26 Mart 2015 Perşembe

Niçin Böyle Bir Kitap ?

ÖNSÖZ


Niçin Böyle Bir Kitap ?


Nasıl bir dünyayagözlerimizi açtık, hangi ortamlarda büyüdük ve yaşadık, şöyle bir düşünelim... Çevremizde “sosyal”, “biyolojik” ve “fiziksel” katmanlar oluşturan çeşitli varlıklar mevcuttur. Bunların bir kısmı; insanlar, ağaçlar, kuşlar, dağlar ve nehirler gibi “tabii”; geri kalanlar ise masalar, evler, otomobiller ve bilgisayarlar gibi insan ürünü “yapay” nesnelerdir.
İçinde yaşadığımız ortam, bizim algılarımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı birtakım kalıplar ve ölçüler içinde etkilemekte, sınırlamakta ve hatta bazen de belirlemektedir. Günümüzde, bizleri kuşatan teknolojik ve endüstriyel ürünler ile uygulamalardan oluşan yapay ortam, doğal olanı yer yer örtüp, maskelemektedir.
Teknoloji ve endüstri hiç kuşkusuz bizler için vazgeçilmez bir önem ve değer taşır. Ulaşımı ve iletişimi hızlandırıp, çeşitlendiren; yaşamı her yönüyle kolaylaştırıp, zenginleştiren; bizleri eğlendirip, dinlendiren teknolojik ve endüstriyel uygulamaların yeri ve etkisi o kadar büyüyüp genişledi ki, artık onlarsız tek bir anımızı bile geçiremez olduk.
Özellikle elektronik, iletişim ve bilgisayar alanlarındaki gelişmeler; çevremizin yapaylık ve “sanallık” düzeyini her geçen gün biraz daha artırmaktadır. Sonuçta, önceki yüzyıllarda yaşamış olanlar için “inanılmaz bir hayal alemi” sayılabilecek bir dünyaya sahip olduk. Öyle ki, parlak şehir ışıklarının örtüp, kapatması nedeniyle bir süreden beri âdeta unuttuğumuz “yıldızlı semalar”dan sonra, bilhassa büyük merkezlerde, güneşli gökyüzü bile gittikçe yükselen binalar tarafından artık maskelenmeye başlandı. Gençlerimiz ve çocuklarımız; yeryüzünde yaşamakta olan bitki ve hayvan türlerini, film ve bilgisayar oyunlarının sanal kahramanları kadar olsun tanımaz hale geldiler. Ve böyle bir ortamda, “nasıl bir dünyada ve niçin” yaşamakta olduğumuz gibi son derece önemli sorular bile akıllarımıza çok seyrek gelir oldu; bir çoğumuzun ise, hiç...
Bütün bunlara rağmen-biz farkına varsak da varmasak da-aslında söz konusu olan şey ister doğal isterse insan ürünü nesneler olsun, karşımızda “varlık” ve “varoluş” ile ilgili aynı temel sorular ve sorunlar daima dura gelmektedir: «Evren ve insan niçin ve nasıl varoldu? Bir otomobili, bir çiçeği veya bizleri oluşturan atomların kaynağı nedir? Bilgisayarların donanım ve yazılımlarını tasarlayan insan beyni ve zihni, nasıl gelişip, ortaya çıktı? Canlı ve cansız ya da doğal ve yapay nesnelerin varoluşları neye dayanır? Bizler niçin doğar, niçin yaşar ve niçin ölürüz? Bitkilerin, hayvanların veya insanların mevcudiyetleri için herhangi bir amaç veya hedeften söz edilebilir mi? Ölüm, mutlak bir yokoluşun veya tam bir hiçliğin mi başlangıcıdır ? » Ve, pek çok benzerleri.....
Aslında bilinçli bir şekilde yaşamak isteyen herkes, bu temel sorulara olabildiğince geçerli ve güvenli karşılıklar bulmak durumundadır. Bu; mantıksal, bilimsel ve entelektüel bir zorunluluktur. Buna göre de herkes, “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunun karşılığını, “Niçin yaşıyorum?” sorusunun cevabına göre belirlemek mecburiyetindedir.
Nasıl yaşamamız gerektiği sorusuna farklı çevreler ve kişiler tarafından farklı yanıtlar verilebilir. Bu soruya günümüzde en yaygın olarak verilen karşılıklar: “İyi bir eğitim, iyi bir iş, huzurlu ve konforlu bir hayat ve benzeri hedeflere ulaşmak için çalışarak.” şeklindeki bir cümleyle özetlenebilir. Hele günümüzün ünlü deyimiyle-“ekonomik kriz” ortamında-bunların bir veya birkaçı, birçoğumuzun düşlerini süsleyen hedefler olsa gerektir.
Giderek artan ve ağırlaşan sosyal sorunlar altında adeta ezilmekte olan geniş halk kitleleri için ne yazık ki her türden entelektüel ve kültürel uğraş, artık gerçekten kelimenin tam anlamıyla bir lüks ve fantezi haline getirilmiş olmakla birlikte, bu durum, yine de yeryüzünde yaşamakta olan tek tek her bir insanın-gücünün yettiği ölçüde-“varoluş” ile ilgili temel sorulara cevap arama ve bulma gereğini ortadan kaldırmış sayılamaz.
Dar ve sınırlı bir bütçeyle ayın sonunu getirmek için çözümsüz denecek kadar çetin sorunlara çareler aramakta olan bir şahsın, varlık ve varoluşla ilgili felsefi sorulara ayırabileceği zamanın ve enerjinin çok fazla olamayacağı açıktır. Peki ama, acaba tüm maddi ihtiyaçlarını gidermiş olan kişilerin sorunları tamamen çözülmüş sayılır mı? Eğitim, iş, evlilik ve konforlu bir hayat gibi hedeflerin ya da ihtiyaçların “gerekliliği” belirgin olmakla beraber, acaba bunlar “yeterli” midir?
Her şeye rağmen yine de büyük bir çoğunluğumuz; vakit ve enerjimizin hemen tamamını bu türden şeyleri karşılayabilmek için sarf etmekte, başımızı kaldırıp ileriye, entelektüel sorun ve ihtiyaçlarımıza bakmayı ve onları görebilmeyi başaramamaktayız. Ekonomik sıkıntıların cenderesinde adeta ezilen bir kişi, çoğu zaman “hayret, merak, araştırma, okuma ve düşünme” gibi dürtü ve isteklerini sonunda tamamen yitirip, tüm yaşantısını belirli bazı alışkanlıklardan ibaret basmakalıp birkaç davranış örüntüsü ile sınırlandırmaktadır. Acaba bu duruma düşen bir insana entelektüel yaşamını tekrar kazandırmak mümkün olabilir mi?
İçinde bulunduğumuz ortam ile ilgili algılarımızın duygu, düşünce ve davranışlarımızı etkilediğini söylemiştik Acaba, çevremize ve kendimize tamamen yeni ve farklı bir bakış açısından bakmayı başarabilirsek, tutum ve hareketlerimiz değişir mi? Şimdi, şöyle iki hayali olay tasarlayıp sonra aynı konuya tekrar dönelim:
Uzayın derinlerinde, karanlık bir gezegende bazı tuhaf canlılar yaşamaktadır. Bu gezegenin yüzeyi ılık ve sığ bir su tabakasıyla kaplıdır. Zemini oluşturan yumuşak materyal ise belirli bir ritimle nabız gibi atmakta ve suların içine zaman zaman birtakım mineraller ve gazlar salmaktadır. Anatomik yapıları bir bebeğinkini andıran, ancak baş ve bedenleri kalın bir zarla çevrili olan gezegen sakinleri, beslenme ve soluma ihtiyaçlarını gövdelerinin orta kısmından çıkan bir kordon aracılığıyla, suyun zemininden karşılamaktadırlar. Gezegenin çevresinde hiçbir ışık kaynağı bulunmadığı için, her yer karanlıktır ve zaten bu yaratıklar da, üzerlerini örten kalın membran nedeniyle görme duyularını kullanamamaktadırlar.
En yakındaki gök cismi, hidrojen ve helyum gibi yakıtları tükendiği için, günden güne kendi içine çökmekte, yani ölmekte olan büyük ve siyah bir yıldızdır. Bu yıldız, sonunda bir kara delik haline dönüşür. Ve bu komşu gezegen de onun korkunç çekim gücüne kapılır. Gezegenin üzerinde yaşayan canlılar ise evrenin tam karşı tarafında bulunan samanyolu galaksisine adeta fırlatılırlar.(*) Bunlardan bir tanesi de dünyamıza ulaşır ve atmosferden geçerken, üzerini kaplayan kalın zarlardan kurtulur. O, artık görmektedir.”
Bir an kendimizi bu yaratığın yerine koyup, çevremize onun gözüyle bakabilsek, acaba algılarımız nasıl değişirdi? Gelelim ikinci hikâyemize:
Her zamanki gibi yine bir gün-iş yerine, okula veya alış verişe- gitmek üzere yola çıktığınızda, yanınıza çok modern görünüşlü ve son derece farklı bir dizayna sahip olan bir otomobil yanaşıyor ve sağ ön koltukta oturan kişi camı aralayıp ‘Ne tarafa gidiyorsunuz?’ diye soruyor. Verdiğiniz cevap üzerine ‘Biz de o yöne gidiyoruz, isterseniz geçerken sizi oraya bırakalım’ diyor.
Ve siz de o ürkütücü yolculuk külfetinden kurtulma duygusuyla üzerinde pek fazla düşünmeden bu daveti kabul edip, arabaya biniyorsunuz. İçeride tam olarak kavrayamadığınız bir tuhaflık olduğunu hissediyor, fakat buna pek aldırış etmiyorsunuz. Otomobil hiç gürültüsüz ve sarsıntısız bir şekilde, adeta uçar gibi ilerlemektedir. İneceğiniz yere yaklaşırken garip bir koku duymaya başlıyorsunuz. Ne olduğunu anlamaya çalışırken göz kapaklarınız ağırlaşıyor ve başınız dönmeye başlıyor. Birden derin bir uykuya dalıyor ve sonra gözlerinizi tamamen farklı bir mekanda açıyorsunuz.
Burası etrafı camlarla kaplı, sanki bir lâboratuara benzeyen çok değişik bir yerdir. Elleriniz ve ayaklarınız sımsıkı bağlanmıştır. Dışarıda da her şey çok farklıdır: Gökyüzü sarı, ağaçlar ve otlar kırmızı, toprak mavi renklidir. İnsana benzer şekilde konuşan, fakat görünüşleri çok acayip olan bazı yaratıklar merakla size bakmaktadırlar. İçlerinden biri, eline bir mikrofon alarak korkunç bir sesle bundan böyle burada yaşayacağınızı, daha doğrusu eğer kurallara uyarsanız yaşayabileceğinizi anlatmaya başlıyor. El ve ayaklarınızdaki bağlar çözülüyor, bir kapı açılıyor ve dışarıya çıkarılıyorsunuz...”
Eğer ömrümüzün geri kalanını böyle bir ortamda geçirmek zorunda kalsaydık, acaba neler yapar, nasıl davranırdık? Bu hikâyelerden amaç, kendimize ve çevremize yeni ve farklı bir bakış açısından bakabilmek için bir “pencere açmak”tır. Bu başarıldığında; mevcut düşüncelerimizi, inançlarımızı ve davranışlarımızı irdeleme gereği duyarak “Niçin yaşıyorum?” sorusunu kendi kendimize tekrar sormamız mümkün olabilir.
Bu kitap da aynı amaçla kaleme alınmıştır. Bu kitapta insanlık için çok büyük bir önem ve değer taşıyan temel sorulara en uygun karşılıkları verebilmeyi-her şeyden ve herkesten çok-ben isterdim. Bu, tüm insanlığın en büyük ihtiyacı olsa gerektir. Fakat ne yazık ki, bu konularda henüz bilemediğimiz pek çok şey mevcuttur. Yine de hiç değilse bu hedefin, erişilmesi güç, ancak yücelerden yüce bir “ideal“ olduğunu bilmekteyiz.
Orta dereceli eğitim yıllarımdan itibaren birçok kimse gibi ben de “evrensel ve bireysel varoluş” ile ilgili temel sorulara cevaplar aramaya başladım. Üniversite döneminde, bu bakımdan daha etkin ve yoğun araştırmalar yapmaya fırsat buldum. Her eğitim yılının en az üç-dört ayını bu çalışmalara ayırdım. Üçüncü sınıfta tıp öğrenimime bir yıl ara vererek varlık ve varoluş konusundaki temel eserleri derinlemesine okuyup, inceledim. Ayrıca çeşitli fakültelerden-ortak özellikleri okumayı ve düşünmeyi sevmek olan-değişik görüşlerdeki öğrenciler ve öğretim üyeleri ile fikir alış verişinde bulunma imkânım oldu. Bu işi ciddiye alan birkaç arkadaştan oluşan bir ekiple oldukça kapsamlı araştırmalar ve incelemeler yaptık.
Bu kitabın ilk müsveddelerinin kaleme alınış tarihi, oldukça eskilere uzanır. Kitapta sunulan sonuçlar ve öneriler, benim kişisel görüş ve düşüncelerimden ibaret değildir. 25 yıl kadar devam eden bu araştırma süreci boyunca ulaşılan neticeler, bilhassa özel ehemmiyet taşıyan hususlar, zaman zaman plânlı bir şekilde tarafsız kesimlerin, hatta gerektiğinde karşıt tezleri savunan kimselerin değerlendirme ve eleştirilerine tâbi tutulmuştur. Onlardan gelen öneri ve tepkilerin ışığında, önemli görüş ve kanaatler, defalarca gözden ve elden geçirilmişlerdir.
Bu test ve kontrol uygulaması, 12 Eylül öncesi döneminin çetin üniversite şartlarında dahi ihmal edilmemiştir. Ege Üniversitesi Kampusu’nun her türlü güvenlik önleminden yoksun o riskli ortamında bile, hemen her eğilim ve düşünceden öğrenciler ile bazı öğretim üyelerinin katıldığı herkese açık tartışma ve görüşmelerde kitabın temel tezleri özgürce ve cesurca irdelenmiştir.
Meslek hayatıma atıldıktan sonra da bu konular benim birinci dereceden ilgi alanımı teşkil etmeyi sürdürdü. Öğrencilik yıllarımızda bu hususlar üzerinde birlikte çalıştığımız birkaç arkadaşla mezuniyet sonrası dönemde aynı şehirde karşılaşınca, hemen elimizdeki sınırlı imkânlarımızla bir “fonksiyonel” araştırma sistemi kurduk. Bu sistem tamamen “fonksiyonel” idi; çünkü, herhangi bir kalıcı ve belirli yapısal organizasyonuna sahip değildi. Değişik yer ve ortamlarda bazı konuları, belirli bir program içinde ele alıp, incelemeye başladık. Kullandığımız mekanlar, bazen birkaç öğrenci arkadaşımızın ya da içimizden birinin evi, bazen bir işyeri veya kiralık bir büro, yaz tatillerinde de bir tanıdığımızın bir sahil beldesindeki meskeni olabiliyordu. Buralarda, temel bilimlerden fotoğrafçılığa, edebiyattan tıbba, göstergebilimden fraktal geometriye ve yapay zekâdan senaryo yazım tekniklerine kadar değişen birçok konuyu, daha öğrencilik yıllarımızda belirlemiş olduğumuz bir mastır plânın up-date edilmiş uygulama takvimine göre ele alıyorduk. Zaman zaman çeşitli seminer, sempozyum ve kurslara katılıyor, başarılı akademisyenleri çalışma ortamlarında izliyor ve seyahatler düzenliyorduk. Hatta bazen, yurdumuzda yapımı plânlanan ulusal gözlemevinin yerinin seçimi için düzenlenen araştırma gezileri gibi oldukça spesifik aktivitelere katılanlarımız bile oluyordu.
Boğaziçi ve Ortadoğu gibi seçkin üniversiteleri iyi derecelerle bitirdikten sonra aynı performansı yurt içinde ve dışında gerçekleştirdikleri lisansüstü çalışmalarda da sürdüren bazı genç, dinamik ve yetenekli arkadaşlarımızın çalışmalarımıza sağladığı katkı, ayrıca bahse değer. Bu dönem içinde, kendi alanlarında dünya çapında başarı ve takdir kazanan bazı bilim ve sanat adamlarıyla da görüş alış verişinde bulunduk. Bunlardan, “bir yandan yapay zekâ konusunda TUBİTAK’ta ve yurt dışında son derece önemli araştırmalar ve uygulamalar yaparken, diğer yanda da bilgi felsefesi ve bilim tarihi gibi konularda çevresini aydınlatan dehalar” ile, “Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlamış olduğu bilimsel eser ‘yılın kitabı’ seçildikten sonra, yeni kitabını hazırlamak üzere, görevli olduğu üniversiteden bir yıl ücretli izin alıp, o kurumun sağladığı imkânlarla bir tatil beldesindeki yazlık evinde, son derece uygun bir çalışma atmosferi içinde notlarını yazıya döken dünya çapında başarılı bilim adamları” gibi müstesna kişiler; davranışları, uygulamaları ve tavsiyeleriyle bizim motivasyonumuz ve araştırma azmimiz üzerinde önemli katkılar ve etkiler sağlamışlardır.
Zamanla genişleyen sosyal çevremiz içinde medya mensuplarının da yer almasıyla; o günlere kadar süren araştırmalarımızın sonunda ortaya çıkmış olan entelektüel birikimi, çeşitli yayın organları aracılığıyla toplumun tüm kesimlerinin değerlendirme ve eleştirilerine sunma fırsatı bulmuş olduk. Özellikle “Paradigma” ve “Bilim Dağarcığı” gibi bazı radyo ve televizyon programları sayesinde, fikirlerinden yararlanabileceğimiz kişilerin sayısı ve niteliği büyük ölçüde arttı. Ve bu uzun kolektif çalışmalar sonunda ortaya önünüzdeki kitap çıktı.
Kitapta ele alınan konulara ait veri ve bulgulara sürekli olarak yenilerinin eklendiği görülmektedir. Dolayısıyla bu kitabın birkaç yıl sonra tekrar kaleme alınması hâlinde, ortaya çok daha kapsamlı ve netleşmiş bir tablo çıkması beklenir. Yaklaşık 25 yıl önce müsveddelerin ilk satırlarını yazmaya başladığımda çektiğim materyal sıkıntısının aradan geçen zamanla nasıl aşıldığını bizzat yaşayarak gören bir kişi olarak, bunun böyle olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta hem artık kitabın birinci baskısını bir an önce yapabilmek, hem de birtakım “kişisel” nedenlerle, bir süreden beri kendi kendime kitapçılara gitmeyi yasaklamış durumdayım. Çünkü kitap raflarını her inceleyişimde; müsveddelere yeni sayfalar, hatta bölümler eklememe “neden” olan-yaklaşık olarak çalışmamın 20’inci yılından bu yana artık “sağlayan” diyemiyorum-yeni bilgilerle karşılaşmak; beni hem sevindiriyor, hem de bende, tuhaf bir duygusal gerginliğe yol açıyor. Hele bilim dergilerini “görmek bile” istemiyorum: Bilimsel buluş okyanusunu bizlere ulaştıran bu bilgi kanalları ve limanları, bu tür veriler bakımından o kadar zengin ki, onlara bakarken âdeta başım dönüyor. “Fraktal geometri” gibi çok özel bir öneme ve fonksiyona sahip görünen konular dışında, bunlardaki yeni bulguları, uzun bir zamandan beri görmemezlikten gelmeye çalışıyorum. Ama böyle bir durumda yaşadığım çelişkili ve sarsıcı duyguları dile getirmek, gerçekten çok zor...
Ancak günün birinde-belki biraz da ülkenin giderek ağırlaşan sosyoekonomik şartlarının etkisiyle-25 küsur yıllık bu araştırma maratonuna bir “nokta koyma gereği” hâsıl oldu. Ben şahsım adına artık işin bundan sonrasını, takvim yaşı bakımından daha genç ve ayrıca “gönül ve zihin enerjisi” bakımından da daha yüksek kapasiteli olan veya kendini öyle algılayan kişilere bırakmak zorunda hissediyorum.
Kitap mevcut durumuyla dört ana bölümden oluşmaktadır. Bu dört bölümde sırasıyla:

1-) “Felsefe ve Bilim Tarihi”,
2-)“Algı ve Düşünme ile İlgili Süreçler”,
3-)“Bilimsel Yöntem ve Bu Yöntemle Ulaşılan Varlık ve Varoluş Paradigması” ile
4-) “Bu üç bölüme ait verilerin ortak bir plâtformda değerlendirilmesi yoluyla tüm insanlık için çok büyük bir önem ve değer taşıyan temel sorulara verilebilecek karşılıklar” ele alınmıştır.

Bu kitabı okuduktan sonra-yazılış amacına ulaşabilmek için-sizlerin de eleştiri ve katkılarınızı bekliyoruz. Sorun hepimizi ilgilendirdiğine göre çözümü de birlikte aramalıyız...
(*)bkz. “Varoluşçuluk ve M. Heidegger”, s. 328-332.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder