26 Mart 2015 Perşembe

GİRİŞ Felsefe ve Bilim: İki Temel Sistematik Düşünme Biçimi









GİRİŞ







Felsefe ve Bilim: İki Temel Sistematik Düşünme Biçimi



İnsanoğlu “kim veya ne olduğunu; nereden gelip, nereye gittiğini”, ”kendisinin, dünyanın ve kâinatın varoluş şekli ile nedenlerini” daima merak etmiştir. Bunlar, her birimizi son derece yakından ilgilendiren çok önemli noktalardır ve belirli bir yaşama tarzı veya biçimi belirlemeden önce, bu sorulara mümkün olduğunca geçerli, güvenli ve tutarlı karşılıklar arayıp, bulmamız zorunludur.
Benzer sorular, felsefe ve bilimde de önemli birer yere sahiptir. Felsefe “varlık, manâ, bilgi, gerçeklik, geçerlilik, iyilik, hak, adalet, doğruluk, ve güzellik gibi” pek çok farklı hususun analiz ve sentez yoluyla değerlendirmeye tâbi tutulduktan sonra, ulaşılan sonuçların sistematik bir şekilde ortaya konmasına yönelik bir entelektüel faaliyettir. Özellikle günümüzde ağırlık kazanan yaklaşımların etkisiyle bilimde de, “kâinatı ve insan yaşantısını” anlama amacının, giderek felsefe ile müşterek bir alan teşkil etmekte olduğu görülmektedir.
Felsefe, bilimsel düşünce tarzının ve bilimin yolunu açarak; bazı bakımlardan bilime paralel bir gelişme süreci göstermiş olmakla birlikte, bilimden son derece farklı bir çok özelliğe de sahiptir. Bu iki temel sistematik entelektüel etkinlik arasındaki en büyük farklılık, metotlarındadır. Bilim adamı ölçme, gözlem ve deney yoluyla elde edilen nesnel verilerden hareket eder ve ulaştığı sonuçları da yine bu türden verilerle doğrulamaya çalışır. Filozof ise genellikle doğrudan insan yaşantısından hareket eder ve ulaştığı sonuçları nesnel verilerle değil, mantıksal veya dilsel analizle, hatta kimi zaman da spekülasyonlarla pekiştirmeye çalışır. Bilimde kesine yakın, herkesin katılım ve denetimine açık, gözlem ve deneyle test edilebilir “a posteriori” bilgi üretilirken; felsefede öncelik ve ağırlık daha çok; şahsi tecrübe, yaşantı ve eğilimler ile “a priori” bilgilere verilmektedir. Bazı filozofların inceleme ve analiz konuları arasında “bilimin ve bilginin yapısı”, “neyin, nasıl bilinebileceği” türünden hususlar da yer almaktadır.
Tarih içinde insanoğlunun sistemli düşünme yoluyla “kendini ve kâinatı anlama ve kavrama çabası çok eskilere uzanır. Günümüzde aldıkları şekilleriyle bilimlerin ortaya çıkışı ise oldukça yenidir. Zaman içinde felsefi ve bilimsel yaklaşımlar arasındaki farkların giderek belirginleşip, artmasıyla bu iki temel entelektüel etkinlik, metotları ve konuları bakımından birbirinden iyice ayrılmış ve özellikle de son iki yüzyıl içinde çeşitli bilim dalları “özelleşip, bağımsızlaşarak” felsefeden kopmuşlardır. Şimdi çeşitli adlarla anılan bağımsız bilim dalları, başlangıçta, felsefenin çatısı altında yer almaktaydı. XVII. yüzyıla kadar fizik bile “doğa felsefesi” adı altında bir tür metafizik disiplin olarak mütalâa edile gelmiştir. Psikoloji ve sosyolojinin felsefeden kopmaları ise çok daha yakın bir zamanda gerçekleşmiştir. Hatta bazı üniversitelerde bu disiplinler günümüzde halen, felsefe programları çerçevesinde ele alınmaya devam edilmektedir.
Son üç asır içinde sırasıyla fizik, kimya, biyoloji, psikoloji ve sosyoloji, felsefeden ayrılarak müstakil birer kimlik kazanmışlardır. Bilim dallarının felsefeden kopmaları, şu iki hususun sağlanmasıyla gerçekleşmektedir: 1-) Sınırları belirli bir inceleme alanının ortaya çıkması, 2-) Bu alana has olan bazı elverişli araştırma metot ve tekniklerinin geliştirilmesi. Bu iki husus bakımından belirli bir düzeye ulaşmış olan bir çalışma alanının felsefe bünyesinde kalabilmesi, artık mümkün olmamaktadır. Böyle bir disiplin felsefeden ayrılıp bağımsız hale gelmekle; hem ilerleme ve gelişme imkânlarını artırmakta, hem bulguları itibarı ile daha nesnel, açık ve güvenilir olma niteliği kazanmakta; hem de tabii veya sosyal çevrede uygulanma imkânı olan bilgi üre­tim gücünü elde edilebilmektedir.
Oysa, felsefenin bu türden “bilgi” üretme gücü yoktur. Zaten, artık günümüzde felsefeden beklenen, bize pratik bir çıkar veya fayda sağlaması olmayıp, ancak bilme, anlama ve gerçeği bulma merakımızın giderilmesine yardım ve aracılık etmesidir. Aslında, felsefi etkinliğin temelinde hep bu anlama ve bilme merakı ile insanoğlunun kâinat karşısındaki hayret ve merakı yatmıştır. İnsanoğlu, yalnız maddi ihtiyaçlarının karşılanması suretiyle tatmin olabilen bir yaratık değildir. O, kâinatın yapı ve maddi düzenini, yaşamanın değer ve amacını, madde ve ruh ilişkisini, bilgilerimizin güvenirlik derecesini iyi, güzel ve doğrunun mahiyetini de bilmek ister.1
Felsefe bu isteklerin karşılanmasına yönelik bir çaba olarak tanımlanır. Filozof, bu amaca şu iki yoldan ulaşmaya çalışır: 1-) Kâinatta olup bitenlerin gerisindeki gerçeğe ulaşmak, 2-) Bilgilerimizi; iyilik, doğruluk ve güzellik gibi kavramlarımızı eleştirerek açıklığa kavuşturmak.
Birinci yoldan “metafizik”, ikinci yoldaki çabalardan da felsefenin diğer geleneksel kolları olan epistemoloji, etik, estetik ve mantık doğmuştur.
Metafizik, tek tek olguları veya “görünürdeki olguları” değil, kâinatın tümünü, değişmez ve asıl olan nitelikleriyle anlama ve bilme çabasıdır. Metafizik alanında çalışan filozoflar, genellikle gözlem yoluyla direkt olarak doğrulanması mümkün olmayan bazı “açıklayıcı” sistemler kurmuşlardır. Ancak, bu sistemler çoğu defa birbiriyle çelişki içindedirler. Çünkü, her sistem; kâinata, belirli bir şahsi eğilim ve görüş açısından, farklı bir bakışın ürünüdür. Bu nedenle çok fazla ortak nokta içermeleri oldukça zordur.
Metafizik sistemler, bize kâinat hakkında gerçek ve kapsayıcı bilgiler verme amacını güderler. Ancak bu bilgilerin çoğu defa gözlem ve deney verilerine dayalı bir akıl yürütmeyle değil, spekülatif düşünme yoluyla elde edilebileceği iddiasındadırlar.
Felsefe, konusu bakımından üniversel(evrensel)dir. Başka bir deyişle insana ve kâinata dair her şey, felsefeye konu teşkil edebilir. En basit bir algı unsurundan en karmaşık bir teorik sisteme kadar her şey felsefeye konu olabilir.
Ancak felsefe, bilgi üreten bir faaliyet değildir. Özellikle son dönemlerde egemen olan anlayışa göre felsefenin öncelikli amacı, bilgi sağlamak değil, başka yollarla sağlanan bilgiyi tahlil ve eleştiri yoluyla anlaşılır kılmaktır. Felsefede bu hedefe, mantıksal analiz ve kavramsal düşünme yoluyla ulaşılmaya çalışılır. Geleneksel felsefede daha çok metafizik sistemlerin kurulması amaçlanırken, yüzyılımızın başından itibaren felsefede güçlenen eğilim; dilsel ve mantıksal analiz yoluyla günlük ha­yatta ve bilimde kullanılan kavramların aydınlatılması yönündedir.
Ancak, kimi felsefi analiz metinleri, yazarın sanki sürekli birtakım kelimeler ve cümleler etrafında dolaşıp durduğu boş ve faydasız sözler gibi görünür. Gerçekten, bazı günümüz filozofları, etkinlik alanlarını sadece “dil” ile sınırlamakta ısrar etmek suretiyle böyle bir intibaya yol açtılar. Çoğu kimse de, haklı olarak bu gibi filozofların yaptıkları şeyin pek de o kadar önemli olmadığı kanaatine sahip oldu. Felsefecilerin faaliyet alanlarını dilbilim veya leksikografi ko­nularıyla sınırlamaları anlamsız ve gereksizdir, çünkü bu işi dilbilimciler zaten -hem de onların hemen ço­ğundan daha iyi bir şekilde- yapmaktadırlar.
Aslında, böyle dar bir bakış açısı ve yaklaşım ile olmamak şartıyla, felsefeciler de mutlaka “dil”e ilgi göstermek zorundadırlar. Çünkü çoğu defa, dilin incelen­mesi suretiyle çeşitli dünya görüşleri ve yaşama şekilleri hakkında ilginç ve etkileyici sonuçlara ulaşabilmek mümkün olmaktadır.
Felsefi bir analize başlamadan önce, cevabı aranan sorunun hangi kategoriye ait olduğu belirlenmelidir. Felsefenin alanına giren sualler; ya olgularla ilgili, yani empirik; ya da mantık, matematik veya kavramlararası ilişkiler gibi formel, veya bunların bir karışımı, veyahut da bu temel kategorinin dışında kalan türden sorular olabilir.
İnsanoğlunun bilgi edinme süreci içinde cevaplarını aradığı soruların çok önemli bir kısmı başlıca iki ana kategoriye dahildir. Bunlardan ilki, olgusal veya empirik türden olup, esas olarak bilimin inceleme ve çalışma alanını teşkil ederler. Bunlar, cevabı gözlem veya deney yoluyla verilebilen; doğrulanmaları veya yanlışlanmaları da yine aynı yolla gerçekleştirilen sorulardır. Bazen bu türden sorulara da hemen bir karşılık bulmak mümkün olmayabilir. Ama hiç değilse, bu cevabın nerede bulunduğu ve ona ulaşmanın nasıl mümkün olabileceği bilinmektedir. Meselâ yakınlarına henüz hiçbir uzay aracının ulaşmadığı bir gezegenin dünyadan görünmeyen yüzünün yapısı hakkındaki bir soru, bu türdendir.
İkinci temel kategoriyi teşkil eden sorular ise, matematik veya mantıkta olduğu gibi bazı biçimsel sistem ve yapıların unsurları arasındaki ilişkilere ait formel sorulardır. Bu tür sorular ele alınırken göz önünde bulundurulması gereken temel hususlar, bazı tanımlardır. Ayrıca bir önermeden başka bir önermenin çıkarılmasıyla ilgili dönüşüm kuralları da ikinci derecede önem taşır.
Ancak, böyle formel yapı, sistem veya soyut kavramlardan, olgusal dünyaya ait bilgiler edinmek mümkün değildir. Ayrıca bu kategoriden sorular, gözlem ve deney yoluyla cevaplandırılamadığı gibi; böyle yapı ve sistemler de, olgular vası­tasıyla ne doğrulabilir, ne de yanlışlanabilirler. Meselâ, ben size “satrançta, şah yalnız bir kare ilerleyebilir” dediğimde; sizin bana “ama ben bir defasında şahın iki kare ilerlediğini gördüm” karşılığını vermeniz hiçbir manâ ifade etmeyecek ve sizin bu gözleminiz, benim söylediğim şeyin aksini ispatlamayacaktır. Çünkü benim anlatmak istediğim şey sadece, satrançta, “şahın yalnız bir kare ilerleyebilmesi” şeklinde bir kuralın bulunduğudur. Formel sistemlerde kurallar “doğruluk” veya “yanlışlık” gibi nitelikler taşımaz. Bunlar sadece, oldukları gibi kabul edilerek uygulanan tanımlardır. Ama bu, matematik ve mantığın günlük ha­yattan tamamen kopuk, faydasız ve gereksiz şeyler oldukları anlamına da gelmez. En azından, aritmetiğin günlük pratik işlemlerde, mantığın da doğru akıl yürütme proseslerindeki önemleri açıktır.
Evet, işte felsefecileri ilgilendiren soruların önemli bir kısmını bu iki temel kategori dışında kalan türden sorular teşkil eder. Meselâ, “Hak ve adalet nedir?”sorusuna ne gözlem ne deneyle; ne de biçimsel, yani formel sistemler yardımıyla herhangi bir karşılık bulamayız. Bu türden sorulara daha pek çok örnek verilebilir.
Dilin felsefe için önemli olduğu belirtilmişti.”Hak nedir?” gibi zor bir soru karşısında filozofun, her şeyden önce bunun, hangi türden bir soru olduğunu belirlemesi gerekir. Acaba burada öncelikle yapılması gereken, bir kelimenin semantik analizi mi, yoksa soyut bir varlık yada kavramın analizi midir?
Kavramların ve kategorilerin analizi oldukça güç bir etkinliktir. Ancak, dilden kaynaklanan karmaşıklığın giderilmesi ve problemin ait olduğu kategorinin doğru bir şekilde ortaya konması ile problemin çözümü istikametinde önemli bir mesafe kat edilmiş olunur. Bütün büyük felsefeciler bunu başarmasını bilmişlerdir.
Felsefenin alanını sadece olgusal veya formel olmayan sorulara cevap aramakla sınırlandırmak da pek doğru olmaz. Bilimde ve formel disiplinlerde, bilimsel ve formel sorular, ancak belirli bir noktaya, kadar ele alınır ve cevaplandırılır. Bu noktadan sonrası ise yine çoğu defa felsefeye kalır. Meselâ, bir fizikçi, fotonların hızı, kütlesi veya basınç etkileriyle ilgili pek çok gözlem ve deney yaparak bir çok olgusal veri toplayabilir. Bir diğeri de “zaman”ın ölçümünün izafiliği veya belirli bir örnekteki radyoaktif madde oranıyla, bozunma hızının ilişkisi gibi spesifik konularda deneyler düzenleyebilir. Benzer şekilde, enerji konusu üzerinde de ölçme, gözlem ve benzeri araştırmalar yapılabilir.
Fakat bu fizikçilerin çoğu, hayatında bir defa olsun “ışık, zaman ve enerji” kavramlarından ne anlaşılması gerektiğini arkadaşlarıyla tartışmamış olabilir. Gerçekten de bilim adamları pratikte hemen her gün kullandıkları kavram ve metotların “temelleri, geçerlilikleri ve sınırları” gibi hususları, çoğu zaman irdeleme ihtiyacı duymazlar.
“Zaman nedir?”, “Enerji teriminden ne anlamalıyız?”, “Ölçme ne demektir? ”, “Bilimde tasvir ve açıklama amacıyla hangi prosedürler, nasıl kullanılır?” gibi soruların ayrıntılı analizleri, çoğu defa bilim değil, bilim felsefesi alanına ait literatürde yer alır. Akla gelen hemen her konu ve faaliyetin “felsefesi” olabilir. Siyaset felsefecisi “Özgürlük ve eşitlik nedir?”sorusuna cevap ararken, hukuk felsefecisi “Adalet nedir?” sorusuna verilebilecek karşılıkları araştırır. Felsefi çalışmalar, hemen her türden kavramın ve faaliyetin açıklığa kavuşturulmasına yönelik olabilir. Bu nedenle felsefe, bir “doktrin” olarak değil, bir ”entelektüel etkinlik” süreci olarak görülmelidir. Ayrıca, genel felsefi etkinliğin kendisi de yine ayrı bir felsefi inceleme alanının konusunu oluşturmaktadır.
Bilim ve felsefe arasındaki ilişki, dilbilime ait iki kavram olan “konudil” ve “üstdil” kavramları vasıtasıyla farklı bir açıdan da ele alınabilir: Bilimde, felsefede ve dilbilimde; nesnelerden ve olaylardan bahsederken kullandığımız dile “nesnedili” veya “konudili” adını verebiliriz. Bir konudili hakkında konuşmak veya onu ana­liz etmek için kullanılan dile ise “üstdil” denir. Meselâ: “Ankara, Türkiye’nin başkentidir.” cümlesi, Ankara ve Türkiye adlı iki varlık arasındaki bir bağıntıyı dile getirmektedir. Burada; hem Ankara’nın, hem de Türkiye’nin “dilsel” olmayan nesnel varlıklar olduğunu söyleyebiliriz. “Ankara, Türkiye’nin başkentinin adıdır.” cümlesinde ise; doğrudan bir kent olarak Ankara’dan değil, bir kentin adı olan An­kara kelimesinden, yani dilsel bir unsurdan bahsedilir.
Konudili ile üstdil arasında bir düzey ve kapasite farkı bulunur. Üstdil, konudilinden daha zengindir. Çünkü bu dilde, konu dilinde mevcut kurallara ve vokabülere ek olarak, konu dilini analiz eden ve niteleyen terimler, kavramlar ve kurallar da yer almaktadır. Meselâ; ”cümle, fiil, sıfat, sentaks, doğru, geçerli, tutarlı, yanlış, manâ, bağlam, çıkarım” gibi kelimeler, üstdil vokabülerine ait unsurlardır.
Bilim bir yönüyle; birbirlerine bazı kurallarla bağlı olan ve doğru oldukları kabul edilen bazı önermelerden oluşan “dilsel bir yapı veya sistem” olarak görülebilir. Bilim adamları; kâinata ve insana ait olguları belirli bir konudili vasıtasıyla inceler, kavrar, ifade eder ve açıklar. Meselâ, “Su, 0 santigrat derecede donar.” veya “Gezegenler, güneş çevresinde eliptik yörüngeler izler.” şeklindeki ifadeler, konudiline ait örneklerdir. Bilimsel konudiline ait ifadeler, günlük konuşma dilindeki cümleler halinde olabileceği gibi, matematik veya mantık dilinden sembol denklemleri şeklinde de olabilirler.
Bilimsel konudiline ait bu gibi ifadeler hakkında konuşmak için kullanılan dile ise “bilim üstdili” denir. Meselâ, “S=1/2gt2 bağıntısının grafiksel ifadesinin bir parabol şekli oluşturduğunu ve bunun, y=ax2 şeklindeki bir genel matematiksel ifadenin özel bir yorumu olduğunu” söylediğimizde bu üstdili kullanmış oluruz. Üstdil, konudiliyle ifade edilmiş hususları yorumda ve tahlilde kullanılan daha kapsamlı bir dildir.
Fizik bilimini ele alarak bu söylediklerimizi şöyle örneklendirebiliriz: Fizik dilinin önemli bir kısmı Türkçe, İngilizce veya Almanca gibi bir dile ait vokabüler ve kurallardan oluşur. Buna; “ivme, gravitasyon, osmoz, kinematik, dinamik, momentum, vb” gibi fiziğe has terimler ve kavramlar ile deney ve gözlem teknikleriyle cihazlarına ait terimler ve son olarak da belirli fiziksel olguların tasvir, izah ve doğrulama prosedürlerinde kullanılan matematiksel işlemlerin ve terimlerinin eklenmesiyle “fizik dili” oluşur. Fizik dilinin kendine has semantik ve sentaktik özellikleri vardır. Nesnel dünyaya ait olayları, yani dil-dışı konuları tasvir ve izahta kullanılan fizik dili, bu yönüyle bir konudilidir. “Dünya yuvarlaktır.” önermesi, fizik konudiline ait bir örnektir. “Dünya yuvarlaktır cümlesi; sentetik, olgusal ve geçerlidir.” önermesi ise bu konudili üzerinde yer alan üstdilden bir ifadeye bir örnektir.
Bilimin fonksiyonu, sonuçları ve etkileriyle, bilimsel proses ve metotların geçerlilik ve
tutarlılık kriterleri gibi hususları konu alan dil unsurları da üstdil kapsamındadır. Günlük pratikte, bilim adamları üstdil unsurlarını kullanma ihtiyacını pek hissetmezler. Ancak belki, mevcut kuralların ve uygulamaların, karşı karşıya bulunulan bir problemin çözümünde yeterli olmaması halinde böyle bir ihtiyaç doğabilir.
Felsefe de; dille ifadesi mümkün olan her türlü insan etkinliğini konu alabilen ve onu çözümleyip, eleştiren bir üstdil olarak görülebilir. Rutin faaliyetlerinde bilim adamlarının pek kullanmadıkları “bilim üstdili” de, bilim felsefesinin esasını teşkil eder.
L. Wittgenstein, felsefenin bu fonksiyonunu ön plâna çıkaran düşünürlerin başında gelir. Hatta ona göre felsefenin tamamı, bir dilsel analiz etkinliğinden ibarettir: “Felsefenin görevi, sınıflandırılmış doğru önermeler üretmek değil, her türden önermenin aydınlatılmasıdır. Felsefe, diğer bilimlerin yanında farklı bir bilim gibi görülmemelidir. Felsefenin fonksiyonu bilimlerinkinden farklıdır. Felsefeye kalan tek bir etkinlik alanı vardır, o da dilsel analizdir. Felsefenin yegâne görevi, kendilerine dayanarak olguları dile getirdiğimiz önermeler ile bu önermelerin dil içindeki bağlamları üzerinde açıklık sağlamaktır. Bu şekilde, felsefe bilim dilinin sentaksını teşkil etmelidir.”
Bu giriş kısmında, kâinatı ve insanı tanımaya ve anlamaya yönelik iki temel entelektüel etkinlik olan felsefe ve bilim, ana hatlarıyla tanımlandı ve birbiriyle olan ilişkileri genel bir perspektiften tasvir edildi. Birinci bölümün ilk kısmında, bu etkinliklerin tarih içindeki gelişim süreci ele alınacaktır. Bu tarihsel süreç sonunda ortaya çıkmış olan temel bilgi ve varlık paradigmaları ise, birinci bölümün ikinci kısmında tanımlanacaktır.
















































I. Bölüm
İNSAN, KÂİNAT VE BİLGİ

1-) Düşünce Tarihi.
2-) Temel Epistemolojik ve Ontolojik Paradigmalar.




































1-) DÜŞÜNCE TARİHİ: FELSEFENİN VE BİLİMİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ







Tarih, belgelere dayanarak geçmişte gerçekleşmiş olan olayların, zaman, yer ve sebep gibi özellikleriyle ele alındığı bilim dalıdır. Bu alanda çalışan araştırmacılar, eldeki kaynak materyalin eleştirel tetkiklerine dayanarak, özellikle belli başlı tarihsel olayları kronolojik tutarlılık ölçüleri içinde irdeleyerek bunların nedenlerini ve önemli sonuçlarını ortaya koymayı hedeflerler. Tabiat bilimlerindeki gibi doğrudan gözleme dayanmak yerine, tarihte; çoğu defa eksik ve kusurlu belgesel kayıtlardan veya ifadeler­den hareketle; akıl yürütme ve çıkarım yoluyla, “geçmişte” olanlar ortaya konu­lup, yeniden kurgulanmaya çalışılır.
Tarihçi, önce kaynaklarını bir dizi ön incelemeden geçirir. Bu işlemlerin ilk safhasında, kaynakların belirlenen amaç açısından uygun ve yeterli olup, olmadığının tespitine yönelik bir “dış eleştiri” gerçekleştirilir. Tarihçi, kaynaklarını bu şekilde seçtikten sonra, bir “iç eleştiri” işlemi yoluyla bunları özümlemeye girişir. Bu merhalenin başarıyla tamamlanabilmesi için, tarihçinin elindeki belgenin diline bütün incelikleriyle hakim olması; eğer varsa, metinde sonradan oluşmuş tahrifat veya tahribatı tespit ederek orijinal yapıyı tahmine çalışması, ayrıca kayıtçıyı, zamanının şartları çerçevesinde tanımaya ve düşünce yapısını kavramaya çalışması gerekir.
Bütün bu eleştirel işlemler, aslında sadece bir başlangıçtır. Ve tarihçinin asıl işi ise, elindeki malzemeden bir sentez oluşturmaktır. Artık tarihçi için, bir teknik elemanınkinden ziyade bir sanatçının veya mucidinkine benzer bir entelektüel faaliyet safhası başlamıştır. O, bu süreçte, incelediği döneme ve kişi­lere olabildiğince yakınlaşabilmeli, onların duygu ve düşüncelerini kendi çağ ve şartlarının bağlamı içinde anlayıp, kavrayabilmelidir.
Tarih, gerçekte, oldukça “yeni” veya “genç” bir bilim dalıdır. Kronolojik olarak günümüzden geçmişe doğru bakıldığında, belirli bir noktadan sonra, tarihi belge ve bulguların çeşit ve miktar bakımından son derece azaldığı görülmektedir. Ayrıca henüz ulaşamadığımız birçok kalıntı, yerin ve denizlerin derinliklerinde keşfedilmeyi beklemektedir.
Bunlardan başka, bulunmuş olan yetersiz materyalden bir toplumun, bir uygarlığın veya bir kültürün tam olarak anlaşılıp, kavranabilmesi de gerçekten çok zordur. Tarihçinin zihninde birçok kurgu ve çıkarım işleminden sonra şekillenen hipotetik model; tam, kesin ve mutlak olmaktan genellikle uzaktır. Çoğu defa aynı bulgulardan; farklı tarihçiler, ortaya farklı modeller koyabilmektedir. Bundan dolayı, bu bölümde, mümkün olduğunca üzerinde fikir birliğine varılmış olan tarihi gerçekler ve kabuller esas alınmaya çalışılmıştır.
“İnsanlık tarihinin ilk büyük dönüm noktasına, çok miktarda yiyecek üretimine geçiş ile ulaşıldığı” hususu, bu türden bir kabuldür.2 Böylelikle belirli bir bölgede yaşayabilen insanların sayısında büyük artışlar mümkün olmuş ve üzerinde bir uygarlığın yükselebileceği sosyoekonomik temeller atılmıştır.
Çiftçilik ve çobanlığın yaygınlaşarak gelişmesine dair en eski ve en önemli örneklerden birisi, Ortadoğu’da M.Ö. 8500-7000 yılları dolaylarında gerçekleşmiştir. Tahıl tarımı ancak çok az bir kısmının belgelerle ortaya konduğu göçler yoluyla, buradan Avrupa’ya, Hindistan’a, Çin’e ve Afrika’ya yayılmış olmalı­dır.
İnsanlık tarihinin ikinci büyük dönüm noktasına “uygar toplumlar” olarak adlandırılan, çeşitli beceri ve zenginliklere sahip kompleks yapılı toplulukların ortaya çıkışıyla ulaşılmıştır. Elde mevcut belgelere göre, en eski uygar toplumlar, Dicle ve Fırat ırmaklarının aşağı kıvrımları boyunca Basra Körfezi’ne kadar uzanan düz alüvyon ovası üzerinde yer alan Sümer ülkesinde doğdu.3
Ancak, H. Frankfort; tarih biliminin yeniliği, gelişmişlik derecesinin azlığı ve elde mevcut tarihi belgelerin yetersizliği gibi hususlara dikkat çektikten sonra, “Uygarlığın Doğuşu: Mezopotamya ve Mısır” adlı kitabında şunları belirtir: “Konumuz uygarlığın Yakındoğu’da doğuşu. Dolayısıyla, soyut olarak uygarlığı mümkün kılan şartların neler olduğu sorusuna cevap aramakla meşgul olmayacağız. Bence, zaten böyle bir cevap bulunsa bile bu, tarihi değil, felsefi bir cevap olacaktır.” H. Frankfort, konuyla ilgili görüşlerini anlatmayı şöyle sürdürür: “Bu­nunla birlikte, günümüz uygarlığının Mezopotamya ve Mısır’da doğduğu hususunda, tarihçiler arasında çok yaygın olan bir uzlaşma olduğu için, burada ele alıp inceleyeceğimiz materyalin bize böyle bir cevabın genel çerçevesini çizilebileceği söylenebilir. Uygarlığın doğuşu olgusunun, çok merkezli ve birden fazla defa vuku bulmuş bir olgu olduğu şeklinde kanaatler de mevcuttur. Ama bunun, çoğu yerde gerçek ve orijinal bir doğuş olmayıp; daha gelişmiş toplumlarla temasın bir sonucu olarak başlayan veya en azından böyle bir ilişkiyle hızlanan bir süreç olduğu kesindir.
Şimdilik, uygarlığın doğuşunun bir dış etkiyle değil, kendi iç dinamikleriyle gerçekleştiği intibaının veren sadece üç yer bilinmektedir: Bunlar; Eski Çağ yakındoğusu (Mezopotamya ve Mısır), Çin ve orta-güney Amerika’dır. Ne var ki; Maya ve İnka uygarlıklarının oluşum süreci hakkında henüz yeterince bilgimiz bulunmağı gibi, Çin’deki uygarlığın da batıdan gelen bazı etkilerin sonucunda gelişmiş olma ihtimali oldukça güçlüdür.
Buna karşılık, Mezopotamya ve Mısır’ın genelde tüm yeryüzüne hakim “ortalama” yaşama şartlarının oldukça üzerine çıkılabildiği ilk ülkeler olduklarına dair bir çok belge ve materyal mevcuttur. Bu topraklarda uygarlığın ortaya çıkışında; herhangi bir diğer toplumun etkisinin olduğuna dair de hiçbir delil yoktur.”4
Evet, şu anki bilgilerimiz ışığında, belirli teknikler ve araçlarla geniş ölçüde tarım ve hayvancılık yapabilen; büyük, düzenli ve plânlı şehirler kuran; bilim sanat, teknik ve felsefede belirli düzeye ulaşmış olan ve bütün bu faaliyetlerinden geriye-henüz yeterli miktarlara ulaşmamış da olsa-birtakım belge, yazı ve materyal kalmış olan en eski uygarlığın Mezopotamya’da doğduğunu söyleyebiliriz.
Sümerler, mevcut tarihi belgelere göre, dünyanın bu en eski uygarlığının kurucularıdır. Sınırlarını Fırat ve Dicle ırmaklarının çizdiği Mezopotamya’nın en güney kesimini içine alan ve daha sonraları “Babil” olarak adlandırılan bölgede yaşayan Sümerler; bataklıkları kurutarak tarıma elverişli hale getirmiş; dokumacılık, dericilik, metal işleme, mimari, seramik gibi teknik ve sanatları geliştirmiş, ayrıca ilk ticaret merkez ve yollarını da açmışlardır.
M.Ö. 3000 yılı dolaylarında bölgede en az 12 kent devleti bulunuyordu. Bu devletlerin her biri, surlarla çevrili birer şehir ile, onun etrafında yer alan köylerden ve arazilerden oluşmaktaydı. Bu şehirler, tıpkı günümüzdekine benzer şekilde, siyasi iktidarın halkın elinde bulunduğu en ileri yönetim şekli olan demokrasiyle yönetilmekteydi. Ancak zamanla şehirler arası rekabet ve mücadele şiddetlenince, demokrasi yerini krallık yönetimine bıraktı. Ve 12 şehir devletinden biri olan Kiş’in hükümdarı Etana, 2800 yıllarında tüm kent devletlerini yönetimi altında topladı.
Sümerce, bilinen ilk yazı dilidir. Dilbilimsel çalışmalarda; bu dille daha eski, herhangi bir başka dil arasında henüz akrabalık kurulamamıştır. Zamanla, tüm çevre topraklarda da konuşulmaya başlanan Sümer dili; gelişim süreci bakımından “Arkaik, Eski (veya klâsik), Yeni, ve Sümer Sonrası” olmak üzere dört farklı döneme ayrılabilmektedir.
M.Ö. 3100-2500 yılları arasına tarihlendirilen Arkaik Sümer dili; ticaret, yönetim, felsefe ve eğitimle ilgili metinler halinde günümüze ulaşmış, ancak henüz çok küçük bir bölümü çözülüp, anlaşılabilmiştir. M.Ö. 2500-2300 yılları arasına tarihlendirilen Eski veya Klâsik Sümer dili ise Lagaş krallarına ait metinlerin dilidir. Bu döneme ait tabletlerde ticari antlaşmalar, hukuki ve idari esaslar, felsefi yazılar, mektuplar ve dini metinler yer almaktadır. Sümer dilinin bu biçimi, bir öncekinden daha iyi çözülmüştür.
Yeni Sümerce döneminde, bir Sami halkı olan Akadlar Babil’i ele geçirdikten Akad dili, Sümer dilini gölgede bıraktı. Eski Babil dönemi olarak da bilinen bu devir M.Ö. 2000’de sona erdi. M.Ö. 2000’den sonra Sümerler siyasi kimliklerini kaybedince, konuşma dili olarak Sümerce; yerini Akad diline bıraktı, ama çivi yazısı kullanıldığı müddetçe, yazı dili olarak varlığını devam ettirdi.
Sümer dilinin; felsefe, destan, ilahi, ayin ve dua metinleri, atasözü gibi çok çeşitli türlerde, oldukça gelişmiş ve zengin bir edebiyat birikimi vardır. Bu metinlerin çoğu, Sümercenin konuşma dili olarak önemini kaybetmesinden asırlar sonra, ilk defa Eski Babil döneminde yazıya geçirilmiş ve eğitim kurumlarında okutulmuştur. Helenistik dönemden kalma bazı çiviyazısı tabletlerde ise, Yunan harfiyle yazılmış Sümerce kelimelere rastlanmaktadır.
Sümerce, bitişimli bir dildir. Gramer ilişkileri, köklere getirilen eklerle belirtilirdi. Aynı kökten türeyen fiiller ve isimler de; sözdizimi kuralları ve eklerle ayırt edilirdi. Dört ünlü ve on altı ünsüzden oluşan dilin yalın bir ses sistemi vardı. İsimler, sayı ve duruma göre çekilir; çoğul sayılar, son eklerle veya ikileme yoluyla ifade edilirdi. Oldukça kompleks, ancak çok iyi tanımlanmış kurallara tâbi olan fiil çekimleri; ön ek, son ek ve iç ekler kullanılarak yapılırdı.
19. yüzyılda çözülmeye başlayan Sümer lehçelerinin en önemlileri, resmi lehçe “emegir” ile genellikle dini ve felsefi metinlerde kullanılan “eme-sal”dır. Sümerce’nin standart sözlüğü 1976’da Pennsylvania Üniversitesinden bir grup uzmanca hazırlanmaya başlanmış, ve ilk cildi 1984’te yayımlanmıştır.
H. J. Störig “İlkçağ Felsefesi” adlı eserinde şöyle der: “Felsefeyi varoluşun; yani hem dış dünyanın, hem de insanın iç dünyasının sırlarını, düşünme ve akıl yürütme yoluyla çözme çabası olarak tanımlarsak, bu etkinliğin elde mevcut tüm yazılı belgelerden çok daha eski bir tarihte başlamış olduğunu kabul etmemiz gerekir. Düşünme ve konuşma kabiliyetleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Hali hazırda, her çocuğun büyüme ve gelişmesinde tekrar tekrar gözleyebildiğimiz bu ilişki, “insanlığın düşünce tarihi” boyunca da geçerli olagelmiştir. Düşünmenin araçları olan kavramları bize dil sağlar. Konuşmaya çalışan çocuğun öğrendiği ve söyleyebildiği her yeni şey; çevresinde mevcut ‘bilinmezler okyanusunun’ bir bölümünü sanki sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına anlaşılmazlık ve bilinmezlik kılıfından çıkararak, manâlı hale getirir. Düşüncelerimizin ayrılmaz aracısı olan ve belki de onu bir şekilde sınırlayan dil, felsefenin her zaman en önemli konularından birini teşkil etmiştir. Ulaşıp, inceleyebildiğimiz en eski başlangıç noktalarında, dilleri hep son derece gelişmiş ve olgunlaşmış durumda bulmaktayız. Dillerde daha sonra görülen değişmelerin, yeniden şekillenme ve yapılanmaların; genellikle bu esas formun yanında tali haller olduğu görülmektedir. Elimizdeki belge ve materyalin yetersizliğinden dolayı, şu anda ulaşabildiğimiz tarihi başlangıç noktalarından daha önce geçen–süresini tam olarak bilmediğimiz, ama mevcut ip uçlarına dayanarak en azından birkaç on bin yıl sürmüş olduğunu düşündüğümüz çok uzun bir dönemi kapsayan-insanlığın en eski düşünce tarihi hakkında neredeyse hiç bilgimiz yok. Şu anda “Tarih öncesi çağlar” olarak adlandırılan o bilinmeyen dönemlerde uzun gelişme süreçlerinin yaşandığı anlaşılmaktaysa da, eldeki materyale dayanarak ancak son 6000 yıldan, günümüze kadar gerçekleştirilmiş “anlama ve düşünme” girişimlerini incelemekle yetinmek durumundayız. Ancak Mısır çölleri (ile Mezopotamya ve çevresinde) ve Hindistan’ın balta girmemiş ormanlarında yapılan her yeni kazıda, yerin derinliklerinden gün ışığına çıkarılan her yeni uygarlık, “düşünen, üreten, sanatla uğraşan uygar insanın, bazı tarihçilerin varsaydıklarından çok daha eski zamanlardan beri yaşamakta olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu kitabın eksiksiz olmak veya en yeni gelişmeleri ve yorumları yansıtmak gibi bir iddiası yoktur. Burada yapılan, felsefe tarihini eski Yunan’dan başlatan anlayışın dar kalıplarının aşılması ve meselâ eski Hintlilerin ve Çinlilerin; birçok yönüyle bizimkilerden hiç de aşağı kalmayan ve çok yönlü etkileri, günümüzde bile hâlâ hissedilebilen çarpıcı düşünce gelenekleriyle okuyucunun tanışmasını sağlamaktır.”5
A. Arslan “Felsefenin Başlangıçları ve İyonya” adlı makalesinde bu ko­nuyla ilgili olarak şunları anlatır: “Antik İyonya bölgesi, felsefenin başlangıcı sorunu bakımından özel bir önem taşır. Çünkü (bir gurup felsefe tarihçisince) geleneksel olarak felsefenin (M.Ö. VI. yüzyılın başlarında) bu bölgede başladığı kabul edilir. Ayrıca, bu başlangıçla ilgili olarak (ilk filozoflar olarak kabul ettikleri) Thales, Anaksimander ve Anaksimenes’in mensup oldukları Milet okulunun da adından sıkça söz edilir.
Çok eski dönemlerden beri felsefenin başlangıcıyla ilgili bu görüşe itiraz edenler olmuştur. Meselâ, ilkçağ sonlarındaki İskenderiye döneminde Mısır’da yaşayan ve içlerinde ünlü filozof Philon’un da bulunduğu bir grup düşünür, felsefenin başlangıcını eski Mısır ve Mezopotamya’ya götürür. Bu yaklaşım, zirvesine Yeni Pythagoras’çı Numenius’ta ulaşır: O Platon’un “Yunanca konuşan bir Musa (Bir İsrailoğlu Peygamberi) olup, olmadığını sorar. İlk Hıristiyan filozoflarından Klemens ve Eusebios da Numenius’u desteklerler. Rönesans’ta da bir çok düşünür bu tezi savunmuştur. Geçen yüzyılda ise bu görüşü destekleyenlerin başında Röth ve Gladisch gibi düşünürler gelir.
Felsefenin İyonya öncesi veya eski Yunan dışı orijiniyle ilgili bu görüşler; dayanılan deliller, bakış açıları ve hareket noktaları bakımından çok çeşitlidir. Meselâ, İskenderiye döneminde felsefenin ağırlıklı olarak mistik unsurlar içeren bir terim olarak yeniden tanımlanmış olması, bunlardan biridir. Gladisch’in Yunan teolojisiyle doğu teolojisi arasındaki benzerlikleri ortaya koyması da bu görüşü doğrulamıştır. Buna göre, Yunan teolojisi erken bir tarihte Doğu’nun etkisine uğramış ve bu süreçte, Yunan felsefesinin bünyesine Doğu’dan bir çok unsur katılmıştır. Günümüzde Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları üzerine yapılan araştırmalarda elde edilen veriler de bu görüşü desteklemektedir. Tarih biliminin sağladığı bu yeni belgelere göre Sümerler, sadece dinleri, mitolojileri ve kozmogonileriyle değil; genel olarak tüm hayat felsefeleri, dünya görüşleri ve bunların özündeki temel değerler ve kavramlar aracılığıyla da eski Yunan düşünce sistemini etkilemiş ve bu suretle, günümüz uygarlığının esaslarının belirlenmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Bu olguyu ortaya koyanlardan Speiser şunları belirtir: “Sümerlerde birey, toplum ve kâinat kavramları bir bütünlük ve uyum içindedir. Bu nedenle devletin yöneticisi de dahil olmak üzere her insan, toplum ve kâinat karşısında -temel haklar ve görevler bakımından- eşit durumdadır. Bu anlayış, demokrasi kavramının da temelini teşkil etmiştir. Böyle bir toplumun tüm bireyleri hep birlikte aynı mukadderatı ve benzer umutları paylaşırlar. Güzel bir gelecek ancak fertlerin doğru ve adaletli davranmaları ve yaşamalarıyla mümkün görülür. Bunun ise ancak Tanrı’nın, kâinatın ve toplumun yapısına koyduğu kurallara uymakla sağlanabileceği var sayılır. Bu kurallar, “hukuk prensipleri” halinde toplumun tüm bireylerine tebliğ edilmiştir. Bu kanunlar, hem yöneticilere kılavuzluk etmekte, hem de fertleri ve haklarını koruyup, teminat altına almaktadır. Bu hayat felsefesinin esasını, “kâinatı ve toplumu bir bütün halinde ve uyum içinde tutan şeyin; adalet, kanun ve düzenlilik olduğu” hususu teşkil eder. Bu hukuk anlayışı; birbirini destekleyen ve bütünleyen birer “toplum” ve “kâinat” felsefesinin bileşiminden oluşur ve mükemmel bir demokrasi uygulamasının da çekirdeğini oluşturur. Sümerlerde görülen bu kısmen kollektif dünya görüşü, “bireysel unsurlar da taşır ve oldukça rasyonel, derin, eleştirel, holistik ve tutarlı”dır.6 Bu dünya görüşü, “düzeyli” bir felsefenin de temel çerçevesini oluşturur.
Felsefenin Yunanlılardan önce başlamış olduğu görüşünü ünlü Yunan filozofları Platon ve Aristoteles de dile getirmiştir. Platon önceki uygarlıkların felsefi birikimleri karşısında duyduğu hayranlığı “-Siz Yunanlılar (onların karşısında) çocuklar gibisiniz!” diyerek ifade eder. Aristoteles ise bu konuda şunları söyler: “Bilim ve felsefe, ancak maddi ihtiyaçların belirli bir düzeyin üzerinde karşılan­maya başlanmasından ve böylece insanların entelektüel faaliyetler için yeterli vakit bulabilmelerinden sonra başlamış olabilir. Bu durum, ilkin Mısır ve çevresinde ortaya çıkmıştır. Özellikle Mısırlı din adamlarının böyle uygun bir ortamda matematik, astronomi ve benzeri entelektüel faaliyetlerle uğraşabilme imkânı bulabildiklerini görmekteyiz.” 7
18. yüzyılın başlarında yaşamış olan Berlin Bilimler Akademisi üyelerinden J. Brucker, “Felsefenin Eleştirel Tarihi” adlı eserinde felsefenin doğuşunu Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarından da öncelere uzandığını belirtir. “Felsefe, ilk insanla başlamış olmalıdır”diyen Brucker son derece geniş hacimli olan eserinin ilk bölümüne bu nedenle “Tufan Öncesi Felsefe” adını vermiştir.






Sümerlerde Düşünce Hayatı



Prof. C. Yıldırım, “Bilim Tarihi” adlı kitabında Sümer uygarlığı hakkında şunları söyler: “İlk uygarlıklar arasında, M.Ö. 3000 yıllarında, Sümer uygarlığının parlak bir düzeye eriştiğini görüyoruz. Sümerler, hayvancılık ve tarımın yanı sıra, teknolojide de oldukça ileri gitmişlerdi. Meselâ, ısıtarak bazı mineralleri saflaştırıp, metal elde etmekte, bu metallere çeşitli şekiller vermekte ve onlardan alaşımlar yapabilmekteydiler.
Üretilen malzemenin ve ürünlerin bir araya toplanması ve dağıtımı ile ticareti de belirli bir sisteme bağlanmıştı. Yöneticiler ve din adamları, ürünün toplama ve dağıtım işini tapınaklarda düzenliyor, alınıp verilen miktarları da yazarak kayıtlara geçiriyorlardı. Ayrıca değişik alanlardaki bilgi birikimi de yazıya geçirilip, konularına göre derlenip, sınıflandırılmaktaydı. Böylece, belirli bir gelişim süreci içinde matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din ile ilgili geniş bir literatür ortaya kondu.
Aritmetik işlemlerde Sümerler oldukça yüksek bir düzeye ulaşmışlardı. M.Ö. 2500’e gelmeden Sümerler çarpım tablosu kullanmaya başlamışlardı. Alan ve hacim hesapları yapıyor, daire alanı ile silindir hacmini bulmada ’ye 3.125’i değerini veriyorlardı. M.Ö. 2000 yılı civarında Sümer devleti ortadan kalktıktan sonra bile dilleri ve yazıları bilimsel çalışmalarda –Orta Çağ Latincesi gibi- etkisini sürdürmeye devam etmiştir.
Sümerlerin yerini alan Babilliler, Hamurabi yönetimi sırasında yönetici yetiştirmek için tapınak okulları kurdular. Babilliler özellikle matematik ve astronomide büyük ilerleme kaydettiler. Aritmetik işlemlere ait bilgiler dışında, temel bazı geometrik kavramlara da ulaştılar. Sümerlerin tam sayılar için geliştirdikleri sistemi kesirlere uyguladılar. Karekök, küpkök alma ve ayrıca ikinci ve üçüncü dereceden denklemler içeren problemleri çözme amacıyla tablolar geliştirdiler.
Babil aritmetiği gibi geometrisi de belirgin bir cebir özelliği taşıyordu. Bir yarım daire içine çizilen tüm üçgenlerin dik açılı olduğunu ve dik açılı üçgenlerle ilgili (sonraları Pythagoras’ın adıyla anılan) teoremi biliyorlardı. Kullandıkları işlem ve metotlardan, genel cebirsel kurallara da vakıf oldukları anlaşılmaktadır. Dairenin 360 dereceye, bir saatin 60 dakikaya ve bir dakikanın 60 saniyeye bölündüğü sistemleri Babillilere borçluyuz.
Bu dönemde, matematikle birlikte astronomi ve diğer bazı empirik gözlem ve bilim alanlarında da büyük ilerlemelerin kaydedildiğini görüyoruz. Mezopotamya’nın açık ve parlak gökyüzü, bakışları gökcisimlerinin hareketlerine yöneltmişti. Astronominin ilk gelişen bilim oluşunun nedeni açıktır. Bu alanda incelemeye konu olan cisimler ve olgular yalın ve düzenli olup, sürekli gözleme elverişli bir periyodiklik özelliği taşırlar hareketler. Uzun ve sürekli gözlemlerle elde edilen bilgilere dayanarak toprağı işleme, ekim ve hasat gibi mevsime bağlı işler için bir takvim de geliştiren Babil’liler zaman ölçümünde hayret edilecek bir hassasiyet ve dakikliğe ulaşmışlardı. Örneğin, yılın uzunluğunu sadece 4,5 dakika gibi küçük bir hata payı ile hesaplıyabiliyorlar, her 18 yılda bir meydana gelen tutulmaları da önceden kestirebiliyorlardı.”8
Prof. C. Saraç da, Prof. C. Yıldırım’ınkiyle aynı isimli kitabında (Bilim Tarihi) bu hususa şunları ekler: “Sümerler, kullanışlı ve gelişmiş sayı sistemlerine sahipti. Başlıca “onluk” ve “altmışlık” olmak üzere iki farklı sayı sistemleri mevcuttu. Günlük hayata ait metinlerde onluk sisteme daha büyük yer ayrılmıştı. Ancak matematik ve astronomi gibi bilimsel metinlerde halkın fazla kullanmadığı, daha çok uzmanların aşina olduğu altmış tabanlı sistem göze çarpar. Bu sistemde birinci basamak birimleri kendi esas değerleriyle, ikinci sıradakiler 60 ile, üçüncü sıradakiler ise 602 ile çarpılmış olarak yer alır. Buna göre altmışlık sistemdeki 7-2-3 rakamı, onluk sistemde (7+(2x60)+(3x602))=10,927’e tekabül eder.
Bu sistemin kendine has toplama, çıkartma ve bölme metotları vardır. Ayrıca kolaylık sağlamak amacıyla özel çarpım tabloları ile kare ve küpkök tabloları hazırlanmıştır. Bazı tabletlere ise üslü bağıntılar, logaritma işlemleri ve geometri formülleri kaydedilmiştir. Meselâ, birinci Babil devrine ait bir tablette (sonradan Pythagoras bağıntısı olarak adlandırılan) a2+b2=c2 ifadesi, Sümer alfabe­sine ait üç harfin üç sütun üzerine sıralanması suretiyle, a ve b’ye muhtelif de­ğerler verilmek suretiyle bir tablo halinde düzenlenmişti.
Mezopotamyalıların kullandıkları ölçü birimlerinin katları ve askatları arasında altmışlık sisteme uygun bir ilişki vardı. Günlük hayatta 50 cm.’ye ve 6 m.’ye tekabül eden iki pratik uzunluk birimi ile 505 gr.’a tekabül eden bir ağırlık birimi kullanılırken, astronomi araştırma ve gözlemlerinde ise (kilometre mertebesinde) büyük uzunluk birimlerinden faydalanılmıştır. Mezopotamyalı astronomlar gezegenlerin ve yıldız kümelerinin gökyüzündeki pozisyonlarını, belirli yıldızların güneşe göre yerleşimlerini, güneş ile ay tutulmasını konu alan gözlemler yapmışlar, bu amaçla kullanmak üzere çeşitli araçlar ile teknikler geliştirmişler ve gözlem sonuçlarını düzenli olarak kaydetmişlerdir. Tutulma kuşağını 12 yıldız gurubuna ve 360 dereceye bölen Mezopotamyalı gözlemciler, her yıldız için birer enlem ve boylam koordinatı vererek, yıldızların konumlarını, güneşin ekliptik dairesi üzerinde orijin olarak alınan bir noktaya göre hesaplamışlardır. Ayrıca, ekliptik dairesinin ekvator dairesiyle kesiştiği noktaları da büyük bir yaklaşıklıkla belirlemişler ve bu iki noktanın yıl içindeki değişimleriyle ilgili düzenli kayıtlar tutmuşlardır.
Güneş ve ay tutulmasıyla ilgili olarak geniş bir malûmata sahip olan Mezopotamyalı araştırmacılar, astronomi alanındaki gözlemleri sayesinde bir yılın 12 aya bölündüğü bir takvim sistemi geliştirmişler ve ay takvimindeki değişkenliği, bazı ortalama değerleri ay uzunluğu olarak kabul etmek suretiyle gidermişlerdi. Yılın 12 ayına Mezopotamyalılarca verilen isimlerin (meselâ Nisanu “Nisan”, Tammuz “Temmuz”, Elul “Eylül”, Sebet “Şubat”) günümüz Türkçe’sindeki karşılıklarına benzerliği oldukça ilginçtir.
Mezopotamyalılar, günü, her biri iki saat süreli 12 eşit aralığa bölmüş, bu parçaların her birini de altmış eşit bölüme ayırmışlardı. Bu zaman sistemi, onlardan eski Yunanlılara ve sonra da Romalılara geçerek günümüze kadar ulaşmıştır.”9
Prof. C. Yıldırım “Matematiksel Düşünce” adlı eserinde Mezopotamya uygarlığından günümüze kalan matematikle ilgili belgelerin başlıca iki ana gruba ayrılabileceğini ifade eder: “Bunların ilki, matematik prensip ve işlemleriyle ilgili bilgileri, tabloları ve formülleri kapsamaktadır. Diğer gurup ise matematik problemlerini ihtiva eder ve bunlarda cebir ve geometriyle ilgili çeşitli problem örnekleri yer alır. Bazen, tek bir tablet üzerinde, kolaydan zora doğru sıralanmış 200 kadar sayısal probleme yer verildiği görülmektedir. Bu tür düzenlemelerin matematik öğretimine yönelik olduğu açıktır. Sayıları 500 000’i aşan tabletlerden şu ana kadar ancak birkaç yüz tanesi okunabilmiştir. Geriye kalanlar üzerindeki çalışmalara, dünyanın çeşitli ülkelerinde devam edilmektedir.”10
Şimdi bu konuda son olarak, Prof. Y. Aksoy’un “Bilim Tarihi ve Felsefesi” adlı ki­tabında anlatılanları gözden geçirelim: “...... Bilinen en eski uygarlık, Sümer uy­garlığıdır. Sümer uygarlığı; M.Ö. 5000’li yıllarda aşağı Mezopotamya’da kurulmuş ve Helenistik devire kadar varlığını sürdürmüştür. Sümerlerin üstün bir yönetim anlayışına ve sistemine ulaşmış olduklarını gösteren belgeler vardır. İngiliz Sümeroloğu F. Galphin’in Sümerlere ait geniş bir literatür birikimini konu alan birçok eseri mevcuttur. Bu zengin ve enteresan Sümer literatüründe; harflerin yanı sıra, rakamlar ve müzik notaları da yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Ancak; kil tabletler, kitabeler, duvar yazıları, süslemeler ve çeşitli sanat eserlerinde kullanılan bu yazı, rakam ve notalar he­nüz tam anlamıyla çözülüp anlaşılamamıştır.
Sümer uygarlığı, aynı çağda ve daha sonra doğup, gelişen birçok uygarlığı da etkileyerek onlar için üstün bir örnek ve ilham kaynağı olmuştur. Bunların başında Mısır, Babil, Asur, Finike ve İbrani uygarlıkları gelir.
Sümerler; bilgi, kültür ve sanat birikimleri kadar, devlet yönetim sistemleri ve kurumları bakımından da hayret ve hayranlık verici seviyelere ulaşmışlardı. Sümerlerin yaşadıkları çağa ve sonraki yüzyıllara damgalarını vurmalarını sağlayan başlıca buluş ve uygulamaları şöyle özetlenebilir:
1-) Yazının yaygın bir şekilde kullanımı. 2-) Devletin ve toplumun kültür, ekonomi, hukuk, eğitim, felsefe, bilim, teknik ve benzeri alanlardaki faaliyetleriyle ilgili gelişmiş bir kayıt sisteminin kurulup, işletilmesi.
3-) Eğitimin sistemleştirilerek; okul, kütüphane ve benzeri eğitim kurumlarının tesisi ve yaygınlaştırılması.
4-) Matematik, astronomi, tıp, mimari, coğrafya, haritacılık, tarih, felsefe konularında düzeyli araştırma ve eğitim faaliyetlerinin başlatılarak, bunlarla ilgili geniş bir literatür ve materyal birikiminin sağlanması.
5-) Hassas zaman ölçüm tekniklerinin geliştirilmesi.
6-) İleri düzeyde bir hukuk sisteminin ve adalet anlayışının yaygınlaştırılarak, bunlarla ilgili mahkeme ve noterlik gibi kurumların tesisi.
7-) Hürriyet ve demokrasi anlayışına dayalı bir yönetim şeklinin geliştirilmesi.
8-) Resim, heykel, edebiyat, şiir ve müzik alanlarında orijinal eserlerin vücuda getirilmesi.
9-) Mimari, keramik, çömlekçilik, mobilyacılık ve süsleme sanatlarında yeni ve düzeyli uygulama örneklerinin ve eserlerin ortaya konması.
10-) Posta ve haberleşme sistemlerinin kurulması, mektup ve zarf kullanımın yaygınlaştı- rılması.
11-) Ulaşım araç ve sistemlerinin geliştirilmesi.
12-) Toplum bireylerinin müzik, satranç ve benzeri yollarla düzeyli ve sistemli bir şekilde istirahat ve eğlenmelerinin temini.
13-) Hayvancılık, tarım, keramik, metal eşya ve benzeri alanlarda verimli ve müessir üretim tekniklerinin uygulamaya konması ve mal değişimi yerine, para kullanılarak yapılan ticaret şeklinin yaygınlaştırılması.
Müzikte ilk defa nota kavramını bulanların ve bunların sembollerle gösterenlerin eski Yunanlılar olduğu iddiası yakın zamanlara kadar süregelmişti. Ancak Sümer uyarlığı hakkında bilgilerimizin artmasıyla bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır. Aşağı Mezopotamya’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan birçok tablette müzik eserlerinin yer aldığı görülmüştür. Ashur’da bulunan bazı tabletlerin üzerindeki işaretler ikişer sütun halinde düzenlenmiştir. Her iki yüzüne de kayıt yapılan bu tabletlerdeki ilk sütuna eserin notaları (bestesi), ikinci sütuna da sözleri (güftesi) yazılmıştır.”11




Mısırda Entelektüel Hayat: Mezopotamya ve Mısır’ın Kültürel İlişkileri




Mısır medeniyetinin, “büyük ölçüde Mezopotamya uygarlığının etkisiyle doğup, geliştiğine” ve “esas olarak Sümer medeniyetinin birçok özelliğini taşıyan tali bir uygarlık olduğuna” işaret eden birçok belgeler mevcuttur.
Meselâ, H. Frankfort bu hususla ilgili olarak şu örnekleri verir: “Şimdi ele alacağımız sorun, son elli yıldır tartışıla gelmektedir. Ne var ki, eski tartışmalarda tarihi belgelerin çok yetersiz olduğu dönemlerden kaynaklanan bazı kanaat ve hükümlerin azımsanamayacak bir rol oynadığını görüyoruz. Bu tartışmalarda, ayrıca bir dış tesirin bir toplumu etkilemiş olmasını kabul etmenin o toplum için küçültücü bir husus olduğu inancı ağır basmış; mekanik bir kopyacılık ile, yapıcı ve sentezci bir tarzda fikir ve ilham alma arasındaki veya yabancı örneklerin özümsenmeden iktibası ile, uygun materyalin özgürce seçimi arasındaki büyük farklılıklar tümüyle gözden kaçırılmıştır. Bulguların yansız, objektif bir biçimde değerlendirilmesini engelleyen faktörlerden bir diğeri de eski Yakındoğu hakkındaki bilgilerimizin bölük pörçük olduğu yıllarda ortaya çıkan ve bu bölge toplumlarında görülen değişmeleri, bilinmeyen farazi bir bölgeden kaynaklanan bazı göçlerin etkileriyle açıklama alış­kanlığıydı. Ama daha sonra gerçekleştirilen birçok geniş çaplı kazı çalışması, bu tür açıklamaların geçersizliğini gösterdi. Böylece, Mezopotamya ile Mısır’ın, orijinal kültürel niteliklere sahip olan ve yabancı etkilere olağanüstü direnç göstermekle kalmayıp, dış unsurları zaman içinde etkileyerek onları da kendilerine benzetme yeteneğine sahip bulunan ülkeler oldukları anlaşıldı. Artık sıra Mısır ve Mezopotamya ilişkilerinin ortaya konmasına gelmişti.
Bu hususta en değerli bulgular ilk olarak, Mısır’da gerçekleştirilen bir dizi kazıda, Mezopotamya kültürünün ”Okuryazarlığa Geçiş Dönemi”nden kaldıkları anlaşılan bazı eserlerin ve materyalin bulunmasıyla sağlandı. Benzeri birçok bulgu, Sümer uygarlığının Mısır uygarlığı için temel bir kaynak teşkil ettiğini açıkça göstermiştir.
Ancak bu tür materyalin ayrıntılı bir analizi Mısırlıların, Mezopotamyalıların keşif ve uygulamalarını asla kişiliksizce kopya etmeyip, onları kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekle soktuktan sonra benimsediklerini ortaya koymaktadır. Başka kazılardan sağlanan belge ve eserler de uygarlıklarının biçimlenme döneminde Mısırlıların; yazı, edebiyat, güzel sanatlar, teknik ve mimari başta olmak üzere, Mezopotamya buluş ve uygulamalarını oldukça yakından tanıdıklarını ve çoğunu benimsediklerini, ancak bir süre sonra bunlardan kendi bünyelerine uymayanları terk ettiklerini ortaya koymuştur.”12
Prof. C. Yıldırım, “Bilim Tarihi” adlı kitabında Mezopotamya-Mısır ilişkileri ve bu iki uygarlığın mukayesesi hususlarında şunları söyler : “Mısır, tıp dışında bilimin hiçbir alanında Mezopotamya’da ulaşılan düzeye çıkamamıştır. Mısır matematiğinin tarihi ünü, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Bu ün, Yunanlıların matematiği Mısırlılardan öğrenmiş oldukları rivayetinden kaynaklanmış olmalıdır. Aslında Mısırlıların matematik alanındaki faaliyetleri büyük ölçüde empirik olup, esas olarak pratik problem çözüm teknikleriyle sınırlıdır. Ayrıca, Mısır sayı sistemi, Mezopotamyalılarınkinden daha kullanışsız, hesap işlemleri de daha karmaşık ve zaman alıcıydı. Aynı şekilde Mezopotamya’da ulaşılan astronomi düzeyini Mısır’da görememekteyiz. Mısır hekimlikte yapabildiğini matematik ve astronomide yapamamış, başlangıçta sağladığı gelişimi sürdürememiştir. Ancak, tıp konusunda Mısırlılar oldukça ileri seviyelere ulaşmışlardır. Bunu gösteren birçok belge mevcuttur.
Bunlardan “Edwin Smith Papirüsü” diye anılan ve M.Ö. 1700 yıllarından kalan tıbbi bir metinde baş ve göğüs yaralanmalarının tedavisi konusunda ilginç bilgiler mevcuttur. Mısır’da hekimlik uygulamalarının oldukça sistematik bir yöntemle gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır: Papirüste, önce hastanın dikkatle muayene edilerek, bulgulara göre teşhisin konup, tedavi şemasının belirlendiği ve daha sonra da bu şemanın titizlikle uygulanmaya başladığı anlatılır. Tedavi süresince çeşitli ilaçların tatbikinin yanı sıra, ayrıca yaralı organ sarılarak hareketsiz kalması sağlanmakta; duruma göre sürekli veya aralıklı bir şekilde bakımı yapılmaktadır.
Mısır tıbbında hastalık süreçlerinin oluşum mekanizması “vehedu” adı verilen teorik ve dini bir kavramla açıklanırdı. Çeşitli hastalıkların tedavisi için bazı standart reçeteler geliştirilmişti.
Mezopotamya’da tarım, sulama sorunuyla karşı karşıyaydı ve zamanına göre oldukça ileri bir sulama tekniğinin uygulanmasını zorunlu kılmaktaydı. Mısır’da ise tarım daha basit usûllerle gerçekleştirilebilmekteydi: Çiftçiler, Nil’in taşıp, iki yakasındaki düzlüklerin sularla kaplamasını bekler ve sular çekildikten sonra ekime başlarlardı. Sulama problemi yoktu. Açlık sorunu, toplum için genellikle bir tehdit oluşturmamaktaydı. Kültür ve refah düzeyi yüksekti. Mısır’da da, Babil’deki gibi teokratik bir sistem bulunduğundan bilim faaliyetleri her iki kültürde de din adamlarının eliyle yürütülürdü.
Günümüze kadar ulaşan ve dünyanın yedi harikası arasında sayılan piramitlerin, karmaşık ve ileri bir teknoloji kadar, geniş bir iş gücü potansiyeline de dayandığı açıktır. Eserlerin büyüklüğü ve yapılarındaki incelik bir ustalık, bugün hâlâ göz kamaştırıcı bir nitelik taşımaktadır. Mısırlıların gelecekte tekrar dirilecekleri inancıyla ölülere duydukları saygı, aşırı ölçülere ulaşmış olmalıydı.”13
Prof. C. Saraç da “Bilim Tarihi” adlı kitabında Mısır uygarlığını şöyle tasvir eder. “Nil sayesinde Mısır’da tarım uygulamaları çok düzenli bir şekilde gerçekleştirilebiliyordu. Mevsimlere göre alınacak ürünün türünü ve miktarını önceden belirlemek de mümkün oluyordu. Nil’in sağlayacağı su miktarı bile isabetle tahmin ediliyor, ama yine de yıl boyunca yapılan düzenli ölçümler ve kayıtlarla bu tahminler kontrol ediliyordu.
Hayatın temel düzen unsuru olan bu akarsuyun taşmalarının gözlenip, suların kapladığı yerlerin ölçümü ve hesabı; kanallar açma ve bentler kurma ihtiyacı, eski Mısır’da bilim ve teknolojinin itici gücünü teşkil etmişti. Bilim tarihçileri, Nil sularının taşmasıyla sınırları kaybolan tarlaların ölçüm ve hesaplama işlemlerinin, geometrinin gelişiminde önemli bir etken olduğunu kabul ederler.
Mısırlılar, yüzölçümü birimi olarak, kenarı bir kude (50 cm) olan karenin alanını; hacim birimi olarak bir kude küp’ü, ağırlık birimi olarak da bu hacimdeki suyun ağırlığını kullanmışlardı. Bu kadar eski bir dönemde; geometrik birimler arasında böylesine rasyonel ilişkiler kurulup, neredeyse metrik sistem kavramına ulaşılmış olması, çok ilgi çekicidir.
Piramit inşa plânlarında Mısırlılar tabanı ve yüksekliği belirli olan bir yapının hacmini, alt taban kenarını (a), üst taban kenarı (b) ve yükseklik (h) olacak şekilde “h/3(a2+ab+b2)” bağıntısını kullanarak hesaplıyorlardı.
Eski Mısırlılar teklonojide gerçekten çok ileri bir düzeye ulaşmışlar; özellikle tarım, hayvancılık, akarsu rejimi kontrolü, kanalcılık, mühendislik, eczacılık, madencilik ve mimaride üstün başarılar göstermişlerdi. Ayrıca Mısır bir “akarsu-delta-kıyı” ülkesi olduğu için, gemi yapımcılığında da çok ileri gitmişlerdi.
Parlak dönemlerinin üzerinden çok uzun bir zaman geçtikten sonra bile tarih boyunca tüm toplumların, özellikle başta İyonyalılar olmak üzere eski Yunan düşünce ve bilim adamlarının (Thales, Pythagoras, Heredot, Platon, Aristoteles ve diğerleri) Mısır’a karşı duydukları hayranlığı dile getiren beyanları ve eserleri, Mısır uygarlığının şöhretinin günümüze dek ulaşmasını sağlamıştır.”14






Hint Uygarlığı



Eski Hint Düşünce Hayatına Genel Bakış



Hindistan, hem coğrafyası, hem de kültürüyle sanki başlı başına bir dünya gibidir. Kuzeyde Himalaya’ların adeta “zaman üstü” nitelikteki buzullarından, büyük ırmakların suladığı verimli ovalara ve güneydeki aşırı sıcak tropik bölgelere kadar, her türlü iklimin görüldüğü; 1 milyar civarında insanın yaşadığı, 723 farklı dilin ve lehçenin konuşulduğu, pek çok değişik kültürün ve dinin beşiği olan bu dev ülke, arkeolojik bulgulara göre 5000 yıl kadar öncelere uzanan tarihiyle; hem en eski uygarlıklardan birinin kalıntılarını, hem de felsefenin en eski başlangıç izlerini barındıran bir yerdir.
Arkeolojik çalışmaların ileride ne gibi yeni bulgular sağlayacağı şu anda bilinemese de içinde bulunduğumuz asrın başlarında Mohenjo-Daro uygarlığının kalıntıları gün ışığına çıkarıldığında, tarih biliminde yeni bir sayfanın açılmış olduğu kesin olarak söylenebilir. Sağlam yapılı ve çok katlı evlerden, çeşitli alışveriş mekanlarından, geniş caddelerden oluşan ve tabaka, tabaka birbiri üzerine yerleşmiş durumdaki bölge kentleri, M.Ö. 3000-4000 yıllarına tarihlendirilmiştir. Burada bulunan ev eşyaları, keramikler, çömlekler, silahlar ve takılar; san’at değeri açısından eski Mısır, Babil ve Avrupa’daki benzerlerinden hiç de aşağı değildir.15
M.Ö. 2000 yılının ortalarına doğru, kuzeyden gelen ve kendilerini “Aryalar” olarak adlandıran bir topluluk, Hindistan’ı yavaş yavaş işgale başladı. Dilbilimciler 19. yüzyılın başlarında, Arya dilinin Batı dillerine olan yakınlığını fark ettiler. Ve kısa sürede; en önemli temsilcisi Hititçe olan Eski Anadolu dilleri, Sanskrit ve Avesta dilleriyle modern Hintçe ve Farsça’yı kapsayan Hint-İran dilleri; Yunanca; Latince; ve ondan türeyen Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce gibi çağdaş Roman dillerini içeren İtalık diller, Got dili, çağdaş İngilizce, Almanca Felemenkçe ve İskandinav dillerini kapsayan Germen dilleri; Ermenice, İrlanda dili ve Galce’yi içeren Kelt dilleri, Arnavutça; günümüzde konuşulmayan Eski Prusya dilini de içeren Baltık dilleri; eski kilise Slavcası (eski Bulgarca), Rusça, Çekçe, Lehçe ve Sırp-Hırvat dilini içeren Slav dillerinin tamamını kapsayan dil ailesine “Aryan” veya Indo-germen (veya Hint Avrupa) dilleri adı verildi. Sonuçta, bu dillerdeki benzerliklere dayanılarak Aryaların, bu dilleri konuşan halkların bir kısmıyla birlikte çok eski bir Hint-Germen topluluğu olduğu öne sürüldü.
Hindistan’ın üç ayrı bölgesinin Aryalar tarafından fethi, her biri birkaç asır süren üç ayrı safhada tamamlandı. Yaklaşık M.Ö. 1000 yılına kadar süren ilk dönemde, kuzeybatı Hindistan’ın İndus ırmağı boylarındaki Pencap bölgesi işgal edildi.
Beş asır kadar süren ikinci safhada, birbirleriyle ve yerlilerle yaptıkları savaşlar sonunda Aryalar doğuya, Ganj’ın suladığı bölgeye doğru ilerlediler. M.Ö. 500 yıllarına kadar süren üçüncü devirde ise, Hindistan’ın güneyine, Dekkan yayla­sına yavaş yavaş yayılan Arya kültürü, kısa sürede buraları da etkisi altına aldı.
Eski Hint felsefesi, Hint Arya’larının düşünce ürünleriyle başlar. Aryalar öncesi topluluklardan- özellikle Dravid kültürüne ait- bazı izler ve metinler bulunmuşsa da, henüz onların düşünce sistemleri ve felsefeleri hakkındaki bilgilerimiz çok yetersizdir.




Vedalar Çağı



Hint felsefe tarihini kesin çizgilerle belirli dönemlere ayırmak çok güçtür. Konuyla ilgili tüm incelemelerde karşılaşılan bu zorluğun nedeni, Hint düşünce sistemlerinin hemen tamamının “sonsuzluğa” yönelmiş olması nedeniyle, ilgili literatürde somut tarihlerin tespit ve kaydına önem verilmemiş olunmasıdır. Hindistan’da yapılan araştırmalarda–meselâ eski Mısır’da olduğu gibi–önemli olayların tarihlerini kesin olarak bildirilen belgelere pek rastlanamamaktadır; çünkü, uzak geçmişte bu tür kayıtlar nadiren yapılmıştır.
Hint felsefe sistemi engin bir okyanusa benzer ve bu okyanusa açılanlar, kolay kolay yönlerini belirleyemezler. Hint felsefesine ait eserlerin çoğunun hangi yüzyıla ait olduğunun tespiti bile güçtür. Birçok başka toplumda, felsefeye damgasını vuran düşünürlerinin kişilik özellikleri ve hikayeleri genel olarak bilinirken, Hintli düşünürler, daima eserlerinin ve fikirlerinin ardına gizlenmeyi tercih etmişlerdir.
Ayrıca, Hint düşünce tarihiyle ilgili araştırmalar ve bu konuyla ilgili eserlerin tercüme faaliyetleri de henüz tamamlanamamıştır. Bütün bunlara rağmen, mevcut bilgiler çerçevesinde, Hint felsefe tarihini birkaç döneme ayırarak ince­lemek mümkündür.
Yaklaşık olarak M.Ö. 1500 ila 500 yılları arasındaki döneme “Vedalar Çağı” denir. Bu isim, bu çağa ait bilgilerimizin kaynağı olan ve tamamına “Vedalar” adı verilen metinlerden köken alır. “Vedalar” terimi, tek bir kitapta toplanmış bir metin koleksiyonunu değil, yaygın ve geniş bir literatür öbeğini ifade eder. Bu büyük hacimli literatür, değişik zamanlarda, kimlikleri meçhul pek çok yazar ve şâirin katkısıyla oluşturulmuştur. Bu metinler, aynı zamanda, Hindu dininin de temel kaynağını teşkil eder.
K. Demirci “Vedalar” isimli kitabında konuyla ilgili olarak şunları anlatır: “Uzun bir tarihi geçmişe sahip olan Hint uygarlığının Vedaların teşekkülünden önceki dönemine ait, Harappa ve Modencodaro’da yapılan kazılarda bulunan materyal, bir tür resim yazısı ile yazılmıştır. Orijini M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanan bu kil tabletler henüz okunamadığı için, Vedalar öncesine ait kültürel yapı, henüz anlaşılamamıştır.
Başlangıcı, sözlü anlatım geleneğine dayanan Vedalar, esas olarak M.Ö. 1500 ila 1000 yılları arasında ortaya çıkmış olan bir dizi kitaptan meydana gelir. Bunlar; “Rig, Sama, Yacur ve Atharva”dır. Bu kitaplar, farklı dönemlerde oluşturulmuşlardır. İlk kitap M.Ö. 1500 civarına ait Rig Veda, sonuncusu da M.Ö. 1000 dolaylarına tarihlenen Atharva Veda’dır.
Vedalar ile ilgili herhangi bir çalışmada yapılması en zor olan iki şeyden biri “başlangıç”, diğeri de “sonuç” bölümünün yazılışıdır. Çünkü, henüz Veda araştırmalarında kesin olarak anlaşılabilmiş olan hususlar çok azdır. Her şeyden önce, Vedaların ortaya çıkış tarihi bile halen güvenilir belgelerle ortaya konabilmiş değildir.
Vedalarla ilgili bir diğer problemde bu metinlerin muhtevasının ne kadarının otantik olup, ne kadarının da yerli Hint halk kültüründen iktibas edildiği meselesidir. Hindu kaynaklarına ve geleneklerine göre, Vedalar, esas olarak vahye dayanır. Bu görüş günümüzde birçok bilim adamı ve araştırmacı tarafından da desteklenmektedir.
Vedalar’da, tabiat güçleri, sembolik bir anlatımla birer “manevi varlık” olarak tasvir edilmişlerdir. Ancak bu sembolizasyon, Müller’in natüralizminden ol­dukça farklıdır. Bu sembolik sistem, aynı zamanda, animist bir anlayıştan da farklıdır. Animizm’de her sembol, münferit bir tabiat gücünün yine münferit bir niteliğini yansıttığından, bu bağımsız güçler arasında bir koordinasyon bulunmaz. Oysa, Vedalar’daki sembolik sistemde, tabii güçlerin tamamı, belirli özelliklerine göre cinsler halinde sınıflandırılmış ve benzer cinsler belirli bir tarzda birbirleriyle, ilişkili oldukları diğer gruplarla ve merkezi bir otoriteyle irtibatlandırılmıştır. Bu nedenle Vedalarda sembollerin tümelleri temsil ettiği söylenebilir. Animizmde ise sadece tekil veya münferit semboller söz konusudur.
Vedalar ile ilgili bir araştırmada belki de en zor iş; “sonuç” kısmının tasarlanmasıdır. Çünkü, bu konuda doyurucu sonuçlara ulaşmakta kullanılabilecek yeterli materyal henüz bulunamamıştır. Bu gerçeği aslında Hint kültürünün diğer alanlarıyla ilgili çalışmalarda da görmek mümkündür. Hint kültürüyle ilgili incelemeler, çoğu defa bazı temel kavramların çevresinde dönüp, durmaktadır. Hint düşünce dünyasında, tetkiki ve tahlili gereken o kadar çok kavram vardır ki, sadece bunların belirlenmesine yönelik bir ön hazırlık çalışması bile başlı ba­şına bir araştırma konusu teşkil edecek kadar çaplı bir iştir.”16
H. J. Störig, bu müşkül konuyu bir parça anlaşılabilir kılmak için şu tavsiyelerde bulunur: “Daha sonraki gelişmeleri kavrayabilmek için Hindistan’a yeni yerleşmeye başlamış olan Arya’ların yaşama şekillerini gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışalım: Vedaların ilki ve aynı zamanda en eski ve kapsamlı yazılı bilgi ve öğüt kaynaklarından biri olan Rig Veda kitabı bize, Hindistan’ın kuzey batısına henüz yeni yeni yayılmaya başlamış olan Aryalar hakkında bazı fikirler verebilir. Aryalar o sıralarda henüz şehir kurma tecrübesine sahip olmayan, denizcilikten de anlamayan savaşçı ve göçebe çobanlardı. Ancak demircilik, çömlekçilik, marangozluk ve dokumacılık gibi el sanatlarını bilmekteydiler. Aryalar’ın bu dönemine ait tabiat felsefelerinde “canlı-cansız, insan-kâinat, madde-ruh” ayrımlarının pek belirgin olmadığını görmekteyiz. Diğer eski toplumların hemen tamamında olduğu gibi Arya kültüründe de gökyüzü, ateş, ışık, rüzgar, su, yeryüzü ve benzerlerinin, insanlar gibi yaşayan, kendileriyle iletişim kurabilen, ayrı ve bağımsız varlıklar olduğu kabul edilmekteydi.
Rig Veda kitabının “kozmogoni” bölümünde şunlar söylenir:
“Başlangıçta, ne varlık vardı, ne de yokluk.
Her yeri dolduran her yerde olan,
Hava da yoktu yukarıda göklerde!
Nerede derin uçurumlar, denizler...
Başta ne ölümsüzlük vardı ne ölüm...
Gece de olmazdı, gündüz de,
Başka şey yokken “O” bir başına,
Sonsuzlukta uçardı sessizce...
Karanlıkla örtülüydü her yer!
Başı sonu olmayan ışıksız gecede,
Sıkılmış olmalı ki örtüler içinde,
Birden belirdi “O”, parlayan bir güçle...
İşte bu Bir olandan çıktı önce,
Bilginin tohumu olan sevgi,
Varlığın kökü, yokluk iken,
Sevgiyi aradı durdu bilgi...”17
Yine Rig-Veda X. Kitabın 190’ıncı kısmında “Yaratılış” şöyle anlatılır:

“Önce “güç ve kudret”ten, Ebedi ve Gerçek olanın eserleri doğdu,
Sonra, “karanlık” meydana getirildi.
Ve ardından bir (esir) dalgası oluştu;
Bu dalga, her yöne taştı,
Yaratıcı, her yönde birbiri ardı sıra gündüzleri ve geceleri düzenlemek için,
Sıra ile güneşi, ayı, gökyüzünü, yeryüzünü, havayı ve ışığı yarattı...”

Rig Veda’nın kimi bölümlerinde, tıpkı eski Mısır, Mezopotamya ve Yunan kültürlerine ait eserlerde de olduğu gibi, bazı bilgiler, “bilmece” formunda verilir. Bu kitabın bölümlerinden birini oluşturan 52 ifadeden 51’i, bilmeceler şeklinde düzenlenmiştir.
Aryalar doğuya, Ganj deltasına doğru yayılarak orada, başka ırktan olan yerlileri hakimiyetleri altına aldıkları dönem içinde-Hint toplumunun, günümüze kadar süregelen organizasyon şeklini belirleyen–sosyal bir düzenlemeye koyuldular. Bunun sonunda da, kast sistemi doğdu. Kast sisteminin oluşumuna yol açan ilk etken, çoğunluğu teşkil eden yerli halkla karışıp, kaybolmaktan korkan bir egemen yönetici azınlığın, üstün ve imtiyazlı durumlarını sürdürme arzusuydu. Böylece ilk olarak Aryalar ile Çudralar (Chudras) arasında bir ayrım yapıldı. Çudralar, mağlup olarak boyun eğen eski yerli halklardan biriydi.
Aslında ırklar arasında bir ayrım yapmaktan ibaret olan bu işlem, o dönemde Portekizce’deki “kast” kelimesiyle değil Sanskritçe’de “renk” manâsına gelen “varna” terimiyle adlandırılmıştı. Zaman içinde bu işleme, felsefi ve dini boyutlar da eklendi. Kâinatta gözlenen olayların ezeli ve ebedi süreçler halinde gerçekleştirildiği varsayılarak zamana çevrimsel (cyclic) bir nitelik atfedildi. Buna göre zaman, belirli bir başlangıç sürecinden sonra dönüp, dolaşarak yine başladığı noktaya ulaşır ve bunu bir sonraki süreç izler. Hint felsefesinde bu çevrim, dört ana devreye bölünür: Kritayuga, Treyuga, Dyaparayuga ve Kaliyuga. Bunların ilki, insanların en mükemmel ve mutlu ol­dukları dönem iken, sonuncusu da kültürel dejenerasyonunun had noktaya ulaştığı çağdır. Zaten bu uç noktaya varıldığından dolayıdır ki, inzivaya çekilip, kendilerini toplumdan tecrit etmiş olan iyiler bir araya gelir, kötüler yok olur ve yeni bir Kritayuga başlar. Aynı şekilde tanımlanan benzer nitelikteki dönem, Yunan-Latin kültüründe “Altın Çağ” olarak adlandırılır. Ve böylece, zaman içinde yeni bir çevrim başlar.
Bu çevrimli zaman anlayışı, “Karma” adı verilen bir öğretiye de temel teşkil etmiştir. Buna göre, insanlar, davranışlarıyla kaderlerini belirleyerek “Samsara’daki yerlerini alırlar. Samsara, dönen bir araba tekerleğine benzetilir. İnsanlar, hayatları boyunca yapıp, ettikleriyle; bu dairevi yapı üzerinde, çevreden merkeze doğru belirli bir noktada yer almayı hak ederler. Merkeze yerleşmeyi sağlayacak olgunluk elde edilene dek, hayat ve ölüm çeviriminin süreceği düşüncesiyle kişi, ister istemez ideal olgunluğu sağlayacak bilgi ve tutuma sahip olabilme çabası içine girmek zorundadır. Nirvana’ya sadece bu şekilde ulaşılabilir ve ruh ancak böylelikle huzura kavuşabilir. Bu noktaya ulaşan ruh, dünya üstü bir alemde sonsuz bir hayata başlayacak ve “Külli Ruh”ta fani olma şerefine hak kazanacaktır.
Karma ve Samsara kavramları, Hint sosyal hayatında kast sistemini pekiştirmiştir. Çünkü bu anlayış çerçevesinde, yeryüzündeki durum, insanların Samsara’daki konumlarının bir yansıması olarak değerlendirilmiştir. Sonuçta da Hint toplumunda dört bölümlü bir kast sistemi benimsenmiştir: Brahmanlar (rahipler), Kshatriya (askerler, krallar ve devlet memurları), Vaishya (çiftçiler, sanatkârlar ve tüccarlar) ve shudra (bu kesimlerin dışında kalan halk çoğunluğu).
İlk üç kasta mensup ailelerden doğan insanlara “karma” kavramı gereği “iki-defa doğanlar” denilir ve dördüncü kasttakilerin tabii ve zorunlu görevlerinin bu kesime hizmet etmek olduğu kabul edilir.
Kast anlayışı, bir Hintli’yi, Samsara’da daha iyi bir yere sahip olmasını mümkün kılacak şekilde davranmaya zorlar. Samsara’nın müthiş bir biteviyelikteki dönüşü ve bu dönüş içindeki sürekli gidip gelişler, insanı yıldıracak bir nitelik taşır. Kurtuluş ise ancak Nirvana’nın gerçekleşmesindedir. Hint kültüründe yoga başta olmak üzere, mevcut tüm uygulamalar, bu usanç verici durumdan bir an önce kurtulup, huzura kavuşmaya yöneliktir.
Bu eğilim, Hint dünyasında “Evrensel Varlığın yücelik ve sürekliliğinde fani olma” eğilimini ve bunu sağlayacak düşünce ve kavram sistemlerinin üretilmesini, böylece kâinata ve hayata bu çerçevede açıklamalar getirmeye yönelik entelektüel faaliyetlerin yaygınlaşmasını teşvik etmiştir. Sonuçta da orijinal, bağımsız ve kendi içinde bir bütünlüğe sahip olan organize bir felsefi sistem gelişmiştir. Bu felsefe sistemi, diğer düşünce sistemlerinin çoğunu etkilemiş, değişik ekollerin geniş ölçüde faydalandığı birçok farklı yorumlarıyla bütün dünyaya yayılmıştır.



Upanişadlar Dönemi



Hint felsefe tarihinde Vedalar çağını, Upanişadlar dönemi izler. Vedaların zaman geçtikçe hakim hale gelen basmakalıp ve tutucu Brahman yorumları; sonunda araştırmacı ve kıvrak zihinli Hint düşünür, bilge ve çilecilerini tatmin edemez hale gelince, Kuzey ormanlarının bağrında Upanişadlar doğdu. Alman idealist akımının karamsar temsilcisi Schopenhauer, Upanişadları şöyle yorumlar: “Beni hayata bağlayan tek şey ve ölüm karşısında da tek tesellim olan bu metinler, bence dünyanın en etkili ve değerli eserleridir.”18
Upanişad metinleri, kendi içinde bütünlüğü olan tek bir öğretiyi değil, bir çok bilgenin çeşitli görüş ve düşüncelerini kapsar. Farklı önem derecelerine sahip yüzü aşkın Upanişad vardır.
Upanişad kelimesi “upa” (yakın) ve “şad” (oturmak) kelimelerinden oluşur ve bundan da; Upanişadların gerçeğe veya bilgiye yakın olanlara, yani yalnız seçkinlere has gizli ve özel bir öğretiyi kapsadığı anlaşılır. Günümüz yorumcuları, bu dönem Hint felsefe öğretilerinin genelde ancak küçük bir azınlığın tekelinde olan ezoterik (batıni) bir nitelik taşıdığını ifade etmektedirler. Upanişadlarda, bu türden öğretilerin, sadece gerçeğe son derece yaklaşmış olan ve çok sevilen müritlere anlatılabileceği sık sık vurgulanır.
Upanişadların kimler tarafından kaleme alındığı tam olarak bilinmemektedir. Katipler arasında, Gargi adlı bir kadın ile Yüce Yagnavalkya adlı bir bilginin adı geçmektedir.
Veda’ların dünyaya ve hayata yönelik mutluluk ve canlılık dolu atmosferine karşılık, Upanişadların havası oldukça ciddi ve ağırbaşlıdır. Upanişadlarla birlikte, tüm varoluşu, adeta salt bir “ızdırap çekme” olgusundan ibaret görme alışkanlığı, Hint düşünce geleneğine artık kalıcı olarak yerleşir. Aryaların ilk dönemdeki iyimser ve canlılık dolu bakış açıları, acaba nasıl böylesine köklü bir değişime uğramıştır? H. J. Störig, bu soruyu şöyle cevaplandırır: “Sıcak ve nemli iklimin bunaltıcı etkisi, bunda büyük bir rol oynamış olabilir. Ayrıca bir toplumun hayatında, gençlik döneminin taşkınlık ve aşırı canlılığı; olgunluk döneminde yerini, geçici olanla oyalanma yerine, kalıcı olan gerçeği arama isteğine bırakmış olabilir. Genelde, büyük ve yeni düşünceler ile felsefe sistemleri, şüphe ve hoşnutsuzluğun, bir düşünürü bunaltmaya başladığı anda doğar ve onu, görünen alışılmış fenomenlerin ardındaki veya ötesindeki gizli manâları ve gerçekleri aramaya iter. Hint felsefesinin bu dönemde ulaştığı gizemci nitelik, dış alemin önemsiz addedilmesine ve zihnin var gücüyle içe ve “öze” yönelerek; derinleşip, yoğunlaşmasına neden olmuştur. Ve böylece Upanişadların bağrında iki temel Hint felsefesi doğar: “Atman ve Brahman”.
Vedalarda da rastlanan Atman ve Brahman terimlerine, Upanişadlarda daha geniş bir yer ve daha büyük bir önem verilmiştir. Meselâ, bir metinde şu dizeler yer alır :
“O ağaç ki, tahtasıdır Brahman,
Yer ve gök, yapılmıştır hep ondan,
Bilgeler, duyun dinleyin beni!
Brahman yüklenir, taşır evreni...”

Upanişadlarda19 yaratılış da şöyle anlatılır: “-----Başlangıçta “Bir Tek Varlık”, Brahman mevcuttu...O, bir güneş gibi; za­mansızlık içinde tek varlık idi....Ve, O’ndan başka hiçbir varlık yoktu. Henüz tam anlamıyla doğmamış olan bu dünya; gelişen kozmik bir tohum halinde idi. Bir süre böyle geçti...Sonra kozmik tohum parçalara ayrıldı: Bir kısmından gökler, bir kısmından yeryüzü oluştu. Dış zarlardan yeryüzünün dağları gelişti, damarlardan ırmaklar, akan sıvıdan da okyanuslar teşekkül etti. Sonra, öteki güneşler doğdular ve sevinç çığlıkları ile O’na doğru koşup, yükselmeye başladılar....”
Hintli düşünürler için, Brahman her şeyin kaynağıdır. Etimolojik kökeni “soluk, nefes” manâsına gelen Atman’a ise “öz varlık”, “benliğin özü” manâları yüklenmiştir. Atman, kişiliğimizin en derin özüdür. İnsanı, maddi yapısını oluşturan unsurlarından ayırırsak, geriye “hayatın özü” olarak adlandırılan “esas” kalır. Bundan da tüm istekler, arzu ve tutkular tecrit edilirse, varlığımızın en derinindeki o en soyut, en derin şeye, yani Atman’a ulaşılır. Genel bir şekilde daha eski metinlerde de yer alan bu kavramsal sisteme Upanişadların katkısı; Brahman ve Atma’nın, aynı ve bir gerçeğin, farklı cepheleri olduğu vurgusunun eklenmesi şeklinde olmuştur.
Bu durumda, evrenin en temelinde yalnız bir tek gerçek Öz vardır. Ve bu, tüm evren söz konusu olduğunda Brahman, tek tek varlıklar söz konusuyken de Atman’dır. Gerek kâinatın içindeki varlıklar, gerekse insanın içindeki Atman olsun, her şey Brahman’ın yansımalarından ibarettir.
Evrenin anlam ve özünün, aynen insanın iç dünyasının derinliklerinde de bulunduğunu bilen ve O’na; kendi özüne dalıp, yoğunlaşarak ulaşılabileceğini kavrayan Hintli bilge için, dış gerçeklik ikinci plânda kalır. Bu yaklaşıma göre zaman ve mekanla sınırlı nesneler dünyası; gerçeğin kendisi, yani Atman değil, bazen yanıltıcı da olabilen bir kılıfı veya örtüsü; yani Hintçe ifadesiyle “Maya” dır.
Maya, varlığın pek çok farklı biçimler alabilen yanıltıcı görüntüsüdür. Oysa gerçek, temelde bir ve tek idi. “Brihadaranyaka Upanişad”da şöyle denir: “Şunu aklına sok: Gerçekte çokluk yok! İnsan, önce Atman’ı kavramalı. Onu kavrayan, tüm evreni an­lar!” Upanişad yazarları arasında adı günümüze ulaşan nadir kimselerden Yagnavalkya, karısı Maitreyi’ye bu hususu şöyle anlatır: “Kendi özünü kavramalı, anlamalı insan, Maitreyi. Kendi özünü bulmuş, tanımış ve kavramış olan kimse, evrendeki her şeyi bilme ve anlama kabiliyetine sahip olmuş demektir!..”
Ünlü Yunan filozofu Sokrates’ın da felsefesinin temelinde yer alan ve kendisinden sonra gelen tüm büyük düşünürleri etkileyen ve yönlendiren “Kendini bil!” ilkesinin, birçok çağdaş düşünür üzerinde de çok derin izleri mevcuttur. Ünlü İndoloji uzmanı P. Deussen bu hususu şöyle ifade eder: ”Gelecek zamanların felsefeleri hangi yeni ve orijinal yollara girerse girsin, şu bakış açısının daima göz önünde bulundurulacağını şimdiden kesinlikle söyleyebiliriz: Tabiattaki nesnelerin özüne ne kadar fazla inilir, nihai gerçeğe ne kadar yaklaşılırsa; varoluşun en büyük muammasının anahtarının, aslında insanoğlunun iç deriliklerinde bulunduğu hususu da o kadar açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkarılmış olacaktır.”
Sezgi kavramıyla ilgili bu tür yaklaşımların gerçekte Batılı düşünüre o kadar yabancı olmadığı Goethe’nin şu dizelerinden anlamak mümkündür:

“Şaka sanmayın bu sözü;
Sürdüğünüz, yanlış iz!
Değil midir tabiatın tüm özü,
Ta insanın gönlündeki giz?”

Bazı düşünürler sezgiyi; “gözlem, deney, akıl yürütme veya mantıksal çıkarım yoluyla elde edilmeyen türden bilgilere ulaşma yeteneği” olarak tanımlarlar. Bu yaklaşımda sezgi, özgün ve bağımsız bir bilgi kaynağı olarak görülür. Sezgiye dayanan bilgi, ispatlanması gerekmeyen, dolaysız ve açık bilgidir. Mantık ve matematiğin temel aksiyomları gibi zorunlu “doğrular”, bu türdendir.
Felsefe tarihi boyunca çeşitli filozoflar, öğretilerinde sezgiye değişen oranlarda yer vermişlerdir. Aristoteles “Sezgisel düşünce (nous), ispatı bulunmayan kavramları bilmemizi mümkün kılar” der ve buna örnek olarak “arkhe”yi kavramamıza imkân sağlayan bilgi türünü gösterir. Descartes’a göre sezgi, şeylerin dolaysız ve kesin bilgisini sağlayan en temel zihinsel fonksiyondur. Descartes, “Lumen naturale” olarak nitelediği sezgi aracılığıyla, “cagito”yu kavramanın mümkün olduğunu söyler. Spinoza ise sezgiyi “amor intelllectualis” olarak adlandırarak “Tanrı’yı onunla bilebileceğimizi” ileri sürer. Leibniz de bilgiyi, “sez­gisel olan” ve “olmayan” şeklinde iki kategoriye ayırır. Kant için sezgi, bilme sürecinin hem başlangıç, hem de bitiş noktalarıdır. Sezgi’yi, bilginin ilk ve temel biçimi olarak adlandıran Hegel’e göre “Zaman da sezgiyle kavranan bir saf dış kendilik olup, yine ancak sezgiyle algılanabilir.” Ünlü matematikçi Poincaré’de sezgiyi, bilim alanında, akıl yürütme kadar güvenilir ve yararlı bulur. Poincaré “Bilim ve Metot” adlı eserinde “Bize üzeri örtük kavramsal ilişkileri, gizli ahenk ve düzenliliği keşfettiren şey, sezgidir. Biz, mantık ile ispatlar, sezgi ile icat ederiz.” der.
Hollandalı matematikçi L.E.J. Brower’in de katkılarıyla sezgicilik, bağımsız bir matematiksel düşünce okulu haline gelmiştir. Bu okulun prensiplerine göre matematiksel söylemin temel nesneleri, kendi kendini ispatlayan yasaların yönlendirdiği zihinsel kurgulardır.
Ancak, sezgiyi, orijinal ve sistematik bir felsefi yaklaşımın temeli yapan kişi, Fransız düşünürü H. Bergson olmuştur. Bergson’da da sezgi; esas olarak realitenin, akıl yürütme veya deneye baş vurmaksızın doğrudan kavranabilen bilgisidir ve bu bilgi, ispatı gerektirmeyen apaçık bir gerçektir. Bergson sezgiden hareketle bağımsız bir felsefi sistem geliştirmiş ve onun bu yaklaşımı bir çok düşünürü ve sanatçıyı derinden etkilemiştir.



Buda ve Budizm



Kitabın bu bölümünün hazırlanmasında amaç; kronolojik, tam ve kapsamlı bir bilim ve felsefe tarihi metni oluşturmak değil; düşünce tarihinin gelişim sürecinin temel niteliklerini ön plâna çıkarmak olduğundan; eski Hint düşünce sisteminin temel kaynaklarına ve kurucularına son bir örnek olarak; Buda ele alınacak ve müteakiben Hint felsefesinin genel özellikleri ve günümüzdeki etkileri gözden geçirildikten sonra da, eski Çin düşünce tarihinin tahliline başlanacaktır.
Günümüzün en yaygın dünya görüşlerinden ve dinlerinden biri olan Budizm’in başlatıcısının hayatıyla ilgili olarak, doğrudan çağdaşlarından veya kendisini görüp, tanımış olanlardan günümüze ulaşan hiçbir tarihi belge mevcut değildir. Buda’nın ardından, ona inananların ve izleyicilerinin hayranlıklarını ifade eden menkıbe ve söylencelerden oluşan örtüleri kaldırarak, tarihi gerçeklere ulaş­mak son derece zor, belki de hiçbir zaman başarılamayacak bir şeydir.
Bu türden en yaygın kaynak, Pali dilinde yazılmış Tipikata “Üçlü Kanun” veya “Üç Sepet” adlı metinlerdir. Buna göre asıl adı Siddharta Guatama olan Buda’nın ismi, “uyaran” veya “aydınlanan” manâsına gelen bir ünvandan kaynaklanır. S. Guatama, bugünkü Nepal ile Hindistan arasında hüküm süren Sakya kralının oğluydu. Guatama’nın 29 yaşında hayatının dönüm noktasına ulaştığı anlatılır: “Yaşlılık, hastalık ölüm gibi insani ıstıraplar karşısında metanetini hiç kaybetmeyen, sarı cübbeli, başı tıraşlı bir keşişten etkilenen genç prens, bir Şramana (çileci) olarak huzura ulaşmanın yollarını aramaya karar verir. Ve oğlunun doğduğu günün gecesinde evinden ayrılarak, ülkenin ibadet ve eğitim merkezlerinin toplandığı güney bölgesine doğru seyahate başlar. Yolda uğradığı Magadha devletinin kralı, kendisine ülkeyi birlikte yönetmeyi teklif ederse de, Guatama bu teklifi reddederek, ona gerçeği öğretecek öğretmenleri aramaya devam eder.
Önce yaşlı bilge Alara Kalama’dan, sonra Uddaka Ramaputta’dan ders alır, ancak onlarda aradığını bulamaz. Guatama’nın hakikate ulaşma yolundaki esas mücadelesi, Uruvela kenti ya­kınlarındaki Senanigama köyünde başlar. Burada, beş kişiyle birlikte yaklaşık 6 yıl boyunca sıkı bir perhiz (riyazet) uygulamasından sonra Guatama, gerçeği bu şekilde de bulamayacağı kanaatine varır. Onun bu tavrı karşısında hayal kırıklığına ve öfkeye kapılan arkadaşları, kendisini tek ederler. Tek başına kalan Guatama, bir hintinciri ağacının altında oturmakta iken Senanigama’nın yöneticisinin kızı Sucata, kendisine bir tas sütlaç ikram eder. Bu onun “bodhi”den (aydınlanma) önceki son yemeği olur. O günü korulukta geçiren Guatama, akşam olunca–sonradan bodhi olarak adlandırılacak olan–bir ağacın altına oturur ve “aydınlanma”ya ulaşana kadar orada kalmaya karar verir. Artık o bir iç mücadele ve hesaplaşma süreci yaşamaktadır. Önce, tutkular dünyasının efendisi ve kötülüğün sembolü Mura’nın baştan çıkarma çabalarından, 10 “paramita=fazilet kuralı”nın yardımıyla kendisini kurtarır. Bundan sonra başlayan tefekkür safhasında, o zamana kadarki tüm “varoluşların” (Pali dilinde pubbenivasanussati-nana) bilgisine erişir. Ardından kendisine varlık aleminin yokoluş ve yeniden var ediliş halini görme kabiliyeti verilir. Nihayet ruhu, “tüm ahlâksızlık ve kötülükleri yok etme” gücüyle donatılır. Böylece Guatama, Vesakha (mayıs) ayının dolunaylı bir gecesinde, “aydınlanmaya” ulaşır.....”
Pali diliyle kaleme alınan eski metinlere göre Buda, insanları eğitme ve bilgilendirme hususundaki büyük kabiliyetiyle ün salmıştı. Herkese merhamet (karuna) ve bilgelikle (panna) yaklaşır, herkesle durumuna ve ihtiyaçlarına göre konuşmayı bilirdi. Onun insanlarla diyaloğu, ideal bir öğretmen ile öğrencisi arasındakine benzer şekilde; karşılıklı sevgi, bağlılık ve saygı temeline dayanırdı.
Kendisine pek çok olağanüstü kabiliyet ve keramet atfedilmesine rağmen Buda, bu tür şeylere hiç itibar etmezdi. Hatta bir gün müritlerinden birisi halkın önünde böyle olağanüstü bir hal gösterdiğinde, onu azarlayarak bir daha böyle davranmaktan men etmişti. Buda’ya göre en büyük keramet, insanlara hakikatin anlatılması ve benimsetilmesiydi.
Eski metinlerden ortaya çıkan tabloya göre Buda, insanların çekmekte oldukları ıstıraplara karşı son derece hassas, oldukça sistemli bir düşünme ve yaşama tarzına sahip, her zaman çevresindeki kişilere, kendilerini kötülüklerden koruma yöntemlerini öğretme çabası içinde olan, bilgelik ve şefkat dolu bir insandı. Buda, bu çerçevede, Hindistan’ın köklü ve yerleşik bir kurumu olan kast sistemine de karşı çıkmış ve insanların eşitliğini vurgulamıştır.
Budaya göre insanın temel hedefi, nefsin (benliğin) tuzaklarından ve dünya işlerinin ayak bağından kurtularak, varoluş sırrını kavramaktır. Bunu başaran kişi aydınlanmaya (bodhi) ulaşmış olur. Aydınlanmış insanın durumunu tasvir eden “Nirvana” terimi, “sönmek” manâsına gelmektedir. Çünkü ona göre aydınlanma, insanın kalbindeki üç büyük günah ateşinin (şehvet, kötülük ve tutku) söndürülmesiyle mümkündür.
Nirvana’nın bazı yabancı araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılarak bir tür “hiçliğe veya yokluğa eğilim” gibi değerlendirilmesi, Budizm’in temel öğretisinin hatalı yorumlanmasına yol açmıştır. Nirvana’ya-yetersiz kalacağı veya yanlış anlaşılmasına yol açacağı endişesiyle- herhangi bir kişilik özelliği atfetmekten daima kaçınan Budist düşünürler, bu türden her türlü nitelemeden daima uzak durmuşlardır. Çünkü Buda, Nirvana’nın insan zihni tarafından tam anlamıyla kavranabilmesinin mümkün olmaması nedeniyle, O’nun tasvirinin veya nitelenmesinin sakıncalı olacağı konusu üzerinde ısrarla durmuştu. Ama, Nirvana’ya ulaşmanın hiçlik veya yok oluş değil, aksine sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe ulaşmak anlamına geldiğini de aynı özenle vurgulamıştı. Sınırsız hayatın önündeki her türlü engelin ortadan kalktığı anda gerçekleşen Nirvana’ya ulaşma hali, gerçekte, ebedi bir varoluşun başlangıcını da içeriyordu.
Nirvana’nın doğmamışlığı, ölümsüzlüğü, en büyük ve en üstün oluşu; hareketten, değişimden tamamen uzak olan benzersiz durumu, O’nu, Tanrı kavramına yaklaştırmaktadır.
Ancak, ne var ki, Buda’dan sonra Budacılık üzerindeki başlıca belirleyici etken, (bhakti) akımı oldu. Bu akımın temel ilkesine göre insan, Tanrı’ya giden yolda bir tür aracı varlığa başvurmalı, ona kendisini adamalı ve bunun karşılığında ondan, kurtuluş için gerekli vasıtaları beklemeliydi. Ve kısa bir süre içinde, aslında öğretisine temelden aykırı olan bu yaklaşımla Buda, inananları kurtarmayı üstlenmiş bir tür aracı ilâh (Bhagavat) gibi görülmeye ve kendisine tapılmaya başlanmıştır.



Eski Hint Felsefesinin Temel Özellikleri ve Günümüzdeki Etkileri



Eski Hint felsefesinin karakteristik özellikleri şöyle özetlenebilir: Hint düşünce dünyası büyük ölçüde geleneğe bağlıdır. Hindistan’da doğup, gelişen felsefe sistemlerinin çoğu, gerek temel önermelerinin tayini, gerekse bunların teyit edilmeleri bakımından eski Veda literatürüne dayanır. Bir Hintli açısından bir sorun doğurmayan bu durum, Hint felsefesini, Hint kültüründen soyutlayarak veya onu yeterince bilmeden incelemeye ve anlamaya teşebbüs eden yabancılar için önemli bir engel teşkil eder.
Hint düşünce sistemleri, yalnızca gerçeği aramaya ve ortaya koymaya değil-hatta bundan çok daha fazla-doğru yaşama biçiminin belirlenmesine ve kurtuluşa giden yolun tayinine yöneliktir. Bu arada, pek çok etkenin yanı sıra, özellikle Hint halkının duyarlılığı, soyut düşünceye yatkınlığı ve doğru yolu bulma tutkusu, eski Hindistan’da felsefenin, belki de başka hiçbir toplumda görülmemiş yoğunlukta bir ilgi ve destek bularak; gelişip yaygınlaşmasını mümkün kılmıştır.
Çoğu Batı düşünce sistemleriyle Hint düşüncesi arasındaki en derin ayrılık, Hintli bir düşünür için duyular yoluyla kavranılan “dış dünya”nın bilgisinin birinci dereceden bir önem taşımamasından kaynaklanır. Buna göre, “gerçek” sadece duyular yoluyla kavranamadığı gibi, bazen kelimelerle de tam olarak ifade olunamaz. Ona, en kapsamlı bir tarzda ancak sezgi yoluyla yaklaşılabilir. Çağdaş bir Upanişad yorumcusu bu hususu şöyle dile getirir: “Katı rasyonel felsefi yaklaşımlar, agnostisizm ile sonuçlanmaktadır. Bu, söz konusu yaklaşım ve bakış açısıyla bilgiye ulaşma çabasının kaçınılmaz sonucudur. Doğrusunu söylemek gerekirse, insan zihninin yapısı gereği, her araştırmacı gibi yola sezgisinden ilham alarak çıkan akılcı filozof,-nihai çözümü de bu yolla ortaya koymayı kendisine yakıştıramadığından- bir süre sonra sezgiye sırtını döner. Bu arada, cevap bekleyen pek çok soruyu görmezden gelmek zorunda kalır. Oysa sezgiden kaynaklanan ilham (intuition) ile işe başlamış olan bir kişinin, sonuca da yine ilham aracılığıyla ulaşması gerekli değil midir?”20
Hintli düşünürlerin üzerinde durulması gereken bir diğer özellikleri de, sınırsız hoşgörüleridir. Her ne kadar eski literatürde bazı tartışmalardan, görüş ayrılıklarından ve münakaşalardan söz edilse de; asla aşağılama, baskı veya hakarete yer verilmez. Gerçeğe giden sadece tek bir yolun var olduğu fikri, Hintli düşünüre tamamen yabancıdır.
T. Akman’ın “Dünyanın Sibernetik Oluşumu” adlı kitabındaki “Modern astrofizik ve eski Hint filozofları” başlıklı bölümde şunlar anlatılır: “...Düşünce tarihinin evrimi üzerinde yapılan araştırmalarda genellikle eski Yunan düşünürleri üzerinde durulmakta ve onların bilimsel düşüncenin gelişimine yaptıkları büyük katkı vurgulanmaktadır. Rönesans ile birlikte Avrupa kültürüne iyice yerleşen bu kanaat, zaman içinde bir hayranlığa dönüşmüş ve yakın geçmişte birçok yazar ve bilim adamı, eski Yunan düşünürlerine ait görüş ve ifadelere; eserlerinin başlık, önsöz veya giriş bölümünde yer vermeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Gerçekten de bazı eski Yunan düşünürlerinin madde, ruh, uzay, zaman, kâinat, varlık ve yokluk ile benzeri konular hakkında çok ilginç, hatta çağlarını aşan görüşleri vardır. Leukippus ve Demokritos’un atom hakkındaki ifadeleri, Platon “ide”leri, Aristoteles’in varlık-yokluk felsefesi, Sokrates’in etik sistemi, Heraklitus’un relativiteyle ilgili görüşleri bunlardan bazıları olup, bu düşüncelere saygı duymamak, gerçekten imkânsızdır.
Ama eğer, ya bütün bu görüşler eski Yunan filozoflarından çok daha önceleri başka bir kültürde ele alınıp, işlenmiş ise, o zaman, bu “daha eski kültür”ün bizde saygının da ötesinde, hayranlık uyandırması gerekmez mi? Sözünü ettiğimiz bu kültürün temsilcileri, eski Hint filozoflarıdır.
İndoloji, yani eski Hint kültürü araşmalarına, eski Yunan kültürünün batı bilim dünyasına tanıtılmasından asırlar sonra başlanabilmiştir. Buna rağmen eski Hint filozoflarının “yaratılış” konusundaki çok derin düşünceleri çağımız astrofizikçilerini öylesine etkilemiştir ki, son 15-20 yıldan bu yana yazılan bir çok astrofizik kitabında; Vedalar, Upanişadlar veya Buda’dan alıntılara yer verilmektedir. Oysa bundan 40-50 yıl önce yazılan bilim tarihi kitaplarında, eski Yunan’ın düşünceleri büyük bir önceliğe ve önemli bir yere sahiptiler. Meselâ ünlü matematikçi ve filozof A.N. Whitehead “Adventures of Ideas” adlı kitabında şunları yazmaktaydı: “...Batı biliminin ilk doktrinlerinden biri olan Aristoteles Yasası, tarihi akış içinde, eski Yunan düşünürü Milet’li Thales’den gelmiştir. Thales, milâttan 600 yıl önce yaşamıştı. Şüphesiz; Mısır, Mezopotamya, Hindistan ve Çin’de de örnek alınacak düşünürler vardır. Fakat insanın araştırma tutkusuyla gelişen, eleştirileriyle saflaşan ve batıl inançların ayıklanmasıyla ilerleyen modern bilim, eski Yunan kültürüyle birlikte doğmuştur. Ve ilk temsilcisi de Thales’dir.” 21
Yine çağımız filozoflarından B. Russell batı felsefe tarihi konusundaki bir kitabında Pythagoras hakkında şunları söyler: “... Bilindiği gibi Pythagoras tüm şeyler, sayıdır demişti. Bu anlatım, modern açıdan, ilk bakışta çok mantıklı görünmeyebilir. Ancak Pythagoras, bu ifadesiyle çok derin bazı gerçekleri anlatmaya çalışmaktadır. Sayıların müzikteki önemini ilk olarak vurgulayarak, matematik ile müzik arasında birtakım ilişkiler bulunduğuna dikkat çeken de odur. Onun tanımlamış olduğu “uyuşumsal orta” gibi matematik terimler halen kullanılmaktadır. Sayıların kareleri ve küpleri Pythagoras’a borçlu olduğumuz kavramlardır. O, dikdörtgen, üçgen, piramit ve bunlarla ilgili rakamsal değerlerden de söz etmişti...” Russell kitabında, Pythagoras’a karşı duyduğu hayranlığına ve bunun nedenlerine ait başka örnekler de verir.
Ancak, Pythagoras’ın bu kavramları eski Hint filozoflarından aldığını gösteren yeni bulgular vardır. A. Weber, ünlü “Felsefe Tarihi” adlı kitabında bu hususla ilgili olarak şunları anlatır. “...Pythagoras‘ı Brahmanların bir öğrencisi sayabilir, hatta onu Buda ile özdeş görebiliriz. Çünkü sadece isimleri değil, doktrinleri de birbirine son derece benzerdir. Python veya Pythagoras; “gönlüne bilgi doğan, gaipten haber veren” manâsına gelirken, Buda da “aydınlanmış” demektir. Felsefelerinin esasını teşkil eden dualizm, pesimizm, ölümden sonra yeniden doğuş, kendini kontrol, meditasyon, tüm insanlara karşı iyilik duygusu besleme, doğruluk, adalet ve benzeri özellikler, bu iki şahsı birbirine öylesine yaklaştırır ki, sonunda onlar adeta kaynaşıp, “bir”leşirler. Daha önceki yazarların özellikle Aristoteles’in Pythagoras’ın kişiliği ve hayatı hakkındaki suskunluğu, Pythagorasçılık ve Budizm’in aynılığını doğrular gibidir...”
İndoloji Profesörü W. Ruben, “Eski Hindistan Tarihi” adlı kitabında bu konu üzerinde durarak, şunları belirtir. “Herakleitos’un eserlerini kaleme aldığı zamandan çok önceleri Buda ölmüş bulunuyordu...” Birçok düşünce tarihi uzmanı Vedaların, milâdın 1500 ilâ 1000, Upanişadların ise en azından 800 yıl öncesinden kaynaklandığını kabul etmektedir. Böylece, eski Hint düşünürlerinin, antik çağ Yunan filozoflarından çok daha önce yaşadıkları kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.” Ancak Mezopotamya kültürünün, bu iki uygarlığın her ikisinden de önce geliştiği ve büyük bir ihtimalle onların ortak ilham kaynağı olduğu hususu da göz ardı edilmemelidir.





Çin Uygarlığı





Eski Çin Entelektüel Hayatına Genel Bir Bakış



Çin, uygarlık tarihine ait en eski izlerden bazılarının bulunduğu bir ülkedir. Çin’de felsefenin doğuş ve gelişme tarihi, yaklaşık olarak Hindistan’dakiyle aynıdır.
Çin de, Hindistan gibi, çok geniş yüz ölçümü, aşırı kalabalık nüfusu, bölgeden bölgeye değişen çok çeşitli iklim özellikleri, son derece farklı yeryüzü şekilleri, konuşulan çok sayıda lehçe ve dil ile tek bir ülkeden ziyade, başlı başına bir kıtaya benzer. Okyanuslar, sıradağlar, yağmur ormanları ve çöllerle çevrili bu uçsuz bucaksız topraklar, binlerce yılı kapsayan kesintisiz bir kültürel süreçle bugünlere ulaşan orijinal ve müstakil bir uygarlığın beşiği olmuştur.
Düşünce ve dil çok yakından ilişkili olduklarından, bir çok yönden karşılıklı olarak birbirlerini etkileyip, biçimlendirir ve hatta sınırlandırırlar. Bu nedenle Hint-Avrupa dillerinden oldukça farklı özelliklere sahip olan Çin dili ve yazısı üzerinde durmak uygun olacaktır.
Çince, yapısı bakımından Batı dillerine hiç benzemeyen tek heceli ve ayrışkan (isolierend) dillerden olduğu için; belirli bir kurala göre çekilemeyen, ön ve son ek almayan kelimeler içerir. Çoğaltılamayan ve Çince’ye has belirli söyleyiş biçimleriyle sınırlandırılmış olan bu tek heceli kelimelerle farklı manâları aktarabilmek için, tek bir hece, değişik vurgularla seslendirilir. Yani, aynı harflerden oluşan ve aynı ses yapısına sahip olan kelime veya hecelerin manâ farklılığı, ton (titrem) farklılığı ile ifade edilir. Modern standart Çince’de dört titrem vardır. Daha eski olan Guangzhou dilindeyse altı titrem bulunuyordu. Sözlü Çince’nin melodik niteliği, bu vurgu veya ton değişimlerinden kaynaklanır. Bu şekilde, bazen tek bir hece ile 50 kadar farklı manâ aktarılabilir. Bir kelimenin mecazi ve argo manâları da dahil en fazla birkaç farklı manâ taşıyabilmesine alışkın olan bizler için, bu durum oldukça şaşırtıcıdır.
Çince söz diziminin kesin kuralları sayesinde bir kelimenin manâsı, ayrıca; cümlenin gelişinden veya cümle içindeki yerinden de anlaşılabilir. Benzer şekilde bir kelimenin isim, zamir, sıfat veya fiil oluşu, yine sentaktik konumundan ve bağlam durumundan anlaşılır.
Çin konuşma dili gibi, Çin yazısı da Batı dillerinden son derece farklıdır. Bir tür resim yazısında türetilen ve resim özelliklerini hâlâ taşıyan Çin yazısı, bizim yazımızda olduğu gibi konuşma dilinin seslerini temsil eden harflerden değil, nesne ve kavramları gösteren şekillerden (ideogram veya piktogram) oluşur. Çince lügatlerde genellikle, ”karakter” olarak adlandırılan 40 000 kadar sembol yer alır. Ama pratikte, dörder birimli kod gruplarına ayrılmış olan 10 000 kadar sembol kullanılır. Çince okuyup, yazabilmek için en az 2 bin kadar karakter bilmek gerekir. Belirli kelimeler, ya kelimenin manâsını ifade eden tek bir sembol ile veya bir sembol gurubu ile gösterilir.
Çince’de dağ, ev veya ağaç gibi somut varlıklar, temsil ettikleri nesneyi çağrıştıran ideogramlarla gösterilir. Soyut bir kavram ise, mecazi manâsı olabilecek nesnelerle–meselâ ruh kavramı kalp sembolü ile–ifade edilir.
Sabit şekillerden oluşan böyle bir yazının zaman içindeki değişim hızı, sese dayalı bir alfabenin değişim hızından çok daha küçük olacaktır. Konuşma dilinde farklı lehçelerin varlığına ve kelime dağarcığının zaman içinde süratle değişmesine karşılık Çin yazı dili ve edebiyatı, 3 bin yıldır çok az değişmiştir. Yabancı istilâların da sarsamadığı bu edebi süreklilik, eski Çin’in uçsuz bucaksız toprakları üzerinde kültürel bütünlüğü sağlayan başlıca etken olmuştur.
Çin resim-yazısını okuyup, yazabilmek için birkaç bin sembolü ezberlemek ve söylenişini öğrenmek gerektiğinden dolayı, Çin halkının büyük çoğunluğu eğitimsiz kalmış; yazı dili ile konuşma dili giderek birbirinden uzaklaşmışlardır. Yazı dilinin günlük hayattan kopmasıyla biçimsel kurallar kalıplaşmış, yeni içeriklere yeni biçimler arama yolu tıkanmıştır. Buna karşılık, lehçe farklılıkları Roman dillerinde olduğu gibi zamanla ayrı dillere (Fransızca, İtalyanca, vb) dönüşmemiştir. Ama yine de bu farklı lehçelerin, dilbilimciler tarafından ayrı ayrı sınıflandırılan farklı biçimleri vardır. Bu dilleri konuşanlar birbirlerini anlayamazlar. Ancak bu dilleri konuşan kimseler, aynı Konfüçyüs metnini farklı sesler ve vurgular ile okusalar da, kağıt üzerindeki göstergelerden aynı şeyi anlarlar.
Dil ve yazı; kültür ve uygarlık alanındaki gelişmelerin yanı sıra, algılama ve düşünme tarzını da etkileyen faktörlerin başında gelir. Dili ve yazısı böylesine farklı bir toplumun “düşünme sistem ve dünyası” da şüphesiz oldukça farklı bir şekilde yapılanacaktır. Tarih içinde, Hint-Avrupa dillerinin birbirinden açıkça ayrılabilen özne, nesne, yüklem, isim, sıfat ve fiil gibi gramer unsurlarının analiziyle ilgili çalışmalar sonunda ortaya çıkan mantık adlı disiplinin Çin’de gelişmesi teorik olarak imkânsızdı. Nitekim, Çin tarihinde mantık alanındaki çalışmalarıyla ünlü bir düşünüre rastlayamıyoruz.
Çin dilinin morfolojik farklığı nedeniyle Çince’den yapılan tercümelerde–özellikle soyut kavramlar içeren felsefi metinlerin çevirisinde-daima büyük zorluklarla karşılaşılmıştır. Metin yazarı, iletmek istediği manâ ve enformasyonun bir kısmını; ancak söz dizimi ve bağlam ilişkileriyle ve çağrışım potansiyeli yüksek ideogramlarda ifade etmeye çalıştığı için, soyut kavramların ayrıntılarına ve incelikli yorumlarına ait tercümelerde, manâ kayıp ve değişmelerinden kaçınabilmek, imkânsız derecede zordur
Bütün bunlara rağmen Çinliler; “toprağın sistemli bir şekilde işlenmesi, akarsu rejiminin düzenlenmesi, porselen, barut, pusula ve benzerlerinin imali, kağıt para kullanımı, güzel sanatlar, edebiyat, devlet yönetim stratejisi” başta olmak üzere, diğer bir çok farklı alandaki buluşları ve uygulamalarıyla, gerçekte tüm insanlığın müşterek mirası olan bilim, teknoloji ve uygarlığın evrimine önemli katkılarda bulunmayı başarabilmişlerdir.
Huang Irmağı’nın büyük kıvrımı tarafından çevrelenen Ordos steplerinin güneyinde yapılan kazılarda bulunan birtakım aletlerin ve diğer kalıntıların ait olduğu dönem, Mısır uygarlığı kadar eskiye uzanır. 1921’de Huang Irmağı’nın yakınlarındaki Yangshoa’da; sakinlerinin avcılık, hayvan besiciliği ve çiftçiliğin yanı sıra; dokumacılık, seramikçilik ve metal işletmeciliğiyle de uğraştığı anlaşılan birçok yerleşim yeri ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 2500’lere tarihlenen yöre uygarlığının, özellikle Hunan ve Gansu’da zirveye ulaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Zamanla bu uygarlık, güneye doğru yayılmıştır.
Yangshoa’da bulunan beyaz ve Longshan’da bulunan siyah seramikler ve benzeri diğer buluntular, eski Çin uygarlığının belirli bir dönemde Batı Asya ile sıkı ilişki içinde olduğunu göstermektedir. Bir zamanlar, sadece Çin’e has olduğu sanılan “üç oyuk ayaklı” sehpaların benzerlerinin Anadolu’da da bulunması, bu hususu teyit etmiştir.
Çin’in değişik bölgelerinde yapılan kazılarda rastlanan, ustalıkla boyanmış çömleklerin belirli bir zaman dilimi içinde aniden yaygınlaşması, o dönemde bu ve benzeri alanlarda çok ileri düzeylere ulaşmış olan İran ve Güney Rusya ile münasebetlerin yoğunlaşmış olduğuna işaret etmektedir.
Orta Çin’de, surlarla çevrili bir Shang kenti olan Zhengzhou ile onun kuzeyinde yer alan ve Shang’ların son başkenti olan Anyang; sıkıştırılmış toprak bloklardan yapılmış yüksek surlarıyla çarpıcı bir mimari yapı özelliği arz ediyordu. Kentlerin içinde seramik fırın ve fabrikaları, kemik oyma atölyeleri ve tunç dökümhaneleri bulunmaktaydı.
Çin’de yönetim yaklaşık 90 yıllık bir geçiş sürecinden sonra Shang hanedanından (M.Ö. 1800-1200) Zhou hanedanına (M.Ö. 1111-256) devredilirken, Çin halkı da kabile toplumundan feodal topluma ve Tunç Çağı’ndan da Demir Çağı’na geçmiştir. Bu değişimle birlikte; sosyal ve ekonomik yapı, günlük hayatta kullanılan araç ve gereçler, toplum fertlerinin bilgi ve beceri düzeyi ile yaşama şekilleri de büyük ölçüde değişmiş oldu.
Shang yönetiminin son 300 yılı içinde, Neolitik gelenekten kopuşla birlikte, yepyeni bir uygarlık doğdu. Bu, atlı savaş arabalar, çok miktarda yazılı belge tanzimi, tuncun kalıba dökülmesi ve diğer zanaatlarla ilgili uygulamalar bakımından, batıdakilere kimi yönleriyle benzeyen, ancak bir çok orijinal niteliği de sahip olan bir uygarlıktı.
Ordos (Maowusu) bölgesinde bulunan tunç eşyalar, buradaki gelişimin Avrasya bozkır kuşağı uygarlığının bir uzantısı olduğunu göstermektedir. Bölgedeki buluntular, Mezopotamya orijinli metal işlemeciliğin Çin’e kuzeybatıdan girdiği varsayımını güçlendirir niteliktedir.
Bugüne kadar elde edilen bulguların genel bir değerlendirmesi yapıldığında, Çin uygarlığının, bir çok değişik etnik topluluğun ve kültür merkezinin entelektüel ürünlerinin karışıp, kaynaşmasıyla doğduğu ve geliştiği sonucuna ulaşılabilir. Bugünkü Sinkiang ve Moğolistan’dan bazı göçlerin ve Batı Asya ile Güneydoğu Avrupa yönünden gelen bazı etkilerin mevcudiyetine dair bulgulara rağmen, bu uygarlığın temel kaynağını büyük ölçüde Çin toplumu ve kültürü teşkil eder. Çok eski dönemlere ait mitolojik Çin metinleri, sonradan büyük değişikliklere maruz kalmış olduklarından, tarihe ışık tutma hususunda henüz fazla yararlı olamamaktadır. Bu mitolojik yazılarda, halka çeşitli araç ve gereçlerin kullanımı ile birtakım önemli işlerin yapılış şeklini öğreten bilge hükümdarlardan söz edilir.
Bunlardan, M.Ö. 3000 dolaylarında yaşayan bir imparatora ait olduğu rivayet edilen “I Ching” (Değişimler Kitabı) adlı eserdeki felsefi çerçeve o kadar ilginç ve çarpıcıdır ki, geçmişin ve günümüzün birçok ünlü düşünürü ve bilim adamı, ondan büyük ölçüde etkilenmiş olduklarını beyan etmişlerdir. I Ching’in günümüze ulaşmasında önemli bir rol oynamış olan Çinli düşünür Konfüçyüs, son derece değerli olduğuna inandığı bu eser hakkında şunları söylemişti “Onu iyice kavrayıp, anlayabilmek için keşke bir elli yıllık ömrüm daha olsa!”
I Ching’de bazı önemli bilgiler “tek ve uzun bir çizgi” ile “kısa bir çift çizgi”nin üçerli kombinasyonlarından oluşan sekiz “trigram” ile kodlanarak verilmiştir. Her üçlü birim; bir olayı, bir varlığı veya insan hayatına ait bir durumu simgeler. Tek parçalı sembol olan “yang”, aydınlık bir unsuru (ışık, hareket, hayat, vb) temsil ederken, iki parçalı sembol olan “yin” ise; yoğun ve karanlık bir unsuru (madde, ağırlık, edilgenlik, vb) simgeler.
R. Wilholm ve C.F. Baynes’in I Ching tercümesinde, yaratılış ve varoluş, sembolik bir üslûpla şöyle anlatılır: “Yang=Etkin: Kenarları altı sürekli çizgiden oluşan bir yıldızla gösterilir. Bu sürekli çizgiler ışık (aydınlık) veren; aktif, müessir ve ruhani olan Temel ve Külli Kudreti temsil eder. O, özünde edebi, müessir ve faal olduğundan ve hiçbir zayıflık ve noksanlık unsuru içermediğinden dolayı, özü; güç, enerji veya kudret; sembolü ise, gökyüzüdür.
Yin=Edilgen: Kenarları, kesik çizgilerden oluşan ikinci bir yıldız ile gösterilir. Kesik çizgi, yin’in ana alıcı niteliğini, kesafetini ve üreticiliğini temsil eder. Ruha karşı maddeyi (tabiatı), göğe karşı yer yüzünü, zamana karşı mekanı ve genel olarak Yaratıcı gücün eylemlerini değil, bunların görünür sonuçlarını temsil eder.”
F. Capra, çağımızın hakim fiziksel ve biyolojik paradigmalarının, doğuşlarından günümüze kadar izledikleri seyirlerini, kapsamlı ve orijinal bir perspektiften ele almış olduğu “The Turning Point” (Dönüm Noktası) adlı kitabında, bu eserindeki temel bakış açısının “geleneksel kültüre” ve bunun ilginç örneklerinden biri olarak gördüğü I Ching’e dayandığını vurgular. Capra, eserine I Ching’den yaptığı şu alıntıyla başlar: “ Dejenerasyonun had safhaya ulaştığı andan itibaren, yeni bir “dönüm noktası” başlar. Uzaklaşmış olan güçlü “ışık” geri döner ve yeni bir hareketin (dönüşümün) emareleri ortaya çıkar. Ama bu hareket son derece fıtri (uygun, kendiliğinden ve gerekli) olduğundan, eski (bozulmuş olan) yeniye (asıl olana) rahatça dönüşür. Sonuçta “eski” terk edilir ve “yeni” benimsenmiş olur. Bu (kaderi, fıtri) dönüşüm, hiçbir tahribata, probleme veya üzücü olaya yol açmaksızın, kolayca gerçekleşiverir.
Capra, kitabına şu cümlelerle devam eder: “1970’li yıllarda, başlıca mesleki ilgim, asrımızın ilk 30 yılı boyunca, maddenin temel yapısıyla ilgili temel fiziksel teorilerde gerçekleşen çarpıcı değişim süreci üzerinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Bilimde kendini gösteren yeni kavramlar, dünya görüşümüzde de köklü bir değişime yol açmaktaydı. Bu, esas olarak çağlar ötesinden günümüze ulaşan “geleneksel” mistik görüşlere çok benzeyen holistik ve ekolojik düşünce sistemine doğru yönelmiş olan bir değişimdi.
Ancak, bu dönemde, evrenin yeni görünümünün bilim adamlarınca benimsenmesi hiç de kolay olmadı. Atom ve atomaltı dünyasına ait yeni keşifler, bilim adamlarını, bu olguların alışılmış kalıplarla tasvir ve izahına meydan okuyan farklı ve yepyeni bir “gerçeklik” anlayışıyla karşı karşıya bıraktı. Bilim adamları bu yeni gerçekliği anlama çabaları sırasında sadece entelektüel değil; onun yanı sıra duygusal, hatta varoluşsal bir bunalım da yaşadılar. Bu bunalımın atlatılması çok zor oldu ve bilim çevrelerinin uzun bir zamanını aldı. Ama onlar sonuçta, maddenin yapısına ve bunun insan zihni ve şuuruyla ilişkisine dair derin ve kapsamlı bir “kavrayış” ile ödüllendirildiler.
Günümüzde tüm toplumların benzer bir bunalımın eşiğinde olduğuna inanıyorum. Bunun sayısız belirtisini her yerde görebilmemiz mümkündür: Yüksek bir enflasyona ve işsizlik oranına sahibiz. Giderek etkileri artan bir enerji krizine gömülüyoruz. Sağlık, çevre, adalet, güvenlik ve diğer alanlarda da her geçen gün sayı ve çeşidi artan yeni sorunlarla karşılaşıyoruz
Bu kitabın temel tezi, tüm bunların, “ana karakteri, esasta bir algılama bunalımı” olan, tek ve aynı bunalımın değişik cepheleri olduğudur. Bu bunalım, tıpkı 1920’lerde fizikte ortaya çıkmış olan benzeri gibi, modası geçmiş bir dünya görüşünün temel kavramlarının, artık bunların açıklamakta yetersiz kaldığı yeni olgulara ve gerçekliğin yeni vizyonuna uygulanması yönündeki ısrardan kaynaklanmaktadır. Aslında bizler, ayrılmaz bağlarla bağlı olan bir “biyolojik, psikolojik, sosyal ve ekolojik” olgular dünyasında yaşamaktayız. Yüzyılımızın başlarına ait kavramlar ve bakış açıları, bu olguların özündeki birliği ve aralarındaki güçlü bağları göz ardı etmektedir.
Bütün bu nedenlerle, gerçekte asıl muhtaç olduğumuz şey yeni bir paradigma, yani “gerçekliğe daha uygun ve daha kapsamlı yeni bir vizyon” ile; düşünme ve algılamayla ilgili temel kavramlarımızda, kökten bir değişimdir. Gerçekliği o eski kavrayış kalıbından; yeni, bütüncü ve kapsamlı bir kavrayış tarzı yönündeki bu değişim ihtiyacı, hemen tüm alan ve dallarda kendisini göstermeye başlamış olup; bu olgu, muhtemelen içinde bulunduğumuz çağı niteleyecek öneme ve önceliğe sahip bulunmaktadır. Bu kitabın konusu, söz konusu paradigma değişiminin muhtemel tezahürleri, etkileri ve sonuçlarıdır.
Mevcut çok yönlü kültürel bunalımı daha iyi kavramak için; son derece kapsamlı olan yeni bir görüş açısını anlamak, benimsemek ve mevcut problemleri, insanlığın tüm kültürel gelişim tarihi bağlamında değerlendirmek gerekir.
Nitekim, yirminci yüzyılın sonlarına doğru bizler gerçekten de artık yavaş yavaş bakış açımızı; içinde yaşadığımız “an”dan, binlerce yıllık bir gelişim zincirinin ilk halkalarına veya “durağan yapılar kavramından, dinamik değişimler kavramı”na doğru çevirmeye başladık.
Bu bakış açısından “bunalım”, dönüşümün özel bir hali olarak görülebilir. Eski Çin kültüründe bunalım ve değişim arasındaki bu derin ilişkiye büyük bir önem verilirken, “bunalım”ın karşılığı olarak kullanılan terim wei-ji, “tehlike” ve “imkân” manâlarını bir arada kapsardı.
Batılı sosyologlar, her geçen gün sayıları artan yeni bulguların bu geleneksel prensibi doğrulamakta olduğunu belirtmektedirler. Farklı toplumlara ait sosyokültürel dönüşüm devrelerinin analizleri, bu değişimlerin arifesinde daima, günümüzde bizim toplumumuzun karşı karşıya olduğuna benzer bunalım dönemleriyle yüz yüze gelindiğini göstermiştir.
Bu tür değişimler, uygarlıkların evriminin temel süreçleridir. Bu süreçleri belirleyen parametreler çok karmaşıktır ve tarihçiler henüz, bu değişim olgusunu açıklayabilen kapsamlı kuramlara sahip değildirler. Ancak, genel bir ifadeyle, günümüze dek kurulmuş tüm uygarlıkların, hemen daima aynı çevrimsel “oluşum, gelişme, gerileme ve çöküş” dönemlerinden geçtikleri söylenebilir.
Eski Çin filozofları, gerçekliğin tüm tezahürlerinin (yin) ve ( yang) adını verdikleri iki “tamamlayıcı” ve “karşılıklı” güç aracılığıyla meydana getirildiğine inanmaktaydılar. Eski Yunan’da da Herakleitos, dünya düzeninin, “belirli sürelerle alevlenip, zayıflayan” ebedi bir ateş vasıtasıyla sağlandığını öne sürerken; Empedokles ise, kâinattaki, değişimleri, “sevgi” ve “nefret” olarak adlandırdığı iki bütünleyici gücün salınım ve gel-gitlerine dayandırmıştı.
Bu kitapta, baştan sona, I Ching’de çok ayrıntılı bir şekilde geliştirilmiş olan ve eski Çin felsefe literatürünü teşkil eden birçok temel kaynakta da yer alan yaklaşım esas alınmıştır. Bu yaklaşım, evrenin tümündeki gelişim ve dönüşümlerin ana ritmini ve yönünü belirleyen iki arkhetip kutbun (yin ve yang) etkinliklerine dayanmaktadır.
Eski Çin düşünürleri, Tao dedikleri ve en Yüce Öz olarak benimsedikleri gerçekliği, daimi bir akış ve değişim süreci içinde algılamaktaydılar. Bu bakış açısına göre insanlar da, bu etkin kozmik süreç içindeki tüm olguları, onlara bizzat katılarak gözlemlerler. Tao’nun temel karakteristiği, dinamik çevrimsel niteliğidir. Tabiattaki tüm gelişim ve oluşumlar da, belirli bazı çevrimsel kalıplar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Çinli düşünürler, yin ve yang kutuplarını, kozmik çevrimsel kalıpların dinamik yönlendiricileri olarak görürler: “Zirve noktasını kuşatmaya başlayan yang, yin tarafına çekilir. Ancak bir süre sonra onun boşalttığı uca ulaşan yin de, yang tarafına yönlendirilmeye başlanır.
Geleneksel Çin düşünce sistemine göre Tao’nun bütün tezahürleri, fiziksel veya sosyal hayata ait belirli birtakım ikili arkhetipik çiftlerin karşılıklı etkileşimlerinin aracılığıyla ortaya çıkar. Bu çiftlerin, bağımsız ve farklı kategoriler değil, tek bir bütünün “sınır” değerleri olduklarını kavrayabilmenin, çok önemli; ancak biz Batı kültürü mensupları için bir o kadar da zor bir şey olduğu kesindir. Çinli düşünürün bakış açısından tek başına yin veya yalnız başına yang, tanımsız veya anlamsızdır. Bütün tabii olaylar, kesintisiz bir süreçler silsilesi içinde vuku bulan tüm oluşum ve dönüşümler, hep bu “ikili temel ve sınır kutup” çiftleri arasında gerçekleşen salınımların birer sonucudurlar. Kâinattaki ve insan toplumlarındaki düzen, yin ve yang arasındaki dinamik dengenin sayısız tezahürlerine sadece birer örnektir.
Yin ve yang terimleri, son yıllarda Batı’da oldukça popüler bir hale gelmişse de, bizim kültür çerçevemiz içinde bu kavramlara atfettiğimiz manâ, geleneksel Çin düşünce sistemindekinden genellikle farklı olmuştur. Son derece değişik düşünce dünyalarına ait özgün terim ve kavramları, son derece tahrif edilmiş bir şekilde kullanan pek çok batılı, aslında kültürel ön yargılarını bu kullanıma yansıtmaktadır.
M. Porkert bu kavramları, asıllarına oldukça yakın bir tarzda yorumlamayı başaran az sayıda batılı araştırmacıdan biridir. Çin tıbbı konusundaki bir araştırmasında Porkert, yin’in; “contractive” (sınırlarını daraltabilen, çekilebilen), “responsive” (hassas, uyumlu) ve “conservative”(muhafazakar, ılımlı) olan her şeye tekabül edebileceğini söyler. Porkert’a göre yang ise, “expansive” (yayılma eğiliminde olan), “aggressive” (müdahaleci, saldırgan),ve “demanding” (talep edici) nitelikleri ifade eder. Yin ve yang kategorileri-diğer birçoklarının yanı sıra-özellikle şu anlam çiftlerini kapsar:



YIN YANG
Yeryüzü Gökyüzü
Ay Güneş
Gece Gündüz
Kış Yaz
Nem Kuruluk
Serinlik Sıcaklık
İç (taraf) Dış (taraf)



Çin kültüründe yin ve yang çiftlerine asla “etik” özellikler atfedilmemiştir. İyi ve güzel olan, ne yin ne de yang olmayıp, ikisi arasındaki dinamik dengedir. Kötü veya zararlı olan ise, bunlar arasındaki dengesizliktir.
Geleneksel Çin kültürünün en önemli özelliklerinden biri, kozmik varoluştaki dönüşüm ve değişimin sürekliliğinin, kâinatın temel karakteristiklerinden biri olarak görülmesidir. Bu anlayışa göre kâinat, “Tao” (yol) adı verilen kesintisiz bir kozmik süreç içindeki daimi hareket ve faaliyetlerin bir sonucudur. Eski Çin felsefesinde, ataleti veya mutlak hareketsizliği ifade eden hiçbir kavrama veya terime rastlanmaz, çünkü böyle bir durum, Çinli filozoflarca imkân dahilinde görülmez. I Ching’in önde gelen batılı yorumcularından H. Wilhelm’e göre, “mutlak hareketsizlik” hali, bu kültürün mensupları için o kadar yabancı veya tuhaf bir soyutlamadır ki, hiçbir şekilde onu kavrayamaz ve anlayamazlar.
Wu-wei” terimine eski Çin felsefe metinlerinde sık sık rastlanır. Batı dillerine yapılan tercümelerde bu terim, “eylemsizlik” kelimesiyle karşılanmaktadır. Oysa, bu şekilde büyük bir hata yapılmaktadır. Çinlinin “Wu-Wei” ile anlatmak istediği şey, faaliyetin her türünden değil, sadece kozmik sürece uyumlu olmayanlarından kaçınmaktır. Önde gelen Çin bilimci J. Needham, wu-wei’yi “tabiata aykırı eylemden kaçınmak” olarak tanımlar ve bunu bir alıntıyla şöyle doğrular: “Dilimize ‘eylemsizlik’ olarak aktarılan bu kelimeyle anlatılmak istenen ‘hareket kısıtlaması veya sınırlaması’ , hiçbir şey yapmamak demek değildir. Wu-Wei’nin tabiatını hoşnut edecek olan şey, kendisinin fıtri şekilde daima yerine getirmekte olduğu şeyin, yani tabii olan şeyin yapılmasına izin verilmesidir.”
Birisi, eğer tabii olana aykırı davranmaktan veya Needham’ın dediği gibi “nesnelerin mizaçlarına zıt hareket etmekten” sakınabiliyorsa, o kişi Tao ile uyum içinde yaşıyor demektir. Böyle bir kimse–tabiata uyumundan dolayı-mutlaka başarılı olacaktır. L. Tse’nin ilk bakışta şaşırtıcı görünen önermesinin gerçek manâsı burada gizlidir: “Eylemsizlik (tabiata aykırı davranmamak) şartıyla (hemen) her şey başarılabilir.”
Geleneksel Çin kültüründe, her türlü faaliyetin iki ana kategoriye ayrılmış olduğu kolayca görülebilir: “tabiatla uyum içinde olan” ve “yaratılışa uygun süreçlere muhalif veya zıt olan” faaliyetler. Bu anlayış içinde mutlak atalete hiç yer ayrılmamıştır. Bu nedenle, batılıların sık sık kullandığı; yin’in sadece pasif, yang’ın ise yalnızca aktif davranışı temsil ettiği şeklindeki benzetmeler, orijinal Çin kültürüne uygun değildir. Geleneksel Çin düşünce sisteminde; yin ve yang, ahenkli ve bütünleştirici bir işbirliği eğilimindeki arkhetipik kutupla; yayılmacı, yarışmacı ve kuşatıcı arkhetipik ucun uyumlu bir bileşimini temsil eder. Yang kategorisine dahil bir eylem çevreye, yin eylemi ise benliğe yönelik durumdadır. Bunlar, modern terminolojide sırasıyla (eco-action) ve (ego-action) olarak adlandırılmışlardır.
Bu iki eylem türü, çağlar boyu insan zihninin temel karakteristikleri olarak bilinen iki bilgi ve bilinç tipiyle de çok yakından ilişkilidir ki, bunları sezgisel ve rasyonel olarak adlandırabiliriz.
Bu iki bilinç şekli, insan zihninin normalde birbirini bütünleyip, destekleyen iki temel sürecini temsil eder. Yang kategorisine mensup olan rasyonel düşünce; mantıksal, lineer, analitik, algoritmik, tek bir noktada yoğunlaşıcı ve serin kanlı bir nitelik taşır. Yin kategorili sezgisel süreç ise; holistik, sentezci, genel, kapsayıcı ve duygusaldır.
Yin ve yang niteliklerinin günümüz toplumundaki durumunu analiz ettiğimizde genel olarak “yin”e karşı “yang” kategorisinden davranışların onay ve teşvik göstermekte olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz: Sezgisel bilgeliğe karşı rasyonel bilgi, işbirliğine karşı yarışma, koruma ve gözetmeye karşı, her türlü kaynağın tüketilircesine sarfı ve benzerleri...
Bu kitap boyunca, günümüzün akademik, siyasi ve ekonomik kurumlarında genel olarak yang kategorisinden değer, tavır ve davranış kalıplarının nasıl tercih edilip, ön plâna çıkarıldığını göstermeye çalışacağız. İdeal bakış açısını edindiğimizde, kültürümüzden atılmış olan geleneksel değerlerin hiçbirinin bizzat kötü veya zararlı olmadığını, ancak vaktiyle bu değerlerin kutupsal denge durumları gözetilmediği için birtakım üzücü sonuçların ortaya çıkmış olduğunu göreceğiz.” 22




İki Ünlü Çin Düşünürü: Lao Tse ve Konfüçyüs

Lao Tse ve Taoizm

Gerek eski Çin’de gerekse eski Yunanistan’da benzer şekilde, birer nesil arayla, ikişer büyük düşünür ülkelerinin düşünce dünyalarında, büyük ve önemli etkiler oluşturmuşlardır. Bunlar; “Lao Tse ile Konfüçyüs” ve “Platon ile Aristoteles”dir.
L. Tse’nin M.Ö. 600 yıllarında doğduğu sanılmaktadır. Ne yazık ki kendisiyle ilgili bilgiler son derece yetersiz, sınırlı ve tartışmalıdır. L.Tse’nin, Konfüçyüs ile en az bir defa görüşmüş olduğu da rivayet edilmektedir. Çinli tarihçi S. Ma Tsien, Tse hakkında şunları nakleder: “L.Tse, Çov beyliğinin Ku ilinde doğmuştur. Soyadı, gerçekte “Li” idi. (Lao Tse) adı, “Koca Usta” manâsına gelen ve ona sonradan verilen bir lakâptır.
Kung Tse (Konfüçyüs) günün birinde Çov beyliğine gelerek kendisini ziyaret eder ve ona; bilgeler, töreler, erdem ve benzeri konulardaki görüşlerini sorar. L. Tse’nin cevabı kısa ve etkileyicidir: “Senin bahsettiğin kimselerin kemikleri bile yok olmuş, onlardan geriye sadece sözleri kalmıştır. Erdemli kişi, sağlığında gönüllere taht kurar ve sonra ölür, gömülür ve üzerinde otlar biter. İyi bir tüccar, zenginliğini herkese her zaman göstermez, sıradan bir insan gibi yaşar. Olgun ve faziletli kimsenin de görünüşü sade ve mütevazidir. Dostum; gösterişten, şu yapmacık tavırlardan, sonu gelmez arzulardan, ayakları yere basmayan hayallerden vazgeç; çünkü, bunların kimseye bir faydası olmaz. İşte sana bütün diyeceklerim bu kadar!”
K. Tse, geri döndüğünde bu görüşme hakkında öğrencilerine şunları söyler: “Kuşlar uçar, balıklar yüzer, kara hayvanları koşar. ‘Ok ile, uçanlar’; ‘ağ ile, yüzenler’; ‘kement ile koşanlar’ tutulur veya yakalanabilirler. Ancak bulutlara binip, rüzgarla seyahat eden, bir an yere inip, bir anda göğe yükselebilen bir ejderhayla nasıl baş edebilir, bilemiyorum.”
L.Tse, Çov beyliğinde “Tao”ya, yani “Yüce Erdem” ilkelerine sıkıca riayet ederek, şöhretten uzak ve gözlerden saklı bir şekilde uzunca bir süre yaşar. Ancak, toplumda görülmeye başlanan bazı olaylar onu gün geçtikçe daha fazla üzmekte ve rahatsız etmektedir. Nihayet günün birinde beyliği terk etmeye karar verir ve yola çıkar. Sınır karakoluna geldiğinde komutan Yin Hin ona şöyle seslenir: ‘Efendim, beyliğimizi terk etmek üzere olduğunuzu görüyorum. Sizden bir istirhamım var: Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi bir kitapta toplayıp, hiç olmazsa bize onu bırakarak gidin!’ L. Tse, iki bölümden oluşan “Tao Te Çing” adlı kitabı, bu rica üzerine yazar ve sınırdan geçip, gider. Nereye gittiğini ise, hiç kimse bilmez.” Tao Te Çing’in felsefi birikimimize yaptığı katkıyı, L. Tse’ye olduğu kadar, sınır komutanı Y. Hin’e de borçluyuz.
İlkçağ düşünce dünyasının kendine özgü birtakım özellikleri vardır. Günümüzde bazı filozoflarca “geleneksel düşünce” veya ”perennial felsefe” gibi isimlerle de adlandırılan ilkçağın bu düşünce sistemi, ferdi değil, kollektif bir nitelik taşır. Çoğu defa ne doğum, ne ölüm tarihleri–hatta bazen-isimleri bile tam olarak bilinmeyen esrarlı bilgelerden, veya kişiselleştirilmesi çok güç olan bazı bilgi kaynaklarından nakledilen; son derece etkileyici, oldukça kapsamlı, sistematik ve tutarlı düşünceler ve görüşler kapsayan zengin bir literatür, günümüze kadar ulaşmıştır. O kadar ki, modern bilimin en yeni ve en karmaşık alanlarında çalışan bazı araştırmacılar, eserlerinde, bu literatürden iktibas ettikleri bazı görüşleri, adeta birer giriş veya dayanak noktası gibi yer verilmektedir.
L. Tse’nin eseri de bu geleneksel literatürün ilginç örneklerinden biridir. L.Tse felsefesinin temel terimi olan “Tao” nun sözlük anlamı “yol” olup, bu terim ile “kâinatın düzeni, özü, kanunu, ve akışı” gibi ifadesi güç ve kompleks birtakım kavramlar anlatılmaya çalışılır. Eski resmi Çin dilinde “yol” veya “Göklerin Kanunu” manâsına gelen Tao terimini Konfüçyüs ve öğrencileri de kullanmış olsalar da, Tao kavramının, L. Tse’nin kitabında gözlenen zengin manâ örgüsüne başka hiçbir yerde rastlanamaz. Buna göre Tao, gerçekte kâinatın, insanın, kısacası tüm varlığın kaynağıdır. O, kanunların kanunu, ölçülerin ölçüsüdür. L. Tse şöyle der: “Kişi, içinde yaşadığı ortamın kurallarına uyar. Yer, göklerin kanununa riayet eder, Gökler de Tao’nunkine. Ama Tao, kendi kanununu kendisi düzenler.” Hiçbir şarta bağlı olmayan, kendi kendisine yeten Tao bir yönüyle “mutlak varlık ya da varoluş”tur. Tao, insanlarca tam olarak kavranılıp, bütünüyle tasvir edilemez!” diyen “L Tse “sonsuz olan Tao, tıpkı bir sır gibidir, anlatılamaz. Onu tam olarak ifade ve idrak edemiyorum, ama O’na Tao diyorum. Bilinmesi, kavranması çok müşkül olana dair bu bilgi, en yüce bilgidir!” “Tao’yu gücümüzün yettiğince anlayabilmek için, O’nun kâinattaki uygulamalarını müşahede ve murakabe edip, O’na yaklaşabiliriz. Bu şekilde ulaşacağımız Yüce Erdem İlkeleri’ne günlük hayatta ne kadar çok riayet edersek, O’nu o kadar iyi anlamış sayılırız. Ancak Tao’nun yoluna tam anlamıyla girebilmek için, bize engel olabilecek, bizi yanıltabilecek her türlü bağ ve tutkudan sıyrılmak zorundayız. Bunu başaran kişi, dünya işleriyle meşgul iken bile, içini tamamen dolduran bir huzur duygusuyla, yeri ve göğü yöneten yasaya bütün varlığıyla uymuş olur. Tao; diğer bir yönüyle de gerçek, nihai ve mutlak erdemdir.”
L. Tse, bu erdeme ve olgunluğa ulaşan kişinin; tüm varlıkları ve insanı sevip, sayacağını ancak, onlara tutkuyla bağlanmaktan da kendini koruyabileceğini söyler. Tse’ye göre insan, dünyada, ona tutsak olmadan yaşamalıdır. L. Tse, insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi konusunda da şu ölçüleri verir: “Saldırgan ve kavgacı olmayan bir kimseyle hiç kimse kavga etmez. Ama, insan, düşmanca tavırlar karşısında da faziletle davranmasını bilmelidir. İyi olan birisine iyi davranmak kolaydır. Ancak, kötü davranan kimseye iyi bir karşılık verirsek, onu da iyiliğe ve doğruluğa sevk etmiş oluruz. Yumuşak olan, katı olanı yener. Su, en yumuşak şeylerden biridir. Ama en sert kayaları bile oyar ve aşındırır. Su iyilik ve merhamet sembolüdür. Onun faydası, iyi-kötü ayrımı olmaksızın herkesedir. Su, tevazu ve alçak gönüllülük simgesidir. En aşağılara bile rahatça yerleşir. Mütevazı olan, iyi olsun kötü olsun herkese iyi davranan-su misali-Tao’ya yakındır, O‘ndandır. Kim Tao’nun kanununa uyarsa en yüce hedefe ve ölümsüzlüğe ulaşır. Çünkü Tao sonsuzdur. Bir kişi “Ebedi Olan”ı tanırsa, gerçeğe erişmiştir. Gerçeğe ulaşan doğrudur, iyidir. Doğru ve iyi olan ise mutlaka, yücelir. Yücelen, “göklere” yaklaşır, Tao’ya ulaşır. Tao’ya yaklaşan kişiye ne bir korku, ne bir tehlike erişebilir ve artık onu, hiç kimse ne aldatabilir, ne de doğru yoldan ayırabilir. Böyle bir kimse ne kaybeder, ne aşağılanabilir, ne huzursuzluk duyar, ne de ondan her hangi bir şey gizlenebilir...”


Konfüçyüs

Günümüze kadar yaşamış düşünürler içinde görüşleri en yaygın ve en etkili olanlardan biri sayılan Konfüçyüs, M.Ö. 551 yılında, şimdiki Şantung ilinin sınırları içinde yer alın “Lu” beyliğinde doğmuştur. Küçük yaştan itibaren öğrenmeye ve öğretmeye büyük bir ilgi duyan Konfüçyüs, daha gençliğinde, evini adeta bir okul haline getirerek, orada öğrencilerine tarih, edebiyat ve görgü kuralları ağırlıklı olmak üzere dersler vermeye başlamıştır. Kısa zamanda bine yakın öğrenci yetiştiren Konfüçyüs’ün ünü tüm ülkeyi kaplamıştır.
Devlet yöneticilerinden idari görev ve yetki teklifleri alan Konfüçyüs-ilkelerine uygun bir çalışma ortamı mevcut olmayışı gerekçesiyle-uzun süre, bunları geri çevirmişti. Ancak, 50 yaşına girdiğinde, adalet kurumunun sorumluluğunu üstlendi. Bu görevinde büyük bir başarı kazanınca, toplumda suç oranı yok denilecek kadar azaldı ve halkın hemen tamamı ahlâk kurallarına ve kanunlara uygun bir şekilde yaşamaya başladı.
Ancak, bu gelişmeyi kıskanan ve bundan kendi menfaatleri açısından endişe duyan komşu beyliğin ileri gelenleri, Lu yöneticisini etkileyerek Konfüçyüs’ü görevinden azlettirdiler. Bu olaydan büyük bir üzüntü ve kırgınlık duyan Konfüçyüs, ülkesini terk etti. Bundan sonraki on üç yılı, bir gezgin gibi, çeşitli ülkelere seyahat ederek geçirdi. Yaptıkları hatayı anlayan Lu yöneticileri, pişmanlık duyarak, özür dilediler ve kendisini ülkesine geri çağardılar. Resmi herhangi bir görev üstlenmemek kaydı ile Lu’ya geri dönmeyi kabul eden Konfüçyüs, hayatının son dönemini, eski devirlerden kalan yazılı metinleri derleyip, düzenleyerek yeniden yazma işiyle geçirdi. Konfüçyüs, felsefi görüşlerinin, kendi şahsi kanaat ve düşünceleri olmayıp, eski çağların efsaneleşmiş “imparatorlarından” kalma geleneksel öğretilerden kaynaklandığını daima vurgulamıştır. Konfüçyüs, eski Çin kültürüne ait eserlerin günümüze ulaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Aslında, toplumda ahlâki değerlerin tamamen kaybolmaya yüz tutup; haksızlık ve suçların seller gibi ülkesini kaplamaya başladığı bir dönemde yaşayan Konfüçyüs’ün yaptığı esas olarak; halkı ve yöneticileri, eski çağlardan beri toplumsal düzeni sağlaya gelen unsurlar olan geleneklere, yasalara ve prensiplere uymaya çağırmaktan ibaret olmuştur. Konfüçyüs’ün öğretisinin özünü “Yüce Bilgi” ( Ta Hsüe) deki şu ifadeden anlamak mümkündür: “Eskiler, erdem ışığıyla her yerin aydınlatılması için, özellikle devlet işlerinin yoluna konması gerektiğini; bunun ise tek tek ailelerin işlerinin düzene girmesiyle mümkün olabileceğini; bunun yolunun tek tek fertlere çeki düzen vermekten geçtiğini, bunun da bizzat her birinin kendi iç ahengini sağlamasıyla mümkün olabileceğini; bunun için de öncelikle “düşüncelerini” düzene koymalarının gerektiğini bilirler ve işe, bilgilerindeki eksikliği gidermekle başlarlardı.”
Günümüze kadar ulaşan ve geleneksel Çin kültürünün önemli bir kısmını kapsayan dokuz klâsik eser, ya bizzat Konfüçyüs tarafından derlenmiş ya da onun eski kaynakları yorumlayan sözlerinin başkaları tarafından toplanıp, yazıya geçirilmesi ile oluşturulmuştur.
Konfüçyüs, bir buhran ve bunalım seli karşısında, tüm sosyal düzeni ve yapıları tehdit altına girmiş olan bir toplumun yeniden toparlanıp, huzura kavuşabilmesi için öncelikle yapılması gerekli olan şeylerden birinin; kültür ve düşünce hayatı ile ilgili tüm temel terim ve kavramların yeniden, kesin ve net bir şekilde tanımlanması olduğunu ısrarla vurgular. Ancak ad ve kavram kargaşası bu şekilde aşıldıktan sonra sıra, ortaya konacak ideal teorik sistemin belirlenmesine ve hayata geçirilmesine gelebilir.
Konfüçyüs’ün öğretisi, huzurlu ve mutlu bir hayatın teminine dair kurallar ve esaslardan oluşur. Bu nedenle de genel olarak ahlâk, siyaset ve yönetim felsefesi ağırlıklıdır. O, insanı çevresinden soyutlayarak tek başına değil; ailesi, toplumu ve devleti ile bir bütün halinde ele alır. Amacı, her türlü aşırılıktan ve ahlâk dışı davranıştan uzak durarak, devamlı bir şekilde öğrenme ve kendini eğitme çabasını sürdüren, kendisine ve başkalarına karşı dürüst; gönlü, yüce ve soylu duygularla dolu bir insan tipinin oluşturulmasıdır. Böyle bir insan, zenginliği ve sosyal mevkileri lüzumsuz görmez, ancak, bağlı olduğu ilkeler ve erdemler uğruna bunları terk etmeye de her an hazırdır. O, iyiliğe iyilikle, kötülüğe de adaletle karşılık verir. İçi ve dışı birdir. Kendini eğitip, erdemce yükseldikçe, başkalarına da güzel bir örnek teşkil eder. “Dıştakini içtekine tercih eden değil, dıştakini içtekiyle bir tutan kişi, yücedir!” diyen Konfüçyüs, en yüce erdemin ne olduğu kendisine sorulduğunda, şu öğüdü verir: “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!”
Tavsiye ettiği prensiplere herkesten önce ve en titiz bir şekilde bizzat kendisi uyan Konfüçyüs’ten çevresine adeta dalga dalga bir “olgunluk, huzur ve saygınlık” atmosferi yayılmakta ve tüm toplumu kuşatmaktaydı.
Konfüçyüs, geleneksel ilkelere özellikle ülke yöneticilerinin riayet etmeleri gerektiğini daima ifade etmiştir: İdeal yönetici, kaba kuvvet ve zorlayıcı kanunlarla değil, örnek tutum ve davranışlarıyla halkı etkileyip, ikna etmek suretiyle toplumun düzen ve huzurunu sağlamalıdır. Kendisine, bazı önemli yasaları çiğnemiş olan bir kişinin öldürülmesinin doğru olup, olmayacağını soran bir beye şu cevabı verir: “Yüce beyimiz adaletle hükmederken insanları öldürmeye ne hacet! Eğer siz iyi olursanız, halk da iyi olur. Yöneticiler rüzgara, yönetilenler de kamışlara benzer. Yel estikçe sazlıktaki bitkiler de ona uygun şekilde hareket eder. Kim özünün derinliklerinden, vicdanından güç alarak hükmederse, o; gök yüzünden inip, gelen bir sağlam bir kulpa (kutup yıldızına) benzer ve her şey onun çevresinde saygıyla döner (ona uyar)!”
Köklü geleneklere, görgü ve ahlâk kurallarına büyük önem ve değer veren Konfüçyüs: “Bunlar, kişiliğimizi sağlamlaştıran, bizi aşırılık ve dejenerasyondan koruyan birer set gibidir. Bu setlerin gereksiz olduğunu sanıp da onları yıkanlar; bir gün gelir, sosyal seylapların dalgaları altında boğulup, giderler!”




Eski Çin Fesefesinin Genel Özellikleri


Çin klâsik döneminin iki temel felsefe ekolü, Taocu ve Konfüçyüsçü okullardır. L. Tse’nin soyutluk düzeyi son derece yüksek düşüncelerinin Çin toplumunca büyük bir ölçekte kavranıp, anlaşılabildiğini söylemek güçtür. Tse’nin öğretisi ancak elit ve seçkin bir toplum kesimini etkileyebilmiştir. Aslında o, “Tao ve erdemin yoluna çok az kişi girer (ve çağrılır)!” demek suretiyle, bu durumu, önceden haber vermişti. Ona göre “Tao adını duyunca, yaradılış gereği Yüce Bilgi’ye eğilimi olan kişi, O yola girmeye can atacaktır. Aşağı düzeyli hayata ve bilgiye eğilimli kimseler ise alay edip, O’nu hor göreceklerdir.”
Konfüçyüs’ün L. Tse’ninkine kıyasla daha kolay anlaşılabilen, yerleşik eski geleneklere uygun, Çin toplumunun genel karakterine yatkın ve pratik tatbikata elverişli öğretisi, çok daha kısa sürede, çok daha fazla sayıda kişice benimsenmişti. Tao öğretisinin soyut ve kompleks kavramları, sonradan gelen yorumcular tarafından tekrar tekrar ele alınıp, işlenerek; halkın daha kolay anlayabileceği bir hale getirilmeye kalkışılınca, çarpıtılmışlar ve yozlaştırılmışlardır. Ve sonunda birtakım “büyü, ruh çağırma, fal ve simya” formülleri haline dönüştürüldükten sonra, geniş halk kitlelerince kabul görülebilmişlerdir.
Orijinal eski Çin geleneksel düşünce sisteminin temel unsurlarından birisi, uyum veya ahenk kavramıdır. Hemen tüm klâsik kaynaklarda mevcut felsefi yaklaşımın esasını; düzen, ölçü, denge, altın oran, veya uyum gibi kavramlardan biri teşkil eder. Bu klâsik eserlerin hemen tamamında; uyumun veya ahengin “temel kaynağı” olarak yin ve yang ilişkisine dair prensiplere yer verilir. Sonuçta, “insanın, kâinat ve toplum ile uyum içinde” bulunması gerektiği teması, geleneksel Çin felsefesinin en başta gelen özelliğini oluşturur. Buna göre insan organizması bir “mikrokozmos”tur. Bu organizmanın kısımları, yin-yang nitelikleri aracılığıyla tayin edilmiş olduğundan, insanın makrokozmik düzendeki yeri de kesin olarak belirlenmiş durumdadır. Yin ve yang adlı bu iki arkhetipik kutup arasında salınan fiziksel, biyolojik, psikolojik ve sosyal evrenler, her an dinamik bir ultra-denge konumu içinde bulunurlar. Çinli bilge, nedensel ilişkilerden çok, olguların eş zamanlılığı üzerinde durmuştur.
Eski Çin felsefesinde “gök-yer-insan” ilişkisi büyük önem taşır. İmparatorluk döneminde yönetici, göklerle doğrudan bir ilişki içinde görülmüştür. Gök, yer ve insan arasındaki karşılıklı etkileşimler nedeniyle, yöneticilerin daima semavi erdem prensipleri çerçevesinde davranmaları mutlak bir zorunluluktur. Fazilet, soy ve zenginlikle değil; yaşayış tarzının ve davranışların mükemmelliğiyle ölçülmelidir. Yönetici de mensup olduğu soy nedeniyle değil, yaşayış biçimiyle halkın en faziletlisi olmalıdır. Göksel erdeme sahip olmayan yönetici, egemenliği kaybeder.
Yin-yang ilişkisine dair prensiplerin Çinli bilgeye sağladığı bir diğer fayda da, “sadece bu, veya yalnızca şu” şeklindeki dar görüşlülük ve aşırılıktan kaçınmayı mümkün kılan bir perspektif genişliğidir. İnsana, kâinata ve topluma bu açıdan bakıldığında, dışarıdan ilk nazarda; karşıt, düzensiz ve amaçsız gibi görünen olguların, aslında çok geniş ölçekli bir uyum ve düzenlilik programı çerçevesinde gerçekleşmekte olduğu hususu kavranabilmektedir.
Eski Çin düşünce sistemlerinin diğer bir ortak özelliği de, hiçbirinde “insan unsuru”nun ihmal veya göz ardı edilmemiş olmasıdır. Taoizm ve Konfüçyüsçülük, geleneksel Çin düşünce sistemini temsil eden iki ana akımdır. Bunların ilkinde, ideal yaşama biçiminin kâinatta gözlenebilen ahenk esas alınarak belirlenebileceği hususuna ağırlık verilirken, ikincisinde de özellikle, insanın sürekli olarak kendisini eğitip, kişiliğini geliştirmesi hususunun önemi vurgulanmıştır.

Batılı araştırmacıların bu iki yaklaşım arasında derin farklıklar bulunduğu noktasında genelde birleşirken, Çinli düşünürler daima onlardaki benzerliği ve birbirini tamamlama özelliğini vurgulaya gelmişlerdir. Böylelikle insan, tek başına değil; hem tabii hem de sosyal çevresi içinde dengeli ve holistik bir yaklaşımla ele alınabilmiştir. Yine bu çerçevede; gereksiz bilgiye veya sadece bilmiş olmak için öğrenme çabasına hemen hiç önem verilmemiş, ancak kişiye “doğru davranış ve tutum” kazandıracak faydalı bilgi öğülmüş ve değerli sayılmıştır.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder