26 Mart 2015 Perşembe

KOGNİTİF PSİKOLOJİ

KOGNİTİF PSİKOLOJİ







Psikolojide ”Davranışçı, Psikanalitik, Fenomenolojik, Nörobiyolojik ve Kognitif” yaklaşımlar gibi bazı farklı ekoller mevcuttur. R. L.Atkinson, E. R. Hilgard ve R. C. Atkinson; “Psikolojiye Giriş“14 adlı kitaplarında, “psikoloji”nin 1890’dan 1981 yılına kadar geçen 91 yıl boyunca dokuz bilim adamı tarafından yapılmış dokuz farklı tanımını verirler. R. Mayer’in 1981 yılında yapmış olduğu tanıma göre psikoloji ”insan davranışlarını anlamak amacıyla, insana özgü zihinsel süreçlerin ve hafıza yapılarının bilimsel yöntemlerle araştırıldığı alandır.” Günümüzde kognitif yaklaşımı benimseyen birçok bilim adamı, “insanların pasif birer uyaran alıcısı olmamalarını ve insan zihninin; aldığı enformasyonu aktif bir şekilde işleyerek, onu yeni biçim ve kategorilere dönüştürmesini” psikolojinin en ilginç ve önemli olgularından biri olarak kabul ederler. Meselâ, bu sayfaya baktığımızda fiziksel olarak gördüklerimiz, mürekkep zerreciklerinden oluşmuş bazı harf gruplarından ibarettir. Görsel duyu ve sinir sistemimizin girdisi ise sayfadan göze yansıyan bir dizi ışık ışını örüntüsünün bir başka enerji türüne dönüştürülmesiyle oluşan çok küçük voltajlı aksiyon akımlarıdır. Bu in-put’un bazı zihinsel enformasyon işleme mekanizmalarımızı harekete geçirmesiyle; sayfa üzerindeki bu mürekkep lekeleri, bazı şeyleri öğrenmemize, hatırlamamıza, bir tür iç ses düzeneğiyle konuşmamıza, düşünmemize ve hatta sonuçta, ne bu kitapta ne bir diğerinde, ne de bizim geçmişimize ait hafıza kayıtlarımızda bulunmayan yepyeni bazı hükümlere ulaşmamıza imkân sağlayabilir! Bu karmaşık proseste, “okuma faaliyetimiz” ile “orijinal bir hükme ulaşmamız” arasında pek çok sayıda işlem ve dönüşüm gerçekleştirilecektir.
“Kognisyon” veya “bilişsel süreç”, bireyin bilgi edinmesini, sorunlarını çözmesini, yeni keşif veya icatlarda bulunmasını ya da geleceğe yönelik plânlar yapmasını sağlayan zihinsel proseslerin tamamını ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. “Kognitif psikoloji” ise tüm bu süreçlerin bilimsel yöntem ve tekniklerle incelenmesi faaliyetini ve bu gibi faaliyetler sonunda edinilen veri ve bulguları kapsar. “Kognitif psikoloji”, son yıllarda en fazla gelişme gösteren psikoloji alanı olmakla birlikte; bu alanın halen ne yapılanması tamamlanabilmiş, ne de önemli konuları ve sorunları tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulabilmiş ve çözümlenebilmiş değildir. Bu sahada çalışan bilim adamı ve araştırmacıların, temel eğilim ve görüşleri bakımından birkaç faklı yaklaşım sergiledikleri görülmektedir.
Bunlardan ilkinde “kognisyon” (veya bilişim), esas olarak bir bilgi işlem süreci olarak görülür. Bu yaklaşımı kabul eden bilim adamları açısından sinir sistemimiz, kendisine duyu organları aracılığıyla ulaşan verileri otomatik olarak işleyen bir bilgisayara benzer. Onlara göre bu alanda yapılması gereken şey de, bu bilişim mekanizmasının çalışma şeklinin incelenmesidir. Bu disiplinin kurulmasına önemli katkılar sağlamış olan U. Neisser; bilişsel psikolojiyi, “Duyu organlarından gelen enformasyonun dönüşüm, işleniş, depolanış ve kullanılış mekanizmalarının incelendiği disiplin” olarak tanımlar. Bilgi işlem dili, psikologlar arasında en iyi bilinen dillerden biridir. Bu yaklaşımı benimseyen bilim adamları için psikoloji alanında araştırılması gereken en önemli hususlar; dikkat, algı, öğrenme, hatırlama ve bilgiyi kullanma gibi noktalardır. Bu eğilimin ve çalışmaların değişik sonuçları olmuştur. Bunlardan birisi de insanın düşünme süreçlerinin taklidi suretiyle hazırlanan “yapay zekâ” programları olmuştur. Böylece problem çözen, çeşitli tasarımlar yapan, satranç oynayabilen, araba veya uçak kullanımını ya da karmaşık kimyasal ve nükleer reaksiyonları stimüle eden; hatta bazı bilimsel buluşları kolaylaştırıp, hızlandırabilen bilgisayar programları ile insanın bazı davranışlarını taklit edebilen robotlar hazırlanmıştır. Bunlar, hemen tüm gelişmiş ülkelerin, üzerinde en fazla yatırım, çalışma ve araştırma yaptıkları sahaların başında gelir.
Kognitif psikoloji alanında en fazla taraftar bulan yaklaşımların bir diğerine göre ise, bilişim mekanizmasının en önemli konusu, semboller aracılığıyla gerçekleştirilen zihinsel proseslerdir. Bu görüşte olan bilim adamlarına göre, insan zihnindeki her türlü kognitif süreç, nesne ve olayları, hatta “bunların daha da ötesini” temsil edebilen bazı sembollerin veya göstergelerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmektedir. Kendinden başka bir şeyi temsil eden her şeye sembol veya gösterge diyebiliriz. Dilin sembollerini, kelimeler teşkil eder. Meselâ, “çiçek” kelimesi, herkesçe bilinen bir bitki kısmını temsil eden dilsel bir semboldür. Dil, kelimeler şeklindeki sembollerden ve bunlar arasındaki ilişkileri belirleyen bir takım kurallardan oluşan bir iletişim sistemidir. Semboller sadece tabii dillerde kullanılmaz. Meselâ, trafik uyarıları ve düzenlemeleri de birtakım sembollerle ifade edilebilir. Matematikte, müzikte ve kimya gibi kimi bilim dallarında da bazı özel sembol sistemleri kullanılır. Hafızamız da bazı semboller vasıtasıyla çalışan bir bilgi işlem düzeneğidir. Komşumuzun simasını hatırlamaya çalıştığımızda, eğer onun yüzünü tam olarak tahayyül edebilmişsek, bunu bazı kognitif görsel semboller aracılığıyla başarmışızdır. Sembollerin en büyük ve önemli yararlarından biri de bizlere, içinde bulunduğumuz zaman ve mekan sınırlarının ötesine uzanma imkânı sağlamalarıdır. Bu şekilde, hem geçmişin tecrübe ve yaşantılarından yararlanabilmemiz; hem de geleceğe dair hesaplar ve plânlar yapabilmemiz mümkün olur. Semboller bize sentez, keşif ve icat yeteneği verdiği gibi, sanatsal ürünler ve eserler ortaya koymamızı da mümkün kılar. Semboller aracılığıyla ne bizim ne de bir başkasının hiç görmediği ve bilmediği, hatta reel dünyada hiçbir benzeri bulunmayan varlıklar ve olaylar da tasarlayabiliriz. Bazı bilim kurgu roman ve filmleri, bunun birçok uç örneğini ihtiva eder. Tüm bu nedenlerden dolayı bu yaklaşımı savunan bilim adamları “sembol kullanma yeteneği”nin kognitif psikolojinin en önemli araştırma konusunu teşkil ettiğini inanırlar.
Bazı araştırmacılara göre ise, en önemli kognitif süreç, “problem çözümüne yönelik düşünme işlemleri”dir. Düşünme prosesi genelde; doğrudan veya dolaylı olarak bir meselenin çözümüne yöneliktir. Bu yaklaşımı savunan bilim adamlarına göre, elde mevcut bulunan imkânların ve daha önceden edinilen bilgi ve tecrübelerin kullanılması suretiyle bir sorunun çözüme kavuşturulması yönündeki zihinsel çabalar, en karakteristik kognitif işlemlerdir. Bazen, ilk bakışta belli bir amaca yönelik görülmeyen “hayal kurma” gibi zihinsel süreçler bile, karşı karşıya bulunulan bir problemin çözümüne dolaylı yoldan yardımcı olabilir.
Aslında, biz sadece problem çözmek değil, birçok farklı amaçla ve birçok farklı biçimde de düşünürüz. Meselâ, bir arkadaşımızın ismini hatırlamaya çalışırken, duygularımızı veya düşüncelerimizi dile getiren bir yazı yazarken, gece görmüş olduğumuz rüyanın ayrıntılarını gözümüzde canlandırırken çalışırken, komşu çocuğunun bir hareketine niçin o kadar sert bir tepki gösterdiğimizi ve bunun muhtemel sonuçlarını irdelerken de düşünmekteyizdir. Bazı hatıralarımızı dil göstergeleriyle, yaz tatilimizi geçirmiş olduğumuz kasabanın harika körfezinin manzarası gibi kimilerini fotoğrafsı vizüel imajlarla, en sevdiğimiz şarkının melodisi gibi bazılarını audial kodlarla veya en çok sevdiğimiz yiyeceğe ait olanlar gibilerini ise koku ve lezzet kayıtlarıyla hatırlayabiliriz. Tüm bu olgular, kognitif süreçlere ait örneklerdir. Bu geniş perspektiften; başta öğrenme, hatırlama ve düşünme olmak üzere; algılama, karar verme, hayal kurma, tasavvur etme, unutma, kavramlaştırma, problem çözme, muhakeme, icat, keşif, konuşma, yazma, okuma ve benzeri tüm zihinsel etkinlikler, incelenmeleri ve aydınlatılmaları gereken karmaşık birer kognitif süreç olarak görülebilir.






İki Temel Kognitif Süreç: Öğrenme ve Hatırlama





Öğrenme; bilgi edinme süreci olup; “klâsik şartlanma”, “bazı fiziksel özelliklerin ayırt edilmesi”, “tekrarlanan uyarılara karşılık verilmemesi suretiyle gerçekleştirilen alışma”, “nesneleri, olayları ve yaşantıları birbirleriyle olan bağlantılarına göre sınıflandırmak suretiyle gerçekleştirilen kavramlaştırma”, “problem çözme”, “geçmiş yaşantıların duyusal kayıtlarına dayanan algısal öğrenme”, “duyumlardan oluşan sinyallere bazı kas hareketleriyle karşılık vermeye dayanan psikomotor öğrenme”, “taklit”, “içgörü” ve “etkilenim” gibi türlere ayrılır.
Hayvanlar için geçerli başlıca öğretme yolu olan mekanik şartlandırma, çağrışım sağlama ve pekiştirme gibi tekniklerin, insanın, özellikle de “epistemolojik konularla ilgili öğrenme”sine herhangi bir belirgin katkısı gözlenmediğinden; bizler için öncelikli ve önemli olan, karmaşık kognitif süreçlerle gerçekleşen öğrenme türleri olsa gerektir.
Öğrenme süreçleri büyük ölçüde “hafıza” fonksiyonlarımızla ilişkilidir. Çünkü bir şeyin öğrenilmesi, esas olarak, bir bilginin veya becerinin; önce kodlanarak bellek kayıtlarına geçirilmesi ve sonra da ihtiyaç halinde, bu kayıtların buradan bulunup çıkarılarak kullanılması demektir. Öğrenme ve hatırlama, sinir sistemimizdeki bazı kalıcı “biyofiziksel, biyokimyasal ve (nöronlarımızın özellikle akson ve dendrit kısımlarını kapsayan) hücresel” değişiklikleri içerir. “Hafıza”yı; ‘geçmişe ait tecrübe ve yaşantılarımızı muhafaza edebilmemizi, içinde bulunduğumuz zamana ve şartlara uyum gösterebilmemizi ve geleceğe en uygun şekilde yönelmemizi mümkün kılan kognitif ünite’ olarak tanımlayabiliriz.
Her türlü öğrenme işlemi için hafızamızın varlığı ve fonksiyonları zorunludur. Eğer yaşantılarımızı hatırlamasaydık, hiçbir şey öğrenemeyeceğimizden tüm hayat tecrübelerimiz, birbiriyle ilişkisiz anlık yaşantılardan ibaret kalırdı. Hafızamız olmasaydı, belirli bir tecrübeden edindiğimiz bilgiyi muhafaza edemeyeceğimizden, her defasında bu şeyi yeni baştan öğrenmek zorunda kalırdık. İletişim kurmak için de, öncelikle muhatabımızın bize söylemiş olduğu şeyi, sonra da, bizim ona söylemeyi plânladığımız şeyi hatırlamamız gereklidir. Benlik, kişilik, bilinçlilik ve oryantasyon gibi “temel ve karakteristik psikolojik unsurlarımız” da ancak hafızamızın sağladığı süreklilik ve ilişkilendirme fonksiyonları sayesinde “mümkün ve var” olabilmektedirler. Hafızamız olmasaydı kendimiz hakkında bile düşünemez, kişisel özelliklerimizi bile öğrenemezdik. Hafızamız, irademiz ile birlikte, bizi biz yapan şeylerin başında gelir.
Fizyolojik olarak da öğrenme ile hafıza fonksiyon ve süreçleri iç içe geçmiş durumdadır. Bazı araştırmacılar öğrenmeyi, yeni bilgiler edinme süreci; hafızayı da zihinde saklanabilen bilgi miktarı olarak tanımlarlar. Klinik çalışmalarda bu nedenle öğrenme ve hafıza ölçümleri çoğu defa birlikte yapılır.









Kısa” ve “Uzun” Süreli Hafızalar






İnsan hafızasının, başlıca ”kısa” ve “uzun” süreli olmak üzere iki ana formunu gözleyebiliyoruz. Kısa süreli hafızada, son birkaç saniye ya da dakika içinde gerçekleşerek dikkat ve ilgi alanımıza girmiş olan olayların kayıtları saklanır. Dikkatin farklı odaklara yönelmesinden sonraki hatırlama işlemleri, uzun süreli hafıza tarafından gerçekleştirilir. Yine; dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar öncesine ait hatıralar da uzun süreli hafızada muhafaza edilir. Bilgi hazinemizin hemen tümü, uzun süreli hafızamızda yer alır. Uzun süreli hafıza bir okyanus gibi engin ve derindir. Kısa süreli hafıza ise küçük bir havuza benzer. Ancak bizler, o “engin bilgi okyanusu” ile ancak bu “küçük havuz” aracılığıyla ilişki kurabilmekteyiz.
Kısa süreli hafızanın kapasitesi küçük olup; çocukluktan gençliğe doğru, yaşla bir yükselme gösterir. 1974’de tanımlanan “çalışma hafızası”, kısa süreli hafızanın en belirgin ve etkin ünitesidir. Çalışma hafızası, “sözel” ve “mekansal” olarak iki alt birime ayrılır. Bu birimlerin, merkezi bir prosesörün denetimi altında bulunduğu sanılmaktadır. Merkezi prosesör sistem, “dikkatin yönelimi”ni kontrol ettiği gibi, farklı kaynaklardan gelen enformasyonu da organize ve entegre eder. Çalışma hafızası fonksiyonlarının beyin kabuğunun frontal (alın) kısmı aracılığıyla gerçekleştirildiğine işaret eden bazı deneysel bulgular vardır.
Uzun süreli hafıza “dekleratif” ve “prosedürel” olarak adlandırılan iki temel ünite içerir. “Dekleratif hafıza”, bilinç düzeyine çıkan ve dille ifadesi mümkün olan enformasyonu saklar. “Dışa vurumlu” olarak da isimlendirilen dekleratif hafıza, anlama dayalı (semantik) ve olaya dayalı (episodik) hafıza alt birimlerini içermektedir. Dekleratif hafızadaki kayıtlara, serbest geri çağırma (free recall) işlemiyle ulaşılabilir. Çağrıştırma (priming), daha önce kaydolunmuş olan bir enformasyon biriminin yeniden işlem görmesini kolaylaştıran bir tekniktir. Meselâ, hatırlanması istenen kelimelerin ilk harflerinin verilmesi, buna bir örnektir.
“Prosedürel hafıza” ise yaşantı ve tecrübeler ile edinilen ve direkt olarak bilinç düzeyine ulaşamayan birtakım becerilere dair enformasyonu muhafaza eder. “İçe vurumlu” olarak da adlandırılan prosedürel hafıza kapasitesi, tekrar ve alışma yoluyla geliştirilebilir.
Her öğrenme ve hatırlama işlemi, şu üç safhada gerçekleşir: “kodlama”, “depolama” ve “geri çağırma”. Bu üç safha, kimi değişikliklerle, hem kısa, hem de uzun süreli hafızayla ilgili işlemlerde yer alır. “Kodlama”, dış dünyadan gelen uyaranların, hafıza tarafından kabul edilebilecek ve tanınabilecek formlara dönüştürülmesi; “depolama”, kodlanan bilginin muhafazası; “geri çağırma” da ihtiyaç halinde bu bilginin aranıp, bulunması safhalarıdır.
Kendisiyle tanıştıktan hemen sonra bir arkadaşımızın ismini, sanki o isim, halen aktif ve canlı bir durumda bilincimizde bulunmaktaymışcasına, derhal ve kolayca hatırlayabiliriz.. Ancak, aradan birkaç saat geçtikten sonra kendisiyle karşılaştığımızda, onun ismi artık bilinç alanımızın dışına çıktığından dolayı onu hatırlamak, zorlaşmıştır. Kısa ve uzun süreli hafızalar arasındaki bu “geri çağırma” farklılığı; bilinçli bilgi ile, bilincimiz dışında yer alan ve bu nedenle kendisine ulaşılması ek bir çaba ve zaman gerektiren enformasyon kayıtları arasındaki farklılıktan. Hafızamızı, belirli bir anda, ancak belirli bir kısmı aktif halde bulunan büyük bir bilgi bankasına benzetebiliriz. Kısa süreli hafıza, küçük olan aktif kısmı; uzun süreli hafıza ise, çok daha geniş ve büyük olan pasif kısmı oluşturur.



Kısa Süreli Hafıza


Kısa süreli hafıza, bilinçli düşünce mekanizmamızın önemli bir parçasıdır. Düşünme ve hatırlama işlemlerine konu olan materyalin yaşının “saniyeler” mertebesinde veya en fazla bir ya da birkaç dakika olduğu durumlarda; bu materyalin aktif olarak proseslendiği süre boyunca, kısa süreli hafıza kullanılır. Kodlama, depolama ve geri çağırma safhaları, toplam süresi birkaç saniye olan çok kısa süreli öğrenme ve hatırlama işlemlerinde bile yer alır.
Bir uyaran grubunun kodlanarak kısa süreli hafızaya alınabilmesi için, “seçici dikkat”in bu uyaran grubuna yöneltilmesi gerekir. Çoğu kimse, hafızasının zayıflığından şikayet eder. Algısal organizasyonları incelerken görmüş olduğumuz gibi, bizler dışımızdaki dünyadan kaynaklanan uyaranların tümünü değil, ancak, bir seçme işleminden sonra belirli bir kısmını algılarız. Seçilen bu enformasyon algılandıktan sonra, kısa süreli hafızaya kaydedilir. Bu nedenle, dış dünyaya ait enformasyonun-elenen kısımları-hiçbir zaman hafıza kayıtlarımıza giremez. Hafızaya girmeyen olay ve yaşantıların ise hatırlanması söz konusu değildir. Hafızasının zayıflığından şikayet eden kişilerin çoğunda sorun, “seçici dikkat” sürecinden kaynaklanır.
Dikkat bir uyaran grubuna yöneltildiğinde, bunlar kodlanarak, “bilgi bitleri” halinde kısa süreli hafızaya kaydedilir. Çevremizde yer alan nesneler ve olaylar, kendi türlerine uygun kodlarla algılanır ve kısa süreli hafızaya gönderilirler. Meselâ bir evin adresini işittiğimizde sesle ilgili kodlar, bir resme baktığımızda ise görsel kodlar kullanılır. Harf ve kelime gibi dille ilgili uyaranlarda, genellikle işitsel kod ağırlık kazanır. Konuyla ilgili bir araştırmasında Conrad, bir denek grubuna;”RLBKSJ” ve benzeri sessiz harf dizileri verip, birkaç saniye sonra bunları bir kağıda yazmalarını istemiştir. Deneklerin çoğu, dizileri genellikle doğru olarak hatırlamakla birlikte, özellikle bazı harfler yerine, benzer fonetik özelliklere sahip harfler yazmışlardır. Yapılan hataların temelinde bu harflerdeki ses benzerliklerinin yattığı anlaşılmıştır. Bu benzeri çalışmalar, ister sözlü, ister yazılı verilsin; dille ilgili uyaranların, işitsel kodlarla algılanıp, depolandığını göstermektedir. Ancak resim, fotoğraf ve benzeri materyalin hatırlanmasında vizüel kodlamalar ağır basmaktadır.
Sözel bilgi için görsel kodların kullanılması halinde de kısa bir süre sonra bunlar kaybolur ve yerlerini işitsel kodlara bırakırlar. Bir zarfın üzerindeki “Çamlık Caddesi, No=5” adresine bakan bir kişinin hafızasında, birkaç saniyeliğine görsel bir kod oluşabilir ve bu kodda, adresi oluşturan isimler, nesneler veya harflerin biçimi ve büyüklüğüyle ilgili detaylar yer alabilir. Ancak, aradan birkaç saniye geçtikten sonra, hemen tüm görsel kodlar, işitsel kodlara dönüşür ve kişinin kısa süreli hafızasında sadece bunlar kalır. Bu işitsel kodlar, harflerin büyük ya da küçük oluşu gibi ayrıntılar içermezler.
Ancak dilsel olarak kodlanabilme niteliği az olduğu için sözel yolla tekrarı da zor olan resim veya fotoğraf gibi materyaller, daha çok görsel olarak kodlanıp, saklanırlar. Çoğu çocuk olan bazı kişilerin, resimleri öncelikle ve ağırlıklı olarak görsel detaylarıyla kodlayıp, hatırlayabildikleri ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan başka; dokunma, koku ve diğer duyulara dayalı kodların da kısa süreli hafızaya kaydedilebilmesi mümkündür.
Çoğumuz, bir fotoğrafa veya resme baktıktan belirli bir süre sonra, hâlâ o görüntüyü hafızamızda tutuyor olabiliriz; ama bu, genellikle ayrıntıları kaybolmuş, silik ve belirsiz bir “kopya” gibidir. Ancak, bazı kimseler, gördükleri bir fotoğrafı veya manzarayı-hatta bazen bir kitap sayfasındaki tüm yazı, resim, tablo ve rakamları-tıpkı; o sayfanın net bir fotokopisini hafızalarına nakşetmişcesine, hatırlayabilirler. Bu yeteneğe “fotoğrafik hafıza” adı verilir. Böyle kişiler, hatırlama biçim ve düzeylerini açığa çıkarmaya yönelik sorulara cevap vermeden önce bir süre duraksarlar. Bu esnada sanki hafıza ünitelerindeki bir ekrana bakıp da, cevaplarını ondan sonra veriyor gibidirler. Bunlardan bazıları, baktıkları kitap sayfasını o kadar “net” hatırlarlar ki; istendiğinde herhangi bir satır ya da cümleyi aynen tekrarlayıp, dört sütunluk ve on üç satırlık harf veya sayı dizilerini bile baştan sona, sondan başa ya da soldan sağa ve sağdan sola; hatta çapraz olarak “okuyabilir”ler.
Fotoğrafik hafızaya sahip kişilerin toplumdaki oranları oldukça düşüktür. Çocuklar arasında yapılan bir araştırmaya göre, bir resmi oldukça ince ayrıntılarıyla otuz saniyeden daha uzun bir süre hatırında tutabilen çocukların oranı %5 kadardır. Erişkinlerde bu değer daha küçüktür. Tam veya mutlak olmayan fotoğrafik hafızalı kişilerin zihinlerindeki imge, orijinal görüntünün net bir kopyası gibi olmayıp, bazı eksiklik ve farklılıklar içerir. Çocuklarla yapılan deneyler; resmin en çok dikkat çeken kısımlarının, en ince ayrıntılarla hatırlandığını göstermiştir.
Kısa süreli hafızanın en ilginç özelliklerinden biri de “kapasitesi”dir. Bu kapasite, iki eksiği veya iki fazlasıyla “yedi” birimdir. İnsanların büyük çoğunluğu kısa süreli hafızalarında yedi birimlik enformasyon saklayabilirken, bazıları beş, geriye kalanlar da dokuz birim muhafaza edebilmektedir. Oysa, günlük hayatımızda hepimiz; insanların hafıza kapasiteleri bakımından çok büyük bir değişkenlik arz ettiğini gözlemlemişizdir. Demek ki bu farklılık kısa değil, uzun süreli hafızadan kaynaklanmaktadır. Kısa süreli hafıza kapasitelerimizin böyle küçük ve sabit oluşu, deneysel psikolojinin ilk kuruluş günlerinden beri bilinmektedir.
1885’te hafıza üzerinde araştırmalar yapan Ebbinghaus, kişisel kapasitesinin yedi birim olduğunu bulmuş; Miller de 70 yıl sonra, bu sayının pek çok insan için müşterek olduğunu keşfettiğinde duyduğu hayret ve heyecanı ”Yedi, sihirli bir sayıdır!” diyerek ifade etmişti.
Kısa süreli hafızayı, yedi raftan oluşan bir dolap gibi düşünebiliriz. Böyle bir dolabın her rafına, duyu sistemimize ulaşma sırasına göre, birer birimlik data yerleştirilebiliriz. İtem sayısı, raf sayısını aşmadığı sürece, normal şartlarda herhangi bir problemle karşılaşmayız. Ancak, tüm bölmeler dolduğunda, yeni bir itemin yerleştirilebilmesi için, en eskisinin çıkarılıp, atılması gerekir.
Bu olgu şöyle bir örnekle açıklanabilir: Gece iyi bir şekilde uyuyup, dinlendikten sonra işyerinize vardığınızı düşünün. O gün, yeni personelin eskisiyle tanıştırılacağı bir toplantınız olsun. Toplantıda kısa süreli hafızanızın rafları boş iken, ilk olarak bay X ile tanıştırıldığınızı varsayalım. Bu nedenle X ismini rahatça kısa süreli hafızanıza yerleştirebilirsiniz. Ancak yeni tanıştığınız kişi sayısı, kısa süreli hafıza kapasitenize eşit olduktan sonra işiteceğiniz her yeni isim, sırayla X’in yerini alacaktır.
Bazı psikologlar, unutma olayının, renkli bir fotoğrafın zamanla solup, silinerek belirsizleşmesine benzer bir süreç ile de gerçekleşebileceğine inanırlar. Buna göre, kısa süreli hafıza kayıtlarımıza tekabül eden bazı fizikokimyasal ve hücresel unsurların belirli bir süre içinde zayıflayıp, yok olmaya yüz tutmaları sonucunda, unutma süreci başlamış olur. Bu bilim adamlarının vurguladıkları ve çoğumuzun da günlük hayattan tecrübelerimizle fark etmiş olduğumuz gibi, “tekrarlama” işlemi aracılığıyla, hafıza kayıtlarımız güçlendirilerek, kaybolup gitmelerinin önüne geçilebilir.
Hatırlama işlemlerinin üçüncü ve son safhası, “geri çağırma” prosesidir. Kısa süreli hafızamızdaki enformasyonun sürekli farkında bulunduğumuzdan veya bu bilgi, bilinç kapsamı içinde yer aldığından dolayı, bu bilgiye, istediğimiz anda hemen ulaşabileceğimizi düşünürüz. Günlük hayattan izlenimlerimiz de, bu tür kayıtlara ulaşmak, yani onlarla ilgili bir soruya cevap verebilmek için, herhangi bir süreye ihtiyacımızın olmayacağı yönündedir. Meselâ, bir isim listesini incelerken sorulacak olan “Okuduğunuz isimlerin arasında X var mıydı?” sorusunu işittikten sonra, aradan hiç zaman geçmeden derhal “evet” ya da “hayır” karşılığını vereceğimizi düşünebiliriz. Deneysel çalışmalar, bu kanaatin doğru olmadığını göstermektedir.
Sternberg yaptığı araştırmalarla, kısa süreli hafızamızda “geri çağırma” işlemlerinin hangi hızla gerçekleştirilmekte olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışmalarda, deneklere, “hafıza listesi” denilen bazı sayı dizileri verilmiştir. Dizilerdeki rakam sayısı, yediden az olduğu için hatırda tutulmaları mümkündü. Hafıza listesi deneğe gösterildikten sonra ondan, verilen bir test rakamını orada görüp, görmediği sorulur ve cevabını, evet ya da hayır kelimelerinden biriyle vermesi istenir. Bu tür çalışmalarda denekler nadiren hata yaparlar. Zaten, araştırmacıların asıl incelemek istedikleri husus, onların karar verme hızlarıdır. Bu hız milisaniye cinsinden ölçülür. Birçok denek, değişik uzunlukta yüzlerce listeyle denemeye tâbi tutulmuşlardır. Sonuçlar, hafıza listesinin uzunluğuyla karar verme hızı arasında bir ters orantının bulunduğunu göstermektedir. Listedeki bir sayılık bir artış, karar verme süresini 40 milisaniye uzatmakta ve hızı da o oranda azaltmaktadır. Denekler bu süre artışının farkına varmamakta, ancak uygun test düzenekleri ve ölçüm teknikleriyle bu olgu, açıkça gösterilebilmektedir.
Karar verme süreci, üç aşamada gerçekleştirilmektedir: İlk aşamada, test rakamının kodlanması ve algılanması gerekir. İkinci aşamada, test rakamı, hafıza kayıtlarındaki sayılarla teker teker karşılaştırılır. Bu işlem, hafıza listesinde tek bir sayı varsa 40 milisaniyede, iki sayı varsa 80 milisaniyede, üç sayı varsa 120 milisaniyede gerçekleştirilmektedir. Üçüncü aşamada denek, kararını açıklar. Birinci ve üçüncü aşamalar, listedeki rakam sayısından bağımsız olarak, toplam 400 milisaniyede tamamlanır. Ancak, ikinci aşamanın gerçekleşmesi için gereken süre, listedeki rakam sayısının (n) , 40 katı kadardır. Buna göre karar verme süresini “400+40n” olarak formüle edebiliriz. Anlaşılan test rakamı, hafızadaki her sayı ile sırayla ve tek tek karşılaştırılmaktadır. Bu sonuç, kısa süreli hafızada gerçekleştirilen karar verme prosesinin “seri bir süreç” (serial processing) olduğunu göstermektedir.
Benzer araştırmalar, farklı kültürlere mensup, değişik sosyoekonomik düzeylerdeki pek çok kimseyle, hatta bazı akıl hastalarıyla tekrarlanmış ve hep aynı sonuçlar alınmıştır. Anlaşılan, kısa süreli hafızanın geri çağırma mekanizması, tüm insanlarda aynı şekilde gerçekleşen standart bir süreçtir.
Bilim adamları, kısa süreli hafızamızın, tüm “düşünme işlemleri” üzerinde çok önemli etkilere sahip olduğuna inanırlar. Birçok psikologa göre kısa süreli hafıza kapasitesi, insanın düşünme mekanizmasının sınırlarını belirleyen unsurların başında gelir. Aynı anda hem komşunuzun telefon numarasını hatırlamaya, hem de basit bir çarpma işlemini yapmaya kalkıştığımızda, tek tek gerçekleştirilmesi bir sorun teşkil etmeyecek olan bu işlemler, kısa süreli hafıza kapasitemiz aşılınca birbirlerine öyle ket vururlar ki, sonunda ikisini de yapamaz hale geliriz.
Eğitim hayatımız boyunca Türkçe veya kompozisyon dersi öğretmenlerimizin çoğu bize mümkün olduğunca kısa cümlelerle konuşup, yazmamızı öğütlemişlerdir. Bu tavsiye, dünyanın diğer ülkelerinin okullarındaki öğretmenlerce de tekrarlanır, çünkü bu evrensel öğüt, tüm insanlar için aynı olan kısa süreli hafıza kapasitesi özelliğine dayanır. Ana cümledeki kelime veya alt cümlecik sayısı yediye ve hele dokuza ulaşınca, okuyucu, anlamı kavramakta zorlanmaya başlar. Bu satırları okurken, aklınıza “Konuşurken veya yazarken yediden veya dokuzdan fazla kelime kullanmamam mı gerekir?” sorusu gelebilir. Buna cevap aramadan önce, ”kümeleme” kavramını gözden geçirmek gerekir.
Okulda veya işyerinde, kısa süreli hafızamıza kaydetmek zorunda olduğumuz materyal nadiren küçük veya kısa bölümler halinde bulunur, ancak yine de bizler, bunları hafızamıza yerleştirmekte çoğu zaman pek zorlanmayız. Bu, hafızamızın kümeleme yeteneği sayesinde mümkün olur. Yukarıda söz ettiğimiz bir deneyde size şöyle bir “hafıza listesi” verildiğini farz edin: 19191999192319381453. Bu sayıları tek tek ele almanız halinde, hatırlamanız mümkün olmayabilir. Ama onları 1919, 1999, 1923, 1938 ve 1453 olarak gruplandırır ve sonra her birini tarihi bir hadise ile irtibatlandırabilirseniz, hatırlamanız kolaylaşır. Böyle bir hatırlama deneyinde size UDLOELYÖBIDĞAYRUMĞAY gibi bir harf dizisi verildiğini düşünün. Bu dizinin özelliğini fark etmezseniz, onu ezberlemeniz mümkün olamaz. Ancak, bu diziyi sondan başa doğru okumayı denerseniz, onu kolayca ezberleyebilirsiniz. Çünkü, böylece 20 harflik diziyi dört kelime grubu halinde kümelemiş; ayrıca uzun süreli hafızanızdaki birtakım eski kayıtlardan da yararlanmak suretiyle bunları; onlarla ilgili soruları kolayca cevaplandıracak şekilde kısa süreli hafıza raflarınıza yerleştirmiş oldunuz. Uzun süreli hafızadaki bilgilerin kullanılması suretiyle yeni verilmiş olan bilgilerin anlamlı birimler halinde gruplandırılmasına “kümeleme”(clustering) adı verilir.


Uzun Süreli Hafıza


Ortalama olarak otuz saniyeden sonra gerçekleştirilen hatırlama işlemleri, “uzun süreli hafıza”mıza ait olan bir fonksiyondur. Kısa süreli hafıza kayıtları biyofiziksel, uzun süreli hafıza kayıtları ise biyokimyasal süreçlerle gerçekleştirilir. Bir enformasyonun uzun süreli hafızaya alınışının, bir protein molekülünün senteziyle gerçekleştirildiğini gösterten deneysel bulgular vardır.
Uzun süreli hafıza, kısa süreli hafızadan kendisine intikal ettirilen bilgiyi, birkaç dakika- dan, “birçok yıla” kadar değişen süreler boyunca saklayabilir. Aynen kısa sürelide olduğu gibi, uzun süreli hafızada da tüm işlemler, “kodlama, depolama ve geri çağırma” olarak üç safhada gerçekleştirilir. Duyu ve sinir sistemimizce dış dünyadan seçilerek alınan enformasyon; “ses, parlaklık, renk, koku, tat ve temas” uyaranları halinde ayrı ayrı kodlanarak da hafızada saklanabilir.
Kısa süreli hafızamızda en çok kullanılan kodların işitsel kodlar olduğunu, ancak görsel kodlardan da bazen yararlanıldığını görmüştük. Uzun süreli hafızada, özellikle de işlenen materyal sözel ise, en önemli kodlama parametresi, “anlam” veya “semantik içerik”tir. Sachs’ın da gösterdiği gibi, insanlar; işittikleri cümlelerin anlamını kavradıktan sonra, orijinal kelimeleri unutsalar da, eş anlamlı ve benzer kelimelerle, bu anlamı diledikleri zaman tekrar ifade edebilirler. Çünkü, zihnimiz; sözlü ya da yazılı materyalin dış biçimine değil, semantik içeriğine yönelerek, cümlelerin anlamını soyutlar ve hafızada depolar.
Bu olguya hepimiz günlük hayatımızdan örnekler bulabiliriz. Eğer uzun bir kelime listesini ezberler ve birkaç dakika sonra bunları hatırlamaya çalışırsak, muhtemelen birçok hata yaparız. Ancak, tam olarak hatırlayamasak da, orijinal listedeki mütekabili yerine önerdiğimiz kelimelerin, anlam bakımından onlara yakın olması muhtemeldir. Meselâ, “güçlü” yerine “kuvvetli”; “çabuk” yerine, “hızlı” gibi. Uzun süreli hafızamızın bu kodlama tarzı, kelimeler yerine cümleler söz konusu olunca, daha ilginç bir hal alır. Bir cümleyi işittikten birkaç dakika sonra, cümleyi oluşturan orijinal kelimeler belirsizleşse de, anlam hafızamızda kalmaya devam edebilir.
Bazen, her biri manâlı olan, fakat aralarında anlamlı bir ilişki bulunmayan birkaç cümleyi hatırımızda tutmamız gerekebilir. Böyle bir durumda, cümleler arasında gerçek veya suni bir bağlantı kurmak, hatırlamayı kolaylaştırabilir. Bize düzensiz bir şekilde verilmiş olan kelime dizilerini, belirli anlam eksenleri çerçevesinde organize edebilirsek, onları uzun bir süre boyunca hatırlamamız mümkün olabilir.
Kelimeler veya cümleler arasında anlamlı bağlantılar kurmanın hatırlamayı kolaylaştırdığı, birçok deneysel çalışma ile teyit edilmiştir. Bir hatırlama deneyinde, size bir dizi kelime çiftinin verildiğini ve sizden, bu kelime çiftlerinden birini işittiğinizde diğerini söylemenizin istendiğini varsayın. Bu kelime çiftlerden biri “cep” ve “kalem” olsun. Bunlar arasında birkaç farklı yolla “anlamlı ilişki” kurmak mümkündür. Meselâ, bu iki kelimeyi aynı cümle içinde kullanabiliriz: “Kalem, cebimdeydi.” Veya bu kelimelerin temsil ettiği nesneleri görsel bir tasarıyla irtibatlandırabiliriz. Meselâ, bunun için, cebimizin içinde duran bir kalem tahayyül edebiliriz. Bu şekilde irtibatlandırılan kelimeler, hafızamızda uzun bir süre muhafaza edilebilirler. Bower’in araştırmalarına göre, bir cümlenin içinde veya görsel simgelerle ilişkilendirme, hatırda tutma düzeyini iki kata kadar yükseltebilmektedir.
Sözel materyali uzun süreli hafızamızda kodlamada en fazla kullanılan nitelik anlam olmakla birlikte, bazen kodlamada farklı yön, parametre ve özelliklerden de yararlanılabilir. Meselâ, bir şiiri, kelimesi kelimesine ezberleyip, hafızamızda saklayabiliriz. Şiirdeki kafiye ve benzeri diğer ses özellikleri, bu ezberleme ve hatırlama prosesini kolaylaştırabilir. Bu durumda, şiirin yalnızca anlamını değil, kelimelerini de kodlamış oluruz. Uzun süreli hafızada semantik kodlama kadar sık olmamakla birlikte, işitsel kodlar da zaman zaman kullanılır. Meselâ, çalmakta olan telefonun ahizesini kaldırdığınızda, karşıdan gelen “alo” sesinin kime ait olduğunu hatırlamanız, ancak o kişinin sesini uzun süreli hafızanızda fonetik parametrelerle kodlamış olmanız halinde mümkün olacaktır. Çeşitli tatlar ve kokular da, benzer şekilde, uzun süreli hafızamızda kodlanabilir.
Öğrenilmesi gereken materyal, ne kadar ayrıntılarına inilerek incelenirse, hafızada o kadar iyi tutulur. Ayrıntılara ulaşmak için değişik yöntemler kullanılabilir. Bunu, ilki bir kelime dizisi, ikincisi bir yazılı metin olan iki örnekle inceleyelim.
“Araba, okul, odun, kız,...” şeklindeki bir kelime dizisini ezberlemek için, listedeki kelimeler arasında değişik ilişkiler kurabilir ve bu şekilde bazı ayrıntı unsurları oluşturabiliriz. Meselâ, “okul” ve “odun” arasında bir ses benzerliği ilişkisi kurabileceğimiz gibi; “bir arabaya doldurularak bir okula taşınmakta olan odunları”, hatta buna ilâveten “bu okulun öğrencilerinden olan bir kızı” da tahayyül ederek ayrıntılandırma unsurlarının sayısını arttırabiliriz. Anderson ve Reder, ayrıntılandırma derecesiyle hatırlama yüzdesi arasında “doğru bir orantı” olduğunu göstermişlerdir.
İkinci örneği, yine Anderson’un bir çalışmasından verebiliriz: İki gruba ayırdığı öğrenci deneklerine aynı ders metnini veren Anderson deneklere bir süre sonra bu konuda bir sınava tâbi tutulacaklarını söylemiştir. Birinci gruptaki öğrencilere, okuma işleminden önce bazı sorular verilerek, metinde, bunların cevaplarını da arayıp, bulmaları söylenmiştir. İkinci gruptaki öğrenciler, metni ayrıntılara girmeden genel olarak okurken; ikinci gruptakiler, birçok ayrıntı unsuru belirleyerek, metni çok daha derinliğine inerek okumuş, daha iyi anlamış ve daha çok hatırlamışlardır.
Kısa süreli hafızada işlenen enformasyon, uzun süreli hafızaya aktarılır ve orada saklanır. Daha sonra bu bilgiye ihtiyaç duyduğumuzda, onu uzun süreli hafıza kayıtlarında aramaya başlarız. “Hatırlama”nın başarılabilmesi şu iki şartın sağlanmasına bağlıdır: 1-) İlgili enformasyonun kodlanarak hafızamıza kaydedilmiş olması, 2-) Bu kayıta ulaşmamızı mümkün kılacak ip uçlarının mevcudiyeti. Çoğu zaman, söz konusu enformasyon hafızamızda kayıtlı olduğu halde, geri çağırma işleminde kullanılabilecek ipuçlarının bulunmayışı nedeniyle ona bir türlü ulaşamayız.
Uzun süreli hafıza mekanizması incelenirken, depolama ve geri çağırma süreçlerinin çoğu zaman birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Hatırlayamama, genellikle depolamayla değil, geri çağırmayla ilgili bir problemdir. Araştırmalar, bu problemden mustarip olan kişilerinin sayısının hiç de az olmadığını göstermektedir. Aslında burada, okulunun kütüphanesinde aramakta olduğu kitabı bulamayan bir öğrencininkine benzer bir durum söz konusudur. Kitabın bulunamayışı şu üç nedenden kaynaklanabilir: 1-) Aranan kitap, kütüphanede yoktur, 2-) Kitap yanlış bir rafa konmuştur, 3-) Kayıt fişi kaybolduğu için, kitabın nerede olduğuna dair herhangi bir ip ucu yoktur. Benzer bir durum, geçmiş bir yaşantısını hatırlamaya çalışan, yani uzun süreli hafızasındaki bir enformasyon kaydını aramakta olan bir kişi için de söz konusudur.
Bir sınav sırasında bir türlü hatırlayamadığınız bir sorunun cevabını, saatler sonra hatırladığınız olmuştur. Eski bir tanıdığımızın, uzun bir süre düşündüğümüz ve bize sanki hemen “dilimizin ucunda” imiş gibi gelen, ancak bir türlü çıkaramadığınız ismini hatırlama çabamız da aslında oldukça ilginç bir olaydır. Bu esnada birisi bize: ”Onun adı Ahmet değil miydi?” dese, eğer bizim aramakta olduğumuz isim o değilse, hiç tereddüt etmeden “Hayır!” diyebiliriz. Tam bu sırada, bize o tanıdığımızınkini de içeren bir isim listesi verilse, yine fazlaca bir zorluk çekmeden bu isimler arasından onunkini hemen “tanıyabiliriz”. Bu ve benzeri gözlemler göstermiştir ki, çoğu defa belirli bir enformasyon; zihinde kayıtlı bulunduğu halde, uygun geri çağırma ipuçları mevcut olmadığı için hatırlanamamaktadır.
Şöyle bir deneyle bu olguyu daha açık bir şekilde ortaya koyabilirsiniz: Mobilya, meyve, giyecek, elektronik eşya ve hayvan isimlerinden oluşan bir kelime listesi hazırlayın ve bir grup arkadaşınıza bu listeyi okuyarak, onlardan bu kelimeleri akıllarında tutmalarını isteyin. Sonra, arkadaşlarınızı ikiye ayırarak, ilk gruba sorularınızı “Mobilya türlerini veya meyveleri say” şeklinde, kategori isimlerinin yönlendirici etkisini taşıyan bir şekilde sorun. İkinci gruba ise herhangi bir ipucu vermeyin. Birinci gruptakiler, bu hatırlama testinde çok daha başarılı olacaklardır. Çünkü kategori isimleri, geri çağırma işlemi için oldukça yararlı ipuçları olarak fonksiyon görmektedirler.
Geri çağırma ipuçları ne kadar fazlaysa, hatırlama da o kadar mükemmel olacaktır. Benzer bir nedenle, “tanıma” işlemleri, genellikle hatırlamadan daha kolay olur ve daha büyük bir performansla gerçekleştirilir. Tanıma testlerinde deneklere “Dünkü toplantıda Bay X’i görmüş müydünüz?” gibi bir soruyla, herhangi bir şey ile daha önce karşılaşıp karşılaşmadıkları sorulur. Bu tip soruların bizzat kendileri, söz konusu enformasyon kaydının hafızadan geri çağrılması için faydalı birer ipucudurlar. Buna karşılık hatırlama testlerinde kullanılan “Dünkü toplantıda gördüğünüz kişilerin isimlerini söyleyin” şeklindeki sorular, çok az miktarda ipucu içerirler.
Ne yazık ki uzun süreli hafızamızla ilgili olarak, henüz yeterli bilgiye sahip olmadığımız hususların sayısı hiç de az değildir. Kaydedilmiş olan bilgilerin, ölene dek hafızamızda kalıp, kalmayacakları; doğru ve yeterli geri çağırma ipuçlarının mevcudiyeti halinde, her zaman bunların hepsine ulaşılıp, ulaşılamayacağı gibi hususlar bunlardan birkaçıdır. Bazı bilim adamları, bilgi ve enformasyonun; sinir sistemimize, ses veya görüntünün bir manyetik banda kaydedilişine benzer şekilde kayıtlı olduğuna ve manyetik bant kayıtları gibi, bunların da zamanla zayıflayıp, kaybolacaklarına inanır. Diğer bazıları ise, hafızadaki enformasyonun hiçbir zaman kaybolmadığını, ancak bunlara ulaşabilmek için gerekli ulan ipuçlarının zamanla arama-bulma fonksiyonundaki kullanılabilirliklerini yitirdiklerine inanmaktadırlar. Üçüncü bir grup bilim adamı ise bunların her ikisinin de mümkün olduğunu savunurlar. Onlara göre, bazı enformatif kayıtlar, zamanla zayıflayıp silindiği için; diğer bazıları ise bunlara ulaşmakta kullanılan ipuçlarının fonksiyonlarını kaybettiği için unutulurlar. Ancak hafıza konusundaki araştırmaların önemli bir bölümünün işaret ettiğine göre, unutma olaylarının en sık rastlanan nedeni, geri çağırma ipuçlarında görülen yetersizliklerdir.
Kısa süreli hafızanın özelliklerini incelerken, “kümeleme(clustering)” tekniğinin performansı nasıl arttırdığını ele almıştık. Uzun süreli hafıza fonksiyonlarında da “organizasyon”un benzer bir yararı vardır. Ayrıca “ortam” veya “bağlam” da hatırlamamızı etkileyen diğer bir faktördür.
Bir şeyi öğrenirken, yani kodlarken, söz konusu enformasyonu, dilediğimiz şekilde organize edebiliriz. Eğer bu organizasyonu, aşina olduğumuz mantıklı bir tarzda yapabilirsek, hatırlama sırasında, bu tarzı bir “geri çağırma ipucu” olarak kullanabiliriz. Meselâ bize öğrenmemiz için yüz kadar bilimsel terim ve kavramın verilmiş olduğunu farz edelim. Hafızamızın söz konusu özelliğinden yararlanabilmek için bunları anlamlı bir şema çerçevesinde organize etmemiz gerektiğini düşünerek, şöyle bir düzenleme yapabiliriz: Önce, en geniş kapsamlı bilim dalı olan kozmolojiyle, yani kâinatın genel yapısıyla ilgili olanları, sonra güneş sistemine ait olanları, ve daha sonra da sırasıyla jeoloji, fizik, kimya, botanik, zooloji ve nihayet insan bilimleriyle ile ilgili olanları ayrı ayrı gruplandırabiliz. Hafıza konusunda yapılmış olan bu gibi deneylerin sonuçları, organize edildikten sonra öğrenilen şeylerin, bu işlem yapılmadan ezberlenenlerden iki veya üç kat daha iyi hatırlandığını göstermektedir. Çünkü, kodlama sırasında kullanılan organizasyon tekniği, geri çağırma prosesini kolaylaştırıcı bir etki yapmaktadır.
Ortam veya bağlam etkisini en iyi şekilde gözleyebilmeniz için, geçmiş bir yaşantıyı önce farklı bir ortamda, daha sonra da o olayın gerçekleştiği çevrede hatırlamaya çalışmanız yararlı olacaktır. Bir olay, gerçekleştiği ortamda veya ona benzer şartlar altında daha iyi hatırlanır. Meselâ, ilkokulunuzu ziyaret edip, sınıfları dolaşırken, o günlere ait bir hatıranızı çok daha iyi ve ayrıntılı bir şekilde hatırlayabilirsiniz. Aynı olayı evinizde otururken düşünmüş olsaydınız, hatıralarınız o kadar teferruatlı olmazdı. Çünkü, bir hadiseyle ilgili enformasyonun kodlanmış olduğu ortamın kendisi de, oldukça yararlı bir geri çağırma ipucu olarak fonksiyon görebilir. Bir öğrencinin; zihnimizin bu özelliğinden, öğrenme ve hatırlama kapasitesini arttırma amacıyla yararlanabilmesi için, derslerine, mümkün olduğunca sınav ortamına benzer şartlarda çalışması gerekir.
Geri çağırma ipucu olabilecek ortam hususiyetlerinin mutlaka “dışımıza” ait olması zorunlu değildir. Duygu, heyecan ve benzeri iç ortam özelliklerimiz de öğrenme ve hatırlama işlemleri üzerinde aynı şekilde etki gösterebilir. Bu nedenle belli bir ruh hali içindeyken kodlanmış olan bir enformasyon, en iyi şekilde, ancak yine benzer bir ruhsal durumda hatırlanabilir.
Bazı faktörler ise hatırlamayı olumsuz yönde etkilerler. Bunların bir türü, “bozucu etkenler” olarak adlandırılır. Birden fazla bilgi kaydını aynı geri çağırma ipucuyla hatırlamaya kalkıştığımızda, bu kayıtlardaki enformasyonun bir grubu diğerine ket vurur ve sonuçta biz bunların hiçbirini hatırlayamayız. Meselâ, bir arkadaşınızın, yıllardır oturduğu evden taşındığını ve bir süre sonra sizin, onun yeni adresini öğrenmiş olduğunuzu varsayalım. Onun eski adresini, meselâ, daha önce oturduğu bitişiğindeki bir eczaneyi tarif etmek için hatırlamaya çalışırken, yanınıza bahsi geçen arkadaşınızın gelmesi, bu hatırlama işlemi üzerinde “bozucu” bir etki doğurabilir. Çünkü, onu görmeniz, size onun yeni adresini de hatırlatacak, bu ise, eskisi adresin hatırlanmasına ket vuracaktır. Benzer şekilde, evinizden çıkarken, markete uğramayı size hatırlatması için saatinizi her zaman taktığınıza değil de diğer kolunuza takmış olduğunuzu düşünün. Saate her baktığınızda, bu değişiklik size bir geri çağırma ipucu olarak yardımcı olacaktır. Ancak yolda aklınıza, almanız gereken başka şeyler gelebilir; meselâ, kütüphaneden bir kitap ve kuyumcudan da bir yaş günü hediyesi. Saatinizi ters kolunuza takmış olmanızın, size bu üç hususu da hatırlatacağını umarak yolunuza devam ederseniz; kütüphane ve kuyumcunun bozucu etkileri nedeniyle markete gitmeyi unutabilirsiniz. Çünkü, aynı geri çağırma ipucunun, birden fazla hafıza kaydıyla düzensiz bir şekilde irtibatlandırılmış olması nedeniyle, bu kayıtların içerdiği bilgiler, birbirinin hatırlanmasına ket vuracaktır.
Bunun önüne geçebilmek için, hatırlamak istediğimiz şeyleri organize etmek ve geri çağırma ipucunu, her biri ile ayrı ayrı irtibatlandırmak suretiyle, daha etkili ve verimli bir hale getirebiliriz. Meselâ, kütüphane ve kuyumcu kelimeleri “k” harfiyle başladığı için aralarında fonetik bir ilişki zaten mevcuttur. Üçüncü kelimeye de aynı harfle başlayan bir özellik ekleyebilirsek (“köşedeki market” gibi), aynı geri çağırma unsuruyla, unutmamak istediğimiz her üç yer arasında da organize birer ilişki kurmuş oluruz. Böylece, “saatimizin sol yerine sağ bileğimize takılmış olması” durumunu, şimdi üç ayrı şeyle değil, aynı özelliğe sahip tek bir kelime kümesiyle irtibatlandırmış oluruz.



Duygu ve Heyecanların Kognitif Süreçler Üzerindeki Etkileri



Öğrenme, hatırlama ve unutma süreçleri üzerinde, duygu ve heyecanlarımızın da önemli etkilere sahip olduklarını gösteren bilimsel bulgular vardır. Son yıllarda, alt beynin önemli parçalarından olan ve duygularımız ile heyecanlarımızın nöral merkezi sayılan limbik sistemin, hafıza fonksiyonlarına da önemli katkıları olduğu anlaşılmıştır. Daha önce, kognitif ve algısal süreçlerle ilgili klâsik nörofizyolojik bilgiler özetlenirken; göz ve kulak gibi duyu organlarından gelen enformasyonun önce bir ara istasyon konumundaki “talamus”ta toplandığı ve buradan da beyin kabuğundaki ilgili ana merkezlere gönderildiği söylenmişti. Bunlara verilecek karşılık, üst beyin merkezleriyle, alt beynin limbik parçaları arasındaki koordinasyon sonucu belirlenir. Son nörofizyolojik araştırmalarda elde edilen bulgulara göre, beynimizde, “ana” talamus-korteks devrelerinin yanısıra, ondan daha küçük olan bir de talamus-amigdala devresi mevcuttur. Bu kısa ve ince devre amigdalanın, duyu organlarından gelen sinyalleri hemen doğrudan almasını ve daha kortekste bunlarla ilgili bilinçli herhangi bir değerlendirme yapılmadan, duygusal zihnin, hızlı bir tepki başlatmasını mümkün kılar. Bu gibi anatomik yapılar, limbik sistemin korteksten ayrı ve bağımsız çalışabilmesine imkân sağlar. Böylece, bazı duygusal tepkiler, hiçbir bilinçli ve kognitif süreç araya girmeden başlayabileceği gibi, kimi anılarımız da aynı şekilde canlanıp, bizi etkisi altına alabilir. Talamusla amigdala arasındaki kestirme yolun korteksle herhangi bir bağlantısı olmadığı için, amigdalalarımız, tam olarak farkına varamadığımız bazı duygusal izlenimleri ve anıları saklayabilecekleri gibi, ayrıca biz daha nedenini anlayamadan başlayıveren tepkilerimizin ve canlanan hatıra repertuvarımızın da kaynağı olmalıdırlar. “Amigdal bağımsızlık”, kendini bazı kognitif olgularla da gösterir. Konuyla ilgili araştırmalarda, kendilerine çok kısa bir an için birtakım tuhaf geometrik şekiller gösterilen denekler, bunları bilinçli olarak algılayamadıkları halde; sonradan yapılan “tanıma” deneylerinde bu şekilleri daha önce görmüş gibi davranırlar. Le Doux’a göre bu olay, amigdalanın hafıza mekanizmasındaki rolünden kaynaklanır. Bu sayede, bir şeyi algıladığımız ilk birkaç milisaniye içinde, bilinçsizce, onun bizim açımızdan genel olarak ne ifade ettiğini kavramakla kalmayıp, ondan hoşlanıp, hoşlanmadığımızı da anlarız. Bu gibi izlenimler, amigdalalarda depolanmış olan bazı eski duygusal hatıra kayıtlarından kaynaklanır. Bu, belki kognitif açıdan bilinçsizce; ancak duygusal bakımdan kendine has bir kavrayışla edindiğimiz intiba; gördüğümüz şeyin sadece kimliğini fark etmemize değil, onun hakkında genel bir görüş sahibi olmamıza da imkân sağlar.
Limbik sistemin bir diğer ana parçası olan “hipokampus”un da hafıza mekanizmasında çok önemli fonksiyonları vardır. Hipokampus, beyin kabuğuna benzeyen bir doku yapısına sahip, uzunca bir yapıdır. Anatomik olarak, korteksin şakak parçasının bir bölümünün, yan beyin karıncığını teşkil etmek için içeriye doğru katlanmasıyla oluşmuştur. Hipokampusun bir ucu amigdala dayanır. Hipokampus, beyin kabuğunun birçok bölümüyle olduğu gibi; limbik sistemin amigdala, forniks, hipotalamus, septum ve mamiller cisimcik gibi temel parçalarıyla da yoğun bağlantılara sahiptir. Hemen her çeşit duygusal algı, derhal hipokampusun çeşitli bölümlerini faaliyete geçirir ve bu organdan doğan birçok çıkış sinyali limbik sistemin diğer kısımlarına, özellikle de fornikse yayılır. Bu şekilde hipokampus giriş sinyallerine verilecek uygun limbik karşılığın belirlenmesinde, amigdalaya eşlik eden bir ünite olarak fonksiyon görür. Ancak hipokampusun katkısı oldukça farklı bir nitelik taşır. Hipokampus, duygusal tepkiden çok, algılanan varlık ve olayların genel ve temel özelliklerinin kaydı ve anlamlandırılması yönünde faaliyet gösterir. Böylece, bu yapının katkılarından birisi, duygusal anlamlandırma işlemleri için yeterli bir “bağlam” hafızası materyali sağlamak şeklinde olmaktadır. Meselâ, hayvanat bahçesinde gördüğümüz bir ayı ile, piknik amacıyla bulunduğumuz ormanda karşımıza çıkan ayının; bizim güvenliğimiz açısından ifade ettikleri farkı kavramamızı sağlayan organımız, hipokampustur. Hipokampusta, nötr gerçekliğe dair enformasyon saklanırken, amigdalada bu realiteye eşlik eden duygusal boyut ve renk kaydedilip, saklanır. Böylelikle hipokampus vasıtasıyla rutin ya da sıradan olaylara, beynin diğer kısımlarının işe karışmasına gerek kalmaksızın, olağan ve sıradan karşılıklar verilir. Hipokampus aracılığıyla bu tür olaylar kaydedilir, gerekirse karşılıkları verilir, ama pek fazla önemsenmezler. Bu mekanizmanın önemi, hipokampusları ameliyatla çıkarılmış olan kişilerde daha net olarak görülebilir. Böyle kimselerde her çevresel değişim adeta bir “deprem” boyutunda etki oluşturur. En sıradan girdiler, dikkati dağıtıp, aktif şifreleme yöntemini aksatırlar. Anlaşılan hipokampus, beynin her olayı “acil durum” olarak algılanmasını ve sıradan şeylerin “farkındalık” alanına girmesini önleyen bir fonksiyona sahiptir.15
Hipokampus elektrotlarla uyarıldığında, bu uyarılmanın etkileri oldukça uzun süreler boyunca devam eder. Bu yapı, yeni duyusal enformasyonun bir kısmının seçilerek uzun süreli hafızaya kaydedilmesi sürecinde de anahtar bir rol oynar. Ameliyatla hipokampusları alınan veya bir hastalık sonucu bu organları zarar gören kişiler, bu olaydan önceki günlere ait anılarını hatırlarken, yeni olayları belleyemez ve hatırlayamazlar. Çünkü, hipokampus, öğrenilen bilgiyi uzun süreli hafızaya kaydeden bir yazıcı gibi de fonksiyon görmektedir.
Hafıza süreçleri; limbik sistem ile ilgili korteks bölümleri arasındaki ilginç bir iş birliğiyle gerçekleştirilir. Amigdalalar, psikolojik fonksiyonları açısından esasen “korku merkezi” olarak bilinirler. Amigdalaları tahrip olmuş hastaların korku duyguları kaybolur. Böyle kişiler, ne diğer insanların yüzündeki korku ifadesini kavrayıp, tanımlayabilirler; ne de kendileri bu ifadeleri takınabilirler. Meselâ, bu durumdan mustarip bir hastanın başına bir silah dayandığında, aklı vasıtasıyla korkması gerektiğini bilebilir, ama normal bir insan korku hissetmez.
Bir gece evinizde yalnız başınıza oturup, kitap okurken, yandaki odadan büyük bir gürültü geldiğini farz edin. O andan itibaren beyninizde olup, bitenler; korku ve alarm durumlarıyla ilgili nöral devreler ve özellikle de bu gibi hallerin merkezi olan amigdalalar vasıtasıyla gerçekleştirilir. İlk nöral devre, sesi sadece ham bir fiziksel uyaran olarak alıp, onu beyin diline dönüştürerek sizi genel bir uyarılmışlık haline sokar. Bu devre esas olarak kulaktan beyin sapına, oradan da talamusa uzanır ve burada biri kalın, diğeri oldukça ince olan iki kola ayrılır. İnce kol amigdala ve yakınındaki hipokampus ile bağlantılıdır. Kalın olan demet ise, şakak lobundaki, seslerin sınıflandırıldığı ve anlamlandırıldığı işitsel kortekse uzanır. Hafızanın ana depolama ünitesi olan hipokampus vasıtasıyla bu gürültü, daha önce duymuş olduğunuz diğer ses kayıtlarıyla karşılaştırılarak, bu sesin hemen tanımlanıp, tanımlanamayacağı araştırılır. Bir süre sonra da işitsel korteks aracılığıyla sesin daha ayrıntılı bir analizine başlanarak kaynağı belirlenmeye çalışılır. İşitsel korteks; “Acaba bu sesin kaynağı evin köpeği veya rüzgârın etkisiyle çarpan panjurlar olabilir mi; yoksa evin içinde dolaşan bir yabancı mı var?” gibi sorulara bazı hipotezler üreterek muhtemel ve makul karşılıklar arar ve ulaştığı sonuçları; o esnada mevcut işitsel mesajı, eski ses kayıtlarıyla mukayese etmekte olan amigdala ve hipokampusa gönderir.
Nihai karar bunun olağan ve tehlikesiz bir olay olduğu yönündeyse-şiddetli rüzgâr nedeniyle panjurların duvarlara çarpması gibi-başlamış olan genel uyarılmışlık hali, bir üst düzeye çıkmaz. Ama, eğer sesin kaynağı konusunda hâlâ emin değilseniz; amigdala, hipokampus ve prefrontal korteks arasındaki devrelerde yankı gibi gidip gelen uyaranlar, kararsızlık ve tedirginliğinizi daha da arttırarak, ilgi ve dikkatinizi sesin kaynağını tespit istikametinde yönlendirip, yoğunlaştırır. Bu özenli ek analizden de tatmin edici bir sonuç çıkmazsa, amigdalalar bu defa yeni bir uyarı başlatarak hipotalamusu, beyin sapını ve iç organları yöneten “otonom sinir sistemini” aktife eder.
Bilince henüz ulaşmamış bu türden korku ve kaygı yaşantılarının analizi sırasında, beynimizin merkezi alarm sistemi olan amigdalanın muhteşem tasarımı açıkça ortaya çıkar. Amigdaladaki sayısız devreden her birinin girişi, değişik bir duysal in-put kanalıyla bağlantılı iken, çıkışları da farklı limbik ve kortikal merkezlerle irtibatlıdır. Amigdala bu haliyle, modern bir işyerinin, muhtemel bir tehlikeyi veya tehdidi; en kısa zamanda polise, itfaiyeye, şirket yetkilisine, özel güvenlik amirine ve diğer ilgililere bildirmek üzere tetikte bekleyen “güvenlik merkezi”ne benzer. Amigdalaların farklı kısımları, farklı kaynaklardan bilgi alır: Yan çekirdek; talamus, işitsel korteks ve görme korteksi ile bağlantılıdır. Kabuk kısmının iç bölümü, koku soğanından; merkezi parça ise dilden ve iç organlardan gelen uyaranları alır. Bu özellikleri amigdalanın, tüm duysal girdiyi sürekli inceleyip, denetleyerek, her an tetikte beklemekte olan bir “güvenlik gözcüsü" konumunu güçlendirir.
Limbik yapılar, öğrenme ve hatırlama süreçlerinde oldukça önemli rollere sahiptirler. İki yönlü bir yolda önümüzdeki arabayı sollamaya çalışırken, karşıdan gelen bir kamyona çarpmaktan son anda kurtulduğumuzda, hipokampusumuz olayla ilgili olarak “yolun üzerinde bulunduğumuz kısmı veya karşıdan gelen kamyonun rengi ve modeli ya da arabada birlikte olduğumuz kişiler” gibi ayrıntıları kaydeder. Ancak, ileride benzer bir sollama teşebbüsünde bulunurken duyacağımız tedirginliğin kaynağı, amigdalalarımız olacaktır. Bir simanın komşumuza ait olup, olmadığını bize hatırlatan hipokampusumuz iken, ondan hoşlanıp, hoşlanmadığımızı, amigdalamız aracılığıyla bilebiliriz. Amigdala, özellikle duygusal durumların prosesörüdür. Amigdalaları zarar gören kişilerde, olayların duygusal anlamının değerlendirilip, yorumlanmasında şaşırtıcı bir yetersizlik, hatta aşikâr bir “duygusal körlük” olgusu ortaya çıkar. Duygusal boyutunu yitiren ilişkiler, anlamlarını ve etkilerini de kaybederler. Uzun ve şiddetli sara krizlerinin kontrol altına alınması amacıyla amigdalaları ameliyatla çıkarılmış olan genç bir adam; tüm insanlarla ilişkilerini keserek, herkesten uzakta yapayalnız yaşamaya başlamıştır. Ailesine ve en yakın arkadaşlarına bile sanki onlar birer yabancıymış gibi davranan bu genç adam; sergilediği ilgisiz ve kayıtsız durum karşısında onların duydukları üzüntü ve ıstıraba da tamamen kayıtsız kalmıştır. O, amigdalasını kaybettikten sonra yalnız duygulanma değil, duyguları hakkında bilgi sahibi olma yeteneğini de tamamen yitirmiştir. Amigdala, duygusal anlamların ve anıların depo edildiği ünite olup, onsuz hayat, tüm kişisel renklerinden ve manâsından soyutlanmış bir hayattır.
Hayati tehlikeler karşısında bizleri saldırmaya veya kaçmaya yönelten nörokimyasal uyarı sistemi, o anı tüm canlılık ve netliğiyle hafızamıza işler. Stres ve kaygı anlarında, beyinden böbrek üstü bezlerine kadar uzanan kalınca bir sinir lifi, adrenal bezlerinden, organizmanın olağan dışı ve acil durumlara hazırlanmasını sağlayan adrenalin’in salgılanmasına yol açar. Bir diğer uzun sinir demeti olan ‘vagus’ da bu gelişmeleri beynin ilgili merkezlerine bildirir. Bu acil durum sinyallerinin odaklandığı yer, amigdaladır. Sonuçta, olayın anısını güçlendirecek uyaranlar eşliğinde, ilgili hafıza kayıtları, hipokampusun da katkısıyla gerçekleştirilir.
Amigdalaların uyarılması, söz konusu hadisenin hafızada daha net ve canlı bir şekilde saklanmasını sağlar. Bu nedenle duygusal bileşeni büyük olan anıları daha kolay ve iyi hatırlarız. Amigdala ne kadar güçlü uyarılmışsa, hafıza kaydı o kadar güçlü olacağından; hayatta bizi en fazla heyecanlandırmış, duygulandırmış veya korkutmuş olan olaylar, bizim en silinmez hatıralarımız arasında yer alır. Biri sıradan olaylar, diğeri de duygusal yükü fazla olanlar için olmak üzere beynimizde en az iki farklı hafıza sistemi mevcuttur. Duygusal hafıza kayıtlarının saklandığı yer olan amigdala, ihtiyaç halinde yaşantı arşivini tarayarak hali hazırda vuku bulanı, geçmişte olan ile karşılaştırır. Amigdal karşılaştırma tekniği, olaylar arasındaki genel analojiye dayalı bağlantılar veya ilişkiler kurmaktan ibarettir. Mevcut durumun ana unsurlarından biri eğer geçmiş hatıralardan birininkine benziyorsa, amigdaladan “bu iki olay birbirinin aynıdır” kararı çıkabilir. Çünkü, bu sistemin işleyişi incelik ve hassasiyetten büyük ölçüde yoksundur. Ve sonuçta daha henüz hiçbir şey kesinlik kazanmadan, sistemden “harekete geç!” kararı çıkabilir. Şu anda olmakta olanlara, bu sistem, çok eskiden farklı bir olay için söz konusu olmuş bir yaklaşımla, sanki bunlar tamamen aynı şeylermişçesine-bazıları çılgınca da olabilen-benzer tepkilerin sergilenmesine yol açabilir.
Amigdalanın “acil durum” ilan etmesi için, yeni olayın sadece birkaç yanının geçmiştekine benzemesi yeterlidir. Buradaki esas sorun, açık bir kriz reaksiyonu başlatabilecek güçteki duygusal anıların, hali hazırdaki olay için gereksiz ve geçersiz olabilecek tepkilere yol açma riskidir. Bebek ile bakımını yapan kişi arasındaki, hayatın ilk yıllarına ait ilişkilerden kaynaklanan bir çok etkili duygusal anı, böyle durumlarda duygusal zihnin aşırı tepkilerine katkıda bulunur. Bunlar özellikle dayak, aşırı ihmal ve hayal kırıklığı gibi sarsıcı olaylara ait anılar olabilir. Hayatın bu erken dönemlerinde, sözlü olarak ifadesi mümkün olan anıların kaydından sorumlu olan hipokampus ile “akılcı düşünme”nin merkezi olan korteks gibi diğer beyin kısımları henüz gelişmemiştir. Normal bir erişkinde, hafıza fonksiyonları amigdala, hipokampus ve korteksin ilgili kısımlarının uyumlu bir işbirliğiyle gerçekleştirilir. Bu yapıların her birinde, o yapıya has enformasyon, müstakilen kaydedilip, saklanır ve ihtiyaç halinde de oradan bulunup, çıkarılır. Hipokampusta bilgiler nötr bir şekilde saklanırken, amigdalaya ilgili nesne veya olayın duygusal boyutu kaydedilir ve bu ünitelerin ilkinden “geri çağrılan” enformasyon nötür iken, ikincisinden kaynaklanan ise duygu yüklüdür. Bebek anne karnındayken hızla gelişip, olgunlaşan amigdala, doğum sırasında nihai biçim ve boyutuna oldukça yaklaşmış bir durumdadır.
Le Doux, amigdalanın bu rolünü şöyle açıklar: Bebek ile çevresindekiler arasındaki etkileşimler; özellikle uyum ve uyumsuzluk halleri amigdalada, etkileri bir ömür boyu sürecek kalıcı izler bırakır. Bunlar son derece güçlü ve yetişkinlerin bakışı açısından, izahı zor sonuçlar doğuran izlerdir. Çünkü bu izler, duygusal hayatın sözlü biçimde ifade imkânı bulunmayan eski ve müphem anıları olarak amigdalalara depolanmışlardır. Bebeğin yaşantı ve düşüncelerini henüz dile getiremediği bir dönemde kaydedilmiş oldukları için, ileride herhangi bir nedenle “çağrıştırıldıklarında”, onlara dille ifadesi mümkün herhangi bir enformasyon eşlik edemeyecektir.
Bu ve benzer nedenlerle, duygular bazen de akılcı düşünmeyi engelleyebilir. Nörofizyologlar, satın almak istediğimiz evin özelliklerini veya bir sınavda çözmeye çalıştığımız bir problemle ilgili verileri zihnimizde tutmamızı sağlayan entelektüel yapıya ve yeteneğe “işleyen hafıza” adını verirler. İşleyen hafızadan sorumlu olan beyin bölümü, korteksin ön alın lobundaki prefrontal parçasıdır. Limbik sistemden prefrontal kortekse gelen kaygı, öfke veya korkuya ilişkin güçlü duygusal sinyaller, bu bölümün işleyen hafızayı kullandırma potansiyelini önemli ölçüde azaltabilir. Bu nedenle erişkinler duygusal bakımdan alt-üst olduklarında sağlıklı düşünemezken; çocuklarda duygusal problemler, entelektüel gelişimi aksatarak, öğrenme ve hatırlama kapasitesini köreltir. Çocuğun bu entelektüel sorunu eğer çok bariz değilse, IQ testleriyle ortaya çıkarılamayabilir. Ancak çocukta devamlı bir tedirginlik ve aşırı fevri davranışlar gözlenmesi üzerine yapılacak daha hassas nöropsikolojik ölçüm ve testlerle ortaya konabilir. Ortalamanın üzerinde IQ puanı almış oldukları halde okul başarıları düşük olan ilkokul çağındaki bir grup erkek çocuk üzerinde yapılan testler sonucunda, bunlarda bazı prefrontal fonksiyon bozuklukları olduğu anlaşılmıştır. Bu çocuklar çok fevri ve endişeli olup, çevrelerindekilerle devamlı sürtüşmekte ve başlarını sık sık derde sokmaktaydılar. Bu ve benzeri araştırmalar, prefrontal korteksin normalde limbik dürtüleri kontrol etme fonksiyonuna sahip bulunduğunu; ancak bu çocuklarda, prefrontal kontrol mekanizmasının yetersiz olduğunu göstermektedir. Yüksek IQ ve benzeri entelektüel potansiyellerine rağmen böyle çocuklar; erişkinlik dönemlerinde akademik başarısızlık, alkolizm ve suç işleme gibi sorunlar sergilemeleri bakımından en yüksek gruplarından birini teşkil ederler. Bunun nedeni zekâlarındaki bir eksiklik değil, duygularını kontrol yeteneklerinde mevcut olan bir sorundur.
Dr. A. Damasio’ya göre bir kısmı çok zeki olabilen bu kişilerin özellikle sosyal hayatlarıyla ilgili konularda genellikle hatalı kararlar verip, kötü tercihler yapmaları; ancak bu şahısların duygusal bilgi depolarına erişim imkânlarını yitirmiş olmalarıyla açıklanabilir. Düşüncelerin ve duyguların kavşak noktası olan prefrontal korteks-amigdala devresi, hayatımız boyunca sevdiğimiz veya nefret ettiğimiz her şeye ait duygusal kayıtlara açılan tek kapı olarak fonksiyon görür. Eğer amigdalaya uzanan duygusal devre bozuksa, korteks, özellikle sosyal hayata ait olanlar başta olmak üzere, ele aldığı herhangi bir konuyu sağlıklı ve verimli bir şekilde analiz edemez. Sanki her şey, kışın bir dağ yolunda önümüze çıkıp da bize yönümüzü şaşırtan sise benzeyen kalın bir “nötrlük ve tarafsızlık” perdesine bürünmüştür. Konu, ister vaktiyle çok beğenilen bir araba, isterse nefret edilen bir tanıdık olsun, artık duygular düşünceyi hiçbir yöne sevk edememektedirler. Böyle kişiler, duygusal arşivlerinin tamamını yitirmiş gibidirler. Çünkü, artık onların amigdalada depolanmış oldukları yere erişme imkânı kalmamıştır. Bu ve benzeri bulgular Dr. Damasio’yu, ilk bakışta paradoksmuş gibi görünse de, “duygular, akıllıca kararların alınabilmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir” şeklinde bir kanaate ulaştırmıştır.
“Mantık”, bilgi ve bilim sınıflamasında “biçimsel” veya “formel” bir disiplin olarak nitelenir. Düşünce kapsamındaki materyalin “doğru-yanlış, tutarlı-tutarsız veya geçerli-geçersiz” şeklindeki mantıksal veya biçimsel değerlendirmesi, bu nedenle akılcı zihin tarafından yapılması gereken bir işlemdir. Duygusal zihin ise düşünce materyalinin “yararlı-zararlı, iyi-kötü veya gerekli-gereksiz” şeklindeki içeriksel değerlendirmesini yapmakla görevlidir. Öyle anlaşılıyor ki; ancak hislerin doğru istikamete işaret etmelerinden sonra sıra, mantıklı ve analitik düşünmeye gelmektedir. Hayatta zaman zaman önemli tercihler yapma ve kararlar verme durumlarıyla karşı karşıya kalırız. Duygusal yaşantı ve tecrübe arşivimiz, başlangıçta bazı alternatifleri eleyip, bazılarını da ön plâna çıkarabilmemiz istikametinde bize yol göstermektedir. Böylelikle düşünme sırasında duygusal beyin, en az akılcı beyin kadar işe karışır; yani duygular, tutarlı ve geçerli kararlar için vazgeçilmezdir. Duygu-düşünce harmonisinde, duygusal yetenekler akılcı zihinle el ele ve onunla uyum içinde, kararlarımızı adım adım en uygun yöne sevk ederler. Benzer şekilde, ideal şartlar altında, akılcı zihin de, duyguları dizginleyerek, onları makul sınırlar içinde tutabilir.


Kısa-Uzun Süreli Hafıza İlişkileri ve Örüntü Tanıma Modelleri


Kısa ve uzun süreli hafıza sistemlerinin genel özellikleri ile duyguların düşünme ve hatırlama mekanizmaları üzerindeki etkilerini ana hatlarıyla gözden geçirmiş olduk. Şimdi de kısaca, iki temel hafıza sisteminin birbirleriyle olan ilişkisini inceleyelim: Atkinson ve Shiffrin’in önerdiği bir modele göre; dikkatimizi yönelttiğimiz veri ve enformasyon, kısa süreli hafızaya alınır ve tekrarlama suretiyle burada muhafaza edilebilir veya yer değiştirme yoluyla kaybolabilir.
Aynı modele göre, sınırsız olan uzun süreli hafıza kapasitesi ise, geri çağırma sorunları nedeniyle tam olarak kullanılamamaktadır. Enformasyonun uzun süreli hafızaya kodlanması için, kısa süreli hafızadan uzun süreliye aktarılması gerekir. Modelin dayandığı temel varsayıma göre, herhangi bir şeyi ancak, önce kısa süreli hafızada prosesledikten sonra uzun süreli hafızaya kodlayabilir ve öğrenebiliriz. Kısa süreliden uzun süreliye aktarma işlemi; çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilebilir: Meselâ, iki kelimenin bir imgeyle veya bir bağlantı cümlesiyle ilişkilendirilmesi veya tekrarlama işlemi, bunlardan birkaçıdır. Bir itemin tekrarlanması onun sadece kısa süreli hafızada tutulmasını değil, ayrıca uzun süreli hafızaya aktarılmasını da sağlar. Birçok gözlem ve deney verisini başarılı bir şekilde bir araya getirip açıklayabilmesine rağmen, bu model de tamamen mükemmel ve sorunsuz olmadığı için; son yıllarda bazı alternatif modeller geliştirilmiştir.
Bilgisayar bilimciler (computer scientists), yıllardır yoğun bir biçimde, yazı ve resim gibi sembol ve şekillerin bilgisayarlarca en iyi şekilde tanınıp, işlenmesini mümkün kılacak daha gelişmiş sistemler hazırlamak amacıyla çalışmaktadırlar. Sembol ve şekil işleyebilen bilgisayar sistemleri geliştirilirken, insanın duyu ve algı fizyolojisine ait bilgi ve ilkelerden geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Bu nedenle söz konusu iki alan arasında olumlu bir etkileşim süregelmekte; bunlardan birinde sağlanan ilerleme ve gelişmelerden diğer alanda çalışan bilim adamları da geniş ölçüde yararlanabilmektedir. Gerek fizyologlar, gerekse bilgisayar bilimciler tarafından bu konuda yürütülen çalışmalarda, “örüntü tanıma modelleri”, oldukça büyük bir öneme ve yere sahiptir. Bu modeller tasarlanırken, örüntü tanıma sistemlerinin temel unsurunun bir grup özellik “dedektörü” veya “alıcısı” olduğu varsayılır.
Örüntü tanıma modellerinin yapısı oldukça karmaşıktır. El yazısı tanıyan nispeten basit bir örneği inceleyerek bu modellerin temel özellikleri hakkında bir fikir edinmek mümkündür. Uygun bir bilgisayar programıyla yönlendirilen sistem, değişik kişilere ait pek çok farklı karakterlerdeki el yazılarını tanımada oldukça başarılıdır. Bu modelin insan duyu ve algı sistemi kadar kompleks ve mükemmel olmadığı açıktır; ancak, fizyologlara, inceledikleri sistemlerin yapı ve çalışma özellikleri hakkında yeni bakış açıları ve yaklaşımlar sunma potansiyeli de ortadadır. “Harflerin kişiden kişiye büyük farklılık gösteren biçim ve karakter özellikleri, genişlikleri, yükseklikleri, eğimleri” ve benzeri değişkenler nedeniyle el yazısını okuyan bir program geliştirmek gerçekten oldukça karmaşık bir iştir. Sistem, harfleri “bir özellikler listesi”ne göre ayırt edip, tanır. H harfi, aşağıdan yukarıya uzanan iki çizgi ve bir de yatay çizgi ile; biri yukarıya, diğeri aşağıya bakan iki içbükey boşluktan oluşur. Bu özellikler, H harfini tanımlayan listenin başlıca elemanlarını teşkil eder. Şimdi sadece A, H, V ve Y harfleri için tasarlanan basitleştirilmiş bir örüntü tanıma programının akış diyagramını inceleyelim. Özellik listesi, başlıca şu üç hususun varlığına veya yokluğuna göre düzenlenmiştir: ”Üst kısımda içbükeylik, dik olarak kesişen çizgiler ve düşey bir çizgi.” İlk harf için program, şu analizi yapar: “Üstte bir içbükeylik var mı?” Cevap “hayır” ise, harf , A olarak belirlenir. Ama, cevap “evet” ise, bu defa “Dik olarak kesişen çizgi var mı?” sorusuna karşılık aranır. Bu karşılık “evet” ise, H harfi tespit edilmiş olunur. “Hayır” cevabı karşısında ise, sıradaki soru “Düşey çizgi var mı?”dır. Karşılık “evet” ise söz konusu harf Y, “hayır” ise V’dir.
Gerçekte, el yazısını okuma amacıyla hazırlanmış olan programlar bu örnekten çok daha fazla karmaşıktır. Ancak bu karmaşık programlar da benzer temel ilkelere dayanır. Duyu ve algı fizyologları ile psikologlara göre, insanın sinir sisteminin ilgili bölümü de benzer prensipler çerçevesinde fonksiyon görmektedir. Arkadaşımız Ali için zihnimizde; saç ve göz rengi, ağız ve burun yapısı ve diğer karakteristik özelliklerinin bir listesi mevcut bulunuyor ise ve biz birisiyle karşılaştığımızda algı sistemimizin özellik detektörlerince tespit edilen liste, eğer onunla örtüşüyorsa, biz o zaman Ali’yi tanımış oluruz.














Dil ve Bilişim





İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında, soyut ve karmaşık biçimlerde düşünebilmesi ve düşüncelerini dil aracılığıyla ifade edebilmesi gelir. Düşünme işlemi, insan davranışlarının en kompleks formunu ve zihinsel faaliyetlerinin de en üst düzeyini teşkil eder. Düşünme prosesinde imgeler, şekiller, hayaller, çeşitli reseptörlerden kaynaklanan duyusal algı içerikleri, soyut kavramlar veya duygusal anılar yer alabilirler. Düşünme işlemlerinin birçok farklı şekli vardır. Dersin başlamasını beklerken oturduğu sırada hayal kuran, bir matematik problemi çözen, bir mektup yazan veya yaz tatili için plân yapan bir öğrenci, değişik formlarda düşünmektedir. Bazen de düşünmeye, bir konuda, önceden edinilmiş zihinsel alışkanlıklarımız yardımıyla otomatik olarak veya refleks tarzı bir işlemle karar verme imkânı bulamayınca başlarız.
Düşünme, nesne ve olaylar yerine, onları temsil eden bazı sembollerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilen zihinsel bir prosestir. Bir elmayı yerken veya bir salonda aşağı -yukarı dolaşırken düşünmek zorunda değilizdir, ama bu gibi faaliyetleri safha safha düşünerek de gerçekleştirebiliriz. Ancak önümüzde mevcut bulunmayan bazı yiyecekleri yemek istediğimizde veya evde oturduğumuz sırada bahçede kısa bir yürüyüş plânlamakta iken, ilgili nesne ve olayları temsil eden birtakım semboller kullanarak düşünmemiz kaçınılmazdır. Sadece gerçek nesnelerle değil, sınırsız sayı ve çeşitteki simgeler ve hatta her türden hayallerle de gerçekleştirilebildiği için düşünme türleri ve kapasitesi, sınırsız bir çeşitlilik ve zenginlik arz eder. Düşünme sırasında, bir yandan hali hazırdaki algılar ve izlenimler konularına göre çeşitli kategorilere ayrılırken; diğer yandan da taşıdıkları anlamlara göre, çağrışım yoluyla bunlar ile, hafıza kayıtlarındaki ilgili enformasyon arasında sayısız bağlantı ve ilişki kurulabilir.
Gerek felsefede, gerekse bilimde; bilgi, görüş, tecrübe ve düşünceler; ancak bir “dil”in sağlayacağı ifade imkânlarıyla ortaya konup, diğer insanlara iletilebilir. Günlük hayata ait çok basit zihinsel işlemlerle ilgili olanlardan; en karmaşık ve en soyut teorik sorunların çözümüyle veya önemli bilimsel buluşlarla ilgili olanlara kadar hemen tüm düşünme prosesleri, belirli bazı soyut sembolik kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Herhangi bir dil olmaksızın, ne felsefe ne de bilim, tasavvur dahi olunamaz. Sezgi veya algı düzeyinde gerçekleşen kimi bilgi türlerinin varlığı söz konusu olsa bile, bilgilerimizin ve düşüncelerimizin felsefi veya bilimsel bir nitelik kazanabilmesi için, onların ortak bir anlaşma aracı olarak benimsenen bir “sembol sistemi” vasıtasıyla ifade edilmiş olmaları kesin bir zorunluluktur. “Geçerli ve nesnel bilgi”nin temel niteliklerinden biri, herhangi bir dil ile ifade edilebilir oluşudur. Eğer konuyu bireysel yönden ele alacak olursak, kişisel olarak bilimsel ve felsefi hususları öğrenebilmemiz, bu konularda düşünebilmemiz ve onlar hakkında başkalarıyla iletişim kurabilmemiz de ancak bir dil sayesinde mümkün olabilecektir.
Dil ya da lisan, insanlar arasında iletişimi mümkün kılan sesli veya yazılı bir sembol sistemidir. Linguistikte dilsel sembollere “gösterge” adı verilir. Bu göstergelerin anlamları tabii bir ilişkiden kaynaklanmayıp, kökleri tarihin derinliklerine uzanan sosyal bir kabul ve uzlaşmaya dayanır. Bu tanımından dolayı dil, sadece insan toplumlarına has bir yetenek olarak kabul edilir. Birçok hayvan türü de çıkardıkları bir takım sesler ve yaptıkları bazı beden hareketleri aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurabilir ve hatta bazıları bir dereceye kadar insan dilini öğrenip, anlayabilir. Ancak, hiçbir hayvan çıkardığı sesleri, insanın yaptığı gibi açık, kesin, bir iç tutarlılığa sahip olan ve toplumsal bir uzlaşmaya dayanan bir dil sistemi düzeyine ulaştıramamıştır.
Dilin, çoğu tartışmalı olan birçok farklı tanımı yapılmıştır. Bunlardan birine göre lisan, düşüncelerin, kelimeler halinde düzenlenmiş sesler veya harf gruplarıyla ifadesidir. Bu tanım, düşünceye fazla ağırlık vermesi nedeniyle eleştirilmiştir. Çünkü dil, düşüncelerin dışında kalan duyuların, algıların, hislerin, heyecanların ve bazen bilinç düzeyine tam olarak ulaşamayan birtakım hayallerin, rüyaların veya hallüsinasyonların ifadesine de aracılık edebilir. Daha yaygın kabuk gören bir tanıma göre ise dil, temelde bir kavram ile bir ses imgesinin birbiriyle irtibatlandırılmasına dayanır. Bu, tabii ve zorunlu değil, “saymaca” bir irtibattır. Meselâ köpek kavramı için İngilizler dog, Almanlar hund, Fransızlar ise chien seslerini kullanırlar. Bununla birlikte kavram-ses imgesi bağının, üstü örtük sosyal uzlaşım nedeniyle aynı toplumun üyeleri için zorunlu olması gerekir. Aksi takdirde, bu bireyler için ortak olan bir dilden söz edilemez.



Semiyotik (Göstergebilim), Linguistik (Dilbilim) ve Yapısalcılık

Bilimsel ve felsefi amaçlarla kullanılacak olan diller Türkçe veya İngilizce gibi “tabii” diller olabilecekleri gibi; matematik, mantık veya kimyada kullanılan ve belirli tanım ve kurallara göre oluşturulan “suni” diller de olabilirler. Tabii dillerin tamamıyla ilgili her türlü bilimsel çalışma ve araştırmalar, “linguistik” (dilbilim) adı verilen disiplinin alanına girer. Linguistik de, “semiyotik” (göstergebilim) isimli daha geniş kapsamlı bir branşın alt dalıdır.
Semiyotik; haber, bilgi ve anlam ifade etme potansiyeline sahip bulunan her türlü yapı ve sistemi konu alabilen “genç” bir disiplindir. Tanımı gereği sınırsız bir sahayı kapsayabilen semiyotiğin öncelikli ve önemli konuları şöyle sıralanabilir:
1-) Günlük konuşma dilleri ve matematik, mantık, kimya ve bilgisayar alanlarında kullanılan sunî diller,
2-) Asker, polis, demiryolcu veya denizci gibi meslek gruplarına has flâma, tabela, levha ya da el-kol-baş hareketlerinden oluşan işaret sistemleri; sağır-dilsiz alfabesi gibi özel amaçlı diller, trafik işaretleri,
3-) Dini-kültürel-folklorik âdet, tören prensip ve uygulamalar, nezaket ve görgü kuralları,
4-) Edebiyat-müzik-sinema-resim ve diğer sanat dallarına ait eserler, moda, mimari ve şehircilik uygulamaları,
5-) Siyasi-hukuki-ekonomik yapı, kurum ve sistemler,
6-) Fiziksel ve biyolojik yapılar ile sistemler.
Bu listede yer alan veya almayan “belirli kaide ve esaslara göre işleyen her türlü manâlı yapı ve sistem”, semiyotikte birer “gösterge sistemi” olarak ele alınıp, incelenebilir. Ancak, kapsadığı alanın bu şaşırtıcı genişliğine ve yaklaşımının orijinalitesine karşılık, oldukça yeni bir disiplin olması nedeniyle semiyotik; henüz ne gelişimini tamamlayabilmiş, ne de ilişkili disiplin ve yöntemlerle tatmin edici bir etkileşim ve diyalog içine girebilmiştir. Meselâ benzer şekilde özellikle sosyal bilimlerde büyük beklentilere yol açmış olan ve aynı şekilde henüz kendisinden beklenenleri veremeyen hermönetik ile semiyotik arasındaki ilişkiler o kadar az ve yetersizdir ki, böyle bir iletişimsizliği ne anlamak, ne de açıklamak mümkün görünmemektedir. Böylesine olumsuz bir sonuç ancak bu iki yaklaşımdan birini benimseyen düşünürlerin, diğerini yok kabul edip, görmezlikten gelmesiyle ortaya çıkmış olabilir.
Her şeye rağmen, eğer yapılanması ve gelişimi gereken düzeye ulaştırılabilmesi halinde; tanımı gereği semiyotik, insanın “kendini, içinde yaşadığı toplumu ve evreni” tanıma ve anlama çabalarına çok büyük ve önemli katkılar sağlayabilecek yeni bir disiplin olarak parlak bir gelecek vaat etmektedir.
Konumuzun, düşünme ve dil ilişkisi olması nedeniyle biz şimdi semiyotiğin bir alt dalı olan dilbilim(linguistik)in tarihi gelişimini ve günümüzde ulaştığı düzeyi inceleyeceğiz. Linguistikte; dil, bilimsel bir yaklaşımla ele alınarak; yapısı, nitelikleri ve unsurları ile değişim ve dönüşümleri incelenir. Linguistik terimi ilk olarak 19. yüzyılda, dil incelemelerinde yeni kullanılmaya başlanan bir yaklaşımı, geleneksel filoloji çalışmalarından ayırt etmek amacıyla önerilmiştir. Filologlar, öncelikle dilin yazılı metinlere yansıyan tarihi seyri ve gelişimiyle ilgilenirler. Araştırma alanları, esas olarak kültür ve edebiyattır. Dilbilimciler de yazılı metinlerle ve dilin zaman içindeki değişimiyle ilgilenmekle beraber, daha çok günümüzde konuşulmakta olan dillere ağırlık vererek, bu dillerin belirli bir zaman dilimi içindeki yapısını ele alırlar.
Linguistik ve dilbilgisi ayrımı da önemli bir husustur. Gramer olarak da bilinen dilbilgisinde, belirli tek bir dilin ses, kelime, cümle gibi unsurlarının özellikleri ile tâbi oldukları sistemlerin yapısı ve kuralları tarif ve izah edilir. Günümüz dilbilimcileri, grameri veya dilbilgisini, “bir dilin temelinde yatan ve o lisanı anadilleri olarak konuşanlar tarafından sezgi ve alışkanlık düzeyinde genel bir kavrayışla bilinen yapı ve işleyiş özelliklerinin bilgisi” olarak tanımlarlar.
18. yüzyıla gelinene kadar, gramer alanında tasvirci ve kuralcı yaklaşımlar egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Bu yıllarda yoğunluk kazanan dil çalışmaları sonunda kuralcı-tasvirci yaklaşımla hazırlanan ve içerikleri daha çok resmî, yazılı ve edebi dile ait cümlelerin tahlilleriyle sınırlı olan ve günlük konuşma dilinin ihmal edildiği kitaplar, okullarda öğrencilerin dil eğitimleri amacıyla kullanılmaya başlandı. Aynı dönemde, dilbilimcilerin dili bilimsel ölçülerle ele alan çalışmaları da giderek hızlandı ve yaygınlaştı. Yaşayan, yani konuşulan tüm dillerin sürekli bir değişim olgusu sergilemekte olduklarını belirleyen dilbilimciler, zamanın Avrupa dillerine ait çeşitli yazılı kayıt ve belgeleri incelemeye başladılar. Araştırma alanlarını edebi ve resmî nitelikli metinlerle sınırlamayarak, çeşitli lehçeleri ve konuşma dillerine ait özellik ve nitelikleri de inceleyip, araştırdılar. Gramer ve dilbilim çalışmalarında ele alınan konular ve ulaşılan sonuçlar arasında büyük farklılıklar belirmeye başladı. 19. yüzyıl sonlarından itibaren, gramer alanında tarihsel yaklaşım ağırlık kazandı. Daha önce hakim olan kuralcı bakış açısı giderek yerini, dillerin orijinin tespitine öncelik ve ağırlık veren yaklaşıma bıraktı. “Karşılaştırmalı yöntem”in geliştirilmesi ve uygulanması ile Avrupalıların Sanskrit dilini öğrenmeleri, bu alanda önemli gelişmelere zemin hazırladı. 1786’da, Hindistan’daki İngiliz mahkemesinin başkanı W. Jones, Sanskrit diliyle Yunanca ve Latince arasındaki benzerliğe dikkat çekerek, bu üç dilin ortak bir kökenden türemiş olduğu tezini ileri sürdü. Daha sonra, 1816’da F. Bopp ve 1822’de J. Grimm, İndo-Germen veya Hint-Avrupa dil ailesi tezini ispatlayan eserlerini yayımladılar. Grimm, bu dillerdeki ses özellikleri arasında oldukça düzenli bir ilişkinin bulunduğunu gösterdi. Meselâ, en eski Germen dili olan Got dilindeki “f” sesinin yerine; Yunanca, Latince ve Sanskrit dilinde çoğu zaman “p” bulunur. Ayak kelimesi; Got dilinde “fotus”, Latince’de “pedis”, Yunanca’da “podos” ve Sanskrit dilinde “padas”tır. Grimm’e göre bu farklılıklar, Germence’de gerçekleşmiş olan belirli bir ses kayması olgusunun sonucudur. Bu olgu daha sonra ayrıntılı bir şekilde tanımlanarak bir dilbilim yasası olarak ifade edilmiştir. Buna göre, kelimeleri oluşturan ses birimleri, zamanla, oldukça düzenli bir çevrim içerisinde değişmektedir. Bir süre sonra, bu çalışmalarda sağlanan bulguların ışığında, dilbilim dallarından biri olan “fonetik” (sesbilim) kurulacaktır.
Dilbilimin diğer temel dallarının günümüzdeki biçimlerini almasında, C. Morris’in çalışmalarının da önemli etkisi olmuştur. Morris, “Signs, Language and Behaviour” (1944) adlı kitabında, semiyotiğin dil ile ilgili alanının üç ana konuya bölünmesini önerir. Morris bu ana alanları; semantik, sentaks ve pragmatik olarak adlandırır. Ona göre; semantik, kelimelerin, temsil ettikleri şeylerle; sentaks, kelimelerin diğer kelimelerle; pragmatik de kelimelerin insan davranışıyla olan ilişkilerini konu alması gereken disiplinlerdir.16
Anlambilim olarak da adlandırılan semantikte, kelimelerin kavramlar ile varlık ya da olayları nasıl ve ne şekilde temsil ettiği, düşünce-anlam ilişkileri, insanların dilsel ifadeleri nasıl manâlandırdığı ve kelimelerin anlamının tarih içindeki değişimi gibi hususlar incelenir. Semantik, günümüzde dilbilimin en az gelişme göstermiş olan alanıdır.
Sentaks, kelimelerin cümleleri oluşturmak üzere nasıl ve ne şekilde bir araya getirildiğini; yani imlâ, gramer ve ifade biçimlerini konu alan dilbilim dalıdır. Pragmatikte ise, dil-kullanıcı ilişkileri, kelimeler ile insan zihni ve davranışları arasındaki karşılıklı bağlantılar ele alınır.
Gramerde olduğu gibi, dilbilimde de belirli bir dönem, dillerin tarihi gelişimlerinin incelenmesi, başlıca ilgi ve çalışma alanını teşkil etti. Ancak zamanla bazı dilbilimciler arasında, mevcut yaşayan dillerin belirli bir andaki durumlarının incelenmesinin daha yararlı ve önemli olduğu görüşü yaygınlaştı. Böylece bu alanda, esas olarak dilin zaman içindeki gelişiminin ele alındığı “artzamanlı” veya tarihsel dilbilim ile dilin belirli bir andaki durumunun incelendiği ”eşzamanlı” dilbilim olmak üzere iki farklı yaklaşım gelişmiş oldu.
J. G. von Hender ve W. von Humbolt gibi tarihselci araştırmacılara göre bir toplumun bireyleri dünyayı, gerçekte olduğu gibi değil, dilleri tarafından belirlenen subjektif bir perspektiften görür ve yorumlarlar. Bu yaklaşım, 20. yüzyılda Sapir, Whorf ve Lévi Strauss gibi “yapısalcı” araştırmacılar tarafından geliştirilerek yeni ve kapsamlı bir felsefi anlayışa temel yapılacaktır.
Yapısalcılık, bazıları oldukça büyük farklılıklar arz eden birkaç yaklaşım veya yönelimin ortak adıdır. Yapısal dilbilim, Avrupa’da, İsviçreli dilbilimci F. de Saussure’ün ölümünden sonra Genel Dilbilim Dersleri adıyla yayımlanan ders notlarının bilim ve edebiyat çevrelerinde doğurmuş olduğu etkilerden kaynaklanmıştır. Saussure’ün, linguistiğin gelişimine belki de en büyük katkısı, dili, kelimeler gibi birbirinden bağımsız unsurların bir toplamı olarak değil de; ancak birbirleriyle olan ilişki, etkileşim ve farklılıkları çerçevesinde bir değer ve anlam kazanan bazı birimlerden oluşan kompleks bir sistem ve yapı şeklinde tanımlamış olmasıdır. Bu bakış açısıyla dilsel yapıyı “töz” ve “biçim” veya “dil”(language) ve ”söz” (parole) gibi ikililer halinde tasnif ederek, tanımlayan Saussure; linguistik göstergeleri de “gösteren” ve “gösterilen” olarak iki farklı yöne sahip birimler olarak tasvir etmiş ve dilbilimin asıl çalışma alanın “gösterenlerin” incelenmesi olması gerektiğini savunmuştur.
Saussure’ün görüşleri, daha sonra, Prag Okulu ve Kopenhag Okulu adlarıyla bilinen iki dilbilim çevresince geliştirildi. Önde gelen temsilcileri N. S. Trubetskoy ve R. Jacobson olan Prag Okulu mensupları, Saussure’ün “dilin temelini, birimleri arasındaki farklılıklar teşkil eder” ifadesini kendilerine çıkış noktası alarak, dili bir karşıtlıklar sistemi olarak tanımladılar ve linguistik birimleri, farklılık oluşturucu işlevlerine göre ele aldılar. Bu nedenle Prag Okulu’nun bir diğer adı da ‘İşlevselci Okul’dur. Trubetskoy, işlevselciliği sesbilim alanına da uygulayarak, anlam ayırma işlevini yerine getiren en küçük ses birimlerine “fonem” adını vermiştir. Modern fonetik, bu çalışmaların bir ürünüdür.
Kopenhag Okulu da Saussure’ün şu iki görüşünü öğretisine esas almıştır: “Dil, göstergelerden oluşan bir sistemdir” ve “Dil, esas olarak tözsel değil, biçimsel bir yapıdır”. Kopenhag Okulu öncüleri, Saussure’ün gösteren ve gösterilen kavramlarını, “içerik” ve “anlatım” düzlemleri başlığı altında yeniden ele alarak, yorumlamışlardır. Bunlardan L. Hjelmsev’e göre bu düzlemlerin her biri de “materyal” ve “biçim” olarak ikişer ayrı katmandan oluşur. İçerik düzlemini teşkil eden materyal; çeşitli kavramlar, düşünceler, anlamlardır. Anlatım düzleminin materyali de seslerden oluşur. Biçim ise bu materyalleri düzenleyen kuralların toplamıdır. İçeriğin biçimi, çeşitli gösterilenler (kavramlar) arasındaki kognitif ilişkiler olup, konuşma ile ilgili zihinsel süreçlerin; kavramları, kişinin amacına göre düzenleyişini temsil eder. Anlatımın biçimi ise, bütün bu malzemeyi organize ederek belirli bir sistem haline getiren ilgili lisana ait kuralların toplamıdır. Dili adeta aritmetik, cebir veya mantık gibi içeriksiz, soyut ve formel bir biçimsel yapıymış gibi ele alan Kopenhag Okulu’nun bu yaklaşımı, “glosematik” olarak da bilinir.
Yapısalcılığın bir kolu da büyük ölçüde Saussure’den bağımsız olarak 19. yüzyıldan itibaren ABD’de gelişmeye başladı. Bununla birlikte yapısalcılığın her iki kanadı, yine de bazı ortak yönler içerir. Her şeyden önce her iki okulun mensupları da benzer şekilde çeşitli dillerin yapısal benzerliklerini vurgulamışlar, her dilin kendi içinde tutarlı ve holistik bir sistem olarak incelenmesi gerektiği hususunun altını çizmişlerdir.
1933 de yayımlamış olduğu “Language” adlı kitabıyla ABD dilbilimine uzun yıllar yön vermiş olan L. Bloomfield da Saussure gibi, dilbilimin bağımsız bir disiplin olması için gayret sarf etmiştir. Bloomfield, bu amaçla dil olgularının felsefe, psikoloji, sosyoloji ve benzeri disiplinlerin hegemonyasından kurtarılıp dilbilimin kendine özgü yöntem ve yaklaşımlarıyla ele alınıp incelenmesinin önemine işaret ederek, linguistiğin özerkliğe kavuşmasında etkili olmakla birlikte, semantik konusuna karşı oldukça çekimser olan yaklaşımı nedeniyle ne yazık ki kendisinden sonra dilbilimcilerin anlambilime gereken ağırlığı vermemelerine ve bu alanın en az gelişme gösteren alan olmasına da yol açmıştır. Çeşitli kelimelerin anlamlarının zamana ve yere göre değişmesini gerekçe göstererek, dilbilimcileri bu “kaygan zemin” yerine, daha kesin ve belirli olan fonetik ve sentaks çalışmalarına yönelten Bloomfield ve izleyicilerinin etkisiyle ABD dilbiliminde semantik çalışmaları uzun yıllar ihmal edilmiştir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra linguistik alanında en önemli atılım, ABD’de kısmen Z. Harris’in, daha çok da N. Chomsky’nin çalışmalarının ürünü olan “üretici-dönüşümsel dilbilgisi” modelinin geliştirilmesi olmuştur. Chomsky, dilde sadece sesler ve biçimler gibi gözlemlenebilir olgular üzerinde duran Bloomfield okuluna karşı, konuşan insanın zihin yapısının da linguistik modele dahil edilmesi gerektiğini savundu.
Chomsky’e göre dilde iki ana unsur veya aşama vardır: Linguistik yeti ve bunun, konuşma ve yazma gibi somut dışa vurumları. Dilbilimciler, inceleme ve araştırma konularını dilsel yeteneğin müşahhas tezahürleri ile sınırlamayıp, bu yetenek ile ilgili zihinsel yapı ve süreçleri de ele alıp incelemelidir. Rasyonalist eğilimli filozofların zihinsel kategori kavramlarını hatırlatan bu yaklaşıma göre her insan, daha önce hiç duymamış ve söylememiş olduğu sınırsız sayıda cümleyi anlayıp, söylemesini mümkün kılan bir dil kapasitesiyle doğar. Sınırlı sayıda kuralı kapsayan bu linguistik kapasitenin; derin zihinsel yapıdan, yüzeysel ifade veya kullanım yapısına çıkarak tezahür etmesi suretiyle, sınırsız sayıda cümlenin kurulması ve anlaşılması mümkün olur. Chomsky, tüm dillerde müştereken mevcut olan evrensel örüntü ve özelliklerin incelenmesiyle genel bir dönüşümsel dilbilgisi modelinin oluşturulabileceğini savundu.
F. Boas gibi antropolog dilbilimciler ise, genel bir insan dili teorisine katkıda bulunacak araştırmalar yerine, Kuzey Amerika’da birbiri ardına keşfedilen pek çok yeni “yerli dili”nin analizinde kullanılabilecek yöntemler geliştirmeyi tercih ettiler. Boas’ın öğrencisi olan ve onun gibi aynı zamanda antropoloji alanında da çalışan E. Sapir ise, W. von Humbolt’un görüşlerinden de etkilenerek, her toplumun algılamakta olduğu varlık ve olaylar dünyasının, gerçekte büyük ölçüde o toplumun dil özellikleri tarafından belirlendiğini savundu. Buna göre, her dilin içinde bir dünya görüşü gizlidir. Anadilini öğrenen çocuk, genel hatlarıyla bu dünya görüşünü ve yaşama tarzını da benimsemekte; böylelikle, üyesi olduğu toplumun dili, çocuğun idrak ve düşünme tarzını da önemli ölçüde etkilemektedir.
Hatta dilbilime genel “semantik” terimini kazandıran araştırmacı olan A. Korzybski’ye göre, dil sadece düşünmemizi değil, davranışlarımızı da etkiler. Bu etkinin sinir sistemimizin çalışma şekline dayandığını öne süren Korzybski, dil alışkanlıklarımızın olgunlaşmamış ve sağlıksız olması halinde davranışlarımızın da olgunluk ve sağlıktan yoksun kalacağına inanıyordu. Dil eğitimi aracılığıyla insan davranışlarının iyileştirilmesine yönelik bir terapi sistemi de plânlayan Korzybski, bu konudaki görüşlerini “Science and Sanity” adlı kitabı başta olmak üzere çeşitli yazılarıyla bilim dünyasına açıklamıştır.
E. Sapir, Kuzey Amerikalı yerli topluluklarının dilleri üzerindeki araştırmaları sırasında, onların birtakım sesleri yazıya geçirmekte zorluk çektiklerini gözlemişti. O, bu olgudan; “her dilin kendine has olan fonetik örgüsünün, o dilin imkânları ile potansiyelini ve bunların sınırlarını belirlediği” hükmüne ulaştı. Sapir’in öğrencisi olan B. L. Whorf, bu görüşü, çeşitli dillerden ayrıntılı örneklerle destekleyerek, geliştirmiştir. Whorf, ayrıca, her toplumun içinde yaşadığı tabii ve sosyal şartların gerektirdiği kelimeleri türetmekte olduğu hususuna da dikkat çekmiştir. Whorf, Eskimo dilinde, diğer lisanların hepsinden daha fazla sayıda “kar” ile ilgili kelime olduğunu belirtir. Diğer bazı araştırmacılar ise çöl ve kumla ilgili olarak benzer bir olgunun da Arapça için söz konusu olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu gibi gözlemlere dayanarak Whorf şu çıkarımlarda bulunur:”Eskimo, kara baktığı zaman bizim görebildiğimizden çok daha fazla ayrıntı görür; çünkü onun dilinde ince kar, iri kar ve sulu kar için ayrı ayrı kelimeler vardır. Bu nedenle de Eskimo’ların karla ilgili algı ve düşünceleri, bizimkinden çok daha ayrıntılıdır.”
Kitabın bu bölümünün plânlanması ve kaleme alınmasında kendisinden büyük ölçüde istifade ettiğim ve “algı, öğrenme ve dil psikolojisi” alanında ulusumuzun yetiştirdiği değerli ve müstesna bilim ve düşünce adamlarından D. Cüceloğlu da “İnsan ve Davranışı” adlı eserinde, benzer bir durumun Türkçe’de, akrabalar ile ilgili kelimelerde gözlendiğine dikkat çeker. Bizim kültürümüzde; akrabalık ilişkilerine batı kültürlerine göre çok daha büyük bir önem ve değer atfedildiği herkesin malumudur. Hala, teyze, amca ve dayı ayrımı bizim için oldukça önemli olduğu halde; Amerikan İngilizce’sinde hala ile teyze (aunt) ve amca ile dayı (uncle) için sadece birer kelimeyle yetinilir.
ABD’li yapısalcıların bu gibi araştırma ve bulguları, bazı bilim adamlarının dikkatlerini; dil ve düşüncenin sürekli olarak birbirini etkilemekte olduğu hususuna çekmiş oldu. Semantik konusundaki bir eserinde J. C. Condon, bu hususla ilgili olarak şunu ifade eder: ”Dil alışkanlıklarımız, düşünme süreçlerimizi sığlaştırıp, verimsizleştirebileceği gibi; onları güçlendirip, zenginleştirebilir de.”17





Dil-Düşünce İlişkileri


Dilbilim ve kognitif psikoloji alanında çalışmalar yapan bilim adamlarının dil ve düşünce ilişkileriyle ilgili görüşleri başlıca üç gruba ayrılabilir: 1-) Düşünce, dilden bağımsızdır. Her ne kadar, ifadesi için dilin varlığı gerekse de, düşünme işlemi için dilin varlığı zorunlu değildir. 2-) Bir kişinin anadilinin nitelik ve özellikleri, o kişinin düşünce süreçlerini büyük ölçüde etkiler. Ancak belirli bir dil ortamında oluşabileceğinden düşünce, dilden ayrı olarak ele alınamaz. 3-) Son araştırmaların bulgularına daha uygun düşen son görüşe göre ise, dil ile temelinde bazı algısal süreçlere dayalı olan düşünme süreç ve mekanizmaları, sürekli ve karşılıklı bir etkileşim içindedirler.
D. Cüceloğlu’nun da belirttiği gibi dil, hem algısal süreçleri etkiler, hem de özellikle belirli türlerdeki düşüncelerin daha kolay bir şekilde ifadesini mümkün kılar. Fakat, düşüncenin içeriğini tamamıyla belirleyemez. Algılanmakta olan yeni ve önemli bir olgu varsa ve bunun sözle ifadesi çok gerekliyse, onu algılamakta olan kişilerin düşünme süreçleri, yeni bir kelime oluşturarak bu kavramı dile getirebilirler.
Kavram veya dilbilimsel adıyla “gösterge” oluşturma; hem kognitif psikoloji, hem de linguistik disiplinleri açısından çok önemli bir süreçtir. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan “dil yeteneği”, büyük ölçüde linguistik göstergeleri “öğrenme, üretme, sınıflandırma, ilişkilendirme, iletme ve kavrama” becerisine dayanır. Aslında bu işlemler; idrak, öğrenme, hatırlama, düşünme ve iletişim fonksiyonlarının da temelini oluşturur.


Dilsel Birimler: Kavramlar


Yeryüzünde pek çok çeşit ve sayıda varlık ve nesne bulunur ve her gün çevremizde sayısız olay gerçekleşir. Eğer bunların her birini tek tek ve ayrı ayrı kelimelerle ifade etmek zorunda olsaydık, kelime dağarcığımız “kullanılamayacak” kadar geniş olurdu.
“Kavram” bir grup nesne, durum veya olayı, kimi ortak özelliklerine göre temsil eden bir semboldür. “Çiçek, sarı, öğrenme, titizlik, öfke” birer “kavram”dır. Aslında, tüm dillerdeki isimlerin çoğu kavram adı, geriye kalanlarda özel isimlerdir.
Kavram oluşturma yeteneğimiz bize nesne, durum ve olayları sınıflandırma imkânı sağlar. Sarı kavramıyla cisimleri “sarı”lar ve “sarı olmayanlar” şeklinde ikiye ayırabiliriz. Seçilen “ortak” özellik, sınıflamanın esasını teşkil eden kavramı oluşturur.
Kavramları, klâsik kavramlar ve olasılık içeren kavramlar olarak ikiye ayırmak yararlı olur. Klâsik kavramlarda, bir kavramın içerdiği tüm özellikler, muhtemel tüm alt-örneklerinde aynen tamamen bulunur. Meselâ, “bekâr” kavramı, yetişkin ve evlenmemiş kimseleri kapsar. Tüm bekârlar bu iki özelliğe sahiptir. Ancak, olasılık içeren kavramların kapsadığı örneklerin bazıları, diğerlerinden farklı kimi özelliklere sahip bulunabilir. Meselâ kuş kavramı, uçma ve ötme gibi özellikleri içerirse de, uçamayan ve ötemeyen bazı kuşlar olabilir. Günlük hayatta kullandığımız kavramların çoğu, olasılık içeren kavramlardır. Bunlardan bazı örnekler, diğerlerine göre, kavramın kapsadığı özelliklerin daha fazlasına sahip olabilir. Meselâ, kuş türlerinden serçe, hem uçma, hem de ötme özelliğine sahipken, penguen ya da deve kuşunda bu özellikler yoktur.
Bir örnekte, kavramın ne kadar fazla özelliği bulunuyorsa, insanlar o örneği ilgili kavramın o kadar tipik bir temsilcisi olarak görürler. Bu nedenle hemen herkes için serçe, kuş kavramı için; tavuk, penguen ya da deve kuşundan daha tipik bir örnek teşkil eder. Kendilerine “Serçe bir kuş mudur?” diye sorulan denekler hemen hiç beklemeden “Evet” cevabını verirken, “Tavuk bir kuş mudur?” sorusuna daha uzun bir süre sonunda cevap verilir. “Tipik örnek”ler bir yandan daha hızla sınıflandırılırlarken, diğer yandan da bunların hafızamızdaki kayıtlarına daha kolay ulaşılabilir. Bildikleri kuşları saymaları istenen kişilerin çoğu, serçeyi tavuk, devekuşu ve penguenden önce zikrederler.
“Kavram tipikliği”nin zihinsel fonksiyonlar açısından da önemli etkileri vardır. Herhangi bir kavramı düşünen bir kişi, genellikle o kavramın tipik bir örneğini tasavvur eder. Meselâ, bir iş gezisinde iken aniden karın bölgesinde, özellikle sağ kasığı çevresinde yoğunlaşan şiddetli bir ağrı hissetmeye başlayan bir kişi, hastalık tablosuna bulantı da eklenince, apandisitten şüphelenerek bir cerraha başvurup, muayene olmayı düşünebilir. Belirli bir doktoru değil de, cerrahları kapsayan genel bir kavramı tasavvur etmekte olan bu şahsın zihninde, yabancı bir şehirde bulunmasına rağmen, yine de aradığı doktorla ilgili bazı özellikler yer alacaktır. Muhtemelen bu, orta yaşlı ve erkek bir doktor olabilir. Çünkü, cerrahi branşlarda erkek doktorların oranı, bayanlarınkinden oldukça yüksektir. Bu şahsın düşünceleri ve beklentileri, büyük ölçüde geçmiş yaşantı ve tecrübeleri doğrultusunda belirli bazı özelliklere sahip olacaktır.
Zamanla kavramların özelliklerinin yanı sıra, değişik kavramların birbirleriyle nasıl bir bağlantı içinde bulunduğunu da öğreniriz. Meselâ daha geniş bir kavram kategorisi olan “doktor”lar, “cerrah”ların üst kümesini oluşturur. Gerektiğinde, cerrah kavramının “çocuk cerrahı, ortopedist, ürolog, vb.” şeklindeki alt gruplarına da başvurabiliriz.
Düşüncelerin yapıtaşı olan kavramlar, yalın veya bileşik formlarda da olabilir. “Ali bir doktordur.” gibi basit cümleler ya da düşünceler, sadece tek bir kavram içerir. Ancak bazı düşünceler, birkaç kavramın bir kombinasyonu şeklindedir. Meselâ, “Ali genç, bekâr ve yetenekli bir cerrahtır” şeklindeki düşünce içeriği; genç, bekâr, cerrah-doktor ve yetenek kavramlarının bir bileşiminden oluşur.
Kavramlar, önerme veya cümle adı verilen yapılar halinde ifade edilirken, bazı kurallar çerçevesinde birleştirilirler. “Doktor Ali yüzmeyi sever” cümlesinde, Doktor Ali hakkında bir şey, “onun yüzmeyi sevdiğini” ileri sürülür. Basit cümlelerin çoğu, bu standart biçime benzer yapıdadır. Bu cümlelerde, eyleme veya öne sürülen şeye (örnek cümlede, yüzmeyi “sever”) ‘yüklem’, ilgili kişiye de ‘özne’ denir. Bir başka deyişle, kavramları bir cümle halinde birleştirdiğimizde, birinin özne, diğerinin de yüklem fonksiyonu görmesi gerekir.
Ancak bütün cümleler böyle basit değildir. “Doktor Ali yüzmeyi sever, Mehmet ise balık tutmayı tercih eder.” Burada yine “Ali” özne, “sever” yüklemdir; ancak, “Mehmet”in özne, balık tutmayı “tercih eder”in yüklem olduğu ikinci bir cümle daha mevcuttur.
Bir cümleyle, ifade ettiği önerme arasında bir ayrım yapılır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Aynı önermenin faklı cümleler ile dile getirilmesinin mümkün oluşu, bu nedenlerden biridir. Meselâ, “Muhasebeci formu dosyaladı” önermesi, “Form muhasebeci tarafından dosyalandı”, “Formu dosyalayan muhasebeciydi”, “Muhasebecinin dosyaladığı şey, formdu” gibi farklı cümlelerle ifade edilebilir. Sezgisel olarak bu cümlelerin tamamının aynı temel düşünceyi ifade ettiğini kavrarız. Cümlelerin önermeler halinde analizi, bu olgunun daha karışık örneklerini de açıklığa kavuşturur.
Acaba önermeler gerçekten “düşünce içerikleri”ne mi karşılık gelir? Çok sayıda delil, bunun öyle olduğuna işaret etmektedir. Meselâ, aynı sayıda kelimeden oluşan cümlelerle yapılan çalışmalarda, deneklerin iki önerme içeren bir cümleyi tek önermeden oluşan bir cümleden daha kısa bir sürede okuduğunu ortaya konmuştur. Bu sonuç, insanların okuma işlemi sırasında cümlelerin önerme veya düşünce içeriklerini, tek tek seçip, irdelemek suretiyle kavrayabildiklerini göstermektedir. Cümlede ne kadar çok düşünce içeriği veya önerme varsa, okunması o kadar uzun sürer.
Düşünce içeriklerinin önermeler olarak ele alınması, kavramların önermeleri oluşturmak için nasıl birleştiklerinin ortaya konmasını da kolaylaştırır. Özne, yüklem ve diğer cümle bileşenlerinin tespiti, bu yolla oldukça kolaylaşır. Ayrıca basit düşünce içeriklerinin ya da tek tek önermelerin birleşerek nasıl karmaşık yapılı veya çoklu önermeleri oluşturdukları da rahatça belirlenebilir.
Önermeleri ya da düşünceleri birleştirmenin en pratik yolu, onları aynı cümle içinde art arda ifade etmektir. Meselâ, “Mehmet okuyor” ve “Ayşe uyuyor” şeklindeki iki önerme, “Mehmet okuyor ve Ayşe uyuyor” şeklinde birleştirilebilir. Önerme kombinasyonunun bir diğer yolu da, önermelerden birinin tamamının, diğerinin bir bölümüne “iliştirilmesi”dir. Meselâ, “Ömer bu zor problemi çözdü” cümlesi, iki önermeden oluşur: “problem zordur” ve “Ömer problemi çözdü”. Burada, ilk önerme, öznesiyle irtibatlandırılmak suretiyle ikinciye “iliştirilmiştir”.
Önerme veya düşünceleri kombine etmenin en kompleks yollarından biri ise, önermelerden birinin, diğerinin içine yerleştirilmesidir. Meselâ, “Takımınızın şampiyon olması bizi şaşırttı.” cümlesi iki ayrı önerme içerir. Bunların ilki olan “takımınızın şampiyon olması” önermesi, ikinci önerme için özne fonksiyonu görür. Çünkü birinci önerme ikincinin içine yerleştirilmiştir. Bu tür kombinasyonlar, oldukça kompleks düşüncelerin oluşumuna ve ifadesine imkân sağlar.
Görsel semboller aracılığıyla gerçekleştirilen düşünme işlemlerinde, kavramların temsil edilme biçimi farklı olduğu gibi, bunların birbirine bağlanma ya da kombine edilme şekilleri de farklıdır. Görsel ve sözel düşünme materyalleri arasındaki esas farklılıklardan biri, sözel yolla ifade edilebilen kavramların çok daha soyut ve geniş kapsamlı, görsel imgelerin ise onlara göre oldukça somut ve dar kapsamlı olmalarıdır.
Kavramların soyutluğu iki temele dayanır. İlkin, bir önerme belirli bir örneği temsil edebileceği gibi, rahatlıkla çok geniş bir sınıfı da temsil edebilir. Meselâ, “köpekler havlar” önermesi, “Bobi havlar” önermesiyle yapısal olarak aynı karmaşıklık düzeyinde bulunmakla beraber, ilk önermenin ifade kapsamı, ikinciden çok daha geniştir.
İkinci olarak bir önerme sadece belirli tek bir tezahür ya da cümleyle özdeşleştirilemez. Yani bir düşünce içeriği, farklı cümlelerle de dile getirilse, aynı temel önermeye karşılık gelir. Buna karşılık, görsel imgeler oldukça somut, dar anlatım kapsamlı ve “özel”dirler. Bu imgeler, genellikle sadece belirli ve tek bir örneği, o örneğin ait olduğu sınıfın tamamına göre, daha iyi ve tam olarak temsil edebilirler. Bu nedenle belirli bir köpeği imgelemek, tüm köpekleri imgelemekten daha kolaydır. Bir dobermanın veya dalmaçyalının resmi, genel köpek kavramından çok, özel birer tür olarak algılanır. İmgeye somutluk veren bir diğer özellik de, bir nesnenin imgesinin, o nesnenin belirli bir tezahürüyle ya da görüntüsüyle özdeşleştirilebilmesidir. Aynı materyal faklı bir şekilde resmedildiğinde, farklı bir imgeye tekabül eder. Görsel imgelerin sözel sembollerden üçüncü farklılığı ise, ifade ettikleri tüm anlam unsurlarının tek bir algısal örüntü halinde organize olmuş olması nedeniyle, sözel kavram dizilerindeki gibi özne veya yüklem gibi parçalara bölünememesidir.
Özel isimler dışında, bir dildeki kelimelerin hemen hemen tamamı, kavramlardan oluşur. Ancak bu, tüm kavramların kelimelerden ibaret olduğu anlamına gelmez. Meselâ, bazı deneyler, insanların önce kelimelerle ifade edemedikleri bazı yeni kavramlar geliştirdiklerini ve bunların kelimeler aracılığıyla ifadesini daha sonra gerçekleştirdiklerini göstermektedir.
Düşünme işlemlerimizin önemli bir kısmı belirli somut varlık, durum ya da olaylarla ilgilidir. Meselâ çocukluğumuzda yaşadığımız evi veya hafta sonu yapacağımız geziyi düşünürken, bu türden bir işlem gerçekleştiririz. Diğer taraftan birçok düşünme biçimi, özellikle felsefe, bilim, ekonomi, politika gibi konular ile ilgili olanlar, bazı soyut kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilir. İlgili unsur ve süreçlerini, bu türden soyut yapıların teşkil ettiği düşünme biçimlerine “kavramsal” düşünme denir.
Bazı kimseler düşünürken sözel değil, görsel semboller kullanmayı tercih ederler. Böyle kişiler düşünürken, kullandıkları imgelerin sözel karşılıklarını dikkate almayabilirler. Ancak, düşüncelerini ve ulaştıkları sonuçları başkalarına iletme gereği duyduklarında, onlar da tüm kavramlarını sözel biçime dönüştürmek zorunda kalırlar.
Bir dildeki kelimelerin çoğunu kavram adlarının oluşturması nedeniyle, kavram oluşturma ve öğrenme, bir dili anlayıp konuşmak için ön şarttır. Küçük çocuklar kavramların kendilerini öğrenmeye, daha bu kavramları temsil eden kelimeleri öğrenmeden önce başlarlar. Sonraki birkaç yıl içinde, o zamana kadar öğrendikleri kavramların dildeki sözel karşılıkları ile irtibatlandırma işlemini de tamamlarlar. Aslında ilkokul eğitimi esas olarak, önce “kavramları öğrenme” ve sonra da “bunlara ad koyma” ikili sürecinden ibarettir. Böylece kavramsal düşünme, belirli bir dönemden sonra, çoğu defa sözel düşünmeye dönüşerek, kelimelerin ifade ettiği kavramlarla birlikte, kelimelerin kendilerini de kapsamaya başlar. Gelişimlerini tamamlamış bireyler, düşünme işlemlerini ana dilleriyle ilgili gramer ve linguistik kurallar, kelime dağarcıkları ve sosyobiyolojik çevrelerinin sağladığı imkânlar ve çizdiği sınırlar çerçevesinde gerçekleştirirler.

Dil ve İletişim



Her toplumun belirli bir dili vardır. Dil, insana düşüncelerini, duygularını ve tecrübelerini ifade ve iletme imkânı sağlar. İletişim bir yandan kavramların önermeler ve cümleler halinde kodlanıp düzenlenmesini; diğer yandan da cümlelerin içindeki önermelerin ve kavramların deşifre edilip çıkarılarak anlaşılmasını içeren iki yönlü bir prosestir.
Cümleler, “anlama” veya kod çözme sürecinde, her biri bir önermenin öznesine, yüklemine veya önermenin tamamına karşılık gelen “ibare”lere ayrılır. Meselâ “Ali bir doktordur.” şeklindeki basit bir cümle, “Ali” (özne) ve “doktordur” (yüklem) şeklinde iki ibareye ayrılır. “Başarılı kimseler çok okur.” gibi bir cümleyle karşılaştığımızda, hemen sezgisel olarak onun, “başarılı kimseler” ve “çok okurlar” biçiminde iki ibareye ayrılabileceğini kavrarız. Bunlardan ilki, adlandırma görevi yaptığı için “isim ibaresi”, ikincisi ise bir eylemi ifade ettiği için “fiil ibaresi”olarak bilinir. Bu şekilde isim ve fiil ibarelerine ayırmak suretiyle, cümlelerin içerdikleri önermeleri veya düşünceleri ortaya çıkarmak kolaylaşır.
Ancak günlük hayatta cümleler ile, kelimelerine ayrılmış olarak değil, hemen hemen sürekli bir ses akışı halinde karşılaşırız. Aslında dilin temeli, insan seslerinin bir bileşiminden oluşur. Dilbilimsel açıdan, konuşma dili esas, yazı dili ise tâli formlardır.
Dilin en küçük ses birimine “fonem” adı verilir. Türkiye Türkçe’sinde 8 sesli ve 23 sessiz olmak üzere toplam 31 fonem vardır. Dilin anlam unsuru içeren en küçük yapı birimine ise “morfem” adı verilir. Türkçe’deki hecelerin çoğu birer morfeme karşılık gelir. Morfemler, fonemlerin belirli kurallara göre bir araya getirilmeleriyle oluşur.
Bir dilin genel yapısını ve kullanım şeklini gösteren kurallara, o dilin grameri denir. Türk dilinin grameri, Türkçe’de fonemlerden morfemlerin, morfemlerden kelimelerin ve kelimelerden de ibare ve cümlelerin oluşturulmalarıyla ilgili kuralları kapsar.
Geçmişte, dil eğitimi sırasında bu kurallara göre yapılan cümle analizlerine çok geniş yer verilirdi. Ancak zamanla tanımlamaya dayalı gramerin, dilin bütün kurallarını kapsayamayacağı ve bazı yönleriyle yetersiz kaldığı ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerden dolayı klâsik gramer anlayışı yerini, N. Chomsky’nin önerdiği “derin ve yüzeysel yapı” ayrımına dayanan yeni bir dilbilimsel yaklaşıma bırakmıştır.
Chomsky, gramer analizlerinde sadece yapısal özelliklerin değil, konuşan kişinin amaç ve niyetinin de göz önünde bulundurulması gerektiğine dikkat çekmişti. Dilin “derin yapısı” konuşanın niyetini ve iletmek istediği anlamı içerir. Dinleyen kişinin işittiği kelime dizisi ise, dilin “yüzeysel yapısını” oluşturur. Bazen aynı yüzeysel yapı, birden fazla derin yapıyı temsil edebilir. Meselâ, “Şarkı söyleyen komşumuzun kızı” veya “Askerde olan amcamın oğlu” gibi yüzeysel yapılar, birden fazla derin yapı içerirler. Böyle durumlarda yüzeysel yapının belirsiz olduğu söylenir.
Bazen de değişik yüzeysel yapılar aynı derin yapıyı temsil edebilir. Meselâ, “Camı Hasan kırdı”, “Hasan camı kırdı”, “Camı kıran Hasan’dır” ve “Cam Hasan tarafından kırıldı” cümleleri aynı derin yapıyı içerir.
Chomsky, derin yapının yüzeysel yapı ile ifade ediliş mekanizmasını “dönüştürümlü gramer” kavramıyla açıklamıştır. Buna göre, kişi konuşurken, niyetine veya iletmek istediği anlama göre kavramlara ve dilsel birimlere, safha safha ilgili dönüşüm kurallarını uygulamak suretiyle sonunda yüzeysel yapıyı oluşturur.
Meselâ, “Hasan camı kırdı” cümlesindeki temel anlam, Hasan ve cam arasındaki bir “ilişkiye” dayanır. Konuşanın dile getirdiği yüzeysel yapı, bu temel anlamı ifade eder. Dinleyen, bu yüzeysel yapıyı işittikçe, dönüşüm kurallarını; konuşanın zihninde bu yapının kuruluşu sırasındaki işleyişine zıt yönde aşama aşama uygulamak suretiyle, iletilmek istenen anlama ulaşır. Bu kurallar bilişsel süreçler içinde o kadar büyük bir süratle uygulanır ki, ne konuşan ne de dinleyen bu işlemlerin gerçekleştirilişinin ve bunun için geçen sürenin farkına varamaz.
Prof. D. Cüceloğlu, “İnsan ve Davranışı” adlı eserinin “dile ve düşünmeye” ayırdığı bölümünde, dilsel mesajın kavranma süreciyle ilgili olarak şunları belirtir: “Bize söylenenleri, söyleyen kişinin niyetine uygun olarak anlayıp, yine o şekilde hatırlayabildiğimiz durumlar son derece enderdir. En sık rastlanan uyuşmazlık, konuşanın söylediğini, onun demek istediğinden faklı bir şekilde anlama ve hatırlama durumudur. Bu uyuşmazlığın temelinde, birkaç farklı neden vardır. Bu nedenlerin kognitif psikoloji alanında yapılan son çalışmalarla ortaya konmuş olan başlıcaları şunlardır:
1-) Bağlam: Algılamanın diğer türlerinde olduğu gibi, dille iletilmeye çalışılan mesajların algılanması da, o mesajın yer aldığı bağlam içinde gerçekleştirilir. Farklı kişiler, aynı sosyal ve fiziksel ortamda farklı şeyler algılayabilirler. Bu nedenle onlarda gelişecek bilişsel bağlam da farklı olacaktır. Meselâ, “Annesiyle arasındaki ilişkinin şekli Ali’nin, okulunu daha fazla ciddiye almasına ve sonuçta, daha çabuk mezun olmasına yol açtı.” şeklindeki bir cümleyi okuyan kişiler, onu, kendi şahsi yaşantılarına uygun bağlamlar içinde anlamlandıracaklardır. Annesiyle ilişkileri iyi olan bir kişi, Ali’nin mezuniyetin çabukluğunu “Annesinin ona eğitimin önemini kavratmasına ve destek olmasına”, annesiyle ilişkileri çok kötü olan bir kişi ise “evde annesi kendisine hayatı cehennem ettiği için bir an önce o korkunç ortamdan kurtulma çabasına” bağlayabilir.
2-) Entegrasyon: Bir metni oluşturan cümlelerin anlamları birbirleriyle sürekli bir etkileşim halindedir. Bu etkileşim, bazen entegrasyon (kaynaşım) şeklinde olur. Hiçbirimiz, işittiğimiz sözleri, birbirinden tamamen yalıtılmış ayrı ayrı izole birimler halinde hafızamızda tutamayız. Bazı zihinsel süreçlerin etkisiyle farklı cümleler birbiriyle kaynaşarak bir bütün halinde reorganize olma eğilimindedirler. Bu süreçlerin etkisiyle, “Evde sürekli birbirlerine bağırırlardı. Hiçbiri, diğerine anlayış ve sükûnetle hitap etmezdi. Bir gün, yemek pişirmekte olan Olcay’ın annesi, babasından yardım istedi.” cümlelerini okuyan hemen herkes, Olcay’ın annesinin bu talebini “çok sert bir üslupla ve oldukça yüksek bir sesle” ilettiğini düşünür. Bu hüküm, bağlam ve entegrasyon faktörlerinin etkilerinin tabii bir sonucudur.
3-) Organizasyon ve reorganizasyon: İnsanın hafıza süreçlerinin uzun zaman periyotları boyunca yapılan tetkikleri, bireylerin belleme ve hatırlama fonksiyonlarında, bazı organizasyonların ve reorganizasyonların gerçekleşmekte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu konuda öncü çalışmaları İngiliz psikologu F. Bartlett gerçekleştirmiştir. Barlett bazı kimselere anlattığı bir hikayenin on yıllık bir zaman süresi içinde nasıl değiştiğini izlemiştir. Onun yaptığı çalışmalar, daha sonra lâboratuar şartları altında tekrarlanmıştır. Denekler daha ilk dinleyişlerinde, hikayeyi kendi bilişsel özelliklerine göre organize etme eğilimi göstermişlerdir. Aradan geçen zaman içinde hikaye, uğradığı reorganizasyonlarla tamamen deneğin kognitif özelliklerine uygun hale getirilmiştir.
4-) Şemalar: Şemalar, zihnimizde belirli nesne ve olayları temsil eden kognitif yapılardır. Meselâ “elma” nesnesi, belirli bir biçim, renk, büyüklük ve koku duyumlarıyla zihnimizde belirli bir şema oluşturur. Soyut kavramlara ait şemalar da vardır. Meselâ “saygı” kavramı, belirli bir duygusal ton, sosyal ilişki, beden duruşu, ses perdesi gibi karmaşık bir şemaya sahiptir. Bu yapı, Türklerde ve Amerikalılarda farklı özelliklere sahip olduğundan, Amerika’ya gelen Türklerin çoğu başlangıçta, Amerikalıların büyüklerine karşı son derece saygısız olduğunu düşünür. Gerçek olan ise, iki toplumun aynı kavram için farklı şemalar kullanmalarıdır. Zihnimizde, tek tek nesneler, olaylar ve kavramlar için şemalar bulunduğu gibi, komplike sosyal yapılar ve uygulamalar için de şemalar mevcuttur. Meselâ “düğün” şeması, birer “başlangıç, gelişme , odak, yavaşlama ve sonuç” kısmı içerir ve bir bölgeden diğerine bazı farklılıklar gösterir. Bireyler şemaları hiç farkında olmadan zihinlerinde taşırlar ve duydukları sözleri, gördükleri olayları bu şemalar çerçevesinde yorumlayıp, anlarlar ve hatırlarlar. Aynı toplumların fertleri benzer şemaları ortaklaşa paylaşırlar. Bu ortaklığın ve paylaşımın nedeni, toplumun kültürel etkisidir. Bu nedenle aynı ülkenin insanları birbirinin davranış ve sözlerini daha kolay anlar ve hatırlarlar. Farklı kültürlerde yetişmiş insanların birbirleriyle iletişim kurmalarını güçleştiren şey, sadece dillerindeki farklılık değil, belki ondan da önemlisi, zihinsel şemalarındaki farklılıktır.

Dilin Öğrenilmesi


İnsan dilinin çok büyük ifade kapasitesine ve olağanüstü karmaşıklığa sahip olması nedeniyle, konuşmayı öğrenmeye çalışan bir çocuğun işinin son derece çetin ve zor olduğu düşünülebilir. Ama, her yıl milyonlarca çocuk, bu işi rahatça başarabilmektedir. Tüm ulusların çocukları, daha henüz dört ila beş yaşındayken, bu işin üstesinden gelmiş olmaktadırlar. En az bunun kadar şaşırtıcı olan bir diğer husus da, hangi kültüre mensup olurlarsa olsunlar bütün çocukların aynı gelişim safhalarından geçerek dillerini benzer şekilde öğrenmeleridir. Bir yaşın sonunda ilk kelimeler kullanılmaya başlanır, 2 yaş civarında 2-3 kelimeden oluşan cümleler kurulur, 3 yaşından itibaren cümlelerin gramere uygunluğu giderek artar ve nihayet 4 yaşında hemen hemen bir erişkine benzer şekilde konuşulmaya başlanır. Acaba henüz tam gelişmemiş duyusal ve zihinsel yapılarına rağmen çocuklar bu karmaşık işi nasıl başarabilmektedirler?
Psikoloji tarihinde bu soruya ilk cevap olarak ileri sürülen “şartlandırma” hipotezi, zaman içinde, ilgili süreç ve olgularda ne klâsik ne de edimsel şartlandırmayla açıklanamayan birçok bulguya rastlanması nedeniyle yerini, N. Chomsky’nin “psikolinguistik” kuramına bırakmıştır. Chomsky’den önce de birçok bilim adamları, davranışçı yaklaşımın sakıncalarına dikkat çekmiş, ancak hiçbiri onun kadar etkili olamamıştı. Meselâ dil ve düşünce ilişkisi hakkında yaın zamanlara kadar kaleme alınan en dikkat çekici eserlerden birinin yazarı olan L. S. Vygotsky, kitabına, bu yaklaşımın yetersizliği nedeniyle o güne kadar düşünme ile dil ilişkisi gibi önemli bir konuda ortaya bir şeyler koymak şöyle dursun, bu konuyu ele alıp, araştırmanın bile mümkün olamadığından yakınarak başlamıştı.19
Başlangıçta, davranışçı ekole mensup psikologlar, diğer insan davranışları gibi dilin öğrenilişini ve kullanılışını da şartlandırma ilkeleriyle açıklamaya çalıştılar. Ancak, bu girişimleri ve önerileri gözlemsel verilerle uyuşmayınca, bu alanda çalışan diğer bilim adamlarının itiraz ve eleştirilerine hedef oldular.
Bu eleştiriler özellikle üç noktada yoğunlaşmaktaydı. Bunlardan ilki, şartlandırma modelleriyle ilgili açıklamalarda basit kas ve salgı fonksiyonlarının esas alınmasıdır. Oysa tüm zihinsel olaylar gibi dil yetisi de çok karmaşık bir olgudur ve basit davranış kalıpları üzerine bina edilmiş modellerle açıklanamaz. İkinci olarak, dilin öğrenilmesi ve erken dönemlerdeki kullanımı sırasında bile birçok orijinal sentez ve buluş örneklerinin görülmesi, bu süreçte şartlandırmanın hiçbir etkisinin olmadığını göstermiştir. Çocuklar, daha önce hiç işitmemiş oldukları bazı cümleler kurabildikleri gibi, bazı yeni cümleleri de daha ilk duyuşlarında anlayabilmektedirler. Eğer dil öğrenme sürecinin temelinde şartlandırma öğesi yer almış olsaydı, dilsel sentez ve buluş yeteneğinin pekiştirme mekanizmasıyla gelişmesi, yerleşmesi ve açıklanabilmesi gerekirdi. Bir çocuğun daha önce hiç söylememiş olduğu bir cümlenin “pekiştirme” ile öğrendiğini iddia etmek, açık bir mantıksal çelişki olacaktır.
Şartlandırma hipotezine yöneltilen üçüncü eleştiride ise, bu görüşün doğru olabilmesi için, dünyanın değişik toplumlarında, farklı kültürel şartlar altında yetişen çocukların birbirlerinden farklı dil öğrenim örüntüleri izlemelerinin gerektiği hususu vurgulanır. Oysa çok değişik şartlar altında yetişen çocukların ana dilerini aynı şekilde ve aynı safhalardan geçerek öğrendiklerini gösteren pek çok bulgu vardır. İngilizce, Japonca, Fince, Mayanca ve bazı Afrika dillerini öğrenen çocuklar üzerinde yapılan araştırmalarda; öğrenilen cümlelerin ortalama uzunluğundan; isim, fiil ve diğer kelime çeşitlerinin kullanım sıklığına kadar birçok değişik parametrenin incelenmesiyle ulaşılan sonuçlara göre, değişik lisanların edinilme örüntüsü, temelde aynıdır. Yani tüm toplumlarda çocuklar kendi dillerinin kurallarını yaklaşık olarak aynı sıra ve düzen içinde ve ayrıca “bilinçsizce” öğrenirler.
Chomsky’nin görüş ve önerilerini paylaşan bilim adamlarına göre çocuklar, dillerini belirli bir biçimde öğrenmeye genetik olarak programlanmış bir halde doğarlar. Meselâ, Fodor, Bever ve Garrett “The Psychology of Language” adlı eserlerinde dilin öğrenim ve kullanım ilkelerinin biyolojik mirasımızın bir parçası olduğunu gösteren verileri aktarırlar.
Bu görüşü destekleyen birçok deneysel bulgu vardır. Doğuştan gelen ve sonradan öğrenilen davranış kalıpları arasındaki en temel farklılıklardan birisi, doğuştan gelen bir davranış şeklinin, yeterli ipucu veya dış uyaran bulunması halinde, adeta otomatik bir tarzda ortaya çıkmasıdır. Bu süreçte, insan veya hayvan yavrusu, tek tek her bir adımı gözlem veya taklit yoluyla öğrenmek zorunda değildir. Aynı durum dilin öğrenilmesi sürecinde de görülür. Çocuklar, çevrelerindeki yetişkinlerin belirli dilsel yapıları kullanma sıklıklarındaki büyük farklılığa rağmen, yeni gramatik yapıları belirli bir sıra ve düzen içinde edinerek, giderek basit cümlelerden karmaşık cümlelere doğru ilerlerler. Bu öğrenme örüntüsü tüm dünya çocukları için hemen hemen aynıdır.
Doğuştan gelen davranış yeteneğinin bir başka özelliği, çoğu defa, öğrenme süreci içinde “kritik bir dönem” içermesidir. Eğer bu özel öneme sahip olan kritik dönem geçerse, ilgili davranış çok yoğun bir eğitime rağmen öğrenilemeyebilir. Dil öğreniminde de böyle kritik bir dönemin mevcudiyetini gösteren önemli gözlem ve deney verileri vardır.
Bu konuya epistemolojik açıdan bakılır ve dilin bilgi edinme ve düşünme süreçlerinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğu hususu da göz önünde bulundurulursa, bu olgunun “rasyonalizm-empirizm” rekabetinde, rasyonalizm lehine ne kadar büyük bir destek sağladığı kolayca görülebilir.



Temel Düşünme Türleri




Kognitif psikoloji alanında farklı yaklaşımlar mevcut olsa da, “düşünme” nin en önemli bilişsel süreçlerden biri olduğu hususunda çoğu bilim adamı ve araştırmacı hemfikirdirler. Yine, birçok farklı tanımı mevcut bulunmakla birlikte, “düşünme”nin kognitif psikoloji açıdan “bir sorunun veya problemin çözümüne” veya “nesne ve olayları temsil eden sembol, zihinsel kod ve kayıtların işlenmesine, düzenlenmesine, gözden geçirilmesine veya bunlardan birtakım sonuçlar çıkarılmasına” yönelik zihinsel proseslerin genel adı şeklindeki bir tanımının da bu alanda çalışanların büyük çoğunluğu tarafından benimseneceği söylenebilir. Düşünme etkinliği; öncelikle anlama, kavrama, ilişkilendirme, karşılaştırma, analiz ve sentez gibi işlemleri kapsar.
Düşünme türleri, birkaç farklı yönden ele alınıp, bunlara göre birkaç farklı şekilde sınıflandırılabilir. Bu sınıflama işleminde kullanılabilecek özellik ve parametrelerden en önemlileri; düşünmede “kullanılan materyal“, düşünmenin “amacı“ ve düşünmenin hangi “bilgi işleme tarzı” ile gerçekleştirilmekte olduğu şeklinde sıralanabilir.

“Kullanılan Materyale” Göre Düşünme Türleri



Düşünme işlemleri, kullanılan materyalin çeşidine göre “görsel imgeler” ve “soyut kavramlar” aracılığıyla düşünme olarak başlıca iki ana gruba ayrılabilir. “Dil-düşünme ilişkilerini incelerken çoğu kişi için düşünme sürecinin temel materyalinin, soyut kavramları temsil eden kelimeler olduğunu görmüştük. Ancak bazı düşünme türleri, birtakım görsel imgeler aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu süreç bazen, hayal kurmaya benzer. Şahıs bu esnada bazı nesne ve olayların imgelerini gözünün önünde canlandırmaya çalışmaktadır.
İnsanlar, düşünmeleri esnasında görsel imge kullanma sıklığı bakımından büyük farklılıklar gösterirler. Konuyla ilgili deneylerin sonuçlarına göre bir uçta, bu tür sembolleri ancak nadiren kullanan kimseler yer alır. Böyle kişiler daha çok sözel-kavramsal sembolleri tercih ederler ve bunlar aracılığıyla düşünürler. İnsanların düşünürken görsel imge kullanma miktar ve sıklığını gösteren çizelgenin ortasında ise, günlük hayatlarında görsel düşünmeye zaman zaman başvuranlar yer alır ve bunlar her toplumda çoğunluğu teşkil ederler. Çoğumuz bazen geçmişe ait algı kayıtlarımızı veya bunların belirli kısımlarını “geri çağırır” ve bunlar üzerinde bazı zihinsel işlemler yaparız. Yine çoğumuz, “yaya geçidi” gibi bir trafik işaretini tarif etmemiz gerektiğinde, önce bu işaretin görsel bir imgesini oluşturup, sonra adeta ona ”bakarak” tarifimizi yaparız. Kendilerine “Z harfi 90 derece döndürülünce hangi harf halini alır?” sorusu sorulan kişiler cevaplarını, önce hayallerinde bir Z harfi tasavvur edip, sonra onu zihinlerinde sağa veya sola çevirerek verirler.
Bu konuda yapılan deneylerin sonuçlarına göre, en çok görsel imge kullanan kişiler ise, sanki “tam ve net resimler” vasıtasıyla düşünür gibi görünmektedirler. Bu gibi kimselerin “fotoğrafsı imge” veya “fotoğrafik hafıza” sahibi olarak adlandırıldıklarını, hafıza yapı ve mekanizmalarını ele aldığımız kısımda belirtmiştik. Konuyla ilgili deneylerde, çok fazla sayıda ayrıntısı olan resimlerden yararlanılır. Deneklerin resme bir süre bakmalarına izin verildikten sonra, kendilerinden gördükleri şeyleri kelimeler aracılığıyla tasvir etmeleri istenir. Yine bu kitabın hafızayla ilgili kısmında, fotoğrafik hafıza sahibi kişilerin genellikle cevaplarını vermeye başlamadan önce bir süre durakladıkları, bu esnada sanki zihinsel bir ekran üzerine yansıtmış oldukları imgeyi inceleyerek yapacakları tasvire hazırlanıyor gibi göründükleri ve bunlardan bazılarının yazılar ve rakamlarla dolu bir sayfayı bu şekilde satır satır ifade edebildikleri de belirtilmişti.
Çok yararlı gibi görünse de, bu yetenek, düşünme işlemlerine çoğu zaman ket vurabilmektedir. Çünkü, bu özelliğe sahip olan kişilerin, fotoğrafik bir imgeden bilgi soyutlayıp, onunla yeni sentezler yapması çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Bu nedenle, sistemli düşünmeyi öğrenen fotoğrafik hafıza sahipleri düşünürken bu yetenekleri yerine, yaşantılarından soyutladıkları görsel olmayan unsurları kullanmayı tercih ederler. Rus psikologu A. Luria’nın “The Mind of a Mnemonist” adlı kitabında belirttiğine göre deneklerinden birisi, bu türden fotoğrafik imgelere ait bağlardan kurtularak soyut zihinsel işlemler yapmayı bir türlü başaramamaktaydı.
Görsel imgeler aracılığıyla gerçekleştirilen düşünme işlemlerinin özelliklerini analiz amacıyla yapılan bir deneyde, deneklere R harfi ve bu harfin aynadaki “ters simetrik” görüntüsü; sırasıyla 0, 60, 120, 180, 240 ve 300 derecelerde döndürülmüş olarak gösterilmiştir. Deneklerden istenen, mümkün olan en kısa zamanda gördüğü harfin orijinal “R” harfi mi, yoksa onun aynadaki ters görüntüsü mü olduğuna karar vermesiydi. Alınan cevapların analiz sonuçları, deneklerin kararlarını, harfin ekranda görülen halini zihinlerinde başlangıç konumuna kadar döndürdükten sonra verdiklerini göstermiştir. Benzer çalışmalar sonunda, insanların görsel imgeler üzerindeki zihinsel işlemleri, sanki onlar gerçek nesnelermiş gibi yaptıkları da ortaya çıkarılmıştır. Ancak nesnenin zihinde canlandırılan modeli; ayrıntı, ölçek ve orantı bakımından gerçeğinden oldukça büyük farklılıklar arz edebilmektedir.
İnsanların düşünme sürecinde görsel imgeleri kullanış biçimlerini tetkikte kullanılan bir başka metotta, deneklerden hayallerinde bir yolculuk tasarlamaları istendikten veya çözmeleri için bir problem verildikten sonra, sonuca ulaşmak için kullandıkları imgeler incelenir. Meselâ bunun için deneklerden, yaşadıkları şehrin en iyi bildikleri bir meydanından bir diğerine nasıl gidebileceklerini anlatmaları istenir. Veya deneklere şu türden bir problem verilir: “Yerkürenin neresinde, önce bir kilometre güneye, sonra bir kilometre doğuya ve en son olarak da bir kilometre kuzeye yürüdüğünüzde tekrar başlangıç noktasına gelirsiniz?”
Deneklerin çoğu, cevabı bulabilmek için genellikle imgelerden yararlandıklarını beyan ederler. Ancak bu imgelerin özelliği, tuhaf bir şekilde eksik, tamamlanmamış ya da kopuk olmalarıdır. Şehirdeki hayali yolculuğun tasviri için denekler önce zihinlerinde görsel bir kroki oluştururlar. Fakat oldukça tuhaf olan bu krokide, kavşaklar bariz olmakla birlikte, bunları birleştiren yollar belirli bir uzunluğa sahip değildir ve çevresel ayrıntılara ise yer verilmemiştir.
İkinci örnektekine benzer problemleri çözmek için de denekler, yine görsel imgeler oluştururlar. Meselâ, örnekteki problemle ilgili olarak bir küre tahayyül ederler. Fakat bu kürenin kutup bölgeleri dışındaki kısımları tamamen belirsizdir. Bazı denekler, “kuzey kutbu” cevabına doğru adım adım ilerlerken, belirli bir noktadan sonra karları ve buzulları da hayal etmeye başladıklarını söyleseler de, genellikle bu tür imgeler fazla ayrıntı içermez. .
Konunun uzmanlarının çoğuna göre, üst düzeyde entelektüel, felsefi ve bilimsel düşünme işlemleri, esas olarak soyut sözel ya da matematiksel kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Ancak bazen; bilim, felsefe veya sanat alanındaki sentez, buluş ya da üretim süreçlerinde de görsel imgeler yararlı ve etkin bir şekilde kullanılabilmektedir. Bu hem konunun özellikleriyle, hem de ilgili kişinin zihinsel yapısıyla ilgili bir olgu olsa gerektir. Çünkü bazı bilim adamları ve sanatçılar, en orijinal ve etkileyici buluş veya eserlerini görsel tasavvur yoluyla ortaya koyduklarını bildirmişlerdir. Görsel düşünme bazen matematik ve fizik gibi son derece soyut alanlarda bile yararlı olabilmektedir. Meselâ A. Einstein, düşünme işlemlerinde kelimeleri çok nadiren kullandığını belirtmiştir. Kendi beyanına göre o daha çok; gerektiğinde çoğaltılıp, genişletilebilen ve birleştirilebilen oldukça belirgin vizüel imgeler aracılığıyla düşünmüştür. Bu hususa ait çok ünlü bir örnek de, F. Kekulé’nin benzen halkasını keşfinin öyküsüdür. Benzen molekülünün yapısını aydınlığa kavuşturmak için yoğun bir şekilde çalışmakta olan Kekulé, bir gece rüyasında bir yılanın kıvrılarak kendi kuyruğunu ısırdığını ve bu sırada altıgen bir biçim aldığını gördü. Uyandığında bu molekülünün benzer bir şekle sahip olabileceğini düşünen Kekulé, bu suretle önemli bir bilimsel problemi çözmüş oldu.



“Amaca” Göre Temel Düşünme Türleri



Düşünme işlemleri, ikinci olarak da “amaca” göre sınıflandırılabilir. Düşünme işlemlerimiz genellikle başlıca dört ana hedefe yöneliktir. Bunlar, “kişileri daha iyi tanımak”, “veri ve olayları anlamlandırmak”, “belirli amaçları gerçekleştirmek” ve en önemlisi “bir problemi ya da sorunu çözmek” olarak sayılabilir.
Prof. D. Cüceloğlu “İyi Düşün Doğru Karar Ver” adlı kitabında amaca göre düşünme türlerini bu şekilde sınıflandırdıktan yaptıktan sonra, “karşılaştığımız kişileri daha iyi tanıma” hedefine yönelik düşünme faaliyeti hakkında şunları söyler: “Karşılaştığımız kişileri daha iyi tanımak için öncelikle şu iki sorunun cevabını araştırmalıyız: 1-) Kişi ne gibi niteliklere sahiptir? 2-) Onunla olan ilişkilerimizin nedenleri ve amaçları nelerdir?
Çok karmaşık bir yaratık olan insanoğlunu anlamak zor bir şey olsa da, insanlar arası ilişkiler, hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır ve insanları tanıyıp anlayabilmek, etkinliğimizi ve sosyal çevreye uyumumuzu artırmak için gereklidir. İnsanları tanıma ve anlamada ilk adım, onların genel özellik ve niteliklerini öğrenmektir. Daha sonra, bunlara dayanarak onların düşünce ve davranışlarını önceden tahmin etmemiz mümkün olabilir.
Dilimizin, yeni tanıştığımız bir kişinin niteliklerini belirleyen kelime dağarcığı “atılgan, tembel, korkak, hassas, dürüst, neşeli, hırslı, cimri,...” şeklinde birçok sıfat içerir. Söz konusu kişiyle olan ilişki ve yaşantımız sırasında edindiğimiz izlenimlere dayanarak zihnimizde onunla ilgili olarak bu sıfatlardan bir kısmını kapsayan bir karakter şeması oluşur. Daha sonra, bunlara dayanarak kişinin davranışlarını önceden tahmin edebiliriz. Meselâ, “cimri” niteliğiyle ilişkilendirdiğimiz biriyle lokantaya gittiğimizde, onun hesabı ödemekten kaçınacağını önceden kestirebiliriz. Veya birisiyle derdimizi paylaşma ihtiyacı hissettiğimizde, kendisini “hassas” olarak nitelediğimiz bir şahsa gideriz. Kişileri anlama sürecinde ikinci adım, onlarla olan ilişkilerimizi belirleyen ve yönlendiren nedenlerin ve ilkelerin belirlenmesi ve yeterince aydınlatılmasıdır.
Prof. Cüceloğlu, “veri ve olayları anlamlandırma” amacına yönelik düşünme işlemlerini ise şöyle açıklar: “Günlük hayatımızda, özellikle okullarda ve işyerlerinde bize bazı yazılı materyaller verilir ve onları anlayıp, kavradıktan sonra bizden bazı uygulamalar yapmamız istenir. Bize sunulan dokümanları anlamlandırmak için şu soruların cevaplarını araştırmak yararlı olur: 1-) Verilen metnin ana konusu veya temel fikri nedir? 2-) Metinde bu ana fikri destekleyen hangi deliller mevcuttur? 3-) Aynı olayı ya da düşünceyi açıklayan başka veriler var mıdır? Eğer varsa, farklı görüşlerin ve verilerin mukayesesi ortaya ne gibi bir sonuç çıkarmaktadır?”
Belirli amaçların gerçekleştirilmesine veya bir sorun ya da problemin çözümüne yönelik düşünme işlemleri ayrıntıda bazı farklılıklar içerse de, bu işlemlerle ilgili temel süreçler birbirine oldukça benzer. Bir problem genellikle ulaşmak istediğimiz hedefe ilerlerken, karşımıza bir tür engelin çıkması durumu, çözüm de bu engeli aşamanın en uygun yolunun bulunması işlemidir.
Problem çözümüyle ilgili süreçler, çeşitli deneysel yöntemlerle incelenmiştir. Bu yöntemlerden biri, ünlü düşünürlerin problem çözme tarzlarıyla ilgili yazılarının veya bu konuda kendileriyle yapılmış olan mülâkatların analizidir. Genelde, kişilerin kendilerine has bazı farklı yaklaşımlarının ve düşünme tekniklerinin bulunmasına ve kullanılan süreç ve metodun da problemin türünü göre bazı değişiklikler gösterebilmesine rağmen, başarılı ve yetenekli düşünür ve bilim adamlarının problem çözme yaklaşımlarında şu ortak safhaların bulunduğu belirlenmiştir: 1-) Hazırlık, 2-) Kuluçka, 3-) Kavrama veya aydınlanma, 4-) Değerlendirme ve düzeltme.
İlk aşama olan “hazırlık” safhasında problem tanımlanmakta, tasvir edilmekte, onunla ilgili veriler toplanmakta ve çözüm arayışına başlanmaktadır. Fakat bazen, üzerinde saatlerce, günlerce, hatta aylarca çalışılmasına rağmen aranmakta olan çözüm bulunamayabilir ve özellikle çetin bilimsel ya da felsefi problemlerde, ileride bir çıkış yolu bulunabileceği ümidiyle, aktif çözüm arama çabasına ara verilebilir. Böylelikle, problem çözümünün ikinci aşaması olan “kuluçka” dönemi başlamış olur. Bu aşamada, özellikle sağ beyin yarıküresince gerçekleştirilen birtakım bilinç altı süreçler aracılığıyla, çözümü zorlaştıran veya engelleyen bazı fikirler elenmekte, eksikler tamamlanmakta, ilişkiler belirginleştirilip, ayrıntılandırılmakta ve konu bütüncü bir bakış açısıyla yeniden değerlendirilmektedir. Söz konusu süreçler aktif, iradeli ya da bilinçli bir zihinsel çaba gerektirmediği için, bu dönemde düşünür, çeşitli işlerle uğraşabilir veya istirahat edebilir. Sonra günün birinde, hiç beklenmedik bir anda üçüncü safha gerçekleşerek, şahsın zihninde yepyeni bir kavrayış belirir ve olayla ilgili tüm verileri birleştirme ve sorunu açıklayabilme potansiyeline sahip görünen tamamen orijinal bir fikir doğar. Sonuncu aşama olan “değerlendirme” safhasında ise kişi, bu fikrin geçerli olup olmadığını, onu yeni bulgularla karşılaştırmak suretiyle test eder.
Daha çok kompleks bilimsel ya da felsefi sorunların ve problemlerin çözümünde kullanılan bu yöntem dışında, farklı problem çözme teknikleri de tanımlanmıştır. Bunlardan biri, problemi parçalara bölüp, bu parçalara karşılık gelecek temsillerin oluşturulması metodudur. Bu tekniğin uygulanışını bir örnek üzerinde inceleyelim: “Tibetli bir keşiş, bir dağın tepesinde bulunan bir tapınağa gitmek üzere, bir sabah tam güneş doğarken yola çıkar. Bir-iki adım genişliğindeki dar bir patikadan ibaret olan yol, spiraller şeklinde döne döne zirveye uzanmaktadır. Keşiş, yolun eğimine göre değişen hızlarda yürüdü ve zaman zaman da molalar verip, dinlendi. Tapınağa ancak gün batımından kısa bir süre önce varabildi. Tapınakta birkaç gün kaldıktan sonra, geri dönmek üzere aynı patikadan, yine güneş doğarken yola çıktı. Değişen hızlarla yürüdü ve birkaç defa mola verdi. İniş sırasındaki ortalama hızı, tırmanma hızından daha yüksekti. Bu keşişin çıkışta ve inişte izlediği yol üzerinde, her iki yolculuk sırasında da tam olarak aynı anda bulunacağı belirli bir ortak noktanın var olacağını ispat ediniz.
Bu tür problemleri çözmeye çalışan kişilerin çoğu, işe bazı krokiler veya şemalar çizerek başlarlar. Ancak, kısa bir süre sonra çizimler iyice karmakarışıklaşır ve iş içinden çıkılamaz bir hâl alır. Oysa bu örnekte, yapılması gereken tek şey, keşişin üst üste bindirilmiş dağ ve patikadaki iniş ve çıkış yolculuklarının görsel bir temsilini tahayyül etmeye çalışmaktan ibarettir. Hızlar, süreler ve konumlar nasıl olursa olsun, inen ve çıkan keşişin hayali temsilleri patika üzerindeki bir noktada mutlaka karşılaşmak zorundadır. Bu karşılaşma, her iki yolculuğun da tam olarak aynı anında ortaklaşa bulunulan yerde olacaktır. Problemde bu karşılaşmanın nerede olacağı sorulmadığı halde, çoğu kimsenin çözüm girişimi, bu kesişmenin nerede olacağının belirlenmesine yönelik çabalar sırasında tıkanıp kalır.
Bazı problemler ise önermeler veya imgeler üzerinde manipülasyonlar yapmak suretiyle çözülebilir. Meselâ, “Erol’un boyu Sami’ninkinden uzun, Davut’unkinden ise kısadır. İçlerinden hangisi en kısa boyludur?” şeklindeki bir problem, cümleleri oluşturan önermeleri yeniden düzenlemek suretiyle çözülebilir. Problemin ilk kısmını, Sami’nin “özne”, “Erol’dan daha kısa boyludur” ibaresinin de yüklem olduğu bir önerme olarak; ikinci kısmını da Erol’un özne, “Davut’tan daha kısa boyludur” ibaresinin yüklem olduğu bir önerme olarak yeniden düzenleyebiliriz: “Sami Erol’dan, Erol Davut’tan kısadır.” Bu önermeden de Davut’un en uzun, Sami’nin en kısa ve Erol’un da orta boylu olduğunu çıkarsamanın çok zor olmadığı söylenebilir. Problemi imgeler yoluyla çözmek için ise, bu üç şahsın boylarını bir çizginin üzerinde işaretlemek yeterli olacaktır.

Sֽ Eֽ ֽD
kısa uzun



Bilgi İşleme Tarzına” Göre Düşünme Türleri

Bazen düşünme faaliyetimiz, “içinde bulunduğumuz durumu veya karşı karşıya olduğumuz sorunu veyahut da problemi anlama ve kavrama, sonra da böyle bir durumda hedefe ulaşabilmek için yapmamız gerekenleri saptama” amacına yönelik sistematik, analitik ve mantıksal işlemler şeklinde gerçekleşir. Bazen de, tüm düşündüklerimiz çocukça hayallerden ve fantezilerden ibaret olur. Acaba her tür ve kategoriden düşünme işlemleri aynı zihinsel yapı, süreç ve mekanizmalarla mı gerçekleştirilmektedir?
İlgili dal ve disiplinlerde yapılan araştırmalar, tüm düşünme işlemlerinin gerçekleştirilmesi için kullanılabilecek muhtemel bütün “bilgi işleme tarzları”nın, başlıca iki ana kategoriye ayrılabileceğini göstermektedir. Bunlardan ilkini; net, kesin, belirgin, objektif, geçerli ve genel olarak da yeterli miktar ve düzeydeki verilerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilen “mantıklı, analitik, olgusal ve algoritmik” düşünme tarzı oluşturur. İkinci kategoride ise; her zaman anlamı apaçık kelimelerle net ve yeterli bir şekilde ifadesi mümkün olmayan, bir kısmı önemli ölçüde duygusal ve heyecansal boyutlar ve bileşenler taşıyabilen, miktar bakımından eksik ve yetersiz de olabilecek başlangıç unsurlarıyla gerçekleştirilen “ardışık ve analitik olmayıp; paralel, çok merkezli, bütünleyici ve sentezci olan” düşünme süreçleri yer alır.
Kognitif psikoloji ve sinir sistemi fizyolojisi gibi konuyla ilişkili sahalarda son yıllarda gerçekleştirilen buluş ve ilerlemeler, bu iki ana düşünme tarz ve biçiminin dayandığı yapısal ve fonksiyonel temelleri anlamamıza imkân sağladı.
Her ne kadar, iki beyin yarıküresi arasındaki işbölümü ve “uzmanlaşma” şekillerine dair yüzyılı aşkın bir zamandan beri bazı gözlemler yapılmakta idiyse de, sol ve sağ hemisferlerin entelektüel fonksiyonlar bakımından son derece farklı yetenek ve özelliklere sahip bulundukları ancak yakın zamanlarda açık bir şekilde ortaya konabilmiştir.
Daha 1861’de Fransız antropologu P. Broca, konuşma yeteneklerini kaybeden hastalar üzerinde çalışırken, bu belirti ile sol beyin yarıküresinin belirli bir parçasının hasarı arasında belirli bir ilişki bulunduğunu tespit etmişti. Günümüzde bu bölge Broca alanı olarak adlandırılır ve konuşma seslerinin çıkarılmasını sağlayan kas ve ses teli hareketlerinin bu bölgede yer alan beyin hücreleri aracılığıyla kontrol edildiği bilinir. Sağ ellerini, sol ellerine göre daha büyük bir maharetle kullanabilen sağlıklı kişilerde, hakim veya dominant olan hemisfer, sol hemisferdir. Sol beyin yarıküresi, vücudun sağ yarısının; sağ beyin yarıküresi de vücudun sol yarısının motor fonksiyonlarını denetler. Ayrıca sözlü ve yazılı ifadelerin anlaşılabilmesini ve yazı yazabilmeyi mümkün kılan korteks bölgeleri de sol hemisferde bulunmaktadır. Bu yüzden sol beyin yarıküreleri, tümör oluşumu veya kanama gibi nedenlerle zarar gören kimselerde, bu entelektüel fonksiyonlar ciddi bir şekilde zarara uğrayabilir, hatta tamamen kaybolabilir. Sağ elini kullananlar için bu ilişki kesin veya kesine yakınken; solakların çoğunda da dil yetisiyle ilgili nöral yapıların aynı şekilde sol yarıkürede bulunması nedeniyle, onların ekseriyeti için de aynı ilişki geçerlidir. Böyle kişilerin sağ beyin yarıkürelerinin kanama veya diğer nedenlerle zarara uğramasının ise, onların dil yetileri üzerinde hiçbir olumsuz etkisi görülmez.
Hemisferler arası iş bölümünün daha ileri örneklerinin ortaya çıkarılmasında, sağ ve sol beyin yarıkürelerini birbirine bağlayan ve tüm beyin bölümlerinin tek ve ayrılmaz bir bütün olarak çalışmasına en büyük katkıyı sağlayan “ corpus callosum” adlı yapının cerrahi olarak kesilmesinden ibaret olan bir operasyon tekniğinin yaygınlaşması, önemli bir rol oynamıştır. Beyin yarıküreleri, birkaç yapı vasıtasıyla birkaç noktadan birbirine bağlanmıştır. C. callosum, bu yapıların en büyüğü ve en önemlisi olup, sağ ve sol hemisferlerde yer alan ve anatomik olarak birbirine benzeyen simetrik bölüm ve parçaları birbirine bağlayan birkaç yüz milyon sinir lifinden oluşur. Bu yapı sayesinde, sağlıklı kişilerde sağ ve sol hemisferler, mükemmel bir işbirliği ile tam bir holistik uyum ve ahenk içinde fonksiyon görürler.
R. Sperry ve arkadaşları, c. callosumun fonksiyonlarını konu alan ve 1981’ de Nobel tıp ödülüyle taltif edilecek olan bir dizi araştırma ve çalışma gerçekleştirmişlerdir. Sperry, aralarında J. Bogen ve M. Gazzaniga’nın da bulunduğu ekibiyle; hayvanların c. callosumlarını keserek, bu işlemin ameliyat sonrası dönemde hayvanın beceri ve davranışlarını nasıl etkilediğini hassas gözlem ve deney teknikleriyle uzun bir süre izlemiştir. Fazla hassas olmayan tekniklerle yapılan gözlemlerin sonuçlarına göre, ilk bakışta sanki hayvanlar bu işlemden hiçbir zarar görmemişlerdi. Ancak özellikle görme ve işitme fonksiyonlarına yönelik daha titiz araştırmalar, hayvanların beyin hemisferlerinin anatomik olarak simetrik veya özdeş gibi görünmesine karşılık, fonksiyonel açıdan bazı asimetriler arz ettiğini ortaya koydu.
Epilepsi (sara), beyin korteksinin bazı bölümlerinden kaynaklanan anormal elektriksel deşarjlar ile bunların yol açtığı bazı sonuçlar, özellikle de irade ve kontrol dışı adele kasılmalarıyla karakterli olan nörolojik bir hastalıktır. Bazı epilepsi (sara) hastalarında, bilinen tüm tedavi usul ve tekniklerinin uygulanmasına rağmen, tüm vücut bölümlerini etkisi altına alabilen çok yaygın ve müessir kasılma krizleri görülür. Bu durum ve ayrıca yol açabileceği diğer sonuçlar, bazen kişinin hayatını tehdit edecek düzeyde ciddi bir tehlike teşkil edebilir. Sperry’nin çalışmaları, California Tıp Fakültesi’nde çalışan bazı cerrahları, bu tip epileptikler üzerinde benzer bir cerrahi işlem uygulamaya sevk etti. Bu şekilde, korteksin bir bölümünde başlayacak olan elektriksel deşarjın, c. callosum üzerinden diğer beyin yarıküresine ulaşmasının engellenmesi amaçlanmaktaydı. Aslında bu cerrahi işlem, daha 1940 yılında, yaklaşık iki düzine kadar hasta üzerinde denenmişti. Fakat bu işlemin tıp dünyasında yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanması, ancak Sperry ve ekibinin başarılı çalışma ve incelemelerinden sonra mümkün olabilmiştir.
Bu cerrahi tekniğin hastalar üzerindeki sonuçları, beklenildiği şekilde olmuş ve sara krizleri, yaygınlaşmadan, önemli ölçüde kontrol altında tutulabilmiştir. İlk bakışta kendilerine uygulanmış olan cerrahi işlemin, bu hastalar üzerinde hiçbir olumsuz etkisi olmamış gibidir. Bu “ayrık beyinli” kişiler de, sanki günlük hayatlarını, c. callosumları sağlam olan insanlara benzer şekilde sürdürebiliyor gibi görünmektedirler. Ancak, Sperry ve ekibinin onların algısal ve kognitif fonksiyonları üzerinde yaptıkları ayrıntılı ve duyarlı araştırmalar, ortaya tüm bilim dünyasını hayrete düşürecek kadar şaşırtıcı ve ilginç bulgular çıkardı.
Artık klâsikleşmiş olan bu çalışmaların bir versiyonunda, denek, ellerini görmesine engel olacak bir perdenin karşısına oturtulduktan sonra, kendisinden, bakışını karşında bulunan bir nokta üzerinde sabitleştirmesi istenir. Tam o sırada bir nesnenin resmi veya ismi, görsel bir uyaran olarak ekrandaki merkezi hattın sağındaki veya solundaki kısma yansıtılarak, orada saniyenin onda biri kadar bir süre tutulur. Böylece, görme sinirinin kafatası içindeki güzergâhının özellikleri ve c. callosumun da kesilmiş olması nedeniyle, görsel enformasyon, deneğin sadece tek bir hemisferine ulaşacaktır. Normal kişilerde, c. callosum vasıtasıyla bu yarıküre, kendisine ulaşan bu enformasyonu derhal diğer hemisfere iletir. Ancak bu deneğin beyin yarıkürelerden biri, diğerine ulaşan bilgiden habersiz kalacaktır. Eğer bir kelime, meselâ “kalem” yazısı, ekranın sağ, dolayısıyla da deneğin korteksinin sol yarısına düşürülecek olursa, denek bunu hem okuyabilir, hem de sözlü olarak ifade edebilir. Ancak bu kelimeyi içeren görsel uyaran, eğer ekranın sağ, yani deneyin beyninin sağ yarısına gönderilecek olursa, denek ne gördüğünü söyleyemez. Ancak, perdenin arkasındaki masa üzerinde bulunan birçok farklı nesnenin içinden el yordamıyla bir kalemi seçip, bulabilir. Bu, onun gerçekte, ekranda ne gördüğünün, belki farklı bir şekilde de olsa, bilincinde olduğunu gösterir. Deneğin el yordamıyla kalemi bulması, sağ yarıkürenin “mekansal, biçimsel ve hacimsel” özellik ve ilişkilere dair enformasyonun işlenmesini de kapsayan yetenek ve uzmanlığı ile son derece sınırlı ve az da olsa, basit kelimeleri tanıma kabiliyeti sayesinde mümkün olmaktadır. Sağ yarıküre, nesne adı olan aşina kelimelere uygun tepkiler verebilse de, eylem belirten fiillere genellikle tepkisiz kalır.20 Ancak deneğin sol yarıküresine hiçbir bilgi ulaşmadığı için, kendisine ne yapmakta olduğu ve elindeki nesnenin adı sorulduğunda, rasyonel ve gerçek dilsel yeteneğe sahip olan bilinci aracılığıyla herhangi bir karşılık vermesi mümkün olmamaktadır.
Bu gibi çalışmaların sonuçlarına göre; bizler, tek bir kafa içinde iki ayrı zihne ve bilince sahip bulunan varlıklar olmalıyız. Normal şartlarda her insanda işbirliği içinde fonksiyon gören iki temel bilinç ve zihin biçimi, c. callosumun kesilmesiyle, bu hastalarda çarpıcı bir şekilde birbirinden ayrılmış gibi görünmektedir. Dr. Sperry de ekibiyle birlikte gerçekleştirdiği uzun ve yorucu çalışmalar sonunda karşılarına çıkan tabloyu şöyle ifade etmişti: ”Şu ana kadar görmüş olduğumuz herşey bizlere; geçirdikleri ameliyatın bu insanları, başlarının içinde iki ayrı zihin veya iki ayrı bilinç yarıküresiyle baş başa bırakmış olduğuna işaret etmektedir.”
Bu sonucu daha dramatik bulgularla teyit eden başka çalışmalar da yapılmıştır. Ayrık beyinli bir bayan deneğin sol görme alanına çıplak bir insan resmi düşürüldüğünde, yüzü hafifçe kızaran denek, belli belirsiz bir şekilde güler. Kendisine ne gördüğü sorulduğunda, hasta, “sözlü iletişimde sorumlu yarıküresi” aracılığıyla: “Hiçbir şey, sadece bir flaş ışığı” karşılığını verirken, bir taraftan deliyle ağzını kapatarak gülüşünü ve utancını gizlemeye çalışmaktadır. “Öyleyse niçin gülüyorsun?” sorusuna ise denek, “Ooo doktor, burada ne tuhaf cihazlar kullanıyorsunuz!” şeklinde bir karşılık vermiştir. Linguistik yetiyle donatılmış, rasyonel ve mantıklı bilincin kaynağı olan sol hemisferi olaydan habersiz olduğu için, denek; ne olanları akılcı bir şekilde kavrayabilmekte, ne de içine düştüğü durumu kelimelerle gerçekçi bir şekilde izah edebilmektedir. Duygusal ve sezgisel bilincin kaynağı olan sağ yarıküre ise, olayla ilgili tepkiyi, daha çok “beden dili” ağırlıklı bir şekilde ifadeye çalışmaktadır.
C. callosumları kesilen hastalarda, duygusal zihnin yönlendirmesiyle gerçekleştirilen bir davranışın sözel tasviri mümkün olmamaktadır. Çünkü bu davranış, dil yeteneği çok zayıf olan, belki de hiç bulunmayan sağ yarıkürece gerçekleştirilir. R. Orstein, “Yeni Bir Psikoloji”18 adlı kitabında, ayrık beyinli hastalarda sağ hemisferin çok sınırlı da olsa, bir lisan kapasitesine sahipmiş gibi görünmesinin, “bu hastalarda, ameliyatın etkisiyle sonradan oluşan bir durum mu, yoksa normal sağ yarıkürenin, operasyon sonrası dönemde hâlâ sürmekte olan tabii bir özelliği mi olduğu” sorusunun henüz kesin olarak cevaplandırılamadığını belirtir. Daha yakın tarihlerde yapılan çalışmalarda sağlanan bazı bulgular, iki beyin yarıküresinin c.callosumun kesilmesine rağmen, beynin daha aşağılarında bulunan bazı bağlantı devreleri aracılığıyla iletişimlerini belirli bir düzeyde sürdürebildiklerini ima etmektedir.
Ayrık beyinli hastalar, bu iki farklı bilinç ve zihinleriyle, kendilerine iki ayrı grup halinde verilen enformasyonu, eş zamanlı olarak işleyebilirler. Ellenberry ve Sperry, c. callosumları kesik kişilere, herbir beyin yarıkürelerine ayrı ayrı ulaşacak şekilde bazı zihinsel görevler verdiklerinde, onların aynı anda iki farklı işlemi gerçekleştirebildiklerini müşahede etmişlerdir. Ancak bir avantajmış gibi görünen bu durum, bu kimselerin günlük hayatlarında bazı sorunlara da yol açabilmektedir. C. callosumu kesilmiş olan bir hastanın, bir sabah pantolonunu giymeye çalışırken, “sol eli ile sağ elinin mücadeleye tutuştuğunu" öğrenenler hayret içinde kalmıştır. Hastanın bir eli pantolonu yukarı doğru çekerek giydirmeye çalışırken, diğer el aşağıya doğru asılarak, onu çıkarmaya gayret etmektedir. Aynı hasta bir gün karısına öfkelenerek bir eliyle onu tutmaya teşebbüs ederken, diğer eli, bu harekete engel olmaya çalışmıştır.
Sağlıklı kişilerde c. callosum; sağ ve sol hemisferlerdeki farklı uzmanlık ve görevlere sahip değişik merkez ve ünitelerin en uygun sıra ve düzen içinde faaliyet göstermelerini, böylelikle de, sinir sisteminin tek bir bütün olarak çalışabilmesine imkân sağlar. Ama ayrık beyinli hastalarda bu iki hemisfer ve onlardan kaynaklanan iki bilinç formu, ayrı ayrı faaliyet göstermektedirler.
Bilim ve teknolojideki ilerleme ve gelişmelerin en karakteristik özelliğini teşkil ettiği günümüz uygarlığı ve kültürü, bariz bir şekilde “analitik, somut, nicel, sözel ve matematiksel” karakterli olan bir zihin ve bilinç temeli üzerine kurulmuş ve gelişimini de yine bu temeller üzerinde şu ana kadar sürdüre gelmiştir. Bu yaklaşım içinde, öncelikli olarak “duyguya, sezgiye ve bütüne” değer ve önem veren diğer temel zihin ve bilinç biçimi ise, ne yazık ki büyük ölçüde ihmal ve göz ardı edilmiştir.
Duygu, bireyin iç ve dış dünyalarına ve bir bütün olarak, içinde bulunduğu şartlara yönelik “subjektif algısı ve hükmü“ olarak tanımlanabilir. Bu algı ve hüküm, duygularla ilgili ayrı bir zihin ve bilinç sisteminin fonksiyonu ve ürünüdür.
İki temel bilinç formunun kendilerine has olan etkinlikleri, her bir iç yaşantımıza, iki temel boyutta yansır: “düşünce bileşeni” ve “duygu bileşeni”. Çoğu zaman bu iki bileşen öylesine iç içe geçmiş durumdadır ki, bu durumun farkına varmak genellikle mümkün olmaz. Ama dikkatli bir analiz ile en “akılcı, analitik, nesnel ve mantıklı” zihinsel etkinlikte bile, ona eşlik etmekte olan duygusal bir tonun veya rengin bulunduğu ortaya konabilir. Bu duygusal bileşen, kişinin bir varlık veya olaya ait öznel tecrübesi çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Daha önce, duyguların öğrenme ve hatırlama süreçleri üzerindeki etkilerini gözden geçirirken, fikirlerinden geniş ölçüde yararlanmış olduğumuz D. Goleman, duygu-akıl ikilisinin günlük konuşma dilindeki karşılığının “kalp” ve “kafa” olduğunu belirttikten sonra, bir şeyin doğru olduğunu kalben bilmenin, akılcı zihnin düşünme süreçleriyle ulaşılan “bilme durumu”ndan tamamen farklı olduğunu ve ilkinin, çok daha büyük bir kesinlik taşıdığını vurgular. Goleman’a göre zihnin akıl-duygu bileşimi, belirli bazı oranlarda gerçekleşir. Hisler aşırı derece yoğunlaşmaya başlayınca, akılcı zihnin etkisi giderek zayıflamaya ve sonunda da tamamen kaybolmaya yüz tutar. Bu durumun bir avantaj olarak görülebileceği yegâne durum, hayatımızın tehdit altında bulunduğu acil hallerdir. Oturup uzun uzun ne yapılması gerektiğinin akılcı ve analitik zihinle irdelenmesinin, karşı karşıya bulunulan ani tehdit veya tehlike nedeniyle imkânsız olduğu ya da ölüme davetiye çıkarmak anlamına gelebileceği bu gibi hallerde, duygusal ve sezgisel zihnimizin ani tepki ve kararları, özel bir avantaj sağlar.
Hayatın olağan akışı içinde de duygusal ve akılcı zihinler, bir denge ve uyum içinde faaliyet göstererek, farklı kategori ve türlerden veri ve enformasyonları işleyip, her bir farklı durum için en uygun karşılığın bulunmasına imkân sağlarlar. Normal şartlarda, duygular, rasyonel düşünme süreçlerine olumlu katkılarda bulunarak, düşünme prosesini ideal sonuç istikametinde yönlendirirler. Akılcı zihin de, duygusal verileri formel bir değerlendirmeye tâbi tutarak, gerçeklere uygun olanları seçip almak suretiyle ilgili düşünme işlemine materyal ve girdi olarak dahil ederken, bazılarını da reddedip, eler. Ancak her şeye rağmen duygusal ve akılcı zihinler esas olarak “yarı bağımsız” üniteler olup, beyindeki farklı ancak birbiriyle bağlantılı olan birimlerin faaliyetlerinin birer tezahürüdürler. Ve bu üniteler, her zaman ideal bir uyum hali içinde bulunmayabilirler. Belki de bu nedenle, zaman zaman “aklımızın bizi bir yöne, duygularımızın ise farklı bir yöne sevk etmekte olduğunu” fark edebiliriz.
Duygusal zihin, akılcı zihinle kıyas edilemeyecek kadar hızlıdır. Bir an olsun durup, irdelemeden; ne olup bittiğini hiç gözden geçirmeden, yıldırım hızıyla bir eylem kararı alabilir ve bunun gereğini yaptırabilir. Duygusal ve sezgisel zihnin bu büyük sürati, en belirgin niteliği; bilgi işleme tarzındaki “temkinlilik, ölçülülük ve ağırbaşlılık” olan analitik ve rasyonel zihin ile arasındaki en büyük farklılığı oluşturur. Sezgisel zihnin, her türlü ayrıntı ve şerhden yoksun olan son derece yalın bakış açısı, sonuca ulaşmada; çok büyük bir hızın yanı sıra, en az o kadar büyük ve aşikâr olan bir de kesinlik tonu ve vurgusu taşır. Bu, akılcı zihin tarafından asla anlaşılamayacak olan bir şeydir. Herkesin ömründe hiç değilse birkaç defa; heyecan, önem ve aciliyet yükü fazla olan bir olay olup, bittikten ve ortalık yatışmaya başladıktan sonra “Bunu niçin söyledim veya yaptım?” diye düşündüğü olmuştur. Bu, duygusal zihnin işini hızla bitirmesinden sonra, akılcı zihnin ona ancak yetişip, krizin yönetimini ele almaya başlamasının ilk işaretidir.
Akılcı zihnin verileri toparlayıp, değerlendirmeye başlaması, duygusal zihne göre birkaç dakika uzun sürdüğünden, duygu yükü belirgin olan olaylarda ilk izlenim ve kanaatler, “kafada” değil, “kalpte” doğar. Sezgisel zihnin bilgi işleme tarzı “çağrışımsal”dır. Bu enformasyon işleme süreçlerinde; bir gerçekliği simgeleyen veya onunla ilgili bir anıyı çağrıştıran öğeler, ilişkili oldukları gerçeğin aynısı olarak kabul edilir. Bu nedenle; teşbih, mecaz ve tasvir unsurları taşıyan tiyatro, roman, hikaye, şiir, sinema ve diğer sanat eserleri esas olarak, duygusal zihne hitap ederler. Sinemada film seyrederken; gördüklerimizin bir senaryo çerçevesinde ve bir yönetmenin talimatları doğrultusunda kameraların karşısında sahne sahne çekildikten sonra biraraya getirilen tamamen yapay ve düzmece görüntüler olduğunu bile bile, bu filmdeki olayları, sanki onlar gerçek hayattan kesitlermiş, hatta henüz o anda gözümüzün önünde gerçekleşmektelermiş gibi algılamamız, büyük ölçüde bu süreçlerle ilgili olsa gerektir.
Duygusal ve sezgisel zihnin işleyiş biçimi, “birincil süreç” kavramıyla önemli ölçüde örtüşür. Burada, kimi yönleriyle mitolojideki, hayallerdeki, düşlerdeki, çocukluktaki, şiirdeki ve hatta kısmen de psikozdaki “mantığa” benzer bir muhakeme şekli söz konusudur. J. Campell “Düşler kişisel mitlerdir, mitler de paylaşılan düşler...” diyerek bu olguya işaret etmiştir. Birincil süreç kıyas ve çıkarımlarında, gevşek çağrışımlar, düşüncenin ana yönünü belirler. Bu çerçevede; bir nesne, bir diğerini temsil edebilir, hatta aynen onun yerini alabilir. Bu düşünce tarzında parçalara, bütün muamelesi yapılabilir. Zaman ve imkânsızlık kavramları ile neden-sonuç ilişkilerine yer verilmeyen duygusal bilincin dünyasında, her an her şeyin olabilmesi mümkündür. Duygusal hayatta özellikler, tıpkı bir hologramda herhangi bir parçadan “bütün”ün eksiksiz olarak türetilebilmesine benzer şekilde, ait oldukları bütünün kendisiymiş gibi işlem görebilir. S. Epstein’ın işaret ettiği gibi, “akılcı zihin, nedenler ile sonuçlar arasında mantıksal bağlar kurarken; duygusal zihin, ayrım yapmadan, sadece çarpıcı benzerlikte özelliklere sahip olan şeyleri birbiriyle ilişkilendirir.
Duygusal bilinç, birçok bakımdan “çocuksu nitelikler” taşır ve onun bu özelliği, durumun duygusal bileşeni büyüdükçe belirginleşir. Meselâ olaylarla ilgili her şeyin “siyah- beyaz” olarak görüldüğü ve aralarda hiçbir gri tonuna yer verilmeyen bir yaklaşım olan “kategorik düşünme” tarzı, bunun ilginç bir örneğini teşkil eder. Büyük bir gaf yaparak, utanılacak bir duruma düşen bir şahsın; karakterinin, almış olduğu eğitimin ve bilgi dağarcığının çerçevesinde şekillenecek olan birkaç farklı yaklaşımdan birini sergilemesi muhtemeldir. Kişinin, “Ben zaten konuşurken her zaman hata yaparım!” şeklindeki tutumu, çocuksu-kategorik düşünme tarzına tipik bir örnek teşkil eder.
Bu çocuksu düşünme tarzının bir diğer türü de, “kişiselleştirilmiş nesneler”lerdir. Neden olduğu trafik kazasını: “Elektrik direği, sanki dosdoğru üzerime geliyordu!” şeklinde bir üslûpla anlatan bir sürücünün, olayları “ben” merkezli bir “duygusal-zihin çarpıtması” süreciyle algılamakta ve yorumlamakta olduğu rahatlıkla söylenebilir.
“Çocuksu tarz”, kendi kendini, sistemli bir şekilde sürekli olarak doğrular ve destekler. İnançlarını zayıflatabilecek olguları ve anıları, bastırarak veya görmezden gelerek, sadece varsayımlarını destekler nitelikte olanları kabul eder ve sımsıkı sarılarak onları asla bir kenara bırakmaz. Duygusal zihninin, inançlarını “mutlak ve ebedi” gerçekler olarak görmesi nedeniyle duygu-akıl dengesi aşırı ve kalıcı bir şekilde bozulmuş bir hastayı, akıl ve mantık yoluyla ikna edebilmek mümkün olamaz. Böyle bir kişi, o anki duygusal kanısına uymayan delilleri, ne kadar gerçekçi ve mantıklı olurlarsa olsunlar, asla kabule yanaşmaz. Böyle bir atmosferde, tamamen kendilerine has algısal kanallar ile “özel” verilere sahip olan duygusal zihnin hüküm ve kanaatleri; her türlü objektif dış etkiden uzak bir şekilde, devamlı olarak birbirlerini destekleyip, doğrulamaktadır.
Oysa, akılcı zihnin inanç ve varsayımları, geçici veya değişken olabilir. Yeni deliller, mevcut varsayımları artık daha fazla teyit etmiyorsa rasyonel zihin, belirli bir noktadan sonra onları terk edebilir. Çünkü, bu zihnin muhakemeleri, nesnel delillere göre yürütülmektedir.
Bir olayın herhangi bir özelliğinin, geçmişin duygu yükü büyük olan bir anısına benzemesi nedeniyle; duygusal zihin, hatırlanan olaya eşlik eden tüm duygu ve heyecanları içeren bir tepkiyi otomatik olarak derhal başlatabilir. Burada yapılan, şimdiki zamana ve şartlara, geçmişte kalan farklı şartlar için söz konusu olmuş bir tavırla karşılık vermektir. Erişkin bir kişi, çocukluğunda sık sık yemiş olduğu şiddetli dayakların acı anısı nedeniyle, “kızgınlıkla çatılan kaşlar”a o zamanlar göstermiş olduğu “yoğun korku ve nefret” şeklindeki tepkisini; artık çatılan kaşların böyle bir tehdit anlamı taşımadığı orta yaş döneminde de-belirli bir ölçüde-hâlâ göstermeye devam edebilir.
Hisler ne kadar güçlüyse, başlatılacak olan duygusal tepki de o kadar belirgin olacaktır. Ancak, duygular belirsiz veya üzerleri örtülü ise, o anda vermekte olduğumuz karşılığın “hissi boyutu” yine onlar tarafından belirlenmekte olduğu halde; biz olup bitenlerin tam olarak farkına varmayabiliriz. Bize sergilediğimiz tavır, sanki tamamen içinde bulunduğumuz ortamın ve anın şartlarından kaynaklanıyor gibi görünse de, aslında ilgili hatıranın ve onun duygusal bileşeninin renk ve izlerini taşımaktadır. Baskın olduğu zamanlar, duygusal zihin, akılcı zihni kendi inanç ve hedefleri doğrultusunda yönlendirebildiği için bizler, hissiyatımızı ve tepkimizi, mevcut zaman ve şartlar bağlamında açıklar ve olup bitenleri de, duygusal bilincin güçlü ve yönlendirici etkilerinin hiç farkına varmaksızın gerekçelendirir ve yorumlarız. Bu nedenle, gerçekte o anda neler olduğu hakkında hiçbir geçerli bilgimiz olmadığı halde, her şeyi bildiğimiz zannına kapılmamız mümkündür. İşte böyle anlarda duygusal zihin, akılcı zihni peşine takıp, kendi hedefine doğru hızla ilerler.
Duygusal zihnin işleyişi, büyük ölçüde “bağlam”a endeksli olup; ilgili süreçler, belirli bir anda baskın olan duygunun etkisiyle şekillenir. Bu nedenle, bu temel bilinç formu aracılığıyla ulaşacağımız sonuçlar; biz coşkulu ve romantik bir ruh halinde iken bir türlü, öfkeli veya sıkılmış bir halde iken ise başka türlü olacaktır. Duygusal zihin dinamiğinde, her temel hissin kendine özgü bir ”düşünce, anı ve tepki” repertuarı mevcuttur. Duruma bağlı olarak devreye giren bu repertuar, söz konusu olayın duygu yükü arttıkça belirginleşirler.
Son otuz yıl içinde, birçok farklı araştırma merkezinde, beyin yarıkürelerin fonksiyonel özelleşme ve uzmanlaşmalarını konu alan pek çok sayıda değişik çalışma ve inceleme yapılmıştır. Bunlardan birinde, iki kelimeden oluşan bir nesne isminin birinci kısmı, bakışını önündeki perdenin tam ortasına sabitlemiş olan ayrık beyinli deneğin görme alanının soluna, ikincisi de sağına düşürülmüştür. Meselâ, “gelin arabası” şeklindeki görsel imgenin ikinci parçası sol yarıküresine ulaşan denek, gördüğü şeyin “arabası” yazısı olduğunu söyleyecek; ancak, bunun ne arabası olduğunu bir türlü ifade edemeyecektir. Bütün muhtemel alternatifleri birbiri ardınca sıralayan deneğin; “yarış arabası, cenaze arabası, posta arabası, makam arabası, at arabası, servis arabası” gibi tahminlerinin arasında “gelin arabası” şeklindeki doğru cevabın bulunması, tamamen şansa bağlı gibi görünmektedir. Sağ yarıküreye ulaşmış olan bilgi, sol yarıkürenin rasyonel ve sözel karakterli bilincine aktarılamamaktadır.
Gözleri kapatıldıktan sonra deneğin sol eline; kalem, diş fırçası veya anahtar gibi günlük hayatında sık sık kullandığı için çok iyi tanıdığı ve bildiği, bu sayede de el yordamıyla kolayca tanıyabileceği bir nesne verilip, onun nasıl kullanıldığı sorulduğunda denek, yaptığı hareketlerle o cismi “tanıdığını” açık bir şekilde gösterir. Ama bu kavrayışını ve davranışlarını dille ifade edemez.
Konuşma düzeyinde olmasa da, sağ hemisfer, belirli bir seviyede dil yetisine sahipmiş gibi görünmektedir. Çünkü, ayrık beyinli denekler; sol görme alanlarına flaşlanan kelimeleri tanıyıp, kavradıklarını; konuşma ve yazma dışı yöntemlerle göstermekte, ancak bunu kelimelerle ifade edememektedirler.
Bir araştırma yönteminde, ayrık beyinli bir deneğe günlük hayatında sık sık gördüğü veya kullandığı için aşina olduğu “ kaşık, kitap, mendil, vs” gibi nesnelerin isimlerinden oluşan bir kelime listesi verilerek, her iki gözüyle de bu kelimeleri görebilmesine imkân sağlanır. Liste ortadan kaldırıldıktan sonra, deneğin sol görme alanına flaşörlerle o listede yer alan isimlerlerden birisi, meselâ “kitap” kelimesi düşürülür ve denekten gördüğü şeyi yazması istenir. Sağ yarıküre, komuta ettiği sol el vasıtasıyla gördüğü kelimeyi-biraz okunaksız da olsa-yazdırmayı başarır. Denek ilgili organlarının hareket şeklinden, bir şey yazdığını fark eder, ama onun ne olduğunu, dilsel bilinciyle ifade edemez. Ancak, daha önce kendisine gösterilmiş olan listedeki kelimeleri rastgele sayarak tahminlerde bulunur.
Ayrık beyinli hastalar üzerinde yapılan deneylerin sonuçlarına göre; sağ beyin yarıküresi, ancak çok yalın ve basit dilsel sembolleri anlayabilir ve bazen bunların çağrışımlarına da tepki verebilir. Ancak, sağ hemisfer, soyutluk derecesi daha yüksek ifadeleri kavrayamaz. Ayrık beyinli hastaların çoğu; sadece sağ hemisferlerine ulaştırılan “selâm ver, göz kırp veya gülümse” şeklindeki komutları bile anlayamaz ve bunların gereğini yapamaz. Bu gibi görevleri başaran hastalara oldukça ender olarak rastlanır.
Bununla beraber, sağ hemisfer, uzaysal ve örüntüsel datanın işlenmesi hususunda uzmandır. Bu hususla ilgili bazı bulguların geçmişi, oldukça eskilere uzanır. Meselâ, daha 1864 yılında nörolog H. Jackson, sağ yarıküresinde tümör gelişen bir hastasının "nesneleri, kişileri ve mekanları” tanıma yeteneğini kaybettiğini rapor etmişti. Böyle hastalar, konuşma ve mantıki düşünme yetenekleri zarar görmemiş olmakla birlikte, kendi vücutlarıyla ilgili algıları bozulduğu için, ne tek başlarına elbiselerini giyebilirler, ne de dost ve arkadaşlarının yüzünü tanıyabilirler. Ayrık beyinli hastalar, kendilerine gösterilen ve aynısını çizmeleri istenen kare veya dikdörtgenleri, onlara bakarak çizemezler. Ancak, kendi kağıtlarını, bu şeklin üzerine koyduktan ve cismin köşelerini “kopya” yoluyla işaretledikten sonra, noktaların arasını birer çizgiyle birleştirebilirler. Mekansal düşünme becerisinin incelenmesi amacıyla bu hastalardan, kendilerine verilen faklı renklerdeki küpleri kullanarak, bazı geometrik şekiller veya birtakım desenler oluşturmaları istendiğinde; sağ yarıküre, büyük bir performans sergiler. Ayrık beyinli hastalardan sağ ellerini (dolayısıyla sol beyin yarıkürelerini) kullanarak, verilen belirli bir desene göre küpleri bir araya getirmeleri istendiğinde, çok fazla hata yaparlar. Deney sırasında, bu kişiler, sağ ellerinin yanlışını düzeltmeye teşebbüs eden sol ellerine hakim olmakta zorluk çekerler. Bu sanki, doğru cevabını bildiğimiz bir soruya, bir arkadaşımız hatalı bir karşılık verince, kendimizi tutamayıp, duruma müdahale etmemize benzeyen bir davranıştır. İki görme alanına değişik renk şeritlerinin projekte edilip, ayrık beyinli deneklerden gördükleri renkleri ifade etmelerinin istendiği bir çalışmada da benzer sonuçlar alınmıştır. Sağ yarıküreye ait sol görme alanına düşürülen rengin ne olduğu sorusunu denek, konuşma fonksiyonunu yöneten sol yarıküresine bu konuda bir bilgi ulaşmamış olması nedeniyle, ancak tahminler yaparak cevaplandırır. Çalışmaya devam edildiğinde, sol yarıkürenin tahminlerinin giderek daha isabetli bir hale geldiği görülür. Bunun nedeni araştırıldığında, doğru cevabı bilen sağ yarıkürenin, sol hemisferin hatalı karşılıklarına, “öfke içinde kaşların çatılıp, başın sallanması” şeklinde bir tepki verdiği ve bu durumu değerlendiren sol yarıkürenin de, ikinci veya üçüncü tahminlerinde, doğru cevaba giderek daha fazla yaklaştığı anlaşılmıştır.
Sağ yarıkürenin temelde eşzamanlı ve bütünleyici olan enformasyon işleme tarzı sayesinde, eksik ve parçalı bile olsalar, herhangi bir hususla ilgili çeşitli verilerin, hızlı bir şekilde entegre edilmeleri ve belirli bir sonuca ulaşılması mümkün olabilir. Bu yetenekten, kişisel veya bilimsel sorunların çözümünden, mekanda yön bulmaya ve değerli sanat eserleri üretmeye kadar pek çok hususta yararlanmak mümkündür. Meselâ; görme, temas, kas gerginliği ve vücut kısımlarının uzaydaki konumuna ait duyumlar gibi çeşitli hususlara ait in-put’un entegrasyonuyla, kişinin mekan içinde konum ve yönünün belirlenmesi işi oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Yine bu sayede; spor, dans, elişi ve benzeri faaliyetler de yapılabilir.
Bilim ve düşünce tarihi boyunca, bu iki temel zihin ve bilinç biçimi, değişik düşünürler ve değişik kaynaklar tarafından farklı yönleri ön plâna çıkarılarak tarif ve tasvir edilmişler, çeşitli şeylere benzetilmişlerdir. Meselâ yaklaşık 700 yıl önce R. Bacon, iki temel zihin biçimi aracılığıyla ulaşılan iki farklı bilgi türünün söz konusu olduğunu şöyle ifade etmişti:” Bilginin iki biçimi vardır: Delillere dayanan bilgi ve yaşantıyla elde edilen bilgi.” Eski Çin kültürünün ünlü “I Ching”inde yer alanlar(*) da dahil olmak üzere, bu konuda yapılan benzetme ve tariflerin en belli başlıları aşağıdaki tabloda toplanmıştır:


Temel Bilinç Biçimi “Çift”leri


Sağ Sol


Geceye benzer (*) Gündüze benzer (*)
Duygusal Rasyonel
Zaman dışı (durağan-kalıcı) Zamanla sınırlı-tarihsel
Alıcı-pasif Aktif
Gizli-sırlı Net-açık-belirgin
Bütüne yönelik-tamamlayıcı Tekile yönelik
İrtibatlandırıcı-ilişkilendirici Ayrıştırıcı
Nonlineer (ademi merkeziyetçi) Doğrusal-düzenli
Yaygın Odaksal
Uzaysal-mekansal Sözel
Öznel yaşantıya dayalı (sözsüz) Delile ve nesnele yönelik
İndeterminist Nedensel
Sezgisel-metaforik Mantıksal
Tahayyül edici Dedüktif-çıkarımcı
Yatay Dikey
Sürekli-genel Tekil-özel
Serbest-bağımsız Yönlendirilmiş
Çoğulcu-paralel Bireysel-seri
Subjektif Objektif
Eşzamanlı Ardışık
Ontolojik-ekzistansiyalist Epistemolojik
Primer süreç Sekonder süreç
Sentezci Analitik
İçe yönelik Dışa yönelik


Humprey ve Zangwill, gerçekleştirdikleri çalışmalar sonunda, sağ yarıkürenin “rüya görme” olayında önemli bir rol oynadığını ortaya çıkardılar. Sağ paryetal korteksleri tümör oluşumu veya kanama gibi bir nedenle zedelenmiş olan hastaların, beyin dokularında hasara yol açan olaydan sonra, artık rüya göremedikleri anlaşılmıştır. Duygu ve heyecanları algılama ve üretme veya yönetme ve organize etme gibi yeteneklere sahip görünen sağ yarıkürenin, estetik ve sanatsal becerilerin de kaynağı olduğunu gösteren deneysel bulgular mevcuttur. Milner ve arkadaşları müzikte ses aralıklarının tanınmasının sağ yarıküre aracılığıyla gerçekleştirildiğini göstermişlerdir. Sağ hemisfer, müziğin anlaşılmasında veya ifadesinde uzmandır. Ancak, kompozitörler ve yaptıkları bestelerle ilgili araştırmalarda, müzik eserlerinin kompleksliklerinin artmasıyla, sol yarıkürenin işe müdahale oranının da arttığına dair bulgular vardır. Zaten sağlıklı kimselerde her iki beyin yarıküresi, tam bir uyum ve işbirliği içinde çalışmaktadır.
Deney ve gözlem verilerinin ortaya koyduğu tabloya göre; sol yarıküre de özellikle olgusal, matematiksel ve sözel enformasyonu; mantıksal, analitik, algoritmik ve ardışık proseslerle işleyip, değerlendirecek şekilde dizayn edilmiştir. Tüm mantıksal ve matematiksel işlemler, bazı kurallar ile belirli bir sıra ve düzen içinde gerçekleştirilirler. Sol hemisferdeki kognitif süreçler de benzer şekilde ve belirli ilkeler çerçevesinde, lineer ve ardışık bir tarzda gerçekleştirilir. Çalışma tarzı bakımından sol beyin yarıküremiz; daha çok kelime ve aritmetik işlemcileriyle ilgili işlemler için kullanılan ve günümüzde artık neredeyse her eve girmiş olan kişisel bilgisayarlara benzer. S. P. Springer ve G. Deutsch da, birlikte yazdıkları “Sol Beyin-Sağ Beyin”21 adlı kitapta, sol yarıkürenin “dijital”, sağ yarıkürenin ise “analog” bilgisayarlara olan benzerliğine dikkat çekerler. Sol hemisfer, enformasyonu işlerken; holistik bir şekilde bütüne değil, analitik bir şekilde ayrıntıya ve birbirini izler tarzda sıralanmış, ayrıca da açık ve net bir şekilde tanımlanmış verilere yönelir. Yine sol yarıkürenin uzmanlık alanına giren sözel ve aritmetiksel işlemler, temelde doğrusal zaman dilimleri içinde, belirli kurallar çerçevesinde ve ardışık basamaklar halinde gerçekleştirilir. Bilgisayarların programları hazırlanırken, yapılacak işin her bir basamağı bütün ayrıntılarıyla adım adım tarif edilir. Bunlardan birinin eksik kalması halinde program, dolayısıyla bilgisayar çalışmaz. Aynı şekilde günlük kullanımda da herhangi bir iş yaptırabilmek için, gerekli tüm veri ve komutların, açık ve net bir şekilde bilgisayara girilmesi gerektiği herkesçe bilinir. Sol hemisferimiz, bu yönüyle de dijital bilgisayarlara benzer. Eğer halli gereken bir soruna dair veriler eksik ve yetersizse çözüm, sol değil, sağ hemisferin uzmanlık alanına giren bir iştir. Çünkü sağ beyin yarıküresi, veri ve enformasyonu bütüncül bir şekilde proseslerken; konunun genel şablonu çerçevesinde, eksikleri tamamlayıp, boşlukları dolduracak birtakım alternatifler belirleyebilir. Yine sağ yarıküre, bilimsel buluş ve sanatsal üretim süreçlerinde çok büyük önem taşıyan ”üstü örtük ilişkileri açığa çıkarılmasını”, “görünen varlık, olay ve süreçlerin ardında bulunan, ancak doğrudan gözleme konu olmayan varlık, olay ve süreçlerin keşfini” ve” ilham ve sezgi yoluyla yepyeni düşüncelerin, sonuçların ve ifade biçimlerinin ortaya konmasını” mümkün kılacak şekilde çalışır.
Başlangıçta, ilk olarak patolojik ve anormal durumların incelenmesiyle ortaya çıkarılmış olan sağ ve sol yarıkürelerin uzmanlık ve işbölümüne dair bulgular; daha sonra, sağlıklı bireylerin sinir sistemlerinin yapı ve işleyiş özelliklerinin söz konusu kişiye herhangi bir zarar vermeden incelenmesini mümkün kılan yeni teknolojilerin geliştirilmesiyle desteklenerek, doğrulanmıştır. Bunlardan en sık kullanılanları, PET (pozitron emisyon tomografisi) ve EEG (elektroansefalografi)dir. PET’de, kan dolaşımına verilen “izlenebilir” nitelikteki bazı maddelerin takibi suretiyle, hangi zihinsel işlem sırasında, hangi beyin kısımlarının aktif hale geçtiği gözlenebilmektedir. Böylece meselâ; konuşma, aritmetik hesaplama veya problem çözümü sırasında, beynin sol yarıküresinde ilgili ünitelerin belirli bir düzen içinde faaliyete geçtikleri, rahatça izlenebilmektedir. Aynı şekilde EEG tekniğiyle de, beyin bölümlerinin aktivitelerine eşlik eden elektriksel deşarjları temsil eden eğriler, kağıt şeritler üzerine kaydedilerek veya bir monitörden izlenerek, analiz edilebilmektedir. Bu çalışmalarda geometrik ilişkilere ait bir konuyu düşünen kimselerin sağ, yazılı bir metni incelemekte olan kişilerin de sol hemisferlerinin ilgili kısımlarında elektriksel etkinliğin arttığı aşikâr bir şekilde görülmektedir.
Sperry ve ekibi ile bu konuda daha sonraları çalışmalar yapan diğer bilim adamlarının elde ettikleri bulgulara göre, normal bir insanda, tüm birim ve merkezleriyle beyin; bir bütün olarak belirli bir fonksiyonu yerine getirirken, işlenmekte olan girdinin türüne göre, ilgili veya sorumlu yarıkürede daha yoğun bir faaliyet gerçekleştirilmektedir. Ama bu esnada bile o hemisfer, diğer yarıküreyle ve tüm önemli beyin bölümleriyle karşılıklı bir iletişim içindedir. Sorumlu yarıküre tam kapasiteyle çalışırken, diğer yarıkürenin etkinliğinin bazen yavaşladığı, bazen de adeta “rölanti”ye alındığı, PET ve EEG teknikleriyle açıkça görülmektedir. Meselâ, yazı yazmakta olan bir kişide sağ, el işiyle meşgul bir şahısta ise sol yarıkürenin “bekleme durumuna” geçirildiği, birçok görüntüleme ve izleme yöntemiyle ortaya konabilir. Ancak açıkça görülen diğer bir olgu da, iki yarıküre arasında, belirli periyotlarla gerçekleştirilmekte olan iletişim ve işbirliğidir.
İki beyin yarıküresinin iletişimi ve işbirliği esas olarak c. callosum adı verilen kalın nöron demeti aracılığıyla sağlanır. C. callosum, bir anahtar sistemi gibi faaliyet göstererek, sağ ve sol hemisferlerde yer alan merkezlerin, gerçekleştirilmekte olan zihinsel işlemin türüne ve gereklerine göre uygun bir sıra ve düzen içinde çalışmalarını sağlar. Harvard Üniversitesinden Dr. Schiffer, c. callosumları kesilmemiş insanlarda da “hemisferik işbölümü ve uzmanlık” performansını ölçmekte kullanılabilen özel bir deney düzeneği geliştirmiştir. Bu düzenek sayesinde istenen kişinin hangi hemisferinin hangi verimlilik derecesinde çalıştığı ortaya konabilmektedir. Bu gibi çalışmalar sonunda, hemisferik gelişim ve olgunlaşmaları yeterli düzeye ulaşamayan kişilerde bazı psikiyatrik hastalıkların görülme oranının, normal kişilerden çok daha yüksek olduğu ortaya çıkarılmıştır.
Sağlıklı insanlarda, iki farklı beyin yarıküresinde yer alan farklı merkezlerin baskın oluş durumları, gün boyunca, yapılmakta olan işin türüne göre, c. callosum vasıtasıyla devamlı olarak değiştirilir. Meselâ, görmeyle ilgili merkezlerin dominantlığı her birkaç saniyede bir, bir yarıküreden diğerine geçerken, frontal loplardaki dominantlık, her birkaç saatte bir değiştirilir. Manik depresyon gibi bazı psikiyatrik hastalıklarda ise, callosal anahtar sistemi, belirli süreler boyunca kilitli kalır ve açılmaz. Bu nedenle, tüm ”mani” dönemi boyunca bir yarıküre dominant kalırken, daha sonra başlayan “depresyon” dönemi boyunca da diğer yarıküre baskınlığını sürdürür.
W. I. B. Beveridge “Bilimsel Buluş Sanatı” adlı kitabında, bilim adamlarının sezgisel zihinlerini geliştirecek bir eğitim almalarının gereğini ve önemini anlatır. “Sezgi”, birden bire zihinde çakan aydınlatıcı ve açıklayıcı bir fikir flaşı olarak tanımlanabilir. Güçlü sezgilerle ortaya konan izah potansiyeli yüksek yeni teorik sistemler, bilim tarihinde zaman zaman rutin kalıp ve sınırların aşılması suretiyle gerçekleştirilen olağanüstü “sıçrayıcı” ilerlemelerin dinamik gücünü teşkil eder. Olağan şartlarda da sezgi, daha dar kapsamlı bilimsel ve felsefi gelişmeleri sürekli destekler. Beveridge’e göre, büyük sezgisel buluşlar, rasyonel süreçlerin tıkandığı ve geçici olarak askıya alındığı zamanlarda kendilerini gösterirler. Fransız matematikçi ve düşünür Poincaré, mesleki kariyerinin böyle bir döneminde, yapmakta olduğu her şeyi bir kenara bırakıp, bir arabayla ülkesini dolaşmaya çıkar. Çalışma masasında bir türlü aydınlatamadığı çok önemli bir meselenin çözümünü, bu gezisi sırasında rastgele dolaşmaktayken bulur. Poincaré, buluşunu nasıl gerçekleştirdiğini şöyle anlatır: “Tam ayağımı fren pedalına basmıştım ki, birden her şey aydınlandı ve aklıma o ilginç çözüm geldi.”
Diğer birçok ünlü düşünür ve bilim adamı da bilimsel keşif ve icat sürecinde, rasyonel ve sezgisel zihinlerin, maksimum bir performansla birbirlerinin fonksiyonlarını desteklemeleri hususunun önemini vurgulamışlardır. Meselâ, A. Einstein, bilimsel buluş süreciyle ilgili görüşlerini açıklarken, “...Asıl değerli olan, sezgidir.” der. Bilimde yeni bir paradigma oluşturan bir düşünürün esas ilgi ve çalışma alanı, ilgili bilim dalının, mevcut bakış açısıyla “görülemeyen” farklı boyut ve yönleri olup, bu da sezgisel zihnin kapsamına girer. Konuyla ilgili gözlem ve deney verilerinin toplanması ve mantıksal analizi ise, rasyonel zihin tarafından gerçekleştirilen bir prosedürdür. Anlaşılan, eksiksiz ve verimli bir bilimsel araştırma için, iki zihin ve bilinç biçiminin ideal bir işbirliği zorunludur.
C. Sagan, bu işbirliğinin nasıl ve niçin sağlanması gerektiğini şöyle dile getirir: “Sağ yarıküre, çoğu zaman karamsar bir yaklaşım sergiler. Bunda, bazen haklıdır, bazen de haksız. Onun bu tavrının geçerlilik derecesi, ancak sol yarıkürenin sağlayacağı objektif delillerin ışığında açıklık ve kesinlik kazanabilir. Sağ yarıküre, birçok tasarılar ve öneriler sunabilir. Bunların uygulanabilir ve gerçekleştirilebilir türden olup, olmadıkları, yine ancak sol yarıkürenin kontrol ve onayından sonra netlik kazanabilir. Diğer taraftan, sağ hemisferin ilhama ve sezgiye açık sentezci ve üretken iç görüşleri olmasaydı, insanın tüm entelektüel hayatı, sol yarıkürenin üretken olmayan donuk ve durgun yaklaşımından ibaret kalırdı. Sürekli değişen çevre şartları altında, karmaşık sorunların zamana ve mekana en uygun çözümlerinin bulunabilmesi, ancak bu iki yarıkürenin, c. callosum aracılığıyla yapacakları ideal işbirliğiyle mümkün olabilir. Sağ yarıküre, kendine has bilgi işleme tarzıyla, bizzat yaşayarak edindiğimiz enformasyonun değerlendirilmesinde tek başına bile başarılı sonuçlara ulaşılabilir. Ancak, meselâ bilim alanında henüz yeni fark edilen bir olayın izahı gibi bilinmeyen pek çok yönü bulunan konularda, sağ hemisferin değerlendirme, yorum ve tahminleri, ancak rasyonel zihnin tabiattan gözlem ve deney yoluyla sağlayacağı verilerin ortaya koyduğu nesnel tabloya uygun olmaları halinde bir değer taşıyacaktır. Bilimsel buluş sürecinde, sağ yarıküreden öncelikle beklenen, varlık ve olaylara ait bazı ‘doğrudan gözlenemeyen ilişkiler’ tahayyül etmesidir. Tabii ki bunların bir kısmı, eldeki nesnel verilere uygun düşmeyebilir. Ancak bu ‘ilişki tasarımları’na atfedilecek potansiyel gerçeklik düzeyi, bunlar gerekli analitik ve rasyonel kritiklerden ve testlerden başarıyla geçmedikleri sürece ‘hayal ile muhtemel’ arasında bir realite düzeyini aşmamalıdır. Diğer taraftan, sağ yarıkürenin bu sezgisel açılım ve izah önerileri olmasaydı, tüm bilimsel etkinliklerimiz, her türlü orijinallikten yoksun, tarif veya tasvir düzeyli veri katalogları hazırlamaktan ibaret kalırdı.”
Algı ve bilişim süreçleriyle ilgili yapı ve mekanizmaları incelediğimiz bu bölümde, insanın öğrenme ve düşünme gibi temel zihinsel işlemlerinin, son derece yüksek kapasiteli ve komplike bir “veri toplama, işleme, analiz ve sentez ünitesi” olan “sinir sistemi” aracılığıyla nasıl gerçekleştirildiğini ana hatlarıyla gördük. Sinir sistemimiz, bugüne kadar çeşitli yönleriyle bilgisayarlarla karşılaştırılmıştır. Bu kitabın çeşitli kısımlarında da bu mukayeseler sonunda ortaya çıkan sonuçlara yer verilmiştir. İnsanın “algı, düşünme ve bilme” süreçlerinin nicel ve nitel özellikleri, bu “veri toplama ve işleme ünitesi”nin yapı ve çalışma özellikleriyle sınırlanmış ve belirlenmiştir. Bundan dolayı, varlık ve olayları algılama ve değerlendirme tarzımız ile bu şekilde ulaşacağımız sonuçlar ve edineceğimiz bilgilerin tür ve miktarı; hem bu “veri toplama ve işleme ünitesi”nin kapasitesiyle sınırlı olacak, hem de onun çalışma özellikleriyle şekillenecektir. Bu durumda; epistemoloji alanında mevcut klâsik yaklaşımlar ile ontolojinin temel model ve paradigmalarının, başta kognitif psikoloji, nöroloji, fizyoloji ve semiyotik olmak üzere ilgili alan ve disiplinlerin sağlayacağı bulguların ışığında yeni bir perspektiften baştan sona kadar tekrar gözden geçirilip, değerlendirilmesi ve yeniden tanımlanması, acil bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu işlemin hem her biri kendi alanlarında uzman olan, hem de disiplinler arası genel bilgi ve kültür düzeyleri yeterli olan yetenekli ve başarılı bir bilim adamı ve düşünür heyeti tarafından ideal şartlar altında plânlı, sistemli ve uyumlu bir ekip çalışmasıyla gerçekleştirilmesi sonucu, ortaya nasıl bir tablo çıkacağını şimdiden kesin olarak söylemek mümkün olmasa da, en azından “rasyonalizm-empirizm” ve “idealizm-realizm” anlayışlarının mutlaklık ve kesinliklerini büyük ölçüde yitireceklerini söylemek imkân dahilinde görünmektedir. Ayrıca temel terim ve kavramların başta fizik olmak üzere tabiat bilimlerinde özellikle son dönemde gerçekleştirilen araştırma ve çalışmalar sonunda sağlanan bulgu ve verilerin de işin içine katılmasıyla yapılacak yeni tanımlarıyla ortaya tamamen farklı bilgi ve varlık “kavram, kuram ve paradigmalarının” çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Bilim adamları da diğer insanlar gibi duyu organları vasıtasıyla elde ettikleri “evrene ve insana” ait verileri zihinsel süreçleri çerçevesinde değerlendirip, yorumlayarak; varlık ve olaylar hakkındaki bilgi birikimimizi zenginleştiren tespit ve çıkarımlarda bulunurlar. “Bir markette, en az para sarfıyla-olabildiğince kaliteli mallardan-mümkün mertebe yeterli miktarda satın almaya” veya “yeni arkadaşını tanıyıp anlamaya” çalışan bir kişi ile “bilimsel bir problemi çözmek için uğraşan” bir bilim adamının başvurdukları temel bilişsel sistemler ve mekanizmalar birbirine oldukça benzer. Tek fark, bilim adamının gerek incelediği konuya dair veri ve bilgileri toplarken, gerekse de bunları yorumlarken daha sistematik ve teknik davranmasıdır. Ama yine de insanlığın bilim yoluyla ulaşabileceği teorik bilgi düzeyi ve birikimi, duyu ve sinir sistemimizin yapı, fonksiyon ve kapasite özellikleriyle belirlenmiş ve sınırlanmış olmaktan kurtulamaz. Bir sonraki bölümde, bilimsel yöntemin asırlar boyu farklı bilim adamlarınca değişik alanlara ve konulara tatbiki sonucu günümüzde ulaşılan “varlık” kuram ve anlayışı ele alınacaktır.










































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder