
kralının oğluydu. Guatama’nın 29 yaşında hayatının dönüm
noktasına ulaştığı anlatılır: “Yaşlılık, hastalık ölüm
gibi insani ıstıraplar karşısında metanetini hiç kaybetmeyen,
sarı cübbeli, başı tıraşlı bir keşişten etkilenen genç
prens, bir Şramana (çileci) olarak huzura ulaşmanın yollarını
aramaya karar verir. Ve oğlunun doğduğu günün gecesinde evinden
ayrılarak, ülkenin ibadet ve eğitim merkezlerinin toplandığı
güney bölgesine doğru seyahate başlar. Yolda uğradığı Magadha
devletinin kralı, kendisine ülkeyi birlikte yönetmeyi teklif
ederse de, Guatama bu teklifi reddederek, ona gerçeği öğretecek
öğretmenleri aramaya devam eder.
Önce yaşlı
bilge Alara Kalama’dan, sonra Uddaka Ramaputta’dan ders alır,
ancak onlarda aradığını bulamaz. Guatama’nın hakikate ulaşma
yolundaki esas mücadelesi, Uruvela kenti yakınlarındaki
Senanigama köyünde başlar. Burada, beş kişiyle birlikte yaklaşık
6 yıl boyunca sıkı bir perhiz (riyazet) uygulamasından sonra
Guatama, gerçeği bu şekilde de bulamayacağı kanaatine varır.
Onun bu tavrı karşısında hayal kırıklığına ve öfkeye
kapılan arkadaşları, kendisini tek ederler. Tek başına kalan
Guatama, bir hintinciri ağacının altında oturmakta iken
Senanigama’nın yöneticisinin kızı Sucata, kendisine bir tas
sütlaç ikram eder. Bu onun “bodhi”den (aydınlanma) önceki son
yemeği olur. O günü korulukta geçiren Guatama, akşam
olunca–sonradan bodhi olarak adlandırılacak olan–bir ağacın
altına oturur ve “aydınlanma”ya ulaşana kadar orada kalmaya
karar verir. Artık o bir iç mücadele ve hesaplaşma süreci
yaşamaktadır. Önce, tutkular dünyasının efendisi ve kötülüğün
sembolü Mura’nın baştan çıkarma çabalarından, 10
“paramita=fazilet kuralı”nın yardımıyla kendisini kurtarır.
Bundan sonra başlayan tefekkür safhasında, o zamana kadarki tüm
“varoluşların” (Pali dilinde pubbenivasanussati-nana) bilgisine
erişir. Ardından kendisine varlık aleminin yokoluş ve yeniden var
ediliş halini görme kabiliyeti verilir. Nihayet ruhu, “tüm
ahlâksızlık ve kötülükleri yok etme” gücüyle donatılır.
Böylece Guatama, Vesakha (mayıs) ayının dolunaylı bir gecesinde,
“aydınlanmaya” ulaşır.....”
Pali diliyle
kaleme alınan eski metinlere göre Buda, insanları eğitme ve
bilgilendirme hususundaki büyük kabiliyetiyle ün salmıştı.
Herkese merhamet (karuna) ve bilgelikle (panna) yaklaşır, herkesle
durumuna ve ihtiyaçlarına göre konuşmayı bilirdi. Onun
insanlarla diyaloğu, ideal bir öğretmen ile öğrencisi
arasındakine benzer şekilde; karşılıklı sevgi, bağlılık ve
saygı temeline dayanırdı.
Kendisine pek çok
olağanüstü kabiliyet ve keramet atfedilmesine rağmen Buda, bu tür
şeylere hiç itibar etmezdi. Hatta bir gün müritlerinden birisi
halkın önünde böyle olağanüstü bir hal gösterdiğinde, onu
azarlayarak bir daha böyle davranmaktan men etmişti. Buda’ya göre
en büyük keramet, insanlara hakikatin anlatılması ve
benimsetilmesiydi.
Eski metinlerden
ortaya çıkan tabloya göre Buda, insanların çekmekte oldukları
ıstıraplara karşı son derece hassas, oldukça sistemli bir
düşünme ve yaşama tarzına sahip, her zaman çevresindeki
kişilere, kendilerini kötülüklerden koruma yöntemlerini öğretme
çabası içinde olan, bilgelik ve şefkat dolu bir insandı. Buda,
bu çerçevede, Hindistan’ın köklü ve yerleşik bir kurumu olan
kast sistemine de karşı çıkmış ve insanların eşitliğini
vurgulamıştır.
Budaya göre
insanın temel hedefi, nefsin (benliğin) tuzaklarından ve dünya
işlerinin ayak bağından kurtularak, varoluş sırrını
kavramaktır. Bunu başaran kişi aydınlanmaya (bodhi) ulaşmış
olur. Aydınlanmış insanın durumunu tasvir eden “Nirvana”
terimi, “sönmek” manâsına gelmektedir. Çünkü ona göre
aydınlanma, insanın kalbindeki üç büyük günah ateşinin
(şehvet, kötülük ve tutku) söndürülmesiyle mümkündür.
Nirvana’nın
bazı yabancı araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılarak
bir tür “hiçliğe veya yokluğa eğilim” gibi
değerlendirilmesi, Budizm’in temel öğretisinin hatalı
yorumlanmasına yol açmıştır. Nirvana’ya-yetersiz kalacağı
veya yanlış anlaşılmasına yol açacağı endişesiyle- herhangi
bir kişilik özelliği atfetmekten daima kaçınan Budist
düşünürler, bu türden her türlü nitelemeden daima uzak
durmuşlardır. Çünkü Buda, Nirvana’nın insan zihni tarafından
tam anlamıyla kavranabilmesinin mümkün olmaması nedeniyle, O’nun
tasvirinin veya nitelenmesinin sakıncalı olacağı konusu üzerinde
ısrarla durmuştu. Ama, Nirvana’ya ulaşmanın hiçlik veya yok
oluş değil, aksine sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe ulaşmak
anlamına geldiğini de aynı özenle vurgulamıştı. Sınırsız
hayatın önündeki her türlü engelin ortadan kalktığı anda
gerçekleşen Nirvana’ya ulaşma hali, gerçekte, ebedi bir
varoluşun başlangıcını da içeriyordu.
Nirvana’nın
doğmamışlığı, ölümsüzlüğü, en büyük ve en üstün
oluşu; hareketten, değişimden tamamen uzak olan benzersiz durumu,
O’nu, Tanrı kavramına yaklaştırmaktadır.
Ancak, ne var ki,
Buda’dan sonra Budacılık üzerindeki başlıca belirleyici etken,
(bhakti) akımı oldu. Bu akımın temel ilkesine göre insan,
Tanrı’ya giden yolda bir tür aracı varlığa başvurmalı, ona
kendisini adamalı ve bunun karşılığında ondan, kurtuluş için
gerekli vasıtaları beklemeliydi. Ve kısa bir süre içinde,
aslında öğretisine temelden aykırı olan bu yaklaşımla Buda,
inananları kurtarmayı üstlenmiş bir tür aracı ilâh (Bhagavat)
gibi görülmeye ve kendisine tapılmaya başlanmıştır.
Eski
Hint Felsefesinin Temel Özellikleri ve Günümüzdeki
Etkileri
Eski Hint
felsefesinin karakteristik özellikleri şöyle özetlenebilir: Hint
düşünce dünyası büyük ölçüde geleneğe bağlıdır.
Hindistan’da doğup, gelişen felsefe sistemlerinin çoğu, gerek
temel önermelerinin tayini, gerekse bunların teyit edilmeleri
bakımından eski Veda literatürüne dayanır. Bir Hintli açısından
bir sorun doğurmayan bu durum, Hint felsefesini, Hint kültüründen
soyutlayarak veya onu yeterince bilmeden incelemeye ve anlamaya
teşebbüs eden yabancılar için önemli bir engel teşkil eder.
Hint düşünce
sistemleri, yalnızca gerçeği aramaya ve ortaya koymaya değil-hatta
bundan çok daha fazla-doğru yaşama biçiminin belirlenmesine ve
kurtuluşa giden yolun tayinine yöneliktir. Bu arada, pek çok
etkenin yanı sıra, özellikle Hint halkının duyarlılığı,
soyut düşünceye yatkınlığı ve doğru yolu bulma tutkusu, eski
Hindistan’da felsefenin, belki de başka hiçbir toplumda
görülmemiş yoğunlukta bir ilgi ve destek bularak; gelişip
yaygınlaşmasını mümkün kılmıştır.
Çoğu Batı
düşünce sistemleriyle Hint düşüncesi arasındaki en derin
ayrılık, Hintli bir düşünür için duyular yoluyla kavranılan
“dış dünya”nın bilgisinin birinci dereceden bir önem
taşımamasından kaynaklanır. Buna göre, “gerçek” sadece
duyular yoluyla kavranamadığı gibi, bazen kelimelerle de tam
olarak ifade olunamaz. Ona, en kapsamlı bir tarzda ancak sezgi
yoluyla yaklaşılabilir. Çağdaş bir Upanişad yorumcusu bu hususu
şöyle dile getirir: “Katı rasyonel felsefi yaklaşımlar,
agnostisizm ile sonuçlanmaktadır. Bu, söz konusu yaklaşım ve
bakış açısıyla bilgiye ulaşma çabasının kaçınılmaz
sonucudur. Doğrusunu söylemek gerekirse, insan zihninin yapısı
gereği, her araştırmacı gibi yola sezgisinden ilham alarak çıkan
akılcı filozof,-nihai çözümü de bu yolla ortaya koymayı
kendisine yakıştıramadığından- bir süre sonra sezgiye sırtını
döner. Bu arada, cevap bekleyen pek çok soruyu görmezden gelmek
zorunda kalır. Oysa sezgiden kaynaklanan ilham (intuition) ile işe
başlamış olan bir kişinin, sonuca da yine ilham aracılığıyla
ulaşması gerekli değil midir?”20
Hintli
düşünürlerin üzerinde durulması gereken bir diğer özellikleri
de, sınırsız hoşgörüleridir. Her ne kadar eski literatürde
bazı tartışmalardan, görüş ayrılıklarından ve münakaşalardan
söz edilse de; asla aşağılama, baskı veya hakarete yer verilmez.
Gerçeğe giden sadece tek bir yolun var olduğu fikri, Hintli
düşünüre tamamen yabancıdır.
T. Akman’ın
“Dünyanın Sibernetik Oluşumu” adlı kitabındaki “Modern
astrofizik ve eski Hint filozofları” başlıklı bölümde şunlar
anlatılır: “...Düşünce tarihinin evrimi üzerinde yapılan
araştırmalarda genellikle eski Yunan düşünürleri üzerinde
durulmakta ve onların bilimsel düşüncenin gelişimine yaptıkları
büyük katkı vurgulanmaktadır. Rönesans ile birlikte Avrupa
kültürüne iyice yerleşen bu kanaat, zaman içinde bir hayranlığa
dönüşmüş ve yakın geçmişte birçok yazar ve bilim adamı,
eski Yunan düşünürlerine ait görüş ve ifadelere; eserlerinin
başlık, önsöz veya giriş bölümünde yer vermeyi bir alışkanlık
haline getirmişlerdi. Gerçekten de bazı eski Yunan düşünürlerinin
madde, ruh, uzay, zaman, kâinat, varlık ve yokluk ile benzeri
konular hakkında çok ilginç, hatta çağlarını aşan görüşleri
vardır. Leukippus ve Demokritos’un atom hakkındaki ifadeleri,
Platon “ide”leri, Aristoteles’in varlık-yokluk felsefesi,
Sokrates’in etik sistemi, Heraklitus’un relativiteyle ilgili
görüşleri bunlardan bazıları olup, bu düşüncelere saygı
duymamak, gerçekten imkânsızdır.
Ama eğer, ya
bütün bu görüşler eski Yunan filozoflarından çok daha önceleri
başka bir kültürde ele alınıp, işlenmiş ise, o zaman, bu “daha
eski kültür”ün bizde saygının da ötesinde, hayranlık
uyandırması gerekmez mi? Sözünü ettiğimiz bu kültürün
temsilcileri, eski Hint filozoflarıdır.
İndoloji, yani
eski Hint kültürü araşmalarına, eski Yunan kültürünün batı
bilim dünyasına tanıtılmasından asırlar sonra başlanabilmiştir.
Buna rağmen eski Hint filozoflarının “yaratılış”
konusundaki çok derin düşünceleri çağımız astrofizikçilerini
öylesine etkilemiştir ki, son 15-20 yıldan bu yana yazılan bir
çok astrofizik kitabında; Vedalar, Upanişadlar veya Buda’dan
alıntılara yer verilmektedir. Oysa bundan 40-50 yıl önce yazılan
bilim tarihi kitaplarında, eski Yunan’ın düşünceleri büyük
bir önceliğe ve önemli bir yere sahiptiler. Meselâ ünlü
matematikçi ve filozof A.N. Whitehead “Adventures of Ideas” adlı
kitabında şunları yazmaktaydı: “...Batı biliminin ilk
doktrinlerinden biri olan Aristoteles Yasası, tarihi akış içinde,
eski Yunan düşünürü Milet’li Thales’den gelmiştir. Thales,
milâttan 600 yıl önce yaşamıştı. Şüphesiz; Mısır,
Mezopotamya, Hindistan ve Çin’de de örnek alınacak düşünürler
vardır. Fakat insanın araştırma tutkusuyla gelişen,
eleştirileriyle saflaşan ve batıl inançların ayıklanmasıyla
ilerleyen modern bilim, eski Yunan kültürüyle birlikte doğmuştur.
Ve ilk temsilcisi de Thales’dir.” 21
Yine çağımız
filozoflarından B. Russell batı felsefe tarihi konusundaki bir
kitabında Pythagoras hakkında şunları söyler: “... Bilindiği
gibi Pythagoras tüm şeyler, sayıdır demişti. Bu anlatım, modern
açıdan, ilk bakışta çok mantıklı görünmeyebilir. Ancak
Pythagoras, bu ifadesiyle çok derin bazı gerçekleri anlatmaya
çalışmaktadır. Sayıların müzikteki önemini ilk olarak
vurgulayarak, matematik ile müzik arasında birtakım ilişkiler
bulunduğuna dikkat çeken de odur. Onun tanımlamış olduğu
“uyuşumsal orta” gibi matematik terimler halen kullanılmaktadır.
Sayıların kareleri ve küpleri Pythagoras’a borçlu olduğumuz
kavramlardır. O, dikdörtgen, üçgen, piramit ve bunlarla ilgili
rakamsal değerlerden de söz etmişti...” Russell kitabında,
Pythagoras’a karşı duyduğu hayranlığına ve bunun nedenlerine
ait başka örnekler de verir.
Ancak,
Pythagoras’ın bu kavramları eski Hint filozoflarından aldığını
gösteren yeni bulgular vardır. A. Weber, ünlü “Felsefe Tarihi”
adlı kitabında bu hususla ilgili olarak şunları anlatır.
“...Pythagoras‘ı Brahmanların bir öğrencisi sayabilir, hatta
onu Buda ile özdeş görebiliriz. Çünkü sadece isimleri değil,
doktrinleri de birbirine son derece benzerdir. Python veya
Pythagoras; “gönlüne bilgi doğan, gaipten haber veren”
manâsına gelirken, Buda da “aydınlanmış” demektir.
Felsefelerinin esasını teşkil eden dualizm, pesimizm, ölümden
sonra yeniden doğuş, kendini kontrol, meditasyon, tüm insanlara
karşı iyilik duygusu besleme, doğruluk, adalet ve benzeri
özellikler, bu iki şahsı birbirine öylesine yaklaştırır ki,
sonunda onlar adeta kaynaşıp, “bir”leşirler. Daha önceki
yazarların özellikle Aristoteles’in Pythagoras’ın kişiliği
ve hayatı hakkındaki suskunluğu, Pythagorasçılık ve Budizm’in
aynılığını doğrular gibidir...”
İndoloji
Profesörü W. Ruben, “Eski Hindistan Tarihi” adlı kitabında bu
konu üzerinde durarak, şunları belirtir. “Herakleitos’un
eserlerini kaleme aldığı zamandan çok önceleri Buda ölmüş
bulunuyordu...” Birçok düşünce tarihi uzmanı Vedaların,
milâdın 1500 ilâ 1000, Upanişadların ise en azından 800 yıl
öncesinden kaynaklandığını kabul etmektedir. Böylece, eski
Hint düşünürlerinin, antik çağ Yunan filozoflarından çok daha
önce yaşadıkları kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.”
Ancak Mezopotamya kültürünün, bu iki uygarlığın her ikisinden
de önce geliştiği ve büyük bir ihtimalle onların ortak ilham
kaynağı olduğu hususu da göz ardı edilmemelidir.
Çin Uygarlığı
Eski Çin
Entelektüel Hayatına Genel Bir Bakış
Çin, uygarlık
tarihine ait en eski izlerden bazılarının bulunduğu bir ülkedir.
Çin’de felsefenin doğuş ve gelişme tarihi, yaklaşık olarak
Hindistan’dakiyle aynıdır.
Çin de, Hindistan
gibi, çok geniş yüz ölçümü, aşırı kalabalık nüfusu,
bölgeden bölgeye değişen çok çeşitli iklim özellikleri, son
derece farklı yeryüzü şekilleri, konuşulan çok sayıda lehçe
ve dil ile tek bir ülkeden ziyade, başlı başına bir kıtaya
benzer. Okyanuslar, sıradağlar, yağmur ormanları ve çöllerle
çevrili bu uçsuz bucaksız topraklar, binlerce yılı kapsayan
kesintisiz bir kültürel süreçle bugünlere ulaşan orijinal ve
müstakil bir uygarlığın beşiği olmuştur.
Düşünce ve dil
çok yakından ilişkili olduklarından, bir çok yönden karşılıklı
olarak birbirlerini etkileyip, biçimlendirir ve hatta
sınırlandırırlar. Bu nedenle Hint-Avrupa dillerinden oldukça
farklı özelliklere sahip olan Çin dili ve yazısı üzerinde
durmak uygun olacaktır.
Çince, yapısı
bakımından Batı dillerine hiç benzemeyen tek heceli ve ayrışkan
(isolierend) dillerden olduğu için; belirli bir kurala göre
çekilemeyen, ön ve son ek almayan kelimeler içerir. Çoğaltılamayan
ve Çince’ye has belirli söyleyiş biçimleriyle sınırlandırılmış
olan bu tek heceli kelimelerle farklı manâları aktarabilmek için,
tek bir hece, değişik vurgularla seslendirilir. Yani, aynı
harflerden oluşan ve aynı ses yapısına sahip olan kelime veya
hecelerin manâ farklılığı, ton (titrem) farklılığı ile ifade
edilir. Modern standart Çince’de dört titrem vardır. Daha eski
olan Guangzhou dilindeyse altı titrem bulunuyordu. Sözlü Çince’nin
melodik niteliği, bu vurgu veya ton değişimlerinden kaynaklanır.
Bu şekilde, bazen tek bir hece ile 50 kadar farklı manâ
aktarılabilir. Bir kelimenin mecazi ve argo manâları da dahil
en fazla birkaç farklı manâ taşıyabilmesine alışkın olan
bizler için, bu durum oldukça şaşırtıcıdır.
Çince söz
diziminin kesin kuralları sayesinde bir kelimenin manâsı, ayrıca;
cümlenin gelişinden veya cümle içindeki yerinden de
anlaşılabilir. Benzer şekilde bir kelimenin isim, zamir, sıfat
veya fiil oluşu, yine sentaktik konumundan ve bağlam durumundan
anlaşılır.
Çin konuşma dili
gibi, Çin yazısı da Batı dillerinden son derece farklıdır. Bir
tür resim yazısında türetilen ve resim özelliklerini hâlâ
taşıyan Çin yazısı, bizim yazımızda olduğu gibi konuşma
dilinin seslerini temsil eden harflerden değil, nesne ve kavramları
gösteren şekillerden (ideogram veya piktogram) oluşur. Çince
lügatlerde genellikle, ”karakter” olarak adlandırılan 40 000
kadar sembol yer alır. Ama pratikte, dörder birimli kod gruplarına
ayrılmış olan 10 000 kadar sembol kullanılır. Çince okuyup,
yazabilmek için en az 2 bin kadar karakter bilmek gerekir. Belirli
kelimeler, ya kelimenin manâsını ifade eden tek bir sembol ile
veya bir sembol gurubu ile gösterilir.
Çince’de dağ,
ev veya ağaç gibi somut varlıklar, temsil ettikleri nesneyi
çağrıştıran ideogramlarla gösterilir. Soyut bir kavram ise,
mecazi manâsı olabilecek nesnelerle–meselâ ruh kavramı kalp
sembolü ile–ifade edilir.
Sabit şekillerden
oluşan böyle bir yazının zaman içindeki değişim hızı, sese
dayalı bir alfabenin değişim hızından çok daha küçük
olacaktır. Konuşma dilinde farklı lehçelerin varlığına ve
kelime dağarcığının zaman içinde süratle değişmesine
karşılık Çin yazı dili ve edebiyatı, 3 bin yıldır çok az
değişmiştir. Yabancı istilâların da sarsamadığı bu edebi
süreklilik, eski Çin’in uçsuz bucaksız toprakları üzerinde
kültürel bütünlüğü sağlayan başlıca etken olmuştur.
Çin
resim-yazısını okuyup, yazabilmek için birkaç bin sembolü
ezberlemek ve söylenişini öğrenmek gerektiğinden dolayı, Çin
halkının büyük çoğunluğu eğitimsiz kalmış; yazı dili ile
konuşma dili giderek birbirinden uzaklaşmışlardır. Yazı dilinin
günlük hayattan kopmasıyla biçimsel kurallar kalıplaşmış,
yeni içeriklere yeni biçimler arama yolu tıkanmıştır. Buna
karşılık, lehçe farklılıkları Roman dillerinde olduğu gibi
zamanla ayrı dillere (Fransızca, İtalyanca, vb) dönüşmemiştir.
Ama yine de bu farklı lehçelerin, dilbilimciler tarafından ayrı
ayrı sınıflandırılan farklı biçimleri vardır. Bu dilleri
konuşanlar birbirlerini anlayamazlar. Ancak bu dilleri konuşan
kimseler, aynı Konfüçyüs metnini farklı sesler ve vurgular ile
okusalar da, kağıt üzerindeki göstergelerden aynı şeyi
anlarlar.
Dil ve yazı;
kültür ve uygarlık alanındaki gelişmelerin yanı sıra, algılama
ve düşünme tarzını da etkileyen faktörlerin başında gelir.
Dili ve yazısı böylesine farklı bir toplumun “düşünme sistem
ve dünyası” da şüphesiz oldukça farklı bir şekilde
yapılanacaktır. Tarih içinde, Hint-Avrupa dillerinin birbirinden
açıkça ayrılabilen özne, nesne, yüklem, isim, sıfat ve fiil
gibi gramer unsurlarının analiziyle ilgili çalışmalar sonunda
ortaya çıkan mantık adlı disiplinin Çin’de gelişmesi teorik
olarak imkânsızdı. Nitekim, Çin tarihinde mantık alanındaki
çalışmalarıyla ünlü bir düşünüre rastlayamıyoruz.
Çin dilinin
morfolojik farklığı nedeniyle Çince’den yapılan
tercümelerde–özellikle soyut kavramlar içeren felsefi metinlerin
çevirisinde-daima büyük zorluklarla karşılaşılmıştır. Metin
yazarı, iletmek istediği manâ ve enformasyonun bir kısmını;
ancak söz dizimi ve bağlam ilişkileriyle ve çağrışım
potansiyeli yüksek ideogramlarda ifade etmeye çalıştığı için,
soyut kavramların ayrıntılarına ve incelikli yorumlarına ait
tercümelerde, manâ kayıp ve değişmelerinden kaçınabilmek,
imkânsız derecede zordur
Bütün bunlara
rağmen Çinliler; “toprağın sistemli bir şekilde işlenmesi,
akarsu rejiminin düzenlenmesi, porselen, barut, pusula ve
benzerlerinin imali, kağıt para kullanımı, güzel sanatlar,
edebiyat, devlet yönetim stratejisi” başta olmak üzere, diğer
bir çok farklı alandaki buluşları ve uygulamalarıyla, gerçekte
tüm insanlığın müşterek mirası olan bilim, teknoloji ve
uygarlığın evrimine önemli katkılarda bulunmayı
başarabilmişlerdir.
Huang Irmağı’nın
büyük kıvrımı tarafından çevrelenen Ordos steplerinin
güneyinde yapılan kazılarda bulunan birtakım aletlerin ve diğer
kalıntıların ait olduğu dönem, Mısır uygarlığı kadar eskiye
uzanır. 1921’de Huang Irmağı’nın yakınlarındaki
Yangshoa’da; sakinlerinin avcılık, hayvan besiciliği ve
çiftçiliğin yanı sıra; dokumacılık, seramikçilik ve metal
işletmeciliğiyle de uğraştığı anlaşılan birçok yerleşim
yeri ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 2500’lere tarihlenen yöre
uygarlığının, özellikle Hunan ve Gansu’da zirveye ulaşmış
olduğu anlaşılmaktadır. Zamanla bu uygarlık, güneye doğru
yayılmıştır.
Yangshoa’da
bulunan beyaz ve Longshan’da bulunan siyah seramikler ve benzeri
diğer buluntular, eski Çin uygarlığının belirli bir
dönemde Batı Asya ile sıkı ilişki içinde olduğunu
göstermektedir. Bir zamanlar, sadece Çin’e has olduğu sanılan
“üç oyuk ayaklı” sehpaların benzerlerinin Anadolu’da da
bulunması, bu hususu teyit etmiştir.
Çin’in değişik
bölgelerinde yapılan kazılarda rastlanan, ustalıkla boyanmış
çömleklerin belirli bir zaman dilimi içinde aniden yaygınlaşması,
o dönemde bu ve benzeri alanlarda çok ileri düzeylere ulaşmış
olan İran ve Güney Rusya ile münasebetlerin yoğunlaşmış
olduğuna işaret etmektedir.
Orta Çin’de,
surlarla çevrili bir Shang kenti olan Zhengzhou ile onun kuzeyinde
yer alan ve Shang’ların son başkenti olan Anyang; sıkıştırılmış
toprak bloklardan yapılmış yüksek surlarıyla çarpıcı bir
mimari yapı özelliği arz ediyordu. Kentlerin içinde seramik fırın
ve fabrikaları, kemik oyma atölyeleri ve tunç dökümhaneleri
bulunmaktaydı.
Çin’de yönetim
yaklaşık 90 yıllık bir geçiş sürecinden sonra Shang
hanedanından (M.Ö. 1800-1200) Zhou hanedanına (M.Ö. 1111-256)
devredilirken, Çin halkı da kabile toplumundan feodal topluma ve
Tunç Çağı’ndan da Demir Çağı’na geçmiştir. Bu değişimle
birlikte; sosyal ve ekonomik yapı, günlük hayatta kullanılan araç
ve gereçler, toplum fertlerinin bilgi ve beceri düzeyi ile yaşama
şekilleri de büyük ölçüde değişmiş oldu.
Shang yönetiminin
son 300 yılı içinde, Neolitik gelenekten kopuşla birlikte,
yepyeni bir uygarlık doğdu. Bu, atlı savaş arabalar, çok
miktarda yazılı belge tanzimi, tuncun kalıba dökülmesi ve diğer
zanaatlarla ilgili uygulamalar bakımından, batıdakilere kimi
yönleriyle benzeyen, ancak bir çok orijinal niteliği de sahip
olan bir uygarlıktı.
Ordos (Maowusu)
bölgesinde bulunan tunç eşyalar, buradaki gelişimin Avrasya
bozkır kuşağı uygarlığının bir uzantısı olduğunu
göstermektedir. Bölgedeki buluntular, Mezopotamya orijinli metal
işlemeciliğin Çin’e kuzeybatıdan girdiği varsayımını
güçlendirir niteliktedir.
Bugüne kadar elde
edilen bulguların genel bir değerlendirmesi yapıldığında, Çin
uygarlığının, bir çok değişik etnik topluluğun ve kültür
merkezinin entelektüel ürünlerinin karışıp, kaynaşmasıyla
doğduğu ve geliştiği sonucuna ulaşılabilir. Bugünkü Sinkiang
ve Moğolistan’dan bazı göçlerin ve Batı Asya ile Güneydoğu
Avrupa yönünden gelen bazı etkilerin mevcudiyetine dair bulgulara
rağmen, bu uygarlığın temel kaynağını büyük ölçüde Çin
toplumu ve kültürü teşkil eder. Çok eski dönemlere ait
mitolojik Çin metinleri, sonradan büyük değişikliklere maruz
kalmış olduklarından, tarihe ışık tutma hususunda henüz fazla
yararlı olamamaktadır. Bu mitolojik yazılarda, halka çeşitli
araç ve gereçlerin kullanımı ile birtakım önemli işlerin
yapılış şeklini öğreten bilge hükümdarlardan söz edilir.
Bunlardan, M.Ö.
3000 dolaylarında yaşayan bir imparatora ait olduğu rivayet edilen
“I Ching” (Değişimler Kitabı) adlı eserdeki felsefi
çerçeve o kadar ilginç ve çarpıcıdır ki, geçmişin ve
günümüzün birçok ünlü düşünürü ve bilim adamı, ondan
büyük ölçüde etkilenmiş olduklarını beyan etmişlerdir. I
Ching’in günümüze ulaşmasında önemli bir rol oynamış
olan Çinli düşünür Konfüçyüs, son derece değerli olduğuna
inandığı bu eser hakkında şunları söylemişti “Onu iyice
kavrayıp, anlayabilmek için keşke bir elli yıllık ömrüm daha
olsa!”
I Ching’de
bazı önemli bilgiler “tek ve uzun bir çizgi” ile “kısa bir
çift çizgi”nin üçerli kombinasyonlarından oluşan sekiz
“trigram” ile kodlanarak verilmiştir. Her üçlü birim; bir
olayı, bir varlığı veya insan hayatına ait bir durumu simgeler.
Tek parçalı sembol olan “yang”, aydınlık bir unsuru (ışık,
hareket, hayat, vb) temsil ederken, iki parçalı sembol olan “yin”
ise; yoğun ve karanlık bir unsuru (madde, ağırlık, edilgenlik,
vb) simgeler.
R. Wilholm ve C.F.
Baynes’in I Ching tercümesinde, yaratılış ve varoluş,
sembolik bir üslûpla şöyle anlatılır: “Yang=Etkin:
Kenarları altı sürekli çizgiden oluşan bir yıldızla
gösterilir. Bu sürekli çizgiler ışık (aydınlık) veren; aktif,
müessir ve ruhani olan Temel ve Külli Kudreti temsil eder. O,
özünde edebi, müessir ve faal olduğundan ve hiçbir zayıflık ve
noksanlık unsuru içermediğinden dolayı, özü; güç, enerji veya
kudret; sembolü ise, gökyüzüdür.
Yin=Edilgen:
Kenarları, kesik çizgilerden oluşan ikinci bir yıldız ile
gösterilir. Kesik çizgi, yin’in ana alıcı niteliğini,
kesafetini ve üreticiliğini temsil eder. Ruha karşı maddeyi
(tabiatı), göğe karşı yer yüzünü, zamana karşı mekanı ve
genel olarak Yaratıcı gücün eylemlerini değil, bunların görünür
sonuçlarını temsil eder.”
F. Capra,
çağımızın hakim fiziksel ve biyolojik paradigmalarının,
doğuşlarından günümüze kadar izledikleri seyirlerini, kapsamlı
ve orijinal bir perspektiften ele almış olduğu “The Turning
Point” (Dönüm Noktası) adlı kitabında, bu eserindeki temel
bakış açısının “geleneksel kültüre” ve bunun
ilginç örneklerinden biri olarak gördüğü I Ching’e
dayandığını vurgular. Capra, eserine I Ching’den yaptığı
şu alıntıyla başlar: “ Dejenerasyonun had safhaya ulaştığı
andan itibaren, yeni bir “dönüm noktası” başlar. Uzaklaşmış
olan güçlü “ışık” geri döner ve yeni bir hareketin
(dönüşümün) emareleri ortaya çıkar. Ama bu hareket son derece
fıtri (uygun, kendiliğinden ve gerekli) olduğundan, eski (bozulmuş
olan) yeniye (asıl olana) rahatça dönüşür. Sonuçta “eski”
terk edilir ve “yeni” benimsenmiş olur. Bu (kaderi, fıtri)
dönüşüm, hiçbir tahribata, probleme veya üzücü olaya yol
açmaksızın, kolayca gerçekleşiverir.”
Capra, kitabına şu cümlelerle devam eder: “1970’li
yıllarda, başlıca mesleki ilgim, asrımızın ilk 30 yılı
boyunca, maddenin temel yapısıyla ilgili temel fiziksel teorilerde
gerçekleşen çarpıcı değişim süreci üzerinde yoğunlaşmış
bulunuyordu. Bilimde kendini gösteren yeni kavramlar, dünya
görüşümüzde de köklü bir değişime yol açmaktaydı. Bu, esas
olarak çağlar ötesinden günümüze ulaşan “geleneksel”
mistik görüşlere çok benzeyen holistik ve ekolojik düşünce
sistemine doğru yönelmiş olan bir değişimdi.
Ancak, bu
dönemde, evrenin yeni görünümünün bilim adamlarınca
benimsenmesi hiç de kolay olmadı. Atom ve atomaltı dünyasına ait
yeni keşifler, bilim adamlarını, bu olguların alışılmış
kalıplarla tasvir ve izahına meydan okuyan farklı ve yepyeni bir
“gerçeklik” anlayışıyla karşı karşıya bıraktı. Bilim
adamları bu yeni gerçekliği anlama çabaları sırasında sadece
entelektüel değil; onun yanı sıra duygusal, hatta varoluşsal bir
bunalım da yaşadılar. Bu bunalımın atlatılması çok zor oldu
ve bilim çevrelerinin uzun bir zamanını aldı. Ama onlar sonuçta,
maddenin yapısına ve bunun insan zihni ve şuuruyla ilişkisine
dair derin ve kapsamlı bir “kavrayış” ile ödüllendirildiler.
Günümüzde
tüm toplumların benzer bir bunalımın eşiğinde olduğuna
inanıyorum. Bunun sayısız belirtisini her yerde görebilmemiz
mümkündür: Yüksek bir enflasyona ve işsizlik oranına sahibiz.
Giderek etkileri artan bir enerji krizine gömülüyoruz. Sağlık,
çevre, adalet, güvenlik ve diğer alanlarda da her geçen gün
sayı ve çeşidi artan yeni sorunlarla karşılaşıyoruz
Bu kitabın
temel tezi, tüm bunların, “ana karakteri,
esasta bir algılama bunalımı” olan, tek ve aynı bunalımın
değişik cepheleri olduğudur. Bu bunalım, tıpkı 1920’lerde
fizikte ortaya çıkmış olan benzeri gibi, modası geçmiş bir
dünya görüşünün temel kavramlarının, artık bunların
açıklamakta yetersiz kaldığı yeni olgulara ve gerçekliğin yeni
vizyonuna uygulanması yönündeki ısrardan kaynaklanmaktadır.
Aslında bizler, ayrılmaz bağlarla bağlı olan bir “biyolojik,
psikolojik, sosyal ve ekolojik” olgular dünyasında yaşamaktayız.
Yüzyılımızın başlarına ait kavramlar ve bakış açıları, bu
olguların özündeki birliği ve aralarındaki güçlü bağları
göz ardı etmektedir.
Bütün bu
nedenlerle, gerçekte asıl muhtaç olduğumuz şey yeni bir
paradigma, yani “gerçekliğe daha uygun ve daha kapsamlı yeni bir
vizyon” ile; düşünme ve algılamayla ilgili temel
kavramlarımızda, kökten bir değişimdir. Gerçekliği o eski
kavrayış kalıbından; yeni, bütüncü ve kapsamlı bir kavrayış
tarzı yönündeki bu değişim ihtiyacı, hemen tüm alan ve
dallarda kendisini göstermeye başlamış olup; bu olgu, muhtemelen
içinde bulunduğumuz çağı niteleyecek öneme ve önceliğe sahip
bulunmaktadır. Bu kitabın konusu, söz konusu paradigma değişiminin
muhtemel tezahürleri, etkileri ve sonuçlarıdır.
Mevcut çok
yönlü kültürel bunalımı daha iyi kavramak için; son derece
kapsamlı olan yeni bir görüş açısını anlamak, benimsemek ve
mevcut problemleri, insanlığın tüm kültürel gelişim tarihi
bağlamında değerlendirmek gerekir.
Nitekim,
yirminci yüzyılın sonlarına doğru bizler gerçekten de artık
yavaş yavaş bakış açımızı; içinde yaşadığımız “an”dan,
binlerce yıllık bir gelişim zincirinin ilk halkalarına veya
“durağan yapılar kavramından, dinamik değişimler kavramı”na
doğru çevirmeye başladık.
Bu bakış
açısından “bunalım”, dönüşümün özel bir hali olarak
görülebilir. Eski Çin kültüründe bunalım ve değişim
arasındaki bu derin ilişkiye büyük bir önem verilirken,
“bunalım”ın karşılığı olarak kullanılan terim wei-ji,
“tehlike” ve “imkân” manâlarını bir arada kapsardı.
Batılı
sosyologlar, her geçen gün sayıları artan yeni bulguların bu
geleneksel prensibi doğrulamakta olduğunu belirtmektedirler.
Farklı toplumlara ait sosyokültürel dönüşüm devrelerinin
analizleri, bu değişimlerin arifesinde daima, günümüzde bizim
toplumumuzun karşı karşıya olduğuna benzer bunalım dönemleriyle
yüz yüze gelindiğini göstermiştir.
Bu tür
değişimler, uygarlıkların evriminin temel süreçleridir. Bu
süreçleri belirleyen parametreler çok karmaşıktır ve tarihçiler
henüz, bu değişim olgusunu açıklayabilen kapsamlı kuramlara
sahip değildirler. Ancak, genel bir ifadeyle, günümüze dek
kurulmuş tüm uygarlıkların, hemen daima aynı çevrimsel “oluşum,
gelişme, gerileme ve çöküş” dönemlerinden geçtikleri
söylenebilir.
Eski Çin
filozofları, gerçekliğin tüm tezahürlerinin (yin) ve ( yang)
adını verdikleri iki “tamamlayıcı” ve “karşılıklı”
güç aracılığıyla meydana getirildiğine inanmaktaydılar. Eski
Yunan’da da Herakleitos, dünya düzeninin, “belirli sürelerle
alevlenip, zayıflayan” ebedi bir ateş vasıtasıyla sağlandığını
öne sürerken; Empedokles ise, kâinattaki, değişimleri, “sevgi”
ve “nefret” olarak adlandırdığı iki bütünleyici gücün
salınım ve gel-gitlerine dayandırmıştı.
Bu kitapta,
baştan sona, I Ching’de çok ayrıntılı bir şekilde
geliştirilmiş olan ve eski Çin felsefe literatürünü teşkil
eden birçok temel kaynakta da yer alan yaklaşım esas alınmıştır.
Bu yaklaşım, evrenin tümündeki gelişim ve dönüşümlerin ana
ritmini ve yönünü belirleyen iki arkhetip kutbun (yin ve yang)
etkinliklerine dayanmaktadır.
Eski Çin
düşünürleri, Tao dedikleri ve en Yüce Öz olarak benimsedikleri
gerçekliği, daimi bir akış ve değişim süreci içinde
algılamaktaydılar. Bu bakış açısına göre insanlar da, bu
etkin kozmik süreç içindeki tüm olguları, onlara bizzat
katılarak gözlemlerler. Tao’nun temel karakteristiği, dinamik
çevrimsel niteliğidir. Tabiattaki tüm gelişim ve oluşumlar da,
belirli bazı çevrimsel kalıplar çerçevesinde gerçekleşmektedir.
Çinli düşünürler, yin ve yang kutuplarını, kozmik çevrimsel
kalıpların dinamik yönlendiricileri olarak görürler: “Zirve
noktasını kuşatmaya başlayan yang, yin tarafına çekilir. Ancak
bir süre sonra onun boşalttığı uca ulaşan yin de, yang tarafına
yönlendirilmeye başlanır.
Geleneksel Çin
düşünce sistemine göre Tao’nun bütün tezahürleri, fiziksel
veya sosyal hayata ait belirli birtakım ikili arkhetipik çiftlerin
karşılıklı etkileşimlerinin aracılığıyla ortaya çıkar.
Bu çiftlerin, bağımsız ve farklı kategoriler değil, tek bir
bütünün “sınır” değerleri olduklarını kavrayabilmenin,
çok önemli; ancak biz Batı kültürü mensupları için bir o
kadar da zor bir şey olduğu kesindir. Çinli düşünürün bakış
açısından tek başına yin veya yalnız başına yang, tanımsız
veya anlamsızdır. Bütün tabii olaylar, kesintisiz bir süreçler
silsilesi içinde vuku bulan tüm oluşum ve dönüşümler, hep bu
“ikili temel ve sınır kutup” çiftleri arasında gerçekleşen
salınımların birer sonucudurlar. Kâinattaki ve insan
toplumlarındaki düzen, yin ve yang arasındaki dinamik dengenin
sayısız tezahürlerine sadece birer örnektir.
Yin ve yang
terimleri, son yıllarda Batı’da oldukça popüler bir hale
gelmişse de, bizim kültür çerçevemiz içinde bu kavramlara
atfettiğimiz manâ, geleneksel Çin düşünce sistemindekinden
genellikle farklı olmuştur. Son derece değişik düşünce
dünyalarına ait özgün terim ve kavramları, son derece tahrif
edilmiş bir şekilde kullanan pek çok batılı, aslında kültürel
ön yargılarını bu kullanıma yansıtmaktadır.
M. Porkert bu
kavramları, asıllarına oldukça yakın bir tarzda yorumlamayı
başaran az sayıda batılı araştırmacıdan biridir. Çin tıbbı
konusundaki bir araştırmasında Porkert, yin’in; “contractive”
(sınırlarını daraltabilen, çekilebilen), “responsive”
(hassas, uyumlu) ve “conservative”(muhafazakar, ılımlı) olan
her şeye tekabül edebileceğini söyler. Porkert’a göre yang
ise, “expansive” (yayılma eğiliminde olan), “aggressive”
(müdahaleci, saldırgan),ve “demanding” (talep edici)
nitelikleri ifade eder. Yin ve yang kategorileri-diğer birçoklarının
yanı sıra-özellikle şu anlam çiftlerini kapsar:
YIN
YANG
Yeryüzü
Gökyüzü
Ay
Güneş
Gece
Gündüz
Kış
Yaz
Nem
Kuruluk
Serinlik
Sıcaklık
İç
(taraf)
Dış (taraf)
|
Çin kültüründe
yin ve yang çiftlerine asla “etik” özellikler atfedilmemiştir.
İyi ve güzel olan, ne yin ne de yang olmayıp, ikisi arasındaki
dinamik dengedir. Kötü veya zararlı olan ise, bunlar arasındaki
dengesizliktir.
Geleneksel Çin
kültürünün en önemli özelliklerinden biri, kozmik varoluştaki
dönüşüm ve değişimin sürekliliğinin, kâinatın temel
karakteristiklerinden biri olarak görülmesidir. Bu anlayışa göre
kâinat, “Tao” (yol) adı verilen kesintisiz bir kozmik süreç
içindeki daimi hareket ve faaliyetlerin bir sonucudur. Eski Çin
felsefesinde, ataleti veya mutlak hareketsizliği ifade eden hiçbir
kavrama veya terime rastlanmaz, çünkü böyle bir durum, Çinli
filozoflarca imkân dahilinde görülmez. I Ching’in önde gelen
batılı yorumcularından H. Wilhelm’e göre, “mutlak
hareketsizlik” hali, bu kültürün mensupları için o kadar
yabancı veya tuhaf bir soyutlamadır ki, hiçbir şekilde onu
kavrayamaz ve anlayamazlar.
“Wu-wei”
terimine eski Çin felsefe metinlerinde sık sık rastlanır. Batı
dillerine yapılan tercümelerde bu terim, “eylemsizlik”
kelimesiyle karşılanmaktadır. Oysa, bu şekilde büyük bir hata
yapılmaktadır. Çinlinin “Wu-Wei” ile anlatmak istediği şey,
faaliyetin her türünden değil, sadece kozmik sürece uyumlu
olmayanlarından kaçınmaktır. Önde gelen Çin bilimci J. Needham,
wu-wei’yi “tabiata aykırı eylemden kaçınmak” olarak
tanımlar ve bunu bir alıntıyla şöyle doğrular: “Dilimize
‘eylemsizlik’ olarak aktarılan bu kelimeyle anlatılmak istenen
‘hareket kısıtlaması veya sınırlaması’ , hiçbir şey
yapmamak demek değildir. Wu-Wei’nin tabiatını hoşnut edecek
olan şey, kendisinin fıtri şekilde daima yerine getirmekte olduğu
şeyin, yani tabii olan şeyin yapılmasına izin verilmesidir.”
Birisi, eğer
tabii olana aykırı davranmaktan veya Needham’ın dediği gibi
“nesnelerin mizaçlarına zıt hareket etmekten” sakınabiliyorsa,
o kişi Tao ile uyum içinde yaşıyor demektir. Böyle bir
kimse–tabiata uyumundan dolayı-mutlaka başarılı olacaktır. L.
Tse’nin ilk bakışta şaşırtıcı görünen önermesinin gerçek
manâsı burada gizlidir: “Eylemsizlik (tabiata aykırı
davranmamak) şartıyla (hemen) her şey başarılabilir.”
Geleneksel Çin
kültüründe, her türlü faaliyetin iki ana kategoriye ayrılmış
olduğu kolayca görülebilir: “tabiatla uyum içinde olan” ve
“yaratılışa uygun süreçlere muhalif veya zıt olan”
faaliyetler. Bu anlayış içinde mutlak atalete hiç yer
ayrılmamıştır. Bu nedenle, batılıların sık sık kullandığı;
yin’in sadece pasif, yang’ın ise yalnızca aktif davranışı
temsil ettiği şeklindeki benzetmeler, orijinal Çin kültürüne
uygun değildir. Geleneksel Çin düşünce sisteminde; yin ve yang,
ahenkli ve bütünleştirici bir işbirliği eğilimindeki arkhetipik
kutupla; yayılmacı, yarışmacı ve kuşatıcı arkhetipik ucun
uyumlu bir bileşimini temsil eder. Yang kategorisine dahil bir eylem
çevreye, yin eylemi ise benliğe yönelik durumdadır. Bunlar,
modern terminolojide sırasıyla (eco-action) ve (ego-action) olarak
adlandırılmışlardır.
Bu iki eylem
türü, çağlar boyu insan zihninin temel karakteristikleri olarak
bilinen iki bilgi ve bilinç tipiyle de çok yakından ilişkilidir
ki, bunları sezgisel ve rasyonel olarak adlandırabiliriz.
Bu iki bilinç
şekli, insan zihninin normalde birbirini bütünleyip, destekleyen
iki temel sürecini temsil eder. Yang kategorisine mensup olan
rasyonel düşünce; mantıksal, lineer, analitik, algoritmik, tek
bir noktada yoğunlaşıcı ve serin kanlı bir nitelik taşır. Yin
kategorili sezgisel süreç ise; holistik, sentezci, genel, kapsayıcı
ve duygusaldır.
Yin ve yang
niteliklerinin günümüz toplumundaki durumunu analiz ettiğimizde
genel olarak “yin”e karşı “yang” kategorisinden
davranışların onay ve teşvik göstermekte olduklarını
rahatlıkla söyleyebiliriz: Sezgisel bilgeliğe karşı rasyonel
bilgi, işbirliğine karşı yarışma, koruma ve gözetmeye karşı,
her türlü kaynağın tüketilircesine sarfı ve benzerleri...
Bu kitap
boyunca, günümüzün akademik, siyasi ve ekonomik kurumlarında
genel olarak yang kategorisinden değer, tavır ve davranış
kalıplarının nasıl tercih edilip, ön plâna çıkarıldığını
göstermeye çalışacağız. İdeal bakış açısını
edindiğimizde, kültürümüzden atılmış olan geleneksel
değerlerin hiçbirinin bizzat kötü veya zararlı olmadığını,
ancak vaktiyle bu değerlerin kutupsal denge durumları gözetilmediği
için birtakım üzücü sonuçların ortaya çıkmış olduğunu
göreceğiz.” 22
İki Ünlü
Çin Düşünürü: Lao Tse ve Konfüçyüs
Lao Tse ve
Taoizm
Gerek eski Çin’de
gerekse eski Yunanistan’da benzer şekilde, birer nesil arayla,
ikişer büyük düşünür ülkelerinin düşünce dünyalarında,
büyük ve önemli etkiler oluşturmuşlardır. Bunlar; “Lao Tse
ile Konfüçyüs” ve “Platon ile Aristoteles”dir.
L. Tse’nin M.Ö.
600 yıllarında doğduğu sanılmaktadır. Ne yazık ki kendisiyle
ilgili bilgiler son derece yetersiz, sınırlı ve tartışmalıdır.
L.Tse’nin, Konfüçyüs ile en az bir defa görüşmüş olduğu da
rivayet edilmektedir. Çinli tarihçi S. Ma Tsien, Tse hakkında
şunları nakleder: “L.Tse, Çov beyliğinin Ku ilinde
doğmuştur. Soyadı, gerçekte “Li” idi. (Lao Tse) adı, “Koca
Usta” manâsına gelen ve ona sonradan verilen bir lakâptır.
Kung Tse
(Konfüçyüs) günün birinde Çov beyliğine gelerek kendisini
ziyaret eder ve ona; bilgeler, töreler, erdem ve benzeri konulardaki
görüşlerini sorar. L. Tse’nin cevabı kısa ve etkileyicidir:
“Senin bahsettiğin kimselerin kemikleri bile yok olmuş, onlardan
geriye sadece sözleri kalmıştır. Erdemli kişi, sağlığında
gönüllere taht kurar ve sonra ölür, gömülür ve üzerinde otlar
biter. İyi bir tüccar, zenginliğini herkese her zaman göstermez,
sıradan bir insan gibi yaşar. Olgun ve faziletli kimsenin de
görünüşü sade ve mütevazidir. Dostum; gösterişten, şu
yapmacık tavırlardan, sonu gelmez arzulardan, ayakları yere
basmayan hayallerden vazgeç; çünkü, bunların kimseye bir faydası
olmaz. İşte sana bütün diyeceklerim bu kadar!”
K. Tse, geri
döndüğünde bu görüşme hakkında öğrencilerine şunları
söyler: “Kuşlar uçar, balıklar yüzer, kara hayvanları koşar.
‘Ok ile, uçanlar’; ‘ağ ile, yüzenler’; ‘kement ile
koşanlar’ tutulur veya yakalanabilirler. Ancak bulutlara binip,
rüzgarla seyahat eden, bir an yere inip, bir anda göğe
yükselebilen bir ejderhayla nasıl baş edebilir, bilemiyorum.”
L.Tse, Çov
beyliğinde “Tao”ya, yani “Yüce Erdem” ilkelerine sıkıca
riayet ederek, şöhretten uzak ve gözlerden saklı bir şekilde
uzunca bir süre yaşar. Ancak, toplumda görülmeye başlanan bazı
olaylar onu gün geçtikçe daha fazla üzmekte ve rahatsız
etmektedir. Nihayet günün birinde beyliği terk etmeye karar verir
ve yola çıkar. Sınır karakoluna geldiğinde komutan Yin Hin ona
şöyle seslenir: ‘Efendim, beyliğimizi terk etmek üzere
olduğunuzu görüyorum. Sizden bir istirhamım var: Lütfen, görüş
ve düşüncelerinizi bir kitapta toplayıp, hiç olmazsa bize onu
bırakarak gidin!’ L. Tse, iki bölümden oluşan “Tao Te Çing”
adlı kitabı, bu rica üzerine yazar ve sınırdan geçip, gider.
Nereye gittiğini ise, hiç kimse bilmez.” Tao Te Çing’in
felsefi birikimimize yaptığı katkıyı, L. Tse’ye olduğu kadar,
sınır komutanı Y. Hin’e de borçluyuz.
İlkçağ düşünce
dünyasının kendine özgü birtakım özellikleri vardır.
Günümüzde bazı filozoflarca “geleneksel düşünce”
veya ”perennial felsefe” gibi isimlerle de
adlandırılan ilkçağın bu düşünce sistemi, ferdi değil,
kollektif bir nitelik taşır. Çoğu defa ne doğum, ne ölüm
tarihleri–hatta bazen-isimleri bile tam olarak bilinmeyen esrarlı
bilgelerden, veya kişiselleştirilmesi çok güç olan bazı bilgi
kaynaklarından nakledilen; son derece etkileyici, oldukça kapsamlı,
sistematik ve tutarlı düşünceler ve görüşler kapsayan zengin
bir literatür, günümüze kadar ulaşmıştır. O kadar ki, modern
bilimin en yeni ve en karmaşık alanlarında çalışan bazı
araştırmacılar, eserlerinde, bu literatürden iktibas ettikleri
bazı görüşleri, adeta birer giriş veya dayanak noktası gibi yer
verilmektedir.
L. Tse’nin eseri
de bu geleneksel literatürün ilginç örneklerinden biridir. L.Tse
felsefesinin temel terimi olan “Tao” nun sözlük anlamı “yol”
olup, bu terim ile “kâinatın düzeni, özü, kanunu, ve akışı”
gibi ifadesi güç ve kompleks birtakım kavramlar anlatılmaya
çalışılır. Eski resmi Çin dilinde “yol” veya “Göklerin
Kanunu” manâsına gelen Tao terimini Konfüçyüs ve öğrencileri
de kullanmış olsalar da, Tao kavramının, L. Tse’nin kitabında
gözlenen zengin manâ örgüsüne başka hiçbir yerde rastlanamaz.
Buna göre Tao, gerçekte kâinatın, insanın, kısacası tüm
varlığın kaynağıdır. O, kanunların kanunu, ölçülerin
ölçüsüdür. L. Tse şöyle der: “Kişi, içinde yaşadığı
ortamın kurallarına uyar. Yer, göklerin kanununa riayet eder,
Gökler de Tao’nunkine. Ama Tao, kendi kanununu kendisi düzenler.”
Hiçbir şarta bağlı olmayan, kendi kendisine yeten Tao bir yönüyle
“mutlak varlık ya da varoluş”tur. Tao, insanlarca tam olarak
kavranılıp, bütünüyle tasvir edilemez!” diyen “L Tse “sonsuz
olan Tao, tıpkı bir sır gibidir, anlatılamaz. Onu tam olarak
ifade ve idrak edemiyorum, ama O’na Tao diyorum. Bilinmesi,
kavranması çok müşkül olana dair bu bilgi, en yüce bilgidir!”
“Tao’yu gücümüzün yettiğince anlayabilmek için, O’nun
kâinattaki uygulamalarını müşahede ve murakabe edip, O’na
yaklaşabiliriz. Bu şekilde ulaşacağımız Yüce Erdem İlkeleri’ne
günlük hayatta ne kadar çok riayet edersek, O’nu o kadar iyi
anlamış sayılırız. Ancak Tao’nun yoluna tam anlamıyla
girebilmek için, bize engel olabilecek, bizi yanıltabilecek her
türlü bağ ve tutkudan sıyrılmak zorundayız. Bunu başaran kişi,
dünya işleriyle meşgul iken bile, içini tamamen dolduran bir
huzur duygusuyla, yeri ve göğü yöneten yasaya bütün varlığıyla
uymuş olur. Tao; diğer bir yönüyle de gerçek, nihai ve mutlak
erdemdir.”
L. Tse, bu erdeme
ve olgunluğa ulaşan kişinin; tüm varlıkları ve insanı sevip,
sayacağını ancak, onlara tutkuyla bağlanmaktan da kendini
koruyabileceğini söyler. Tse’ye göre insan, dünyada, ona
tutsak olmadan yaşamalıdır. L. Tse, insanlar arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesi konusunda da şu ölçüleri verir:
“Saldırgan ve kavgacı olmayan bir kimseyle hiç kimse kavga
etmez. Ama, insan, düşmanca tavırlar karşısında da faziletle
davranmasını bilmelidir. İyi olan birisine iyi davranmak kolaydır.
Ancak, kötü davranan kimseye iyi bir karşılık verirsek, onu da
iyiliğe ve doğruluğa sevk etmiş oluruz. Yumuşak olan, katı
olanı yener. Su, en yumuşak şeylerden biridir. Ama en sert
kayaları bile oyar ve aşındırır. Su iyilik ve merhamet
sembolüdür. Onun faydası, iyi-kötü ayrımı olmaksızın
herkesedir. Su, tevazu ve alçak gönüllülük simgesidir. En
aşağılara bile rahatça yerleşir. Mütevazı olan, iyi olsun kötü
olsun herkese iyi davranan-su misali-Tao’ya yakındır, O‘ndandır.
Kim Tao’nun kanununa uyarsa en yüce hedefe ve ölümsüzlüğe
ulaşır. Çünkü Tao sonsuzdur. Bir kişi “Ebedi Olan”ı
tanırsa, gerçeğe erişmiştir. Gerçeğe ulaşan doğrudur,
iyidir. Doğru ve iyi olan ise mutlaka, yücelir. Yücelen, “göklere”
yaklaşır, Tao’ya ulaşır. Tao’ya yaklaşan kişiye ne bir
korku, ne bir tehlike erişebilir ve artık onu, hiç kimse ne
aldatabilir, ne de doğru yoldan ayırabilir. Böyle bir kimse ne
kaybeder, ne aşağılanabilir, ne huzursuzluk duyar, ne de ondan her
hangi bir şey gizlenebilir...”
Konfüçyüs
Günümüze kadar
yaşamış düşünürler içinde görüşleri en yaygın ve en
etkili olanlardan biri sayılan Konfüçyüs, M.Ö. 551 yılında,
şimdiki Şantung ilinin sınırları içinde yer alın “Lu”
beyliğinde doğmuştur. Küçük yaştan itibaren öğrenmeye ve
öğretmeye büyük bir ilgi duyan Konfüçyüs, daha gençliğinde,
evini adeta bir okul haline getirerek, orada öğrencilerine tarih,
edebiyat ve görgü kuralları ağırlıklı olmak üzere dersler
vermeye başlamıştır. Kısa zamanda bine yakın öğrenci
yetiştiren Konfüçyüs’ün ünü tüm ülkeyi kaplamıştır.
Devlet
yöneticilerinden idari görev ve yetki teklifleri alan
Konfüçyüs-ilkelerine uygun bir çalışma ortamı mevcut olmayışı
gerekçesiyle-uzun süre, bunları geri çevirmişti. Ancak, 50
yaşına girdiğinde, adalet kurumunun sorumluluğunu üstlendi. Bu
görevinde büyük bir başarı kazanınca, toplumda suç oranı yok
denilecek kadar azaldı ve halkın hemen tamamı ahlâk kurallarına
ve kanunlara uygun bir şekilde yaşamaya başladı.
Ancak, bu
gelişmeyi kıskanan ve bundan kendi menfaatleri açısından endişe
duyan komşu beyliğin ileri gelenleri, Lu yöneticisini etkileyerek
Konfüçyüs’ü görevinden azlettirdiler. Bu olaydan büyük bir
üzüntü ve kırgınlık duyan Konfüçyüs, ülkesini terk etti.
Bundan sonraki on üç yılı, bir gezgin gibi, çeşitli ülkelere
seyahat ederek geçirdi. Yaptıkları hatayı anlayan Lu
yöneticileri, pişmanlık duyarak, özür dilediler ve kendisini
ülkesine geri çağardılar. Resmi herhangi bir görev üstlenmemek
kaydı ile Lu’ya geri dönmeyi kabul eden Konfüçyüs, hayatının
son dönemini, eski devirlerden kalan yazılı metinleri derleyip,
düzenleyerek yeniden yazma işiyle geçirdi. Konfüçyüs,
felsefi görüşlerinin, kendi şahsi kanaat ve düşünceleri
olmayıp, eski çağların efsaneleşmiş “imparatorlarından”
kalma geleneksel öğretilerden kaynaklandığını daima
vurgulamıştır. Konfüçyüs, eski Çin kültürüne ait eserlerin
günümüze ulaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Aslında, toplumda
ahlâki değerlerin tamamen kaybolmaya yüz tutup; haksızlık ve
suçların seller gibi ülkesini kaplamaya başladığı bir dönemde
yaşayan Konfüçyüs’ün yaptığı esas olarak; halkı ve
yöneticileri, eski çağlardan beri toplumsal düzeni sağlaya gelen
unsurlar olan geleneklere, yasalara ve prensiplere uymaya çağırmaktan
ibaret olmuştur. Konfüçyüs’ün öğretisinin özünü “Yüce
Bilgi” ( Ta Hsüe) deki şu ifadeden anlamak mümkündür:
“Eskiler, erdem ışığıyla her yerin aydınlatılması için,
özellikle devlet işlerinin yoluna konması gerektiğini; bunun ise
tek tek ailelerin işlerinin düzene girmesiyle mümkün
olabileceğini; bunun yolunun tek tek fertlere çeki düzen vermekten
geçtiğini, bunun da bizzat her birinin kendi iç ahengini
sağlamasıyla mümkün olabileceğini; bunun için de öncelikle
“düşüncelerini” düzene koymalarının gerektiğini bilirler
ve işe, bilgilerindeki eksikliği gidermekle başlarlardı.”
Günümüze kadar
ulaşan ve geleneksel Çin kültürünün önemli bir kısmını
kapsayan dokuz klâsik eser, ya bizzat Konfüçyüs tarafından
derlenmiş ya da onun eski kaynakları yorumlayan sözlerinin
başkaları tarafından toplanıp, yazıya geçirilmesi ile
oluşturulmuştur.
Konfüçyüs, bir
buhran ve bunalım seli karşısında, tüm sosyal düzeni ve
yapıları tehdit altına girmiş olan bir toplumun yeniden
toparlanıp, huzura kavuşabilmesi için öncelikle yapılması
gerekli olan şeylerden birinin; kültür ve düşünce hayatı ile
ilgili tüm temel terim ve kavramların yeniden, kesin ve net bir
şekilde tanımlanması olduğunu ısrarla vurgular. Ancak ad ve
kavram kargaşası bu şekilde aşıldıktan sonra sıra, ortaya
konacak ideal teorik sistemin belirlenmesine ve hayata geçirilmesine
gelebilir.
Konfüçyüs’ün
öğretisi, huzurlu ve mutlu bir hayatın teminine dair kurallar ve
esaslardan oluşur. Bu nedenle de genel olarak ahlâk, siyaset ve
yönetim felsefesi ağırlıklıdır. O, insanı çevresinden
soyutlayarak tek başına değil; ailesi, toplumu ve devleti ile bir
bütün halinde ele alır. Amacı, her türlü aşırılıktan ve
ahlâk dışı davranıştan uzak durarak, devamlı bir şekilde
öğrenme ve kendini eğitme çabasını sürdüren, kendisine ve
başkalarına karşı dürüst; gönlü, yüce ve soylu duygularla
dolu bir insan tipinin oluşturulmasıdır. Böyle bir insan,
zenginliği ve sosyal mevkileri lüzumsuz görmez, ancak, bağlı
olduğu ilkeler ve erdemler uğruna bunları terk etmeye de her an
hazırdır. O, iyiliğe iyilikle, kötülüğe de adaletle karşılık
verir. İçi ve dışı birdir. Kendini eğitip, erdemce yükseldikçe,
başkalarına da güzel bir örnek teşkil eder. “Dıştakini
içtekine tercih eden değil, dıştakini içtekiyle bir tutan kişi,
yücedir!” diyen Konfüçyüs, en yüce erdemin ne olduğu
kendisine sorulduğunda, şu öğüdü verir: “Kendine yapılmasını
istemediğin şeyi başkasına yapma!”
Tavsiye ettiği
prensiplere herkesten önce ve en titiz bir şekilde bizzat kendisi
uyan Konfüçyüs’ten çevresine adeta dalga dalga bir “olgunluk,
huzur ve saygınlık” atmosferi yayılmakta ve tüm toplumu
kuşatmaktaydı.
Konfüçyüs,
geleneksel ilkelere özellikle ülke yöneticilerinin riayet etmeleri
gerektiğini daima ifade etmiştir: İdeal yönetici, kaba kuvvet ve
zorlayıcı kanunlarla değil, örnek tutum ve davranışlarıyla
halkı etkileyip, ikna etmek suretiyle toplumun düzen ve huzurunu
sağlamalıdır. Kendisine, bazı önemli yasaları çiğnemiş olan
bir kişinin öldürülmesinin doğru olup, olmayacağını soran bir
beye şu cevabı verir: “Yüce beyimiz adaletle hükmederken
insanları öldürmeye ne hacet! Eğer siz iyi olursanız, halk da
iyi olur. Yöneticiler rüzgara, yönetilenler de kamışlara benzer.
Yel estikçe sazlıktaki bitkiler de ona uygun şekilde hareket eder.
Kim özünün derinliklerinden, vicdanından güç alarak hükmederse,
o; gök yüzünden inip, gelen bir sağlam bir kulpa (kutup
yıldızına) benzer ve her şey onun çevresinde saygıyla döner
(ona uyar)!”
Köklü
geleneklere, görgü ve ahlâk kurallarına büyük önem ve değer
veren Konfüçyüs: “Bunlar, kişiliğimizi sağlamlaştıran, bizi
aşırılık ve dejenerasyondan koruyan birer set gibidir. Bu
setlerin gereksiz olduğunu sanıp da onları yıkanlar; bir gün
gelir, sosyal seylapların dalgaları altında boğulup, giderler!”
Eski Çin
Fesefesinin Genel Özellikleri
Çin klâsik
döneminin iki temel felsefe ekolü, Taocu ve Konfüçyüsçü
okullardır. L. Tse’nin soyutluk düzeyi son derece yüksek
düşüncelerinin Çin toplumunca büyük bir ölçekte kavranıp,
anlaşılabildiğini söylemek güçtür. Tse’nin öğretisi ancak
elit ve seçkin bir toplum kesimini etkileyebilmiştir. Aslında o,
“Tao ve erdemin yoluna çok az kişi girer (ve çağrılır)!”
demek suretiyle, bu durumu, önceden haber vermişti. Ona göre “Tao
adını duyunca, yaradılış gereği Yüce Bilgi’ye eğilimi olan
kişi, O yola girmeye can atacaktır. Aşağı düzeyli hayata ve
bilgiye eğilimli kimseler ise alay edip, O’nu hor göreceklerdir.”
Konfüçyüs’ün
L. Tse’ninkine kıyasla daha kolay anlaşılabilen, yerleşik eski
geleneklere uygun, Çin toplumunun genel karakterine yatkın ve
pratik tatbikata elverişli öğretisi, çok daha kısa sürede, çok
daha fazla sayıda kişice benimsenmişti. Tao öğretisinin soyut ve
kompleks kavramları, sonradan gelen yorumcular tarafından tekrar
tekrar ele alınıp, işlenerek; halkın daha kolay anlayabileceği
bir hale getirilmeye kalkışılınca, çarpıtılmışlar ve
yozlaştırılmışlardır. Ve sonunda birtakım “büyü, ruh
çağırma, fal ve simya” formülleri haline dönüştürüldükten
sonra, geniş halk kitlelerince kabul görülebilmişlerdir.
Orijinal eski Çin
geleneksel düşünce sisteminin temel unsurlarından birisi, uyum
veya ahenk kavramıdır. Hemen tüm klâsik kaynaklarda mevcut
felsefi yaklaşımın esasını; düzen, ölçü, denge, altın oran,
veya uyum gibi kavramlardan biri teşkil eder. Bu klâsik eserlerin
hemen tamamında; uyumun veya ahengin “temel kaynağı” olarak
yin ve yang ilişkisine dair prensiplere yer verilir. Sonuçta,
“insanın, kâinat ve toplum ile uyum içinde” bulunması
gerektiği teması, geleneksel Çin felsefesinin en başta gelen
özelliğini oluşturur. Buna göre insan organizması bir
“mikrokozmos”tur. Bu organizmanın kısımları, yin-yang
nitelikleri aracılığıyla tayin edilmiş olduğundan, insanın
makrokozmik düzendeki yeri de kesin olarak belirlenmiş durumdadır.
Yin ve yang adlı bu iki arkhetipik kutup arasında salınan
fiziksel, biyolojik, psikolojik ve sosyal evrenler, her an dinamik
bir ultra-denge konumu içinde bulunurlar. Çinli bilge, nedensel
ilişkilerden çok, olguların eş zamanlılığı üzerinde
durmuştur.
Eski Çin
felsefesinde “gök-yer-insan” ilişkisi büyük önem taşır.
İmparatorluk döneminde yönetici, göklerle doğrudan bir ilişki
içinde görülmüştür. Gök, yer ve insan arasındaki karşılıklı
etkileşimler nedeniyle, yöneticilerin daima semavi erdem
prensipleri çerçevesinde davranmaları mutlak bir zorunluluktur.
Fazilet, soy ve zenginlikle değil; yaşayış tarzının ve
davranışların mükemmelliğiyle ölçülmelidir. Yönetici de
mensup olduğu soy nedeniyle değil, yaşayış biçimiyle halkın en
faziletlisi olmalıdır. Göksel erdeme sahip olmayan yönetici,
egemenliği kaybeder.
Yin-yang
ilişkisine dair prensiplerin Çinli bilgeye sağladığı bir diğer
fayda da, “sadece bu, veya yalnızca şu” şeklindeki dar
görüşlülük ve aşırılıktan kaçınmayı mümkün kılan bir
perspektif genişliğidir. İnsana, kâinata ve topluma bu açıdan
bakıldığında, dışarıdan ilk nazarda; karşıt, düzensiz ve
amaçsız gibi görünen olguların, aslında çok geniş ölçekli
bir uyum ve düzenlilik programı çerçevesinde gerçekleşmekte
olduğu hususu kavranabilmektedir.
Eski Çin düşünce
sistemlerinin diğer bir ortak özelliği de, hiçbirinde “insan
unsuru”nun ihmal veya göz ardı edilmemiş olmasıdır. Taoizm ve
Konfüçyüsçülük, geleneksel Çin düşünce sistemini temsil
eden iki ana akımdır. Bunların ilkinde, ideal yaşama biçiminin
kâinatta gözlenebilen ahenk esas alınarak belirlenebileceği
hususuna ağırlık verilirken, ikincisinde de özellikle, insanın
sürekli olarak kendisini eğitip, kişiliğini geliştirmesi
hususunun önemi vurgulanmıştır.
Batılı
araştırmacıların bu iki yaklaşım arasında derin farklıklar
bulunduğu noktasında genelde birleşirken, Çinli düşünürler
daima onlardaki benzerliği ve birbirini tamamlama özelliğini
vurgulaya gelmişlerdir. Böylelikle insan, tek başına değil; hem
tabii hem de sosyal çevresi içinde dengeli ve holistik bir
yaklaşımla ele alınabilmiştir. Yine bu çerçevede; gereksiz
bilgiye veya sadece bilmiş olmak için öğrenme çabasına hemen
hiç önem verilmemiş, ancak kişiye “doğru davranış ve
tutum” kazandıracak faydalı bilgi öğülmüş ve değerli
sayılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder