ÖNSÖZ
Niçin
Böyle Bir Kitap ?
“Nasıl
bir dünyaya”
gözlerimizi
açtık, hangi ortamlarda büyüdük ve yaşadık, şöyle bir
düşünelim... Çevremizde “sosyal”, “biyolojik” ve
“fiziksel” katmanlar oluşturan çeşitli varlıklar mevcuttur.
Bunların bir kısmı; insanlar, ağaçlar, kuşlar, dağlar ve
nehirler gibi “tabii”; geri kalanlar ise masalar, evler,
otomobiller ve bilgisayarlar gibi insan ürünü “yapay”
nesnelerdir.
İçinde
yaşadığımız ortam, bizim algılarımızı, düşüncelerimizi,
duygularımızı ve davranışlarımızı birtakım kalıplar ve
ölçüler içinde etkilemekte, sınırlamakta ve hatta bazen de
belirlemektedir. Günümüzde, bizleri kuşatan teknolojik ve
endüstriyel ürünler ile uygulamalardan oluşan yapay ortam, doğal
olanı yer yer örtüp, maskelemektedir.
Teknoloji
ve endüstri hiç kuşkusuz bizler için vazgeçilmez bir önem ve
değer taşır. Ulaşımı ve iletişimi hızlandırıp,
çeşitlendiren; yaşamı her yönüyle kolaylaştırıp,
zenginleştiren; bizleri eğlendirip, dinlendiren teknolojik ve
endüstriyel uygulamaların yeri ve etkisi o kadar büyüyüp
genişledi ki, artık onlarsız tek bir anımızı bile geçiremez
olduk.
Özellikle
elektronik, iletişim ve bilgisayar alanlarındaki gelişmeler;
çevremizin yapaylık ve “sanallık” düzeyini her geçen gün
biraz daha artırmaktadır. Sonuçta, önceki yüzyıllarda yaşamış
olanlar için “inanılmaz bir hayal alemi” sayılabilecek bir
dünyaya sahip olduk. Öyle ki, parlak şehir ışıklarının örtüp,
kapatması nedeniyle bir süreden beri âdeta unuttuğumuz “yıldızlı
semalar”dan sonra, bilhassa büyük merkezlerde, güneşli gökyüzü
bile gittikçe yükselen binalar tarafından artık maskelenmeye
başlandı. Gençlerimiz ve çocuklarımız; yeryüzünde yaşamakta
olan bitki ve hayvan türlerini, film ve bilgisayar oyunlarının
sanal kahramanları kadar olsun tanımaz hale geldiler. Ve böyle bir
ortamda, “nasıl bir dünyada ve niçin” yaşamakta olduğumuz
gibi son derece önemli sorular bile akıllarımıza çok seyrek
gelir oldu; bir çoğumuzun ise, hiç...
Bütün
bunlara rağmen-biz farkına varsak da varmasak da-aslında söz
konusu olan şey ister doğal isterse insan ürünü nesneler olsun,
karşımızda “varlık”
ve “varoluş” ile ilgili aynı temel sorular
ve sorunlar daima dura gelmektedir: «Evren
ve insan niçin ve nasıl varoldu? Bir otomobili, bir çiçeği veya
bizleri oluşturan atomların kaynağı nedir? Bilgisayarların
donanım ve yazılımlarını tasarlayan insan beyni ve zihni, nasıl
gelişip, ortaya çıktı? Canlı ve cansız ya da doğal ve yapay
nesnelerin varoluşları neye dayanır? Bizler niçin doğar, niçin
yaşar ve niçin ölürüz? Bitkilerin, hayvanların veya insanların
mevcudiyetleri için herhangi bir amaç veya hedeften söz edilebilir
mi? Ölüm, mutlak bir yokoluşun veya tam bir
hiçliğin
mi başlangıcıdır ?
»
Ve, pek çok benzerleri.....
Aslında
bilinçli bir şekilde yaşamak isteyen herkes, bu temel sorulara
olabildiğince geçerli ve güvenli karşılıklar bulmak
durumundadır. Bu; mantıksal, bilimsel ve entelektüel bir
zorunluluktur. Buna göre de herkes, “Nasıl yaşamalıyım?”
sorusunun karşılığını, “Niçin yaşıyorum?” sorusunun
cevabına göre belirlemek mecburiyetindedir.
Nasıl
yaşamamız gerektiği sorusuna farklı çevreler ve kişiler
tarafından farklı yanıtlar verilebilir. Bu soruya günümüzde en
yaygın olarak verilen karşılıklar: “İyi
bir eğitim, iyi bir iş, huzurlu ve konforlu bir hayat
ve
benzeri hedeflere ulaşmak
için
çalışarak.”
şeklindeki bir cümleyle özetlenebilir. Hele günümüzün ünlü
deyimiyle-“ekonomik kriz” ortamında-bunların bir veya birkaçı,
birçoğumuzun düşlerini süsleyen hedefler olsa gerektir.
Giderek
artan ve ağırlaşan sosyal sorunlar altında adeta ezilmekte olan
geniş halk kitleleri için ne yazık ki her türden entelektüel ve
kültürel uğraş, artık gerçekten kelimenin tam anlamıyla bir
lüks ve fantezi haline getirilmiş olmakla birlikte, bu durum, yine
de yeryüzünde yaşamakta olan tek tek her bir insanın-gücünün
yettiği ölçüde-“varoluş” ile ilgili temel sorulara cevap
arama ve bulma gereğini ortadan kaldırmış sayılamaz.
Dar
ve sınırlı bir bütçeyle ayın sonunu getirmek için çözümsüz
denecek kadar çetin sorunlara çareler aramakta olan bir şahsın,
varlık ve varoluşla ilgili felsefi sorulara ayırabileceği zamanın
ve enerjinin çok fazla olamayacağı açıktır. Peki ama, acaba tüm
maddi ihtiyaçlarını gidermiş olan kişilerin sorunları tamamen
çözülmüş sayılır mı? Eğitim, iş, evlilik ve konforlu bir
hayat gibi hedeflerin ya da ihtiyaçların “gerekliliği”
belirgin olmakla beraber, acaba bunlar “yeterli”
midir?
Her
şeye rağmen yine de büyük bir çoğunluğumuz; vakit ve
enerjimizin hemen tamamını bu türden şeyleri karşılayabilmek
için sarf etmekte, başımızı kaldırıp ileriye, entelektüel
sorun ve ihtiyaçlarımıza bakmayı ve onları görebilmeyi
başaramamaktayız. Ekonomik sıkıntıların cenderesinde adeta
ezilen bir kişi, çoğu zaman “hayret, merak, araştırma, okuma
ve düşünme” gibi dürtü ve isteklerini sonunda tamamen yitirip,
tüm yaşantısını belirli bazı alışkanlıklardan ibaret
basmakalıp birkaç davranış örüntüsü ile sınırlandırmaktadır.
Acaba bu duruma düşen bir insana entelektüel yaşamını tekrar
kazandırmak mümkün olabilir mi?
İçinde
bulunduğumuz ortam ile ilgili algılarımızın duygu, düşünce ve
davranışlarımızı etkilediğini söylemiştik Acaba, çevremize
ve kendimize tamamen yeni ve farklı bir bakış açısından bakmayı
başarabilirsek, tutum ve hareketlerimiz değişir mi? Şimdi, şöyle
iki hayali olay tasarlayıp sonra aynı konuya tekrar dönelim:
“Uzayın
derinlerinde, karanlık bir gezegende bazı tuhaf canlılar
yaşamaktadır. Bu gezegenin yüzeyi ılık ve sığ bir su
tabakasıyla kaplıdır. Zemini oluşturan yumuşak materyal ise
belirli bir ritimle nabız gibi atmakta ve suların içine zaman
zaman birtakım mineraller ve gazlar salmaktadır. Anatomik yapıları
bir bebeğinkini andıran, ancak baş ve bedenleri kalın bir zarla
çevrili olan gezegen sakinleri, beslenme ve soluma ihtiyaçlarını
gövdelerinin orta kısmından çıkan bir kordon aracılığıyla,
suyun zemininden karşılamaktadırlar. Gezegenin çevresinde hiçbir
ışık kaynağı bulunmadığı için, her yer karanlıktır ve
zaten bu yaratıklar da, üzerlerini örten kalın membran nedeniyle
görme duyularını kullanamamaktadırlar.
En
yakındaki gök cismi, hidrojen ve helyum gibi yakıtları tükendiği
için, günden güne kendi içine çökmekte, yani ölmekte olan
büyük ve siyah bir yıldızdır. Bu yıldız, sonunda bir kara
delik haline dönüşür. Ve bu komşu gezegen de onun korkunç çekim
gücüne kapılır. Gezegenin üzerinde yaşayan canlılar ise
evrenin tam karşı tarafında bulunan samanyolu galaksisine adeta
fırlatılırlar.(*)
Bunlardan bir tanesi de dünyamıza ulaşır ve atmosferden
geçerken, üzerini kaplayan kalın zarlardan kurtulur. O, artık
görmektedir.”
Bir
an kendimizi bu yaratığın yerine koyup, çevremize onun gözüyle
bakabilsek, acaba algılarımız nasıl değişirdi? Gelelim ikinci
hikâyemize:
“Her
zamanki gibi yine bir gün-iş yerine, okula veya alış verişe-
gitmek üzere yola çıktığınızda, yanınıza çok modern
görünüşlü ve son derece farklı bir dizayna sahip olan bir
otomobil yanaşıyor ve sağ ön koltukta oturan kişi camı aralayıp
‘Ne tarafa gidiyorsunuz?’ diye soruyor. Verdiğiniz cevap
üzerine ‘Biz de o yöne gidiyoruz, isterseniz geçerken sizi oraya
bırakalım’ diyor.
Ve
siz de o ürkütücü yolculuk külfetinden kurtulma duygusuyla
üzerinde pek fazla düşünmeden bu daveti kabul edip, arabaya
biniyorsunuz. İçeride tam olarak kavrayamadığınız bir tuhaflık
olduğunu hissediyor, fakat buna pek aldırış etmiyorsunuz.
Otomobil hiç gürültüsüz ve sarsıntısız bir şekilde, adeta
uçar gibi ilerlemektedir. İneceğiniz yere yaklaşırken garip bir
koku duymaya başlıyorsunuz. Ne olduğunu anlamaya çalışırken
göz kapaklarınız ağırlaşıyor ve başınız dönmeye başlıyor.
Birden derin bir uykuya dalıyor ve sonra gözlerinizi tamamen
farklı bir mekanda açıyorsunuz.
Burası
etrafı camlarla kaplı, sanki bir lâboratuara benzeyen çok değişik
bir yerdir. Elleriniz ve ayaklarınız sımsıkı bağlanmıştır.
Dışarıda da her şey çok farklıdır: Gökyüzü sarı, ağaçlar
ve otlar kırmızı, toprak mavi renklidir. İnsana benzer şekilde
konuşan, fakat görünüşleri çok acayip olan bazı yaratıklar
merakla size bakmaktadırlar. İçlerinden biri, eline bir mikrofon
alarak korkunç bir sesle bundan böyle burada yaşayacağınızı,
daha doğrusu eğer kurallara uyarsanız yaşayabileceğinizi
anlatmaya başlıyor.
El
ve
ayaklarınızdaki
bağlar çözülüyor, bir kapı açılıyor ve dışarıya
çıkarılıyorsunuz...”
Eğer
ömrümüzün geri kalanını böyle bir ortamda geçirmek zorunda
kalsaydık, acaba neler yapar, nasıl davranırdık? Bu hikâyelerden
amaç, kendimize ve çevremize yeni ve farklı bir bakış açısından
bakabilmek için bir “pencere açmak”tır. Bu başarıldığında;
mevcut düşüncelerimizi, inançlarımızı ve davranışlarımızı
irdeleme gereği duyarak “Niçin yaşıyorum?” sorusunu kendi
kendimize tekrar sormamız mümkün olabilir.
Bu
kitap da aynı amaçla kaleme alınmıştır. Bu kitapta
insanlık
için çok büyük bir önem ve değer taşıyan temel sorulara
en
uygun karşılıkları verebilmeyi-her şeyden ve herkesten çok-ben
isterdim. Bu, tüm insanlığın en büyük ihtiyacı olsa gerektir.
Fakat ne yazık ki, bu konularda henüz bilemediğimiz pek çok şey
mevcuttur. Yine de hiç değilse bu hedefin, erişilmesi güç,
ancak yücelerden yüce bir “ideal“ olduğunu bilmekteyiz.
Orta
dereceli eğitim yıllarımdan itibaren birçok kimse gibi ben de
“evrensel ve bireysel varoluş” ile ilgili temel sorulara
cevaplar aramaya başladım. Üniversite döneminde, bu bakımdan
daha etkin ve yoğun araştırmalar yapmaya fırsat buldum. Her
eğitim yılının en az üç-dört ayını bu çalışmalara
ayırdım. Üçüncü
sınıfta tıp öğrenimime bir yıl ara vererek varlık ve varoluş
konusundaki temel eserleri derinlemesine okuyup, inceledim. Ayrıca
çeşitli fakültelerden-ortak özellikleri okumayı ve düşünmeyi
sevmek olan-değişik görüşlerdeki öğrenciler ve öğretim
üyeleri ile fikir alış verişinde bulunma imkânım oldu. Bu işi
ciddiye alan birkaç arkadaştan oluşan bir ekiple oldukça kapsamlı
araştırmalar ve incelemeler yaptık.
Bu
kitabın ilk müsveddelerinin kaleme alınış tarihi, oldukça
eskilere uzanır. Kitapta sunulan sonuçlar ve öneriler, benim
kişisel görüş ve düşüncelerimden ibaret değildir. 25 yıl
kadar devam eden bu araştırma süreci boyunca ulaşılan neticeler,
bilhassa özel ehemmiyet taşıyan hususlar, zaman zaman plânlı bir
şekilde tarafsız kesimlerin, hatta gerektiğinde karşıt tezleri
savunan kimselerin değerlendirme ve eleştirilerine tâbi
tutulmuştur. Onlardan gelen öneri ve tepkilerin ışığında,
önemli görüş ve kanaatler, defalarca gözden ve elden
geçirilmişlerdir.
Bu
test ve kontrol uygulaması, 12 Eylül öncesi döneminin çetin
üniversite şartlarında dahi ihmal edilmemiştir. Ege Üniversitesi
Kampusu’nun her türlü güvenlik önleminden yoksun o riskli
ortamında bile, hemen her eğilim ve düşünceden öğrenciler ile
bazı öğretim üyelerinin katıldığı herkese açık tartışma
ve görüşmelerde kitabın temel tezleri özgürce ve cesurca
irdelenmiştir.
Meslek
hayatıma atıldıktan sonra da bu konular benim birinci dereceden
ilgi alanımı teşkil etmeyi sürdürdü. Öğrencilik yıllarımızda
bu hususlar üzerinde birlikte çalıştığımız birkaç arkadaşla
mezuniyet sonrası dönemde aynı şehirde karşılaşınca, hemen
elimizdeki sınırlı imkânlarımızla bir “fonksiyonel”
araştırma sistemi kurduk. Bu sistem tamamen “fonksiyonel” idi;
çünkü, herhangi bir kalıcı ve belirli yapısal organizasyonuna
sahip değildi. Değişik yer ve ortamlarda bazı konuları, belirli
bir program içinde ele alıp, incelemeye başladık. Kullandığımız
mekanlar, bazen birkaç öğrenci arkadaşımızın ya da içimizden
birinin evi, bazen bir işyeri veya kiralık bir büro, yaz
tatillerinde de bir tanıdığımızın bir sahil beldesindeki
meskeni olabiliyordu. Buralarda, temel bilimlerden fotoğrafçılığa,
edebiyattan tıbba, göstergebilimden fraktal geometriye ve yapay
zekâdan senaryo yazım tekniklerine kadar değişen birçok konuyu,
daha öğrencilik yıllarımızda belirlemiş olduğumuz bir mastır
plânın up-date edilmiş uygulama takvimine göre ele alıyorduk.
Zaman zaman çeşitli seminer, sempozyum ve kurslara katılıyor,
başarılı akademisyenleri çalışma ortamlarında izliyor ve
seyahatler düzenliyorduk. Hatta bazen, yurdumuzda yapımı plânlanan
ulusal gözlemevinin yerinin seçimi için düzenlenen araştırma
gezileri gibi oldukça spesifik aktivitelere katılanlarımız bile
oluyordu.
Boğaziçi
ve Ortadoğu gibi seçkin üniversiteleri iyi derecelerle bitirdikten
sonra aynı performansı yurt içinde ve dışında
gerçekleştirdikleri lisansüstü çalışmalarda da sürdüren bazı
genç, dinamik ve yetenekli arkadaşlarımızın çalışmalarımıza
sağladığı katkı, ayrıca bahse değer. Bu dönem içinde, kendi
alanlarında dünya çapında başarı ve takdir kazanan bazı bilim
ve sanat adamlarıyla da görüş alış verişinde bulunduk.
Bunlardan, “bir yandan yapay zekâ konusunda TUBİTAK’ta ve yurt
dışında son derece önemli araştırmalar ve uygulamalar yaparken,
diğer yanda da bilgi felsefesi ve bilim tarihi gibi konularda
çevresini aydınlatan dehalar” ile, “Amerika Birleşik
Devletleri’nde yayımlamış olduğu bilimsel eser ‘yılın
kitabı’ seçildikten sonra, yeni kitabını hazırlamak üzere,
görevli olduğu üniversiteden bir yıl ücretli izin alıp, o
kurumun sağladığı imkânlarla bir tatil beldesindeki yazlık
evinde, son derece uygun bir çalışma atmosferi içinde notlarını
yazıya döken dünya çapında başarılı bilim adamları” gibi
müstesna kişiler; davranışları, uygulamaları ve tavsiyeleriyle
bizim motivasyonumuz ve araştırma azmimiz üzerinde önemli
katkılar ve etkiler sağlamışlardır.
Zamanla
genişleyen sosyal çevremiz içinde medya mensuplarının da yer
almasıyla; o günlere kadar süren araştırmalarımızın sonunda
ortaya çıkmış olan entelektüel birikimi, çeşitli yayın
organları aracılığıyla toplumun tüm kesimlerinin değerlendirme
ve eleştirilerine sunma fırsatı bulmuş olduk. Özellikle
“Paradigma” ve “Bilim Dağarcığı” gibi bazı radyo ve
televizyon programları sayesinde, fikirlerinden yararlanabileceğimiz
kişilerin sayısı ve niteliği büyük ölçüde arttı. Ve bu uzun
kolektif çalışmalar sonunda ortaya önünüzdeki kitap çıktı.
Kitapta
ele alınan konulara ait veri ve bulgulara sürekli olarak
yenilerinin eklendiği görülmektedir. Dolayısıyla bu kitabın
birkaç yıl sonra tekrar kaleme alınması hâlinde, ortaya çok
daha kapsamlı ve netleşmiş bir tablo çıkması beklenir. Yaklaşık
25 yıl önce müsveddelerin ilk satırlarını yazmaya başladığımda
çektiğim materyal sıkıntısının aradan geçen zamanla nasıl
aşıldığını bizzat yaşayarak gören bir kişi olarak, bunun
böyle olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta hem artık
kitabın birinci baskısını bir an önce yapabilmek, hem de
birtakım “kişisel” nedenlerle, bir süreden beri kendi kendime
kitapçılara gitmeyi yasaklamış durumdayım. Çünkü kitap
raflarını her inceleyişimde; müsveddelere yeni sayfalar, hatta
bölümler eklememe “neden”
olan-yaklaşık olarak çalışmamın 20’inci yılından bu yana
artık “sağlayan”
diyemiyorum-yeni bilgilerle karşılaşmak; beni hem sevindiriyor,
hem de bende, tuhaf bir duygusal gerginliğe yol açıyor. Hele
bilim dergilerini “görmek bile” istemiyorum: Bilimsel buluş
okyanusunu bizlere ulaştıran bu bilgi kanalları ve limanları, bu
tür veriler bakımından o kadar zengin ki, onlara bakarken âdeta
başım dönüyor. “Fraktal geometri” gibi çok özel bir öneme
ve fonksiyona sahip görünen konular dışında, bunlardaki yeni
bulguları, uzun bir zamandan beri görmemezlikten gelmeye
çalışıyorum. Ama böyle bir durumda yaşadığım çelişkili ve
sarsıcı duyguları dile getirmek, gerçekten çok zor...
Ancak
günün birinde-belki biraz da ülkenin giderek ağırlaşan
sosyoekonomik şartlarının etkisiyle-25 küsur yıllık bu
araştırma maratonuna bir “nokta koyma gereği” hâsıl oldu.
Ben şahsım adına artık işin bundan sonrasını, takvim yaşı
bakımından daha genç ve ayrıca “gönül ve zihin enerjisi”
bakımından da daha yüksek kapasiteli olan veya kendini öyle
algılayan kişilere bırakmak zorunda hissediyorum.
Kitap
mevcut durumuyla dört ana bölümden oluşmaktadır. Bu dört
bölümde sırasıyla:
1-)
“Felsefe ve Bilim Tarihi”,
2-)“Algı
ve Düşünme ile İlgili Süreçler”,
3-)“Bilimsel
Yöntem ve Bu Yöntemle Ulaşılan Varlık ve Varoluş Paradigması”
ile
4-)
“Bu üç bölüme ait verilerin ortak bir plâtformda
değerlendirilmesi yoluyla tüm
insanlık için çok büyük bir
önem
ve değer taşıyan temel sorulara
verilebilecek karşılıklar” ele alınmıştır.
Bu
kitabı okuduktan sonra-yazılış amacına ulaşabilmek
için-sizlerin de eleştiri ve katkılarınızı bekliyoruz. Sorun
hepimizi ilgilendirdiğine göre çözümü de birlikte aramalıyız...
(*)bkz.
“Varoluşçuluk ve M. Heidegger”, s. 328-332.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder