Hayvanlar Alemi
Ekolojik piramidin tabanından zirvesine doğru ilerlerken,
ontolojik tabakalarda yer alan varlıklara hayat, şuur, irade ve
akıl gibi yeni özellik, nitelik veya boyutlar eklenmektedir. Bu
varlıklar giderek yükselen bir organizasyon ve düzenlilik seviyesi
arz etmekte, dolayısıyla onlara karşılık gelen ontolojik
kategori de terim, kavram, fonksiyon, işlem ve boyut açısından
zenginleşmektedir. Bu gelişim; öncekilere ait unsurlara
yenilerinin eklenmesi suretiyle gerçekleşmektedir.
Hayvanlar Aleminde Matematiksel Düzenlilik
Sözü edilen bu ontolojik zenginleşme nedeniyle hayvanlar alemi,
bitkiler aleminde mevcut bulunanlara ek olarak yeni boyutlarla ve
daha kapsamlı düzenlilik ve plânlılık unsurlarıyla donatılmış
durumdadır. Altın oranın, bitkiler aleminde, sanki Yaratıcı’nın
birlik, bilgi ve sanatını temsil eden evrensel bir simge gibi
müşahede edilebildiğini görmüştük. Bu bağlamda, hayvanlar
aleminde; plânktonlar gibi mikroskopik ölçülerde olanlardan,
filler gibi dev yapılılara kadar her büyüklük mertebesinde ve
çok daha yaygın bir şekilde, altın oranı müşahede etmek
mümkündür.
Meselâ, mikroskopik plânktonlardan globigerinae, planorbis,
vortex, terebra, turriteilae, ve trochida gibi organizmaların
tamamı, altın oranla ilişkili olduğuna daha önce de değindiğimiz
logaritmik sarmala göre inşa edilmiş bedenlere sahiptirler. Birçok
hayvan da kabuklarının logaritmik sarmal formunu muhafaza ederek
büyür.
Logaritmik bir sarmalın ölçeği giderek artarken, ihtiva
ettiği yayların genel şekli değişmeden sabit kalır. Bu sebeple
bu hayvanlar büyürlerken, kabuklarının genel biçimi değişmez.
C. Morrison, nautilus adlı kabuklu hayvanın nasıl büyüyüp,
geliştiğini şöyle anlatır: “Nautilus’un kabuğunun içi,
birbirlerinden sedef duvarlarla ayrılmış birçok odacıktan oluşan
bir logaritmik sarmal şeklindedir. Hayvan geliştikçe, sarmalın en
uç noktasında, bir öncekinden daha geniş bir odacık inşa edilir
ve arkadaki kapı bir sedef kapak ile örtüldükten sonra hayvan bu
yeni bölmeye yerleşir. Kabuğun boş odacıkları bir gaz ile
doldurulduğundan, nautilus suda yüzebilir.”
Bu form hayvana, denizaltıları gölgede bırakan büyük
bir hareket kabiliyeti sağlar. Denizaltılarda dalış için, içleri
suyla doldurulup boşaltılabilen dalış tanklarından istifade
edilir. Bu tanklar, suyla dolduğu zaman, geminin özgül ağırlığı
suyunkini aştığından, gemi dibe dalar. Tanklardaki su basınçlı
hava ile boşaltılınca da denizaltı tekrar suyun üzerine
yükselir. Erişkin bir nautilusun vücudundaki spiral kıvrımların
içinde, birbiriyle bağlantılı 30 kadar “dalış tankı hücresi”
yer alır.
Nautilus su sathına yükselmek istediğinde
hayvanın bünyesinde, özel bir reaksiyonla bir gaz üretilmekte ve
bu gaz, dolaşım sistemi vasıtasıyla dalış hücrelerine
doldurulmaktadır. Hayvan avlanmak veya düşmanlarından kaçmak
için yükselmek ya da batmak istediğinde, suyun tam en uygun
seviyesine ulaşmasını sağlayacak miktarda gaz üretilmekte veya
dışarı çıkartılmaktadır. Bu sisitem sayesinde nautilus, insan
yapısı tüm denizaltılardan daha seri ve kıvrak manevralarla
rahatlıkla 4 000 m kadar derinliğe inebilmekte ve bu derinlikteki
korkunç basınçtan herhangi bir zarar da görmemektedir. Bu müthiş
dayanıklılığın ve hareket yeteneğinin sırları henüz bütün
ayrıntıları ile aydınlatılamamıştır. Haliotis parvus, dolium
perdix ve murex, fusus antiquus, scalaria pretiosa ve solarium
trochleare de, kabukları logaritmik sarmal formunda olan diğer
deniz hayvanlarına örnek teşkil ederler. Bazı örümcekler de
(eperia) ağlarını daima bir logaritmik sarmal şeklinde örerler.
Bal arısı toplulukları kraliçe, erkek ve işçi-asker
arılardan müteşekkil olan ve kurulu bir saat ahengiyle çalışan
ilginç biyososyal komünitelerdir. Bir balarısı topluluğunu
teşkil eden bu gruplardaki elemanların dağılımı da altın
oranla ilişkilidir. Bal arısı topluluklarına dişi bireyler
hakimdir. Bütün döllenmiş yumurtalardan dişi yavrular çıkar ve
bunlardan birisi, kovandan ayrılıp, yeni bir “oğul”
oluşturacak grubun kraliçesi olurken, diğerleri işçi-asker
fertler olarak yetiştirilir. Erkek arılar ise, döllenmemiş
yumurtalardan çıkarlar.
Bu bilgilere dayanarak bir arı populasyonunun grup
elemanlarının dağılımı belirlenebilir. Yeni kraliçe ile bir
erkek arıdan doğar ve oğul grubunu teşkil eden tüm yavru
arıların sayı ve tür olarak dağılımları
{1/1,1/2,2/3,3/5,5/8,.....}dizisine uyar. Bu dizinin limit değerinin
tersi, altın orana eşittir.
Birçok hayvanın beden yapısı da beşli simetri
düzeninine göre inşa edilmıştır. Deniz yıldızları, kum
doları ve astermalar gibi derisi
dikenliler bunlardan ilk akla gelenlerdir. Hayvanların akciğer ve
iç kulak gibi organlarının tasarımında da altın orana yer
verilmiştir.
B. J.West ve A.L. Goldberger, akciğerlerin
konstrüksiyonunda ф’nin varlığını ortaya
koyan bir seri araştırma yapmışlardır. Akciğerlerin temel yapı
plânını teşkil eden bronşağaçı, trakea adı verilen ana
bölümün sağa ve sola yönelmiş ardışık dallanmalarıyla
oluşur. West ve Goldberger, bu mekanizma ile oluşan herbir ardışık
dal çiftinin uzunluklarının birbirine bölümünün, daima
yaklaşık altın oran değerinde olduğunu göstermışlerdir.
1960’lı yıllarda yapılan ilk araştırmalarda, yedinci
dallanmaya kadar olan oranın 1,61 olduğu tespit edilmiştı. West
ve Goldberger ise bu çalışmayı farklı türlerdeki canlılarda
tekrarlayarak bu özelliğin bütün hayvanların akciğer
yapılarında mevcut bulunduğunu ortaya koymuşlardır.
Papağanların gagaları, antilop, yaban keçisi ve koyun
gibi hayvanların boynuzları ve fillerin dişleri, logaritmik sarmal
biçimlidir. Hayvanlar aleminde güzellik timsali olan tavus kuşunun
kuyruğundaki desenler de bir çift logaritmik sarmal dizisi
halindedir.
Hayvanlardaki
Mimari ve Mühendislik Yapı ve Düzenlilik Unsurları
Matematik ve mühendislik açılardan da hayvanlar alemi,
bitkilerden çok daha kapsamlı ve yüksek bir düzen ve organizasyon
seviyesine sahiptir. Bu husususun ilk göze çarpan örnekleri;
hareket yeteneği ile ilgili hücre, doku ve organ sistemlerine ait
olanlardır. Ayrıca hayvanlar alemi, bitkilerden ayrı olarak
-insanınkine kıyasla son derece sönük ve donuk da olsa- belirli
bir düzeyde algı, duyum ve bilinç içeren tamamen farklı bir
psikolojik boyut da kapsar.
Daha çeşitli ve kapsamlı düzenlilik ve plânlılık
unsurları ihtiva etmesinden dolayı hayvanlar alemi; mimari ve
teknolojik uygulamalarımız için çok daha zengin bir bilgi ve
ilham kaynağıdır. Hareket kabiliyetine ilâveten, edilgen ve
oldukça sınırlı da olsa zihinsel bir boyuta da sahip olan
hayvanlar; yuva yapma, yön bulma gibi bazı faaliyetleri esnasında
üstelik bir tür ilhama da mazhar olunca, ortaya son derece ilginç
tablolar çıkar.
“Hayvan Mimarisı” adlı kitabın yazarı K. von Frisch;
Nobel ödülüne lâyık görülen çalışmalarında; sayısız
hayvanın, bünyelerinde üretilen veya çevreden temin edilen
materyalle, nasıl üstün bir teknoloji ve mimarlık ürünü
yapılar inşa ettiklerini incelemiştir. Frisch’in kitabından bir
kaç örneği birlikte gözden geçirelim:
“Ortaçağda Magellan ile birlikte dünya turuna
çıkmış olan denizcilerden G. Careri geri dönünce, Avustralya’da
bazı kuşların civciv çıkarmak üzere yumurtalarını özel
olarak inşa ettikleri bir yapının içine koyduğunu anlatır.
Ancak kendisini dinleyenler ona inanmayıp, “Mübalâğanın bu
kadarı da fazla!” diyerek anlattıklarına kahkahalarla gülerler.
Oysa, Pasifik adalarında yaşayan Megapod adlı bu kuş, gerçekten,
günümüzün modern çiftliklerinde civciv çıkarmak için
kullanılan cihaza (kuvöz) benzeyen bir kuluçkalık imâl eder. İki
kilogram ağırlığında olan ve görünüşleri hindiye benzeyen bu
kuşların yumurtaları, deve kuşununki kadar büyüktür. Oysa
vücut ağırlıkları bu mertebede olan diğer kuşların
yumurtaları yaklaşık 50-60 gram kadardır. Üstelik bir yaz dönemi
boyunca bir dişi kuş, 6 günde bir olmak üzere toplam 35 defa
yumurtlamaktadır. Yavrular yumurtadan ancak 7 haftalık bir dönemden
sonra çıktıklarından, özellikle serin havalarda anne kuşun
toplam ağırlıkları, kendinin 10-15 katı kadar fazla olan bu
yumurta yığınını böylesine uzun bir süre boyunca yeterince
ısıtabilmesi pek mümkün görünmemektedir. Kuşun bu meselesi,
genetik programına, bir kuluçka makinesinin inşa tekniğine dair
malûmatın kaydedilmesiyle halledilmıştır.
Bu inanılmaz mimari faaliyet, hayvanlar dünyasında hiç de nadir
rastlanan bir olay değildir. Hayvanlar; toprak, balmumu, selüloz,
ağaç, ipek ve benzeri malzemeden akıl almaz mükemmellikte yuvalar
inşa ederler. Bunlar arasında kapısı menteşeli, damı “asma”
tarzında olanlar ve havası sürekli tazelenenler bile vardır.
Tabiatta hayvanların en kolay bulabildikleri materyal kum ve
topraktır. Megapodların yaptığı kuluçka makinesi tipi
yuvalarda, ısı izolasyonu için kum kullanılır. Türün devamı
için vazgeçilmez bir ihtiyaç olan bu kuvözde erkeğe de büyük
görevler düşer. Kuluçka dönemine daha 6 aylık bir süre varken,
erkek megapod, iri pençeleriyle 3 metre çapında ve 15 metre
derinlikte bir çukur kazar. Sonra bu çukuru çürümekte olan otlar
ve yapraklarla doldurur. Çürüyen bu bitkisel materyal, uygun bir
ısı kaynağı oluşturur. Kuvözün üzerine açılan huni biçimli
delik, yeterli miktarda suyun içeriye ulaşmasını ve böylece
ayrışma reaksiyonunun sürekliliğini sağlar.
Kurak mevsimin başlamasından az önce, çevrede
yiyecek aramakla müşgul olan erkek, yuvaya döner. Bu dönemde
erkek kuş, egzotermik reaksiyonun gereken hızda devamı için bitki
harmanını belirli aralıklarla karıştırır. Dişi de zaman
zaman gelerek işlerin yolunda gidip, gitmediğini denetler. Şartlar
uygun hale gelince dişi, çürüyen bitkilerin üzerindeki çukurlara
yumurtlamaya başlar. Kuvözün sıcaklığını 33˚
C’de tutmak erkeğe düşen bir
görevdir. Erkek bunu temin için yuvanın bazı bölümlerine zaman
zaman havalandırma delikleri açar. Sıcak havaalarda bu teknikle
ısı ayarı yetersiz kalmaya başlayınca, kuvözün üzerini iyi
bir ısı tecrit maddesi olan kumla örter. Hava ısındıkça, kum
tabakasının kalınlığı arttırılır. Öyle ki, yılın en sıcak
günlerinde kumun kalınlığı bir metreye ulaşır. Bunu sağlamak
için hindi büyüklüğündeki bu kuş, günde 20 m3
kum taşır.
Duvarcı eşek arıları ise yuvalarını kilden yapılmış
çömlekler tarzında inşa ederler. Bu hayvanlar yuvalarını,
çenelerini ve ayaklarını kullanarak yaparlar. Tek başına yaşayan
bu böcek, bir dal üzerine, kilden yapılmış minik bir tuğ1a
yapıştırır. Daha sonra buna sırayla diğer tuğlacıkları da
yapıştırarak, ağız kısmı biraz daralan bir çömlek yapar.
İnşaat esnasında zaman zaman midesiyle taşıdığı bir sıvı
ile çömleğin duvarlarını nemlendirir. Yapımını
tamamladığında, çöm1eğin içine, gıda da depoladıktan sonra,
yumurtalarını bırakır. Yumurtalar, bir sicimle birbirlerine
tutturularak istiflenir. Hayvan sonunda çömleğin ağzını kille
kapatır. Artık bundan sonra, yavrular yuvadan ayrılana kadar
annenin hiçbir şey yapmasına gerek yoktur. Yuvalarını kağıttan
oluşan bir malzemeyle yapan eşek arısı türleri de vardır.
Termiteryum adı verilen termit gökdelenleri de
enteresan yapılardır. Vücut ölçülerimizin oranları göz önünde
bulundurulursa, bir termit için 6 metreyi aşan bir yuva, insan
yapısı 1 000 metrelik bir gökdelene tekabül eder. Tropikal
bölgelerde seyahat edenler, 7 metre yüksekliğe ulaşan termit
saraylarını hayranlıkla seyrederler. Bunlar, topraktan yapılmış
yuvaların en muhteşemlerindendir. Yapının tam merkezinde, kralın
taht odası bulunur. Bunun çevresinde, değişik termit birliklerine
mensup elemanların, yaş gruplarına göre ayrılmış odaları yer
alır. Termit yuvaları; askerleri, polisleri, işçileri ve bitmek
tükenmek bilmez trafik akışıyla bizim şehirlerimize de benzer.
Bu yeraltı şehirlerinde klima sistemleri dahi
mevcuttur. Dışarıya açılan bir düzine kadar ana baca; yuvanın
sıcaklığını, nemini, oksijen ve karbondioksit miktarını
düzenler. Isındıkça yuvanın tepesine yükselen havanın
bileşimi, baca duvarlarındaki küçük deliklerden dışarıya
karbondioksit verilip oksijen alınması suretiyle belirli sınırlar
içinde sabit tutulur. Temizlenen hava, toprak zeminin bir metre
altındaki geniş mahzenlere iner. Yuvanın merkezi, tabandaki bu
mahzenlerden sürekli temiz hava alır. Havalandırma bacalarına
açılan yüz kadar koridorda görevli çok sayıda işçi termit, bu
kanalları mevsime, günün saatine ve ortamın ısı ve oksijen
değerlerine göre ayarlanan bir ritimle sürekli açıp, kapatırlar.
Bütün bunlara ek olarak, Güney Amerika’nın sürekli
yağış alan kesimlerinde yaşayan termitler, yuvalarının dış
cephesini, iç içe geçmiş bir seri saçaklı kubbe tarzında inşa
etmek suretiyle yuvanın yağmurun aşındırıcı tesirlerinden
korurlar. Avustralya’da yaşayan “pusula termitleri”nin,
güneşli bozkırları süsleyen enteresan saraylarının ise,
gölgeleme yoluyla sıcaktan korunma sağlaması amacıyla, iki
taraftan incelip, yassılaşan eşsiz bir tasarımı vardır. Bu
ilginç yuvalar tıpkı birer pusula ibresi gibi, daima kuzey-güney
istikametine yönelmiş olarak inşa edilir.
Küçük de olsalar, debisi yüksek akarsuların
üzerine bentler ve barajlar yapmak; önce iyi bir plân ve etüd,
uygun inşaat araç-gereçleri ve nihayet yorucu bir ekip çalışması
gerektiren çetin bir iştir. Boyları 1 m, ağırlıkları da 20-25
kg kadar olan kunduzlar, milyonlarca yıldır bu zor sanatı büyük
bir başarı ile icra etmektedirler. Ağaç kabukları ile beslenen
bu hayvanlar, keskiye benzeyen dişleriyle 10 cm kalınlığındaki
bir ağacı 15 dakika içinde kesip, suya devirebilirler. Daha kalın
ağaçlar, 3-4 kişilik bir ekibin koordinasyonlu bir şekilde
çalışmasıyla kesilir. Grup çalışması esnasında ekip
elemanlarından birisi daima, bir “işgüvenliği sorumlusu”
olarak, çevreden gelebilecek veya çalışma alanında oluşabilecek
tehlikelere karşı gözcülük yapar. Kesilmekte olan ağaç
çatırdamaya başlayınca ekip, daha ihtiyatlı davranarak, çalışma
temposunu düşürür. Bu sayede, inşaatlarında zaman zaman 1,5
metreden kalın, 30 metreden yüksek ağaçları da kullanan
kunduzların, kestikleri ağaçların altında kalarak ezilmeleri
gibi bir durum hemen hiç vaki olmaz.
Kunduzlar, insandan sonra, yaşadıkları çevrede en büyük
ölçüde değişikliğe yol açan canlılardandır. İnşa ettikleri
barajların arkasında, içlerinde binlerce ton su, sayısız balık,
kurbağa ve diğer tatlı su hayvanı bulunan göller oluşan ve bu
yolla çevrede yaşayan hayvanların kuraklık zamanlarında dahi
yeterli miktarda su ve gıda bulabilmelerine vesile olan kunduzlar;
bunlardan başka, bu faaliyetleri sayesinde, yaşadıkları bölgeyi
de yağışlı mevsimlerde su baskınlarından, kurak mevsimde ise
ortama sürekli nem sağlamak suretiyle, susuzluktan ve orman
yangınlarından önemli ölçüde korumuş olurlar. Amerika’nın
batı bölgelerinde bulunan bazı çiftliklerde su ihtiyacı, kunduz
baraj-göllerinden sağlanır. Zaman içinde akıntı ile gelen kum,
mil ve toprağın birikmesiyle dolan kunduz gölleri, verimli
çayırlık araziler haline dönüşürler.
Kunduzların vücut donanımı, yaşama tarzlarına en uygun
şekildedir. Geniş ve parmak araları perdeli arka ayakları, kürek
ve dümen görevini birlikte gören 30 cm uzunluğundaki yassı
kuyrukları, yüksek solunum ve dolaşım kapasiteleri, asit-baz ve
oksidasyon dengelerini koruyucu özel metabolik sistemleri ve
gerektiğinde kullanılan kulak ve burun deliği kapakçıkları
sayesinde kunduzlar; suyun altında hiç nefes almadan 15 dakika
kalıp 800 m yol katedebilir. Hayvan, kucağı inşaatta kullanacağı
malzemeler ile dolu iken de süratle yüzebilir.
Kesilen ağaç nehir kıyısında ise, taşınması nispeten
kolay olacaktır. Nehirden uzakta kesilen ağaçların taşınması
için de, uzunluğu 300 metreyi aşabilen, 60-90 cm eninde, 45 cm
derinliğinde bir kanal sistemi kurulur. Malzemenin bir kısmı ise,
ekip halinde çalışan bir grup kunduz tarafından çekilip, itilmek
suretiyle karadan taşınır.
Kunduzlar, genellikle 100-150 ton malzeme sarfederek 100-150
m uzunluğunda bentler inşa ederler. Bazı bentlerin uzunluğu, 650
metreye kadar ulaşabilir. Bentler aynı zamanda köprü fonksiyonu
da görür. Büyük bent-köprülerden, üzerinde binicisi ile
birlikte bir at, rahatlıkla geçebilir. Kabukları soyulup dalları
kesilmiş ağaç malzeme; “tomruklar, kirişler, kazıklar ve
çubuklar” şeklinde tasnif olunur.
İnşaata, en ağır malzemelerin, ırmağın
tabanına yerleştirilmesiyle başlanır. Temel kazıklarının
arasına birbirine paralel olarak sıralanan tomruklardan oluşan
bendin dip bölümü, uygun yerlere taşlar konmak suretiyle
sağlamlaştırılır. Kalın ağaçların arasına, daha ince
olanlar yerleştirilirken; bendin orta kısmı da mil, çamur, yaprak
ve liflerden hazırlanan dayanıklı bir harç ile doldurulur.
Yukarıdan bakılınca bentlerin genellikle,
ırmağın iki yakasını birleştiren düz bir hat teşkil ettiği
görülür. Ancak; hızlı akan, debisi yüksek ırmaklarda inşa
edilen bentlere dışbükey bir form verilmektedir. Daha da ilginci,
bu bentlerin akıntıya bakan taraflarının yaklaşık 45o
eğimli, diğer taraflarının ise
dikey olarak inşa edilmış olmalarıdır.
Kunduzlar, bendin uygun bir yerine de yuvalarını yaparlar.
Uzmanlar; tabanı, 3 ilâ 6 m çapında olan ve su sathından 1,5 m
kadar yukarıda bulunan, kesik bir koni biçimindeki kunduz
yuvalarının, mimarlık ve mühendislik prensipleri açısından
ideal forma sahip olduğunu belirtirler. Çamur ve taşlarla
desteklenen ağaç malzemeden yapılmış duvarların iç kısmı,
ayrıca milden bir harç ile de iyice sıvandığından, ısı
izolasyonu mükemmeldir. Sıcaklığı düzenlemek ve temiz hava
sağlamak amacıyla, yuvanın tepesine bir de baca açılmıştır.
Yuvanın kapısı, ağzı suyun birkaç metre derinliğinde bulunan
bir tünel şeklinde yapıldığı için, giriş-çıkışlar
emniyete alınmış durumdadır. Ancak yine de acil durumlar için
ayrıca, gizli ikinci bir kapı daha mevcuttur. Bendin inşaasında,
özellikle iç kısımlarda kullanılan ince ağaçlar ve yapraklar
aynı zamanda kunduzun kışlık yiyecek stoğunu teşkil eder. Çünkü
soğuklar bastırıp, çevredeki ağaçların özü donduğunda,
dışarıdaki yenilebilir türden her şey, kunduzun dişlerinin bile
işlemeyeceği kadar sertleşecektir.
Bal arısı topluluklarında da şaşırtıcı icraatlar
sergilenir. İnsanlığa, eşsiz bir gıda ve birçok derde deva olan
balı sunan vasıtalar veya aracılar olan arılar, mükemmel bir
idari organizasyon ve disiplin içinde yaşayan sosyal hayvanlardır.
İçinde ortalama 50 000 kadar arının bulunduğu bir
kovanda; “peteklerin inşaası, balın imali, ısı ve nem ayarı,
havanın temizlenmesi, yabancı hayvan ve cisimlerin dışarıya
atılması, parazit ve bakterilerin imhası, yavruların bakımı ve
beslenmesi, kraliçe-işçi ve erkek fertlerin nicelik ve
niteliklerinin belirli sınırlar içinde tutulması” gibi pekçok
faaliyet, insanlara parmak ısırtacak derecede ahenkli ve başarılı
bir ekip çalışmasıyla icra edilmektedir.
Yüce Yaratıcı, bu minik ve verimli biyonik makinaları,
bütün bu görevleri kusursuz bir şekilde ifa edebilecekleri
donanım ve yazılım(genetik enformasyon)la mücehhez olarak
yaratmıştır. Larvalar petek gözleri içindeki yumurtalarını
çatlatıp, hayata gözlerini açar açmaz, işçi arılar hemen
koşup, yumurta kılıfından çıkmaları için onlara yardım
ederler.
Larvaların bakımı eşsiz bir ihtimamla
gerçekleştirilir: Üzeri temizlenen larva, derhal beslenmeye
başlanır. Her larvaya günde, ortalama olarak 1 300 defa yiyecek
verilir. 30 derecenin altında ve 35 derecenin üzerindeki
sıcaklıklarda larvaların gelişimi aksayacağından, kovandaki
kreş bölümünün sıcaklığı, 32-34º civarında tutulur.
Geceleri sıcaklık düştüğünde, görevli ekip, içinde
larvaların bulunduğu petek gözler üzerinde toplanıp, canlı
birer soba gibi, onları ısıtırlar. Sıcak havalarda da biyonik
vantilâtörler gibi çalışan dadılar grubu, larvalar belirli bir
büyüklüğe ulaşınca, petek hücrelerin üzerini balmumu ile
kapatırlar.
Artık yavru, pupa devresine geçmiştir. İki
hafta kadar süren bu dönemden sonra, petek gözünün üzerindeki
balmumu örtüyü açan yavru, kovana bir arı olarak ilk adımını
atar. Genetik programında, hayatının bundan sonraki dönemine ait
icraatlarla ilgili bilgiler bütün teferruatıyla kayıtlı
olduğundan, yavru derhal temizlik ve bakım hizmetleri veren ekibe
dahil olarak, kovandaki hummalı faaliyetlere iştirak etmeye başlar.
Yavru arının hayatının ilk haftasındaki görev mahalli,
kovanın içidir. Burada; petek gözlerin temizlenmesi, yumurta ve
larvaların bulunduğu kısımların havalandırılması ve
ısıtılması, larvaların beslenmesi gibi işleri yapan genç arı;
sekizinci gün “intibak, çevreyi tanıma ve temizlik” uçuşu
için kovan dışına çıkar. “İnsan yapımı bilgisayarlardan
daha üstün bir tasarıma sahip bir bilgi işlem merkezi, saniyede
500 defa dönen bir pervane, 1 000 m mesafedeki çiçeklerin kokusunu
alabilen duyargalar, uzaktaki cisimleri 60 defa büyütebilen dürbün
gözler, polen ve nektarın yaydığı morötesi ışını seçici
olarak algılayan dedektörler, polen-nektar kolektörleri ve
düşmanlara karşı kullanılmak üzere müessir NBC silâhları”
ile donatılmış olan bu harikulâde organik makinecik, doğumunun
15. gününden itibaren; kovanın erişkin elemanlarından biri
olarak tam kapasite ile ekip faaliyetlerine katılır. Bu nitelikteki
yaklaşık 50 000 ferdin mükemmel bir koordinasyonla çalışmaları
sonucu ortaya, bal gibi tatlı bir ürünün yanısıra, bir de
insanlar için zengin bir bilgi ve ilham kaynağı olan bir icraat
tablosu çıkmaktadır.
Her birinin üzerine son derece etkin elektronik, optik,
aerodinamik, hidrolik ve mekanik cihazlar monte edilmiş harika minik
biyonik robotçuklar olan arıların kusursuz bir işbölümü ile
gerçekleştirdikleri icraatları da hayranlık verici
mükemmelliktedir. Göğüs kısmına monte edilmış dört kanat,
saniyede yüzlerce defa dönenerek aynen bir pervane gibi çalışır.
Sekiz adet ayağın ucundaki çengeller ve
vantuzlar, her türlü zemin üzerinde hareketi mümkün kılar.
Vücudun muhtelif kısımlarına yerleştirilmiş olan jiroskopik
tüyler, yeryüzü ile gövdenin ekseni arasındaki açıyı ve diğer
postürel enformasyonu bir bilgi işlem merkezi gibi fonksiyon gören
beyne ulaştırır. En öndeki bacakların alt kısımlarındaki özel
fırçalar, çiçekler üzerinde uçuş esnasında, optik
dedektörlerin üzerinin sürekli açık tutulmasını sağlarlar.
Yine ön bacakların alt kısmındaki çubuk
biçimli diğer fırçalar, antenlerin bakım ve temizliğinde
kullanılır. Ortadaki bacakların aynı kısmında da, salgılanan
balmumunu toplayıp, imalât işlerinde kullanılmasını sağlayan
bir düzenek bulunur. En arkadaki bacaklara ise, içlerine çiçek
tozu konulacak kaplar tutturulmuştur. Baş bölümünün üst
kısmına üç küçük göz, yanlara da birer adet büyük petek göz
monte edilmiştir. Küçük gözler polarize ışığa hassastır.
Normalde güneşin gökyüzündeki pozisyonundan yararlanarak yön
belirleyen arılar, bulutlu havalarda yuvalarını, bu polarize ışık
dedektörlerini kullanarak bulurlar. Petekli optik dedektörler ise,
özellikle çiçeklerin nektar ve polen ihtiva eden kısımlarından
neşredilen morötesi dalga boyundaki vizüel bilgiyi alır ve
işlerler. Bu sistemler sayesinde arının fonksiyonu için gerekli
olmayan ışık ve görüntüler filtre edilerek, sadece görevleri
ile ilgili nesneleri en iyi şekilde tayin ve tespit etmesi sağlanır.
Eşsiz biyoteknolojik sistemlere sahip olan arılar,
şaşırtıcı bir iletişim sistemi kullanırlar. Bu sahadaki
çalışmaları ile de haklı bir ün kazanmış olan K. von Frish,
arıların haberleşme sisteminin temel unsurunun, hayvanların
belirli tarzlardaki dans benzeri hareketleri olduğunu bulmuştur.
Keşif uçuşuna çıkan öncüler, kovana döndüklerinde;
arkadaşlarına, izlemeleri gereken rotayı, gıdanın en çok
bulunduğu bölgenin kovana uzaklığını ve hatta gıdanın
miktarını, bir seri “hareket örüntüsü” ile bildirirler.
Çiçektozu ve balözü ile yüklü olarak kovana
giren öncü arı, çoğu zaman, arkadaşlarına gitmeleri gereken
yeri göstermek için düzgün bir çember çizerek hareket etmeye
başlar. Kovandaki polen toplama ekibinin diğer elemanları da onu
dikkatle izlerler. Kaynağın polen ve nektar bakımından çok
zengin olduğu durumlarda öncü arı, dönme hareketi esnasında
kanatlarından bir de vızıltı sesi çıkarır. Bu iletişim en
fazla bir dakika sürer. Çember şeklinde bir yörünge üzerinde
uçuş, gıda kaynağının kovanın çok yakınında olduğunu ifade
eder. Bu uçuşa ara veren arı, topladığı hammaddeyi petek
gözlerine boşalttıktan sonra, kovanın bir başka bölümüne
giderek, aynı hareketi bir daha tekrarlayıp, kısa bir süre durur
ve aniden gıdanın yoğun olarak bulunduğu istikamete uçar. Rotayı
öğrenen toplama ekibinin diğer elemanları da onu takip ederler.
Bu grup, toplama kaplarını doldurup, kovana geri döndükten sonra,
aynı hareket örüntüsünü hep birlikte tekrarlar.
Eğer, çiçektozu ve balözü mahalli, kovandan
50-100 m kadar uzakta ise, öncü arı bu defa, bir doğru parçası
ile birleştirilmiş iki yarım daire çizmeye başlar. Çemberleri
birleştiren doğru parçasının ucu, gıda toplama mahallinin
bulunduğu istikamete yöneliktir ve gerçekte bu anlatım, kovandan
hedefe kadar olan uçuş hattının sembolik bir tasvirini içerir.
Öncü arı, yarım daireleri birleştiren doğru parçasını,
hedefin uzaklığıyla doğru orantılı olarak artan bir sürede
kateder. Meselâ carniola türü arılarda yapılan çalışmalarda,
hedef 500 m uzakta iken arının bu mesafeyi 1 saniyede, 2 000 m
uzakta iken de 2 saniye de katettiği gözlenmiştir. Kaynak,
kovandan çok uzakta ise arının uçarak çizdiği yörünge giderek
matematikte kullanılan sonsuz sembolünün şeklini (∞) alır.
Bu iletişim esnasında, öncü arının hedeften getirdiği
“koku” numunesini de alan toplama ekibi, gıda bakımından
zengin bölgeye en az miktarda enerji sarfıyla ulaşıp, buldukları
nektarı midelerine, çiçek tozunu da toplama kaplarına
doldurduktan sonra, “arı hattı” denilen ve gıda toplama
mahalli ile kovanı birleştiren en kestirme yolu teşkil eden bir
rota izleyerek, yine asgari miktarda enerji sarfı ile yuvalarına
geri dönerler.
Arılar kovana getirdikleri hammaddeyi peteklere, gözlerin
%75-80’ini dolduracak şekilde istiflerler. Petek gözünün geriye
kalan kısmını da daha önceden hazırladıkları bal ile doldurup,
üzerini balmumu ile kapatırlar. Bu malzemenin maya ve bakterilerden
nasıl korunduğunu araştıran J. W. White, işçi arıların
polenlerin üzerine yerleştirdiği bal tabakasının “glikoz
oksidaz” adlı bir enzim ihtiva ettiğini keşfetmiştir. Bu
enzimin etkisiyle ortamda, kuvvetli bir antiseptik olan, ama
fonksiyonu bittikten sonra su ve oksijen gibi iki zararsız bileşene
ayrılan “hidrojen peroksit” teşekkül etmektedir. Bu durumda en
dirençli ve patojen mikroplar bile en geç 48 saat içinde ölürler.
Arılar çiçeklerden propolis adı verilen acı
ve keskin kokulu bir de reçine toplarlar. Bu reçineyi balmumu ile
karıştırarak, kuruyunca sertleşen bir malzeme hazırlayan arılar,
bu karışımı harç gibi kullanarak onunla petekleri sıvarlar. Bu
sıva, petekleri hem sağlamlaştırır hem de soğuktan ve nemden
korur. Arılar çimento benzeri bu maddeyle, kovandaki delikleri ve
çatlakları da kapatırlar. Kovana giren mütecaviz böcekler ve
küçük hayvanlardan dışarıya taşınamayacak kadar büyük
olanlar, öldürüldükten sonra bu materyalle ile mumyalanarak,
ortamdan iyice tecrit edilirler.
Peteklerde depo edilen balözünün aşırı nem sebebiyle
özelliğini kaybetmemesi için bir havalandırma ekibi sürekli
çalışır. En kıdemli ve tecrübeli arılardan birinin
başkanlığındaki havalandırma grubu iki bölümden oluşur.
Birinci kısımdakiler, kovan girişinin önünde, ikinciler de
peteğin yakınında kanat çırparak, sürekli bir hava akımı
oluştururlar. Bu ekibin faaliyeti, kovanın o bölgesindeki
peteklerde bulunan balözündeki suyun oranı %20’ye ininceye
kadar devam eder.
Arı kovanında, çok farklı alanlarda uzman
ekipler çalışır. Çiçektozu, nektar ve balı ideal oranda
karıştıran kimyagerler, petek gözlerini inşa eden
mimar-mühendisler, bunları dirençli kılmak için özel bir
çimento ile kaplayan sıvacılar, petek gözlerine
muhteviyatları bozulmasın diye
koruyucu enzimler damlatan eczacılar, içi balla dolu petek
gözlerini kapatan kaynakçılar, su taşıyan sakalar, havanın nem
ve oksijen bileşimini ayarlayan klimacılar, kovanı sürekli temiz
tutan çöpçüler, ölüleri dışarıya taşıyan cenazeciler,
kovan içine giren hayvanları öldüren askerler, öldürülen büyük
hayyanları balmumu ve reçine ile kaplayan mumyacılar, yavrulara
bakan kreş personeli ve kovanın merkez bölümündeki peteklerde,
yeni eleman temini için sürekli faaliyet gösteren ve kovanın
birlik ve düzenin devamında vazgeçilmez bir yere ve öneme sahip
olan kovan yöneticisi ile burası, gerçekten entegre bir tesise de
benzetilebilir.
Bu entegre tesiste yürütülen faaliyetler
içinde, şaşırtıcı mimari özelliklere sahip olan peteklerin
inşası ayrı
bir önem taşır. Petekler, arıların karnındaki özel bezlerden
35oC
sıcaklıkta salgılanan balmumundan yapılır. Bu sıcaklıkta
balmumu, kolay şekil verilebilen bir kıvamdadır. A. Ferchault
adlı bir araştırıcı, en az miktarda balmumu harcayarak en yüksek
bal depolama hacmi sağlama yolunun, “arı problemi” adını
verdiği şu sorunun
cevabında gizli bulunduğuna dikkatleri çekmişti: “Tabanı,
birbirlerine göre eğimi aynı olan üç eşit eşkenar dörtgenden
oluşan düzgün altıgen bir dik prizmanın toplam yüzey alanının
en küçük değerde olması için, eşkenar dörtgenlerin
aralarındaki açı ne olmalıdır?”
Alman matematikçi König, problemin çözümü
için gayret sarfetmiş ve cevabı 70º
34'
olarak bulmuştu. Ancak, arılar,
petekleri inşa ederken eşkenardörtgenler arasında 70º 2' lik bir
açı bırakmaktadır. Gerçi aradaki fark çıplak gözle
farkedilemeyecek kadar küçüktü; ama yine de bazı araştırıcılar,
hangi hesabın doğru olduğunu tahkik ettiler. Bunlardan İskoçyalı
Mac Laurin, König’in çözümünde hata bulunduğunu, doğru
cevabın, arıların uyguladığı değer olduğunu kesin bir şekilde
göstererek bu konudaki tartışmalara son verdi.
Arılar ayrıca, her petek gözünü 13o
eğimli olarak inşa ederler.
Böylelikle balın, yerçekiminin tesiriyle akması ve arada hiç
hava boşluğu kalmaksızın petek gözünün aşağıdan yukarıya
doğru dolması sağlanırken, ayrıca peteğin ağzı balmumuyla
kapatılana kadar, balın dışarıya dökülmesi de önlenmiş olur.
Arılar eğer peteklerini beşgen, sekizgen veya
daire şeklinde yapmış olsalardı, petek odacıklarının arasında
kalan boşlukları fazladan balmumu kullanarak doldurmak zorunda
kalacaklardı. İlk bakışta üçgen veya kare biçimli petekler de
bazı avantajlara sahipmiş gibi görünebilirler. Ancak, alanları
aynı olan üçgen, kare ve altıngen biçimli cisimlerden kenar
uzunluğu en az olanı, altıgendir. Bu nedenle aynı miktar balın,
altıgen odacıklarda, üçgen veya kare odacıklara göre daha az
balmumu sarfı ile depolanması mümkündür. İdeal konstrüksiyonu
sayesinde arılar, 50 gr balmumu kullanarak 2 kg balı, 37x22,5
cm2’lik
bir peteğe depolayabilirler. Balmumu duvarların 0,07 ± 0,02 mm
kalınlıkta olması yeterlidir. Çünkü altıgen, aynı zamanda da
en mukavemetli geometrik şekillerden biridir. Kalınlığı bir
milimetrenin yüzde yedisi kadar olan bu duvarlar, kendi
ağırlıklarının 30 katını taşıyabilirler.
Çözümü, birçok matematikçiyi günlerce uğraştıran “arı
problemi”ni, arılar karanlık kovanlarında hiç de zorlanmadan
duyargaları yardımıyla çözüp, arıcıların kovana
yerleştirdikleri çerçevenin iki kenarından başlayıp tabanları,
aralarındaki açılar tam 70º 32' lik
üçer eşkenar dörtgenden oluşan altıgen petekler inşa ederek
bunları, kolayca doldurulabilmeleri için çerçeve düzlemine 13º
lik bir açı yapacak şekilde tutturur ve içlerine; yüz gramında
294 kalori, 3gr protein, 79,5 gr karbonhidrat, 5 mg kalsiyum, 16 mg
fosfor, 9 mg demir, 0,2 mg koenzim-B (niyasin), 0,04 mg B2
vitamini , 4 mg C vitamini ihtiva eden eşsiz bir gıda ve
ishal, kabızlık, gelişim bozukluğu ve daha birçok rahatsızlığın
giderilmesi için yararlı bir madde olan “ab-ı hayat” gibi bir
sıvıyla doldururlar.
Çalışmaları Nobel ödülüne lâyık görülen K. von Frish,
ulaştığı neticeyi şöy1e özetler: “Bütün bu düzenlilik ve
ahenk bize Büyük Yaratıcı’mızın gücünü göstermektedir!”
Hayvanların bu tür faaliyetlerini, hatta sadece anatomik
yapılarını inceleyerek, mimari ve teknoloji alanına
aktarabileceğimiz kıymetli bilgiler elde edebiliriz. ABD’nin en
ünlü mimarlarından biri olan F. L. Wright, yalnız büyük yapılı
hayvanları değil, mikroskopik tek hücreli hayvanları ve
yumuşakçaları da dikkatle incelememiz gerektiğini ısrarla
vurgular. Çünkü ipek, balmumu, tutkal, kağıt ve çimento gibi
birçok malzemenin keşfi veya mükemmelleştirilmesi bu canlılar
sayesinde mümkün olmuştur. Denilebilir ki, insanın keşfettiği
hemen herşeyin, hayvanlar dünyasında mutlaka bir karşılığı
veya benzeri vardır. İşin saşırtıcı yönü, insanların bu
zengin ilham kaynağından faydalanmak için 20. yüzyılı beklemiş
olmalarıdır.
Bal arısı peteklerinin sözü edilen hususiyetlerinden ve
bazı bitkilerin anatomik yapılarından ilhamla araştırmacılar,
“nomex” adı verilen ve çelikten dokuz kere daha mukavemetli
olan bir yapı malzemesi hazırlamışlardır Aramid adlı plastikten
mamûl iki ince levhanın arasını, yine bu plastikten yapılmış
altıgen petekler ile doldurmak suretiyle hazırlanan nomex,
metalleri menfi yönde etkileyen darbelere ve gerilmelere son derece
dayanıklıdır. Bu avantajları sebebiyle nomex, helikopter
pervanesinden, çeşitli uçaklar (Boing 757, 767; DC-10 ve L-101)
ile uzay mekikleri ve gemilerin gövde, depo ve kapı gibi aksamının
imaline kadar geniş bir alanda kullanılmaya başlanmıştır.
İnsanlar için balarısınınki kadar faydalı ve
üretken olmasa da, örümceğin yuvasından da alınacak “dersler”
vardır. Örümcekler yuvalarını, ipeğimsi bir fibrilden örerler.
Salgı bezlerinin “spineret” adı verilen uçları kalbur gibi
delikli meme başlarından sıvı halde çıkan materyal, hava ile
karşılaşınca katılaşarak elastik bir lif demeti halini alır.
Örümceklerin püskürtme yöntemiyle lif üreten sistemlerinin
endüstriye aktarılması sureti ile ince, fakat esnek ve dayanıklı
ipliklerin imali mümkün olmuştur. Herbir
spineretin ucunda, sayıları yüzü aşan “eğirme çubukları”
bulunur. Bu çubuklar vasıtasıyla, ince liflerin birbiri etrafında
dolanması suretiyle daha kalın ve sağlam olan ipeğimsi örümcek
fibrili hazırlanır.
Herbir örümcekler, arka ayaklarındaki “dokuma organları”
vasıtası ile, ayda 5 km’ye varan uzunlukta fibril sarfederek;
avlanma aracı ve yuva olarak kullandıkları ağlarını örerler.
Münih Olimpiyat Stadı’nın projesi, gerilmelere ve darbelere son
derece dayanıklı olan örümcek ağlarının yapı özellikleri
tamı tamına kopya edilmek suretiyle hazırlanmıştır.
Hayvanların kemiklerinin konstrüktif nitelikleri de
mimarlar için ilham kaynağıdır. Kafatası kemikleri ise,
ekonomik, geniş ve güvenli mekanlar elde etmek isteyenler mimarlara
geniş ufuklar açan yapısal özelliklere sahiptirler. Meselâ
İtalyan mimar P. Nervi tarafından inşa edilen Roma spor salonu,
kafatası kemiğininkine benzer bir konstrüksiyonda tasarlanmıştır.
Biyoteknolojik araştırmalar neticesinde, uyluk kemiğinin
spiral-lamelli yapısının, basınç ve gerilmelere en mukavemetli
formu teşkil ettiği ortaya konmuştur.
Bu konstrüktif özellik dikkate alınarak inşa
edilen yapılar, en az malzeme sarfıyla en dayanıklı form
oluşturma uygulamasının ideal örneklerini birini teşkil
etmiştir. Uygulamadaki klâsik formlar, mühendislerin kuvvet
noktalarını gözönünde bulundurarak, günlerce sürdürdükleri
hesaplamaları neticesi ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar, henüz
uyluk kemiğinin strüktürel üstünlüğüne erişmekten çok
uzaktır.
F. L. Wright’ın da ısrarla üzerinde durduğu gibi
mikroskopik bir canlı bile mükemmel tasarımı ile mimarlar için
yararlı olabilmektedir. Meselâ, Montreal Fuarı’ndaki ABD
pavyonu, ışınlılar grubundan bazı mikroskopik canlıların
yapıları taklit edilerek inşa edilmiştir. Işınlılar
familyasındaki mikroskopik hayvanların çoğunun silisyumdan
iskeletleri vardır. Bu iskeletler, en az malzeme ile en sağlam ve
en güzel görünüşlü yapılar inşa etmek isteyenler için
birbirinden ilginç modeller gibidir.
E. Haeckel, bu canlıların bir kısmının yapı
plânlarını bir katologta toplamıştır. Lata adı verilen tahta
çubuklar, düzenli altı köşeli formlar haline getirildikten sonra
bunlarla, Haeckel’in kataloğundaki ışınlıların kubbe benzeri
biçimleri taklit edilebilir. 2,5 cm genişliğindeki latalarla
hazırlanan bu yapıların üzerleri daha sonra su geçermez bir
malzeme ile kaplanır. Sera ve yüzme havuzu gibi mekânların
üzerleri bunlarla örtülebilir. Amerika’da çok kullanılan bu
tip çatılar son derecede sağlam olduklarından, kış mevsiminde
üzerlerinde biriken yüzlerce kilo karı rahatça
taşıyabilmektedirler.
Biyonik
Işınlılar grubundan bir başka hayvanın üzerindeki
çıkıntı ve olukların ise çok farklı bir fonksiyonu vardır.
Hayvan, üzerindeki buhar türbini kanadına benzeyen yapılar
sayesinde su içinde dönerek, hareket eder. Türbinler de tamamen
aynı prensibe göre çalışır. Su ve buhar türbinlerini
günümüzdeki ideal şekle getirebilmek için birçok araştırmacı
ve mühendis yıllarca çalışmış, bu mevzuda kitaplıklar dolusu
literatür yayımlanmıştır. Oysa bu araştırmalara, milyonlarca
yıldır bu tekniği kullanmakta olan bu hayvan model alınarak
başlanmış olsa idi, zamandan ve paradan büyük ölçüde
tasarruf sağlanarak, bir hamlede ideal yapı özelliklerine sahip
türbinlerin imaline geçilebilirdi.
Gerçekten de elektrikten uzay araçlarına ve uçaklara,
gemilerden radar ve sonara; optik ve elektronik cihazlardan
bilgisayara kadar çağımızı şekillendiren bütün teknolojik
ürünlerin hemen her birinin canlılar aleminde birer karşılığı-hem
de son derece mükemmel olarak-bulunur.
Meselâ, elektriği ele alalım: Batı literatüründe,
elektrik alanındaki ilk çalışmayı, 16. yüzyılın sonlarında
statik elektrik ile magnetizma arasındaki ilişkiyi ele alan W.
Gilbert’in başlattığı kaydedilir. B. Franklin’in 1752’de
gerçekleştirdiği meşhur uçurtma deneyi ile, yıldırımın bir
elektrik deşarji olduğu anlaşılır. 1767’de J. Priestley’in
elektrik yüklerinin birbirini aralarındaki uzaklığın karesi ile
ters orantılı olarak çektiğini veya ittiğini göstermesinden
sonra bu temeller üzerinde H. Cavendish, C. A. de Coulomb ve S.
D’Poisson, elektrostatiğin bir bilim olarak gelişmesine önemli
katkılarda bulunur.
19. yüzyılın başında A.Volta’nın elektrik
pilini icad etmesi ile ilk pratik elektrik akımı kaynağı elde
edilmiş olur. 1831’de M. Faraday’in bir magnetik alanın içinde
hareket eden bir iletkende bir elektromotor kuvvetin indüklendiğini
göstermesini takiben; 1873’de Z. T. Gramme’ın bu elektromotor
kuvvet ile üretilen elektrik enerjisinin havai hatlar ile
nakledilebileceğini göstermesi ile, elektriğin yaygın kullanımı
için gerekli unsurlar sağlanmış olur.
Yeryüzünde milyonlarca yıldır elektrik üreten ve
kullanan canlılar yaşamaktadır. Kaktüslerdeki elektrostatik
uygulamalardan daha önce söz etmiştik. Elektrik, bazı yılan
balıklarının bünyelerinde de oldukça müessir bir şekilde
üretilir ve kullanılır. ABD’de şehir cereyanı 110 volt,
yurdumuzda ise 220 volt değerinde kullanıma sunulur. Bu yılan
balıklarının 6 000 kadar levhadan oluşan bir akü şeklindeki
elektrik organlarında ise 500 ilâ 700 voltluk bir akım üretilir.
Hayvan, bu akımı kullanarak avlarını kolayca yakaladığı gibi,
çok büyük yapılı düşmanlarını da korkutup, uzaklaştırabilir.
Eigenmannia adlı bir balık türü ise, ürettiği
elektrikten yön bulmakta faydalanır. Vücudunun 6 değişik
noktasında elektrosensitif dedektörler bulunan bu hayvan, çevresine
sürekli olarak frekansları 250 ilâ 700 hertz arasında değişen
elektrik impulsları yayar ve sonra çevredeki nesnelerden yansıyan
dalgaları toplar. Bu teknik ile, çok kısa bir süre içinde,
çevresinde olan tüm önemli değişiklikleri anında fark edip,
reaksiyon verebilen bu hayvan; çamurlu, bulanık ve hatta zifiri
karanlık ırmak tabanında bile, sanki her şeyi son derece net bir
şekilde görüyormuş gibi hareket edebilir.
Elektriğin en önemli kullanım yerinin ne olduğu
sorusuna-hele bu soru akşam yemeğimizi yerken veya gece
misafirlerimizle oturmuş sohbet ederken vuku bulan bir elektrik
kesintisi sırasında sorulmuşsa- çoğumuz “aydınlatma” diye
karşılık veririz. Akkor elektrik lâmbasını 1879 yılında T.
Edison bulmuştur. Gecelerimizi de aydınlatarak, ömrümüzün
yarısına yakın bir kısmının renklenmesine vesile olan bu
buluş, gerçekten hepimiz için önemlidir. Fakat, akkor elektrik
ampullerinde kullanılan enerjinin %96-97 kadarı israf olmakta ve
ancak %3-4’ü ışığa dönüşmektedir. Daha sonra bulunan
flüoresan lâmbalarda verimlilik %10’a yükseltilebilmişse de,
geriye kalan %90’lık bölümün kızılötesi ışınlara ve ısıya
dönüşerek israf olmasının önüne geçilememiştir.
Oysa, canlılar aleminde, israfın sıfırlanarak,
%100 verimle çalıştırılan birçok sistem örneği mevcuttur.
Doç. S. Alsan ve Doç. M. Nutku’nun bilim ve teknik dergisinde
yayımlanan; “Işık Saçan Canlılar” ve “Işık Böceğinin
Sırrı” adlı makalelerinde bu konu ile ilgili olarak şunlar
anlatılır: “İnsanlık, bir asırdır ampulü kullanıyor.
Hayvanlar ise yüzmilyonlarca yıldır ışık oluşturabilmektedir.
Üstelik hayvanların ürettiği ışığın verimliliği, tükettiği
elektrik enerjisinin %90’ından fazlasını israf eden ampullerle
mükayese edilemeyecek kadar yüksektir.
Hayvanlar görünür ışığın belirli dalga
boylarında ışık oluştururlar. Photinus adlı ateş böcekleri
520-650 mikron dalga boyunda sarı-yeşil, myctophum isimli fener
balığı 416-600 mikron dalga boyunda mavi-yeşil; pleurotes,
mycenes, clitocybes ve panelles türü mantarlar 500 mikron dalga
boylu sarı-turuncu bir ışık saçar. Birinci Dünya Savaşı’nda,
siperlerlerdeki askerler, mektuplarını geceleri bu mantarların
ışığında okumuşlardır. Yeni Zelanda’daki mağaralarda
yaşayan parlak solucanlar, uzunluğu 1 metreye varan ışıklı
sütunlar oluştururlar. Tayland, Hindistan ve Yeni Gine’de yaşayan
pteroptyx türü ateş böcekleri, ağaçları yanıp sönen binlerce
küçük lâmba gibi süslerler. Denizlerin 700 metreden daha derin
olan kısımlarına güneş ışığı
ulaşmadığından, buraları hep
karanlıktır. Bu karanlık sularda yaşayan hayvanların çoğu,
ışık üreten organlara sahiptir.
Işıklandırma mühendisleri ve ekonomistler, ışık üreten
canlıların ışık jeneratörlerine gıpta ile bakabilirler. İnsan
yapısı akkor ampul, elektrik enerjisinin ancak %3-4’ünü, bir
flüoresan ampul ise %10’unu ışığa dönüştürebilir.
Ateşböcekleri ise, yüzde yüz verimle ışık
üretirler. Kısa bir zaman öncesine kadar ısı gibi kayıpların
tamamen önüne geçilerek, %100 randımanla ışık elde edilmesine
bir hayal nazarıyla bakılır, bu nedenle de ışıklı canlıların
verimliliğinin %90’ını geçemeyeceği düşünülürdü. Ancak
1960’lı yılarda, hayvanların ışık üretme sistemlerinde
kullanılan “luminesans” reaksiyonunda sarfedilen enerjinin
%100’ünün ışığa çevrildiği ortaya konmuştu.
Amerikan Cyanamid şirketi, bu reaksiyonu kısmen
taklit ederek geniş bir kullanım alanı bulan ürünler imâl
etmiştir. Bu sistemden faydalanarak daha güçlü aydınlatma
kaynaklarının yapılması ve hatta bu reaksiyonun bir lazer ışın
kaynağı olarak kullanılabilmesi için çalışmalar
sürdürülmektedir.
Işık saçan böceklerin karın bölgesinde, bir ışık
organı bulunur. Bu organda ışık üretiminde kullanılan
“lusiferin” ve bu bileşiği aktifleştiren “lusiferaz enzimi”
adlı iki temel madde sentezlenir. Bu iki madde, ancak oksijenin
varlığında reaksiyona girdiği için, ışık organı, güçlü
bir havalandırma şebekesi ile donatılmıştır. Enerji kaynağı
olarak, canlı organizmalarda gerçekleşen her türlü biyokimyasal
reaksiyonda olduğu gibi, ATP (adenozin trifosfat) “aküleri”
kullanılır.
Luminesans reaksiyonları, son derece büyük bir süratle
gerçekleştiğinden ve bunlarda, kendisini kâinattaki tüm varlık
ve olayların genelinde hissettiren azami tasarruf prensibi gereği,
asgari miktarda reaktif madde kullanıldığından, bu reaksiyonlar
henüz bütün ayrıntıları ile analiz edilip
aydınlatılamamışlardır.
Fakat reaksiyonların ana hatlarıyla şu
merhaleleri izleyerek gerçekleştiği sanılmaktadır: İlk
basamakta, ATP enerjisi ile takviye edilmiş lusiferaz enzimi,
lusiferin molekülünden iki hidrojen atomu çıkartarak, yerine bir
oksijen atomu bağlar. Bu olay, bir çeşit yanma reaksiyonu olarak
düşünülebilir. Reaksiyon, ışık organına ilgili sinir
hücrelerinin getirdiği elektrik sinyalleri ile başlatılır ve
oksitlenen her lusiferin molekülüne karşılık bir ışık kuantı
oluşur.
İkinci merhalede, lusiferin molekülündeki
fenoksidiazol halka sistemindeki dioksietanon grubuna bir elektronun
transferini takiben, halka sisteminden bir karbondioksit molekülü
kopar. Kopma hadisesi sonucu açığa çıkan bağ enerjisi,
lusiferin molekülündeki anyon radikallerinin elektronlarına
transfer edilir. Bu enerji ile uyarılan elektronlar, bir üst enerji
seviyesine yükselirler. Uyarılmış elektronlar tekrar temel
hallerine dönerken, fazla enerjilerini bir ışık kuantı yayarak
geri verirler.
Işık organının orta bölümünde üretilen fotonlar, bu bölümü
çevreleyen reflektör hücrelerin sitoplazması içinde bulunan ve
birer ayna fonksiyonu gören ürik asit kristalleri tarafından,
organı örten şeffaf tabakaya sevk edildikten sonra, buradan dış
ortama yayılırlar.
Radar, sonar, uzay araçları ve bilgisayara gelince: Yarasaların
karanlıkta nasıl hiçbir yere çarpmadan uçarak, avlarını
yakalayabildikleri sorusu, ancak radarın keşfinden sonra
anlaşılabilmiştir. Radarlar; etrafa yaydıkları dalgaların bir
engele çarparak geriye yanısıyan bölümünü toplayıp,
güçlendirdikten sonra, bir ekranda görünür hale getiren
cihazlardır. Gönderilen sinyaller ile, alınan yanısımalar
arasında geçen süreden, cisimlerin uzaklığı hesaplanabilir.
Yarasaların akustik hedef belirleme organları da aynı prensibe
göre çalışır. Hayvan, gırtlağından çıkardığı ultra-ses
sinyallerinin etrafta bulunan nesnelerden yansıyarak kendisine geri
dönen kısmını değerlendirerek, yolunu ve avını bulabilir. Bu
sistem o kadar mükemmel işler ki hayvan, karanlık bir odaya
gerilen 0,2 mm kalınlığındaki ince tellerini bile 1 m kadar
uzaktan belirleyebilir. Yunuslar ve balinalar da sonara benzer
organlara sahiptirler.
Medüzler, mürekkep balıkları ve ahtapotlar; uzay
araçlarının hareketi için yegâne güç olan, hareket
istikametine zıt yöne puskürtülen bir akışkanın sağladığı
tepki kuvveti ile yüzerler.
Sinir sistemi fizyologları, en gelişmiş
elektronik hesap makinelerinin, teknolojik düzey bakımdan ancak bir
solucanın sinir sisteminin seviyesine ulaşılabildiğini; hele
insan beyninin devre sayısı ve bilgi işleme kapasitesi bakımından,
bilgisayarlarla kıyas edilemeyecek kadar üstün bir durumda
olduğunu belirtirler.
Bu türden sayısız gözlemin edindirdiği haklı
bir perspektif ile, bilim adamları artık canlıları, eşsiz
tasarımlı mimari, mühendislik ve teknolojik harikalar olarak
görmeye başlamışlardır. Hatta o kadar ki, V. B. Dröscher’in
“Teknisyenler Tabiattan Kopya Çekiyor” başlıklı makalesinde
yer alan ifadesiyle; “bilim
adamlarının, hayvanlar ile bitkilerin bünyelerinde yer alan
sistemlerin, lâboratuar ve proje bürolarında insanlarca
geliştirilenlerden çok daha dahiyane ve ekonomik”
olduğunu belirlemeleri üzerine, canlılar aleminde bulunan bu üstün
teknolojinin araştırılmasını konu alan “biyonik” adlı
yepyeni bir bilim dalı doğmuştur. P. Rossion ise “Biyonik,
Tabiatı Kopya Etmektir” adlı makalesinde “Bir
araştırmacı gerçekten; bir kuşu, bir balığı, hatta bir
örümceği kopya etmekle; lâboratuara kapanarak düşünüp,
araştırmakla yapabileceğinden çok daha mükemmel keşifler
yapabilir.” der.
Biyonik bilim dalının resmen doğuşu, ABD hava
kuvvetlerince 1960 yılında Ohio’da düzenlenen ve askerlerin,
biyologların, mühendislerin, matematikçilerin, fizikçilerin ve
psikologların katıldıkları bir kongrede gerçekleşmişti.
“Biyonik” ismini ABD hava kuvvetlerinin tıbbi havacılık ve
uzay dairesinden, kongre başkanı J. E. Steel teklif etti. Günümüzde
ABD ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde biyonik alanında
uzmanlaşmış çok sayıda müessese ve eleman vardır.
V. B. Dröscher ve P. Rossion sözünü ettiğimiz
yazılarında, ana hatlarıyla şunlar anlatırlar: “On yıl
öncesine kadar, 5 000 kilometre yol kat eden her otomobil, dingil
yataklarının yağlanması için bakıma alınıyordu. Bu
yapılmadığı takdirde, dingillerin dönme kabiliyeti önemli
ölçüde azalıyordu. Bugün artık bu işleme gerek kalmamışsa
bunu, tabiatta düzenlediğimiz bir “endüstri casusluğu”
operasyonuna borçluyuz.
Bu gelişme, makine mühendislerinin şu soruları
sormaları ile başladı: “İnsanların ve hayvanların hareket
sistemlerindeki eklemler, arabalarımızın dingillerinin aksine,
yağlanmaya ihtiyaç göstermeden fonksiyonlarını hiç kesintisiz
acaba nasıl sürdürebiliyorlar? Sürtünmeyi önlemek için bu
yapılarda, bizim madeni yağlarımızdan daha uygun bir sıvıdan
faydalanılıyor olabilir mi?”
Bu soruları cevaplandırmak için, eklemlerin
içindeki sinoviyal sıvı incelenmeye başlandı. Ancak, sonuçlar
hayal kırıcı oldu. Sinoviyal sıvının sürtünmeyi önleyici
tesiri, hiç de umulduğu gibi yüksek değildi. Daha ileri
araştırmalarla, eklemlerin mükemmelliğinin bir başka
özelliklerine, eklem yüzeyinin yapısına bağlı olduğu ortaya
çıkarıldı. Eklemlerin temas yüzeyleri, ince ve gözenekli bir
kıkırdak tabakasıyla kaplanmış olup, bu tabakaların altında
viskozitesi yüksek bir başka “yağlama” sıvısı bulunur.
Eklemin herhangi bir kısmı basınca maruz kalınca, o kısımdan
dışarıya bu visköz sıvı çıkar ve eklemin sürtünmesiz bir
şekilde fonksiyon görmesini sağlar.
Tekerlek, sonar, radar, elektrik gibi buluşlar; gerçekte
canlıların bünyelerinde çok eskilerden beri mevcut bulunan
sistemlerin benzerleridir. İnsanlar bu gerçeğin, ancak kısa bir
süre önce farkına varabilmiştir. Bilim adamları, taklit etme
amacıyla hayvanları ve bitkileri incelemektedirler. Tabiattan
ilhamla yapılan birçok teknik cihazın şimdiden kullanıma
sunulması, yine de ümit verici ve verimli bir başlangıçtır.
Fotoğraf makineleriyle projektörlerin otomatik odaklama
sistemlerinin keşfi, bu alana ait uygulamalara başka bir örnektir.
Optikçiler, geçmişte mevcut problemleri gidermek için
lâboratuarlarda yıllarca uğraştılar. Başlangıçta, ideal
ayarlama için, cismin uzaklığının tayininde, paralaks açısının
belirlenmesi gerektiği düşünülmekte idi. Paralaks açısı, sağ
ve sol gözler ile bir cisme bakılırken, arada oluşan açıdır.
Askeri uzaklık ölçüm cihazlarında insan gözünün bu binoküler
görüş özelliği uygulanır. Ancak bu teknik, bir fotoğraf
makinesinin odaklanmasında kullanılamamakta idi.
Problemin çözümü, optikçilerle zoologlar
arasında başka bir amaçla düzenlenmiş bir görüşme sırasında
bulundu. Bir zoolog, kendisine odak ayarı konusunda optikçilerin
içine düştüğü çaresizlik anlatıldığında şunları söyledi:
‘Bunun için iki göze gerek yok ki! Bir gözünüzü kapatarak;
diğer gözünüzle önce uzağa, sonra yakına bakın. O zaman tek
gözünüzün de odaklama işlemini yapabildiğini farkedeceksiniz.’
Bu belki de, gözlerinden birinin kullanılamaz bir hale gelmesi
durumunda, canlının görme fonksiyonunun aksamaması için optik
sisteme konmuş bir tür sigorta sistemidir. İnsan gözünde bu tür
odaklama için mercek ayarı, “retinal nöron sinapsları”
verilen sinir bağlantıları vasıtasıyla yapılır. Modern
fotokameralarda aynı vazifeyi ışığa hassas elektronik devreler
görür.
Bundan 25 yıl kadar önce, ABD deniz kuvvetlerinde ilginç
bir yarışma düzenledi. Yarışmacılardan ilki, 5 000
beygirgücündeki yepyeni bir sürat motorunu kullanan bir denizci,
diğeri de bir “yunus” idi. Yunus, müsabakayı açık farkla
kazanınca, gemi mühendisleri, bu ve benzeri diğer deniz
hayvanlarının hidrodinamik tasarımlarının, kendilerinin
geliştirip ortaya koyabildiği deniz araçlarınınkinden çok üstün
olduğunu açıkça görmüş oldular ve yunusları incelemeye
başladılar.
Bu araştırmalar sonucu iki önemli nokta ortaya
kondu: Bunlardan ilki, o günlere kadar teknisyenlerin ilk bakışta
akla daha uygun gibi göründüğü için ısrarla, hep suyu bıçak
gibi yaran “klipper tipi” pruvalar inşa etmelerinin yanlış
olduğu hususuydu. Yunusun bir su damlasını andıran kubbe biçimli
başı, suyu çok daha iyi yarmakta idi. Bu tarihten sonra gemilerin
çoğunda, yunus başına benzeyen bir pruva biçimi kullanılmaya
başlandı. Bu pruva biçimi, hızda önemli bir artışla birlikte,
yakıtta da % 25 oranında bir tasarruf sağlamıştır.
Ancak iş, bununla da kalmadı. Hızla yüzmekte olan bir
yunusun filmlerinin tetkiki, ikinci önemli noktayı ortaya çıkardı:
Hayvan yüzerken, deniz üzerinde girdap şeklinde dalgalar teşekkül
etmekte ve bu dalgaların girişim deseni, hayvanın süratine bağlı
olarak değişmektedir. Hayvan yavaşlamak ya da durmak isteyince,
derisini germekte ve bu durumda dalgacıklar, ona, hareketine zıt
yönlü bir kuvvet uygulamaktadır. Buna mukabil hayvan hızlanmak
istediğinde, derisini gevşeterek, üzerinde girdaplara uygun
desenler oluşturmakta ve sonuçta suyun direnci minimuma
düşmektedir.
ABD’li araştırmacı Prof. M. Kramer,
yunusların deri özelliklerini kopya etmek sureti ile bir elastik
materyal geliştirmiştir. Bu malzeme ile kaplanan gemi ve
denizaltıların maruz kaldıkları su direnci, %50 oranında
azalmaktadır. Askeri bir sır olarak kabul edildiğinden resmen
açıklanmamış olmakla birlikte, ABD ve Rus denizaltıları ile
torpillerinin artık çok daha süratli yol almakta oluşları, bu
teknolojiye bağlanmaktadır. L. Colan; ‘Daha hızlı uçaklar
yapmanın en iyi yolu, deniz canlılarının hidrodinamik
hususiyetlerini, aerodinamik alanına aktarmaktır’ diyerek,
balıkların uçak mühendisleri için de çok değerli modeller
olduklarını vurgulamaktadır.
Balıklar ve
kuşlar üzerindeki incelemeleri ile ünlü uçak yapımcısı Prof.
H. Hertel, yıllar süren çalışmalarının neticesinde o güne
kadar geliştirilmiş olan uçakların gövde biçimlerinin, uçan
veya yüzen hayvanların mükemmel yapıları ile tam bir tezat
teşkil ettiği kanaatine varmıştır. Çünkü, bu tip silindirik
gövdeler, aerodinamik açıdan elverişsiz olmaktan başka,
kullanılabilir iç hacim bakımından da yetersizdir.
Günümüzün büyük jet uçağı yapımcıları
olan Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bu gerçeği
görmekte geç kaldıklarını belirten Prof. Hertel, mühendis ve
teknisyenleri canlılardan ilham almaya davet etmektedir. Prof.
Hertel, ölümünden kısa bir süre önce şöyle bir görüş ileri
sürmüştü: “Ton balığı biçiminde bir uçak gövdesi,
aerodinamik prensipler bakımından, girdap oluşturmayan ideal bir
form olacaktır. Bu formülü eğer nakliye ve yolcu uçaklarımıza,
uzunluğu aynen koruyarak, gövdenin enini iki katına çıkarmak
sureti ile uygularsak, sıkışık oturma düzenine yol açan mevcut
mekân darlığından kurtulur; 1,5 katı daha fazla yolcunun, bir
restoranınkiler genişliğindeki masalar etrafında oturarak çok
daha rahat seyahat etmelerini sağlayabiliriz.”
Kuşlar, uçakların düz ve uzun pistler gerektiren mevcut
kalkış sistemlerinin değiştirilmesine de imkân sağlayacak gibi
görünmektedirler. “Menasco Aerosytem” fırması tarafından
kuşların kalkış özellikleri dikkate alınarak geliştirilen yeni
havalanma sistemi, NASA tarafından da benimsenerek, çalışma
programına alınmıştır. Pist boylarının yarı yarıya
kısalmasına ve hatta uçakların, düşman tarafından bombalanmış
pistlerden bile havalanabilmesine imkân sağlayan bu yeni kalkış
tekniği, ilkin ön tekerleklerde denenmiştir. Bu sistemde
tekerlekler, bir azot tankına bağlı olan bir hazneye açılan bir
pistonun ucuna monte edilmiş durumdadır. Kalkış anında pilot,
pistonun üst kısmındaki hazneye, tanktan azot gazı sevk eder.
Hazneye dolan basınçlı gaz, pistonu ve ucundaki tekerleği hızla
iter. Bu suretle burun kısmı havaya dikilen uçak, havalanır.
Kuşların uçuş özelliklerinin incelenmesiyle elde edilen
veriler sayesinde, uçak kanatlarının konstrüksiyonunda da önemli
değişiklikler yapılmıştır. Uçmakta olan bir uçağın veya
kuşun kanadının çevresinde meydana gelen türbülans akımları,
kanadın üst yüzeyinde bir alçak basınç alanının teşekkülüne
ve alt yüzdeki hava tabakalarının da yukarıya doğru itilmesine
sebep olmaktadır. Bu mekanizma ile uçuş esnasında kanatlara,
gidiş yönüne dik bir kuvvet tesir eder. Bu kuvvetler, uçaklarda
enerji ve hız kayıplarına yol açmaktaydı.
Aerodinamik uzmanlarının akbabalar üzerinde
yaptığı çalışmalarda, uçuş esnasında hayvanın kanat
uçlarındaki büyük tüylerin gerilmesiyle bu kuvvetleri
nötürleştiren girdapların oluştuğu anlaşıldı. P. Rossion, bu
gözlemin uçak yapımcılarını, akbabanın kanat ucu yapısını
kopya ederek, uçak kanatlarına benzer parçalar eklemeye sevk
ettiğini belirtir. Gerçekten bu parçaların oluşturduğu bir dizi
küçük burgaç, kanatlara menfi olarak tesir eden kuvvetleri önemli
ölçüde engellemektedir.
F-18 ve Mig-25’lerde bu sistemin uygulanması
ile büyük bir performans artışı sağlanmıştır. F-111’lerin
kanat yapılarına, kuşlarınkine benzerliklerini artırmak
suretiyle, ideale yakın bir biçim verilmesi plânlanmıştır. Yeni
F-111’lerde, dönüş için, eski sabit kanat yapısı yerine,
kuşlarda olduğu gibi, yandan bakıldığında eğriliği artıp,
azalan dinamik biçimli bir kanat kullanılacaktır. Bunu sağlamak
amacıyla uçağa eklenecek bir bilgisayar; sıcaklık, rüzgâr
kuvveti ve dönüş hareketleriyle ilgili bilgileri işleyerek,
kanadın en uygun şekli alması için gerekli komutlar verecektir.
Kedi balığının hidrodinamik özelliklerinin aerodinamik alanına
aktarılması ile, iki mükemmel uçak modelinin yapımı mümkün
olmuştur. Bunlardan ilki, ikinci kuşak B-52 bombardıman
uçaklarıdır. Eski ABD başkanlarından Carter 1980’deki seçim
kampanyasında “görünmez bir bombardıman uçağı”nın
yapımını sağlayacağını vaat ederek büyük ilgi toplamıştı.
Biyonik araştırmalarına önemli miktarda ödeneklerin ayrıldığı
ABD’de, bunun karşılığı kat kat alınmaktadır.
Nitekim yalnız ABD’de değil bütün dünyada büyük yankılar
uyandıran bu yeni bombardıman uçağının plânları, kedi
balığının anatomik konstrüksiyonundan faydalanılarak
hazırlanmıştır. Eski B-52 uçaklarının radarlar için 60 m2’lik
bir yansıtma alanı mevcuttu. Oysa bu yeni “görünmez form”un
sadece 1 m2’lik bir yanısıtma alanı vardır.
Kedi balıklarının yapı özellikleri, sivil havacılık
çalışmaları için de yol gösterici olmuştur. McDonnel
Douglas’ın “Orient Express” modeli de bir kedi balığına
benzer. Bu form, uçağın uçuş esnasında maruz kaldığı hava
direncinin minimuma inmesini sağladığı gibi, hızının da
sesden birkaç kat fazla olmasını mümkün kılmıştır.
İnsan ve Düzenlilik
İnsan Vücudunun Matematiksel
Düzenliliği
Ekolojik piramidin zirvesinde yer alan insan, onto-ekolojik
alemin en zengin ve kompleks varoluş unsurları ile boyutlarına
sahip bulunan en mükemmel üyesidir. Bundan dolayı da en mütenasip
form olan altın orana; insanın çeşitli organlarında ve bir bütün
olarak bedeninde, geniş ölçüde yer verilmiştir.
Sanat tarihçisi C. E. Arseven, bu konu ile ilgili olarak şunları
söyler: “Elin bileğe kadar olan uzunluğu ‘altın oran’ (ф)
ile çarpıldığında, kolun alt kısmının uzunluğu elde edilir.
El parmaklarının orta kısmının uzunluğu ф‘ye bölününce de
uç kısmının uzunluğu elde edilir. Parmakların orta ve uç
kısımlarının toplam uzunluğu, el ayasındaki tarak kemiğinin
uzunluğuna eşittir. Yani, ortadaki bölümün uzunluğu “1”
alınınca; 1/ф,1,ф şekilinde üç terimli bir dizi oluşur.”
Bu organlar gibi, bedenin bütünü de, altın oran ölçekli
bir skalaya göre yaratılmıştır. Meselâ, kollar ve bacaklar
iyice açılmış bir halde iken tüm vücut, düzgün bir beşgenin
içine uyar. Sadece kolların yatay olarak açılıp, bacakların
bitişik durduğu halde ise, vücut bir 1:(2ф-1)/2, 1: 1.118
dikdörtgeniyle çevrelenir.
Her ne kadar, insanın ideal olarak kabul edilen vücut ölçüleri;
zamana ve bölgelere göre değişse de, istatistiksel yollarla bazı
ortalama değerler elde edilebilir. Bu ortalama değerler analiz
edildiğinde, insan bedeninin çeşitli kısımları arasında altın
orana uyan bazı ilişkilerin bulunduğu görülmektedir.
En mükemmel biçimde yaratılmış olan insanın kusursuz
ölçülerine, sanatkârlar da eserlerinde yaygın bir şekilde yer
vermişlerdir. Özellikle, tüm vücut yüksekliğinin yerden göbeğe
kadar olan mesafeye oranı; eski Mısır rölyeflerinden, Le
Corbusier’in “modulor”una kadar birçok beden orantı
sisteminde ya doğrudan ф olarak ya da “ilâhi dizinin”
elemanlarından 8/3 değerinde alınmıştır.
Bilinen en eski uygarlıklarda bile altın orana geniş
ölçüde yer verilmiş olması, Yüce Yaratıcı’nın;
“eserlerinden birisi olan” insanı, ruhsal özellikleri
bakımından, bu oranı “güzel bulacak” tarzda yarattığına
işaret eden bir olgu olsa gerektir. Sanatta altın oranın izlerini,
elimizde mevcut en eski yazılı kaynaklardan olan eski Mısır
belgelerine ve sanat eserlerine kadar izlemek mümkündür.
Eski Mısır mabetleri ile rölyeflerinde altın
orana geniş ölçüde yer verilmiş olduğunu tespit eden
araştırmacılardan birisi de R. A. S. de Lubicz’dir. Lubicz,
“İnsandaki Gizli Mabet” adlı kitabında, eski Mısırlıların
insan rölyefi hazırlamakta kullandıkları “19 karelik bir
modüler ızgara”dan bahseder. Bu ızgarada 18 birimlik yüksekliğin
“altın oran”a bolünmesiyle elde edilen göbek seviyesi,
yaklaşık olarak 11 birime (tam olarak 11.12 birime) tekabül
etmekte idi. Bu şekilde 19 karelik ızgara sistemine göre çıraklar,
genel çerçeveyi tespit ederken, usta da işin sırrını ifşa
etmeden, altın orana uygun düzeltmeler yapabilmekte idi.
2 birimlik komple baş modülünün en alt çizgisi
çeneden geçmek üzere, birim uzunluğa göre; çeneden ağız orta
çizgisine kadar 1/ф2
, çeneden burun ucuna kadar 1/ф, çeneden üst göz kapağıra
kadar 1, çeneden kaşa kadar (2ф-1)/2 ve çeneden alın noktasına
kadar da 2/ф oranların kullanılmaktadır.
Eski Yunan sanatında da altın orana geniş
ölçüde yer verilmiştir. Boston müzesi eski müdürlerinden Grek
eserleri uzmanı Dr. Caskey, incelemiş olduğu 120 Grek vazosundan
95’inin ф, ve √5 (=2ф2 –1)
değerlerine göre orantılandırıldıklarını belirtir. Bu
vazolarda bütün-parça ahengi, 1:1,045, 1:1,0652, 1:1,1708,
1:1,309, 1:1,382, 1:1,4472, 1:1,528, 1:1,809, 1:2,045, 1:4,0451 gibi
altın oranla ilişkili dikdörtgen esaslı plânlar ile
sağlanmaktadır.
Ünlü Parthenon’un genel plânı da ф ve 2ф-1
oranlarına göre tasarlanmıştır. A. Zeysing, “Altın Oran”
adlı kitabında, Parthenon’un ön cephesinin altın orana
uygunluğunu çizimlerle göstermiştir. J. Hambidge de “Köşegen”
adlı kitabında, Parthenon’un ön cephe oranının ф2:
-2(2ф-1) olduğunu ve yapının genel plânın ise “2ф-1”
değerine göre orantılandırıldığını ifade eder. Hambidge, bu
tasarıma diğer eski Yunan eserlerinde de sık sık rastlandığını
belirtir. E. Müssel ise, Akropol’deki yapıların tamamen altın
orana uygun tasarlardığını belirtir.
İyon sütun başlıklarında genel plân,
logaritmik sarmal esaslıdır. Bu başlıkların kıvrımları, başta
S=4√ф oranındaki sarmal olmak üzere, çeşitli radyal büyüme
oranları ihtiva eden muhtelif logaritmik sarmallar tarzındadır.
Eol sütun başlıklarında ise 1:2ф(2ф-1) dikdörtgeninden
üretilen eşit açılı sarmallar tercih edilmiştir.
Eski Yunan sanat tarihinde; batılı araştırmacılar tarafından
“isminin ilk harfleri altın oranı temsil eden bir sembol”
olarak seçilmek sureti ile taltif edilmiş olan Phidias(фidias)’ın,
şüphesiz ayrı bir yeri vardır. M.Ö. 5. yüzyılda Grek sanatına
yepyeni bir çehre vermiş olan Phidias, altın orana tutkun bir
sanatçı idi. Aynı zamanda istatistik sahasına ait en eski yazılı
belgelerde adı geçen ilk araştırıcı da olan Phidias, çok
sayıdaki ölçüm değerlerinden elde ettiği ortalama sonuçları,
eserlerine uygulamıştır.
Phidias, tüm vücut uzunluğunu 34 birim, taban-kuyruk sokumu
arasını 21 birim (34/21≈1.6), baş-göğüs arasını 8 ve
tepe-kuyruk sokumu arasını 13 birim (13/8≈1.6), göğüs-kuyruk
sokumu arasını 5 ve baş göğüs arasını 8 birim (8/5=1.6)
olarak almak sureti ile; genel orantılandırma plânını, ritmik
olarak tekrarlanan altın oran değerleri ile kurmuştur.
Rönesans ressamları da tuvallerini altın orana göre düzenlemekte
idiler. F. Hellet, Leonardo da Vinci’ye ait “Leda” adlı tablo
üzerinde yaptığı bir çalışmada, tablonun orantı düzeninin
üst üste yerleştirilmiş iki yatay altın dikdörtgenden
oluştuğunu göstermiştir. Tabloların ayrıntılarında ise,
özellikle insan başına uygulanmış olan orantılandırma şemaları
aynen eski Mısır’daki altın orana dayalı düzenlemeye
uyulmaktadır. F. Francesca, Raphael, Durev ve Titian imzalarını
taşyan portrelerde de aynı plâna rastlanmıştır.
Meselâ, Titian’ın “İsabella d’este” adlı portresinde
yapılan altın oran analizine göre; başı dikine çevreleyen altın
dikdörtgenin uzun kenarı iki birim olarak olarak alınmıştır.
Çeneden burun ucuna kadar 1/ф, çeneden ağız orta çizgisine
kadar 1/ф2
çeneden
üst göz kapağına kadar 1, çeneden başa kadar (2ф-1)/2 ve
çeneden başın tepe kısmının başlangıç noktasına kadar da ф
oranlarının kullanıldığını görüyoruz.
Le Corbusier de, eserlerinde altın orana geniş ölçüde
yer veren günümüz sanatçılarına bir örnektir. 20. yüzyıl
mimarisinde önemli etkileri bulunan Corbusier, tasarladığı
yapıların (Mundaneum, Geneva; Les Terrases, Garenes gibi) plân ve
cephelerinde, altın dikdörtgenlerden ürettiği düzenlemelerden
istifade etmiştir. Corbusier, bu uygulamalarla da yetinmeyerek,
altın oran ve altın diziden faydalanarak, spesiyal bir ölçü ve
orantılandırma sistemi olan “modulor”u geliştirmiştir. S.
Gardinier, Corbusier hakkında şunları söyler: “Le Corbusier’in
ilham kaynakları ikinbin yılık bir derinliğe sahiptir. O, bu
köklü gelenekten hareketle, mimari yapıların ve insanın oranları
arasında bağlantı sağlayan bir ölçekler sistemi olan ‘modulor’u
keşfetmiştir.”
Corbusier işe, kolunu yukarıya doğru kaldırmış olan
insanların eriştiği ortalama yüksekliği (226 cm), standart bir
birim almakla başlar. Sonra bu birimin yarısını (insanlarda
yerden, göbeğe kadar olan ortalama yükseklik değerini) sürekli
olarak altın orana bölmek veya altın oranla çarpmak suretiyle
elde ettiği değerleri tam sayılara dönüştürerek, altın diziye
benzer bir seri elde eder. Corbusier, “modulor” adını verdiği
bu ölçü-orantı sisteminin tatbiki ile yapılacak eserlerin,
insanın tabiatına en uygun ideal ortamın teşkiline imkân
sağlayacağını belirtir. P. Blake, A. G. Tyng ve Prof. D. Kuban,
Corbusier’in görüşlerini destekleyenlerin önde
gelenlerindendir.
İnsan Vücudunun Nöral ve Hormonal Düzenleyicileri
Anatomik orantı özelliklerinden başka, insanı mükemmel
kılarak, onun yeni boyutlar ve kabiliyetler kazanmasına vesile
olan özelliklerin en önde geleni; idrak ve düşünme yetilerinin
anatomik alt yapısını teşkil eden sinir sisteminin ideal
organizasyon biçimi ve yüksek kapasitesidir.
Daha önce de belirtildiği gibi, sinir
sisteminin elemanter üniteleri, uyaranları alıp, elektrokimyasal
yollarla nakleden nöron adlı sinir hücreleridir. Sinir
hücrelerinin bir kısmı, çeşitli uyaranları toplayıp, elektrik
sinyalleri halinde kodlayan duyu nöronları olarak fonksiyon
görür. Diğer bir nöron türü, omurilik ve beyindeki çeşitli
merkezlerin yapısını teşkil ederken, üçüncü bir grup da bu
merkezler ile icra organları arasında bağlantı kurar.
Bir bütün olarak sinir sisteminin fonksiyonları “bedenin çeşitli
faaliyetlerinin birbiri ile uyum ve koordinasyon içinde
gerçekleştirilmesi için, çevrede ve bedende meydana gelen
değişikliklerin zamanında tespit edilerek bunlara uygun
karşılıkların verilmesi” şeklinde özetlenebilir. Bunun için,
dış dünyadan ve bünyemizden toplanan enformasyon, ilgili
merkezlere taşınır. Buralarda, haberler değerlendirilerek bir
karara varılır. Sonra da bu karar icra organına iletilir.
Sinir sistemi vasıtası ile insan, hem dıştaki, hem de içteki
değişikliklere ait bilgileri değerlerdirmek sureti ile çevresinden
ve bizzat kendisinden haberdar olmakta, bu malûmatı geçmişte
alınan duyumlar ve yaşanan tecrübeler ile karşılaştırdıktan
sonra, en uygun kararı bulup, icra edebilmektedir. Sinir sisteminin
sadece insana has olan, kortikal soyutlama ve düşünme fonksiyonu
sayesinde de varlıkların ayrıntılarından kurtularak, onlara ait
bilgileri müşterek vasıflarına göre kavram kategorileri halinde
sınıflandırabilmek ve bu kavramları, konuşma ve yazı diline ait
semboller halinde ifade edebilmek imkân dahiline girmektedir.
13 milyar kadar hücreden oluşan sinir sistemi,
anatomik olarak, beyin ve omurilikten meydana gelen “merkezi kısım”
ile bu kısmı duyu alıcılarına ve icra organlarına bağlayan
“çevresel bölüm” olarak
ikiye ayrılır. İnsanla diğer canlıların sinir sistemleri
arasındaki en büyük farklılık, beynin yapısı ve fonksiyonları
bakımındandır. İnsan beyni, özellikle korteks bölümü,
nöronlar arası bağlantı sayısı ve dolayısı ile bilgi işleme
kapasitesi bakımından eşsizdir.
Sinir sisteminin fonksiyonları üç ana kategoride mütalâa
edilebilir. Bunlardan ilki beyinle, özellikle de korteks kısmı ile
ilişkili olan idrak, düşünme ve öğrenme gibi zihinsel süreç
ve etkinliklerdir. İkincisi, korteksin motor bölümünden başlayıp
omuriliğin ilgili kısımlarından geçerek iradeli olarak çalışan
kaslara kadar uzanan “götürücü” ve buralara ait duyumları,
kortekse taşıyan “getirici” sinir liflerince gerçekleştirilen
hareket ve duyum fonksiyonlarıdır. Üçüncüsü ise, otonom sinir
sistemi adı verilen bölüm tarafından kalp, salgı bezleri, kan
damarları ile solunum, sindirim, iç ve dış salgı, boşaltım ve
üreme sistemlerinin bilinç dışı yürütülen görevlerini
otomatik düzenleme fonksiyonudur.
Çeşitli organ ve sistemlerin fonksiyonlarının, birbiriyle
tam bir koordinasyon içinde gerçekleştirilmesi için, sinir
sistemine, iç salgı bezlerinden oluşan endokrin sistem de yardımcı
olur. Endokrin bezlerin hormon adı verilen salgıları, kan
dolaşımı yoluyla bütün vücuda dağılarak büyüme ve üreme
fonksiyonlarının yanısıra, iç dengenin (homeostasis)
korunmasıyla ilgili birçok fizyolojik faaliyeti de düzenler.
Prof. Muammer Bilge’nin “Hormonlar Bilimi”
adlı kitabı şu cümlelerle başlar: “Vücudumuz;
büyük ustalıkla, sayısız ince hesaplarla ve kolay kolay
bozulmayan eşsiz bir düzenle yönetilen büyük bir ülkedir. Bu
ülkede hücreler yaşar. Vücut ülkemizin bireyleri olan hücreler,
kendilerini saran mikroskobik çevrede, diğer bir deyimle
vücudumuzun iç ortamında, kendi ihtiyaçlarına ve görevlerine
uygun bir biçimde doğar, beslenir, büyür, çalışır, gelişir,
ürer ve ölürler. Kimisinin ömrü birkaç saat, kimisinin birkaç
gün ya da hafta, kimisinin ise birkaç ay veya yıl olabilir.
Bazıları da (sinir hücreleri) bizimki kadar uzun bir ömre sahip
olabilirler. Bizlerin yeryüzünde kurduğu ve geliştirdiği daha
büyük organizmalar, insanüstü organizmalar olan “toplumlar”
ise insanlara dayalıdır. Toplumların hayatında da belirli
kurallarla ve yasalarla işleyen, zamanla kısmen değiştirildiğini
kolaylıkla farkedebildiğimiz ve gelişmesine bazen kendi gücümüzle
katkıda bulunabildiğimiz birçok düzenler vardır.
Dünyamızın
çevresinde, diğer gezegenleri, yıldızları kapsayan, 200 000 ışık
yılı çapındaki samanyolu galaksisini içine alan ve bununla da
dolmayan uzay, şimdiki teleskopların sağladığı görüş
imkânlarına göre, bizim samanyolu’muz gibi en az 100 milyon*
galaksiyi barındıran, uçsuz bucaksız bir mekândır. Bu sınırsız
mekândan oluşan 100 milyon galaksili kâinatımız da bir büyük
düzen ülkesi değil midir? Atomlara ve atomların içine ise burada
hiç değinmeyelim. Ama unutmayalım ki, vücut ülkemizin biyolojik
düzeni ve yeryüzü ülkemizin toplumsal düzeni, bir tarafta
hücrelere ve atomlara doğru küçükler ve küçüklükler
sınırsızlığına, diğer tarafta ise yıldızlar ve galaksilere
doğru büyükler ve büyüklükler sınırsızlığına doğru
kesintisiz olarak uzanıp gider. Mikrokozmik sınırsızlık ile
makrokozmik sınırsızlık arasında yer almış bulunan ve madde
ile enerjiden oluşan kâinatımızın bir yerinde biz insanlar
yaşamaktayız. Kendi duyu organlarımızın imkânları ile
çevremizi öğrenmeye ve anlamaya çalışıyoruz. Teleskoplarımızın
gösterdiği makrokozmik uzayda bir cüceyiz; hatta bir küçük toz
zerresi bile sayılmayız. Mikroskoplarımızın objektifi altındaki
mikrokozmik uzayda ise, kocaman devleriz; hatta bazen uçsuz bucaksız
bir alem gibiyiz. Aşağı ve yukarı her düzey, küçük veya
büyük her uzay, kendine has olgular ile doludur. Olaylar, her yerde
birtakım yasalara bağlı olarak gerçekleşmektedir. Her yerde
hesap, her yerde ölçü, her yerde düzenlilik var; anlaşılmış
veya anlaşılmamış, görülmüş veya görülmemiş,
anlaşılabilir veya anlaşılamaz türden...
Bütün kâinat, bilimin çalışma alanına
girer. İnsanlar bilimin sağladığı imkânlarla atomun
derinliklerine, fezanın uzaklıklarına ve düşünce ufuklarının
sonsuzluklarına sokulabilirler. Kâinatımızın her bir parçası,
kendi içinde bir alem gibidir. Parçalar ile bölümler birbirini
tamamlayıcı ve bütünleyicidir. Aslında
kâinatın tamamı, bütünleyici, üniversal bir bilimle
anlaşılacak niteliktedir.
Bilimde uzmanlık alanlarının doğması ve bunların giderek
birbirinden ayrılması sonucu, her alanda ayrı bir bilim dalına
sahip olmak, bugünkü şartlarda önüne geçilemeyen ve zaten önüne
geçilmesi de gerekmeyen faydalı bir gelişmedir. Ancak, böyle
çeşitli uzmanlık dallarında derinleşen bilim adamlarının,
üniversal birlik ve bütünlük anlayışından kopmaları menfi bir
sonuçtur. Bu şekilde kafalar derinleştikce daralmakta, yeni bir
tür cehalet, yani çok şey bildiğini sanan, fakat bütünleyici
bilgiden olabildiğince mahrum insanlar ortaya çıkmaktadır. Bütün
uzmanlıklardan yararlanan, ama onları bütünleyen üst düzey bir
görüş açısını kaybetmeyen bir holistik bilimin gereğini,
yerini ve önemini birçok insan kavrayamayabilir. Çünkü bölünmüş
ve küçültülmüş gerçekler, insanların kendi özel istek,
ihtiyaç ve anlayışlarına daha yakın ve uygun gelir. Bu durum,
bütünlüğü unuttuklarını farketmekten alıkoyup, isteklerini de
tatmin ederek, onların zihinlerini doldurur. İşte bu nedenledir
ki, günümüzde, birçok “dolu” gibi görülen kişi gerçekte
boştur. Bu boşluğun anlaşılması ile insanlar üniversal bilimin
bütünleyici rolünü kavramaya başlayabilirler. Sokrates’ın
kendisi hakkındaki ‘Yalnız birşey biliyorum; o da hiç birşey
bilmediğimdir’ ifadesi, bu gerçeği farkeden günümüz bilim
adamlarının da zihinlerinde doğmaya başlayan bir kanaati dile
getirir. Gerçekleri anlamaya başlayan ve görüş ufku belirli bir
derecede açılan her bilim adamı, büyük hakikatin kapsamı ve
bilgi okyanusunun sonsuzluğu içinde, kendi bilgilerinin nasıl
küçülerek bir hiç derecesine indiğini kavrayacaktır. ‘İlim
bir noktadır; cahiller onu çoğaltır.’ diyen Halife Hz. Ali’nin
sözünde de çeşitli uzmanlık alanlarında, daralan bir bakış
açısı ile ayrıntıda derinleşerek bilgilerini çoğaltan bilim
adamlarının hali anlatılmaktadır.
Biz de şimdi bilimin bir alanında daralıp,
derinleşerek-bir bakıma cahilleşerek-konumuza girelim. Bir alanda
mevcut bilgilerin bir bölümünü derinlemesine ele alırken,
çoklukta kaybolmayarak, “üniversal referans sisteminde,
bulunduğumuz noktanın koordinatlarını gözönünde tutabilirsek”
işte o zaman, herşeyi ayrı ayrı bilmenin yükünden kurtulup, o
“bir şey”i
-fakat öz şeyi- anlamanın sırrına erişmiş oluruz.
Evet 100
milyonlarca yıldız adası ihtiva eden kâinatı, 40 milyar yıldız
ihtiva eden samanyolu galaksisini, güneşimizi ve onun
gezegenlerini, tabii ve suni uydularıyla tüm dünyayı
astronomların ilgi alanına bırakıp, şimdi biz insan vücudunu
ele alacağız. Burası da ortalama bir hesapla her gramında 5
milyar hücre bulunan ayrı bir kâinattır. Bu hesapla 60
kilogramlık bir insan vücudunda 100 trilyon kadar hücre yer alır.
Vücudumuzdaki hücre sayısı, yeryüzünde yaşamakta olan insan
sayısının 15 bin katından fazladır. Bu büyük ve kalabalık
hücreler ülkesinde, çok ileri bir işbölümü ve işbirliği arz
eden, belirli bir biyolojik düzeni aksatmadan sürdüren bir
hücrelerarası yönetim vardır. Her yönetim gibi buradakinde de
haberleşme, anlaşma ve bir manâda lisan gereklidir. Vücudumuzda
hücrelerarası yönetimi sağlamak için gerekli emirleri ve
haberleri ileten iki sistem vardır. Bunlardan ilki, hızlı
haberleşmeyi sağlayan sinir sistemidir. Sinir impulsu denilen
elektrik sinyallerini ileten sinir lifleri, telefon telleri gibi
fonksiyon görürler. İkinci haberleşme sistemi, iç salgı
bezlerinden çıkan, kan yolu ile ilerleyerek ilgili organlara ulaşan
ve onları etkileyen hormonlar ile kurulmuştur. Hormonal haberleşme
sistemi, sinir sistemine göre çok daha yavaş işleyen bir
haberleşme sistemidir. Her iki sistem arasında belirli noktalarda
işbirliği vardır. Bu sayede yönetimin uyumlu olması ve bedenin
bütünlüğünün sağlanması mümkün olur. Fakat amacımız,
okuyucuya belirli isimleri, tarihleri, hormonların etki yollarını,
artma ve azalma belirtilerini saymak ve belletmek değildir.. İnsan
vücudu içinde yer alan belirli bir faaliyetin ana hatları ile
tanıtılmasının yanısıra, daha da önem verdiğimiz bir başka
amacımız vardır: İnsan vücudu bir hücreler toplumudur. Bu
toplumun yönetiminde, hormonlar aracılığı ile yapılan şey, bir
enformasyon alış verişidir. Hücreler birbiri ile konuşmak ve
anlaşmak için bir dil kullanmaktadır. Mesele, bu dili anlamak ve
hücrelerarası konuşmanın sonuçlarını bu çerçevede
değerlerdirmektir.
Gerçekte, tek bir hücrenin bile içinde esaslı bir
düzen vardır. Bu düzen, her hücre dahilinde, onun yönetici
organelleri tarafından sürdürülür. Tek bir hücre içindeki
yönetimin sağlanmasında da organeller arası haberleşme ve
anlaşma önemli yer tutar. Tek bir hücrenin bünyesindeki yönetim
ve iletişim sistemi, “Hücre Bilimi” adlı kitapta ele
alınmıştı. Endokrinoloji konusundaki bu ikinci kitapta ise,
hücrelerarası düzen ele alınmaktadır.
Bu kitap, hücrelerdeki konuşma ve haberleşme
araçlarını, yani onların dillerini anlatmak için kaleme
alınmıştır. Evet, hayvanlar konuşuyor, hücreler konuşuyor,
hücre içi organeller konuşuyor, herhalde moleküller ve atomlar da
konuşuyordur. İnsanlar konuşur ve anlar, fakat sadece biz değil,
bizi bağrında barındıran kâinat da konuşur... Hem bütünü
ile, hem parçaları ile konuşur. Ama bizim dilimizle
değil; herbiri kendi özel
dili ile konuşur; hem de durmadan ve bağıra bağıra...” 16
Evet, gerçekten de insan vücudunda eşsiz bir
“sistemlerarası organizasyon” mevcuttur. Herbir sistemin
fonksiyonları, kendi içinde mevcut sayısız feed-back mekanizması
ile otomatik olarak düzenlenirken, bu sistemler diğer taraftan da
birbirlerinin faaliyetini tanzim ederler. Bu şekilde sistemlerarası
ortak bir denge durumu tesis edilir.
Prof. A. G. Guyton “Fizyoloji”17
adlı kitabında bu eşsiz
“sistemlerarası organizasyonun” hücreden itibaren nasıl
kurulup, korunduğunu şöy1e anlatır: İnsan
vücudunda binlerce kontrol sistemi
vardır. Bunların bir kısmı hücrelerin içinde olup, hücre içi
hadiseleri düzenlerler. Hemen herkes, anne-babasından çocuğa
ailesel karakterlerin genler vasıtası ile geçtiğini duymuştur.
Fakat aynı genlerin hücrelerin günlük faaliyetlerini nasıl
düzenlediğini çok az kimse bilir. Genler, hücrelerin iç
fonksiyonlarını, sentezledikleri bazı regülatör maddeler
vasıtası ile düzenlenler. Hücrelerde hangi kimyasal bileşiklerin,
hangi enzimlerin ve hangi organellerin yapılacağı bu hücre içi
regülasyon sistemi tarafından tayin olunur.
Hücrenin idari bölümü olan çekirdek kısmında
yer alan dezoksiribonükleik asit (DNA) yapısındaki genler, ilk
merhalede diğer bir nükleik asit çeşidi olan ribonükleik asit
(RNA) sentezinin otomatik bir tarzda gerçekleştirilmesine aracılık
ederler. RNA, hücrenin her tarafına dağılarak çeşitli
proteinlerin yapımını kontrol eder. Bu proteinlerin bir kısmı
strüktürel proteinlerdir ve bunlar çeşitli yağ molekülleri ile
kombine edilerek hücre
içi “organeller”in
yapıtaşları olarak kullanılırlar. Bu organellerin başlıcaları
enerji santrali olarak görev yapan mitokondriler, protein
fabrikaları olan ribozomlar; silo, ambar ve depolar olarak
kullanılan golgi kompleksleri ile bir kanal ve yol şebekesi olan
endoplazmik retikulumdur. RNA tarafından yapımı kontrol edilen
ikinci protein çeşidi ise enzimlerdir. Enzimler hücrede meydana
gelen reaksiyonları, katalize etmek sureti ile hızlandıran ve
yöneten moleküllerdir. Meselâ hücreye enerji sağlayan bütün
oksidatif reaksiyonlar; yağ, karbonhidrat ve ATP gibi birçok
kimyasal maddenin sentezi, enzimler tarafından düzenlenir.
Birinci sıradaki regülatör gen, diğer genlerin
çalışmalarını düzenler. Bu gen, fonksiyonunu bir represör
(baskılayıcı, durdurucu) madde aracılığı ile görür. Molekül
ağırlığı küçük bir bileşik olan represör madde, diğer
genlerin çalışmasını baskı altına alarak, durdurur. Represör
maddenin ilgili genler üzerindeki bu durdurucu etkisi dolaysız
olmayıp, DNA’nın küçük ve özel bir bölümü, yani operatör
gen vasıtası ile gerçekleşir. Bu operatör bölüm, kontrol
edilecek gen grubunun yakınında bulunur. Genetik operatör,
repressör madde aracılığı ile baskı altına alınıp,
durdurulmadığı zamanlarda, kendi kontrolu altındaki genleri
uyarıp, çalıştırır. Bir operatör gen tarafından denetlenen
genlerin oluşturduğu sentez kontrol ünitesine “operon”
denir. Operon içindeki genlerin herbirine de “strüktürel gen”
adı verilir. Gerektiğinde enzim yapımını sağlayan genler,
strüktürel genlerdir.
Genlerarası düzenleyici sistem, hücre içinde bulunan
çeşitli maddelerin tür ve miktarını belirli sınırlar arasında
sabit tutar. Bu düzenleme şöyle bir feed-back sistemi ile
gerçekleştirilir: Sentezi yapılan ürünlerin belirli bir miktara
ulaşması ile represör madde aktifleşerek, operatör geni baskı
altına alır. Böylece o ürünlerin yapımını yöneten enzimler
daha az sentezlenir. Ürünlerin konsantrasyonu ile sentezin hızının
düzenlendiği genler arasındaki feed-back sistemleri, özellikle
amino asitlerin, amino asit ürünlerinin, karbonhidrat, yağ ve
protein metabolizmasında yer olan bazı ara metabolitlerin hücre
içindeki miktarlarının ayarlanmasında kullanılır.
Hücreler, vücudun canlı yapıtaşlarıdır. Her organ farklı yapı
özelliklerine sahip çok sayıda birimden müteşekkil bir hücre
topluluğudur. Bu yapıtaşlarını bazı “hücrelerarası
maddeler” bir arada tutar ve destekler. Her hücre tipi,
belirli bir fonksiyonu yerine getirecek şekilde yaratılmıştır.
Meselâ, sayıları 25 trilyonu bulan alyuvarlar, akciğerlerden
dokulara oksijen taşımaya en uygun yapıdadırlar. İçlerinin
oksijen-karbondioksit değiş-tokuşunu maksimum kapasitede
gerçekleştirecek hemoglobinle tıka basa doldurulabilmeleri için,
hücrelerin yönetim merkezi olan çekirdekleri bile, gelişmelerinin
belirli bir döneminde dışarı atılır. Alyuvarlara ayrıca, ince
kılcal damarlardan kolayca geçebilmelerini mümkün kılmak için
yassı ve esnek bir disk biçimi verilmiştir.
Fonksiyonlarını en iyi görecek özel biçimlerde yaratılmış
olmakla beraber; hücrelerimiz, bazı ortak temel hususiyetlere de
sahiptir. Meselâ, her hücre hayatını devam ettirebilmek için
gıdaya ihtiyaç duyar. Hemen hemen bütün hücreler, aynı gıda
maddelerini benzer şekilde kullanırlar. Bütün hücrelerde,
gerekli enerji, temelde oksijenin; karbonhidratlar, yağlar ve
proteinler ile birleştirilmesi reaksiyonu olan yanma hadisesiyle
sağlanır. Yine bütün hücreler, bünyelerindeki reaksiyonların
ürünlerini, kendilerini çevreleyen sıvıya verirler.
İnsan vücudunun yaklaşık % 60’ı sudan oluşur. Bu
sıvının bir kısmı hücrelerin içindedir ve intrasellüler sıvı
adını alır. Hücrelerin dışında kalan boşluklarda bulunan
sıvıya ise ekstrasellüler sıvı denir. Faaliyetlerini devam
ettirebilmeleri için hücrelere gerekli olan tuzlar, oksijen ve
glikoz gibi gıda maddeleri de ekstrasellüler sıvıda ergimiş ve
dağılmış olarak bulunur. Ekstrasellüler sıvı, bütün vücutta
devamlı bir hareket halinde bulunup, kan ile doku boşlukları
arasındaki difüzyon vasıtası ile sürekli “karıştırılmakta”dır.
Bu sebeple, bütün hücrelerin aynı özelliklere
sahip tek bir belirli ortamda yaşadığı düşünülebilir.
Hücrelerin hayatiyetlerini sürdürüp, büyümeleri ve özel
fonksiyonlarını yerine getirmeleri öylesine ince bir hesap ve
titiz bir düzenle tanzim edilir ki, sonuçta iç ortamda bulunan
oksijen, glikoz, çeşitli tuzlar, amino asitler, yağlar, sayısız
metabolit, atık ve artık olmak üzere yüzlerce maddenin
konsantrasyonları, daima belirli sınırlar arasında sabit tutulur.
Ekstrasellüler sıvı büyük miktarda sodyum,
klor ve bikarbonat iyonları ile hücreler için lüzumlu oksijen,
glikoz, yağ ve amino asit gibi gıda maddelerini ihtiva eder.
İntrasellüler sıvının ekstrasellüler sıvıdan en büyük
farklılığı, daha düşük miktarda sodyum ve klora karşılık
daha yüksek konsantrasyonda potasyum, magnezyum ve fosfat ihtiva
etmesidir.
Fizyologlar, organizmanın iç ortamının, hayatiyete en
uygun şartlara sahip sabit bir bileşim ve nitelikte tutulmasına
“homeostasis” adını verirler. Esas itibarı ile bütün organ
ve dokular, bu ideal iç şartların idamesine yardım eden
fonksiyonlara sahiptir. Meselâ akciğerler, hücreler için gerekli
olan oksijenin alınıp, atık olan karbondioksitin
uzaklaştırılmasını sağlarken; böbrekler, tuz konsantrasyonunu
sabit tutar, bağırsaklar da tüketilen gıda maddelerinin yerine,
yenilerini absorbe eder.
Homeostasisin tesisinde sıvı iletim sistemleri öncelikli
bir yere sahiptir. Ekstrasellüler sıvı, iki merhalede vücudun
bütün bölümlerini dolaşır. Dolaşımın birinci bölümü,
kanın damar yatağı içinde tekrar tekrar devretmesi şeklinde
gerçekleştirilir. İkincisi ise, kılcal damarlar ile hücreler
arasında yapılan sıvı transferleri şeklinde yürütülür.
Kalp iki ayrı pompa gibi çalışan bir organdır.
Birinci küçük pompa, kanı akciğerlerden geçecek şekilde
dolaştırır. Diğeri ise vücudun diğer organlarındaki hücrelere
hizmet götüren büyük dolaşım pompasıdır. İstirahat halindeki
bir insanın bütün kanı, yaklaşık olarak her bir dakikada bir
defa, bütün damar yatağını dolaşır. Ağır bir faaliyet
esnasında ise bu hız 6 katına yükseltilerek, kanın vücudu
dakikada 6 defa dolaşması sağlanır. Kılcallardan geçişi
süresince kan ile damar yatağı dışındaki sıvı arasında bir
madde alışverişi olur. Dokulardaki hücreler bir kılcal damara en
fazla 50 μ uzaklıktadır.
Bu sayede herhangi bir molekül kılcallardan
hücreye veya hücreden bir kılcal damara birkaç saniye içinde
ulaşabilir. Çeşitli mekanizmalarla sürekli “karıştırılan”
ekstrasellüler sıvının bileşimi her yerde hemen hemen aynıdır.
Kan, doku kılcallarından her geçişinden sonra akciğerlerden de
bir defa geçer. Böylece dokulardan taşınan karbondioksit dışarıya
verilip, hücrelerin ihtiyacı olan oksijen alınmış olur.
Kalpten çıkan kanın büyük bir kısmı da
mide-bağırsak kanalının duvarındaki kılcal damar sisteminden
geçer. Bu esnada karbonhidratlar, amino asitler ve yağlar dokulara
götürülmek üzere alınır. Sindirim kanalından emilen maddelerin
çoğu, karaciğerde değişikliğe uğratıldıktan sonra hücrelere
taşınır. Vücudun diğer bazı hücreleri; özellikle yağ
hücreleri, mide-bağırsak kanalını döşeyen hücreler, böbrek
ve iç salgı bezi hücreleri de sindirim kanalından emilen gıda
maddelerinin vücutta kullanılacak hale getirilmesine yardım
ederler veya kullanılacakları zamana kadar onları depo ederler.
Kas-iskelet sistemi ise, gıda ve su temini için kişinin hareketini
mümkün kılmak ve vücudu dış tehlikelerden korumak sureti ile
homeostasise katkıda bulunur. Kanın böbreklerden geçişi
esnasında içindeki maddelerden, hücreler için gerekli olmayanlar,
idrar halinde ayrılır. Bunlar, özellikle çeşitli metabolik
hadiselerin artıkları ile ekstrasellüler sıvıda birikmesi
zararlı olan tuzlar ve suyun fazlasıdır. Böylelikle boşaltım
sistemi, ekstrasellüler sıvının hidrojen, sodyum, potasyum,
fosfat gibi iyonlarının miktarını ayarlarken, üre gibi birçok
atık ve artık maddeyi de tasfiye eder.
Buraya kadar anlatılanlar, homeostatik düzenleme
mekanizmalarına sadece birkaç örnektir. Vücutta bunlar gibi
binlerce otomatik regülasyon sistemi bulunur. Ancak bütün bu
mekanizmaların hepsinin ortak bazı karakteristik özellikleri
mevcuttur. Sibernetikte böyle otomatik kontrol sistemlerine
“feed-back” mekanizmaları adı verilir.
Sinir sistemi, vücudumuzu teşkil eden 100 trilyon kadar hücrenin
fonksiyonlarının bir bütün olarak koordinasyonundan birinci
derecede sorumlu ve etkili olan yapıları kapsar. Sinir liflerinden
iletilen elektrik sinyalleri vasıtası ile sağlanan nöral
düzenleme faaliyeti, saniyenin çok küçük bir kesri içinde büyük
bir süratle yürütülür. Sinir sisteminin düzenleme
faaliyetlerine hormonal sistem de yardım eder.
Vücudumuzda 8 adet endokrin bez vardır. Bunlar, hormon adı
verilen kimyasal maddeler salgılarlar. Hormonlar kan dolaşımı
vasıtası ile vücudun her tarafına ulaşıp, organların
fonksiyonlarının regülasyonuna yardım ederler. Meselâ, tiroid
hormonu, bütün vücut hücrelerinde meydana gelen hemen her türlü
reaksiyonu hızlandırır. Böylelikle tiroid hormonu, vücudun
metabolik faaliyet temposunun düzenlenmesine yardım eder. İnsulin,
glikoz metabolizmasının; böbrek üstü bezi hormonları, tuz ve
protein metabolizmasının ve paratiroid hormonu da, kalsiyum ve
kemik metabolizmasının regülasyonuna yardımcı olur.
Hormonlar, esas olarak tüm vücudun global metabolik faaliyetlerinin
düzenlenmesinde rol oynamaktadırlar. Hücre içi metabolizmasının
genler ve enzimler vasıtası ile nasıl kontrol edildiğini daha
önce ele almıştık. Hormonlar da bu genlerin ve enzimlerin
faaliyetlerini merkezi sinir sistemi aracılığı ile denetleyerek;
bir yandan herbir hücrenin kendi ihtiyacı için gereken maddeleri
sentezleyip, bunlarla kendi organellerini inşa etmesini; diğer
yandan da, bu hücrelerin dokular, organlar ve sistemler halinde
organize edilmiş olan triyonlarcasının, bir bütün halinde
vücudun iç ortamının belirli bir denge durumunda tutulması
yönünde-uygun zamanda ve miktarda-katkıda bulunmasını temin
eder.
Görüldüğü gibi, 100 trilyon kadar erden
müteşekkil hücreler ordusunun sevk ve idaresinde, hormonal sistem,
sinir sisteminin yanında ve denetiminde, onu tamamlayan sekonder bir
ultrastabilitör sistem teşkil eder. Hormonal sistemin bütün
fonksiyonları, sinir sisteminin kontrolu altında gerçekleştirilir.
Bu denetleme işlemi, birer muhabere birliği gibi faaliyet gösteren
hormon taburlarının komutanı pozisyonundaki adenohipofiz
bezinin; genel kurmay başkanlığı statüsündeki merkezi sinir
sistemine bağlı bir ordu komutanı gibi faaliyet gösteren
hipotalamus
tarafından sevk ve idaresi sureti ile gerçekleştirilir. Ayrıca
hormonlar hücreleri olduğu kadar birbirlerini de etkilediklerinden
dolayı, hem hücre seviyesindeki faaliyetlerin ayarlanması, hem de
birbirleriyle olan ilişkilerinin tanzimi için, aralarında
hiyerarşik bir organizasyon kurulmuştur. Merkez sinir sisteminin
bir parçası olan hipotalamus, anatomik olarak da adenohipofizin
hemen üzerinde yer alır.
Hipotalamus ile hipofizin ön lobu (adenohipofiz)
arasında birçok haberleşme kanalı mevcuttur. Hipotalamus;
duyurucu, danışıcı ve emredici (aferent, assosiyasif ve eferent)
hatlarla beyne ve vücudun bütün iç organlarına bağlıdır. İç
organlarımıza vejatatif bir bilinçle ve visseral reflekslerle,
adeta kendi kendine komuta eder gibi görünen otonom sinir sistemi
de gerçekte, hipotalamusun emri altındadır. Bu yapılar, birer
entegrasyon ünitesi gibi faaliyet gösterir. Hipotalamus milyonlarca
sinir hücre ve lifinden müteşekkildir. Sinir sisteminin birçok
bölümlerinden buraya nöral mesajlar gelir. Hipotalamusdan çıkan
mesajlar da nöron lifleri tarafından sinir sisteminin ilgili
kısımlarına ve bilhassa otonom sistem merkezlerine gider.
Adenohipofizden salgılanacak herbir hormon için
hipotalamustan ayrı bir komut gelmelidir. Yine hormon salgıları
şeklinde olan bu uyaranlara “serbestleştirici faktör”ler adı
verilir ve herbiri salgılanmasına sebep olduğu hormonun adı ile
anılır: somatotrop hormon (büyüme hormonu) serbestleştirici
faktör, tirotrop hormon (tiroid hormonunu salgılatan hormon)
serbestleştirici faktör gibi. Hipotalamus meselâ, “tirotrop
hormon salgılat” komutu manâsına gelen “tirotrop hormon
serbestleştirici faktör” salgılarsa, adenohipofiz de tirotrop
hormon vasıtası ile tiroid bezini uyararak, onun tiroksin adı
verilen hormonu ifraz etmesini sağlar.
Hipotalamusun birçok farklı görevleri arasında,
adenohipofizin kontrolu da bulunur. Adenohipofiz ise, başlıca
hormonal faaliyetlerin regülasyonundan sorumludur. Hormonların
herbiri vücudun metabolik olaylarına ve fizyolojik fonksiyonlarına
yön veren müessir maddelerdir. Bunları salgılayan organlar bu
nedenle çok ince ve titiz bir denetim altında tutulurlar. Böylece
herbirinin salgıladığı hormon miktarının belirli sınırlar
içinde kalması ve değişen ihtiyaçlara göre salgı seviyelerinin
gerektiğinde yeniden ayarlanması mümkün olur. Bir örnek ile bu
durumu açıklayalım: Soğukta çalışan bir insanda
adenohipofizden tirotrop hormon salgısı arttırılır. Bu hormon,
tiroid bezini uyarır ve daha fazla miktarda tiroksin hormonu
sentezlenir. Bu artış, bütün hücrelerde özellikle de kas ve
karaciğer hücrelerinde oksidasyon reaksiyonlarının hızlanması
ile neticelenir ve açığa çıkan ısının etkisi ile şahsın
vücut sıcaklığı yükselme eğilimi gösterir. Amaca ulaşılınca,
bu zincirleme faaliyete son verilir.
Adenohipofiz, kana verilen farklı hormonların miktarlarına
dair sürekli enformasyon toplar ve hangi hormonun ihtiyacı
karşılamadığını ve hangisinin görevini o an için
tamamladığını da öğrendikten sonra; hangi salgı ünitelerini
ne dozda uyaracağına veya hangilerini uyarmaya son vereceğine
karar verir. Bu komuta faaliyetlerinde salgı bezlerinin
adenohipofiz tarafından izlenmesi, yeni emirlerin buna göre
tanzimi, vücudumuzda sık rastlanan ve sibernetik uygulamaların da
esasını teşkil eden feed-back mekanizmalarına güzel bir örnek
oluşturur.
Adenohipofizin kontrolu altında çalışmayan pankreasın
fonksiyonu ise özerk bir feed-back devresi ile otomatik olarak
yürütülür. Pankreasın insulin sentezleyen hücrelerinin
faaliyeti, glikozun kandaki yoğunluğuna bağlıdır. Kanda şeker
miktarı yükselince, pankreastan salgılanması artan insulin,
glikozun kaslara ve diğer dokulara girip, yanmasını
kolaylaştırmak sureti ile kanın glikoz konsantrasyonunu düşürmeye
başlar. Yoğunluk normale inince, insulin salgısı kesilir. Glikoz
konsantrasyonunun artması halinde, pankreas tekrar insulin
salgılamaya başlar. Bu feed-back mekanizmasının yetersiz duruma
düşmesi halinde daha farklı otomatik ayarlama mekanizmaları
devreye sokulur.
Herbiri, hem kendi iç ahengini tesis eden, hem de
birbirlerini denetleyerek faaliyetlerini sürdüren iç içe geçmeli
sınırsız üniteden oluşan nöral ve hormonal sistemlerin üst
düzeyli merkezleri; bir yandan sadece kendilerine has olan spesifik
birtakım fonksiyonlar yürütürken, diğer taraftan da denetimleri
altındaki kademelerin, vücudun iç dengesinin tesisine ve
fonksiyonel bütünlüğünün korunmasına en uygun tarzda
çalışmalarını sürdürmeleri için, kontrol ve komuta
görevlerini yerine getirirler. Meselâ, talamus ve hipotalamus, bir
yandan duyu ve hareket ile ilgili sadece kendilerince ifa edilebilen
üst düzey fonksiyonlarını icra ederken, diğer taraftan da iç
organlarımızı irademiz ve bilincimiz dışında çalıştıran
otonom sinir sisteminin faaliyetlerini kontrol ederler. Otonom
sistemin fonksiyonlarının homeostasisin sürdürülmesine en uygun
tempoda yürütülmesi için ayrıca, kendi bünyesine de bazı
otomatik kontrol devreleri konmuştur. Bu iç kontrol devrelerinin en
etkinlerini, adrenerjik ve kolinerjik feed-back mekanizmaları teşkil
eder. Adrenerjik bölüm, tehlike hallerinde devreye girmekte ve
şahsın bu kritik durumu atlatabilmesi için gerekli fizyolojik
tedbirlerin alınmasını otomatik olarak temin etmektedir. Böyle
bir durumda, meselâ göz bebeği genişletilerek, retinaya daha
fazla ışık, dolayısı ile daha fazla vizüel enformasyon ulaşması
sağlanırken; ayrıca bir yandan kan basıncı yükseltilerek
kaslara ve diğer ilgili organlara daha fazla kan gönderilmekte,
diğer yandan da kanın enerji üretim hammaddelerinin seviyesi
yükseltilmektedir. Bunlarla da yetinilmeyerek, muhtemel
yaralanmalarda kan kaybını azaltmak için, diğer damarların
aksine, cildin kan damarları daraltılmaktadır. Bütün bunlara ek
olarak, beynin uyanıklık durumunu ayarlayan retiküler formasyonun
uyarılma eşiği düşürülerek, zihinsel fonksiyonlar da alârm
durumuna geçirilmektedir.
Adrenerjik sistemin tam aksi yönde faaliyet gösteren
kolinerjik sistem ise, gerektiğinde adrenerjik sistem tarafından
teyakkuz hallerinde kullanılmak üzere gerekli materyalin dış
ortamdan alınması ve biriktirilmesi ile ilgili fonksiyonları
yönetir. Meselâ, kolinerjik uyarılar sonucu bağırsak kaslarının
faaliyeti ve mide salgısı arttırılarak, gıda maddelerinin
sindirim ve emilimi hızlandırılıp, kolaylaştırılır. Buna
benzer fonksiyonları sebebi ile kolinerjik sisteme “anabolik
(yapıcı, biriktirici) sistem” adı verilirken, adrenerjik sistem
de organizmayı “mücadeleye veya kaçışa hazırlayan sistem”
olarak tanımlanmıştır.
İnsan sinir sisteminin nasıl eşsiz mükemmellik
ve komplekslikteki bir düzenlilik durumu arz ettiğini Prof. A.
Songar, “Beynimiz ve Sinirlerimiz”
adlı eserinde şöyle anlatır:
Sinir sistemimiz bir takım ünitelerden oluşan bir bütün halinde
organize olmuştur. Ancak bu sistemin bütünü, kendisini teşkil
eden parçaların basit bir toplamından ibaret değildir. Sinir
sistemi içinde her parça, her eleman; belirli fonksiyonlar için
gerekli olan, fakat yeterli olmayan bir ünite teşkil eder. Böylece
bir bütün halinde çalışan sinir sisteminin hiçbir elemanı
müstakil olmayıp, ancak, muhteşem bir ahengin, nefis bir sanat
eserinin bir parçasını teşkil eder. Bir senfoni veya isterseniz
bir saz semaisi notasını ele alalım. Burada tek tek notalar,
birtakım basit seslerden ibarettir, ama; hepsi birlikte belirli bir
düzen içinde mütalâa edildiklerinde ortaya bir şaheser çıkar.
O halde bir senfoni, kendisini teşkil eden münferit notaların
basitçe tek tek toplamından daha fazla bir şeydir. Sinir
sistemimiz için de aynı durum söz konusudur. Çevreden alınan
haberler, reseptöre bağlı alıcı sinirin lifleri vasıtası ile
ilk durakları olan “ganglion”a
taşınırlar.
Ganglionlar, çevresel sinir hücrelerinin gövde kısımlarından
oluşan elipsoid yapılardır. Ganglion içindeki hücreler bipolar,
yani iki uzantılı olup; uzun uçları kaslara ve deriye, kısa
uçları ise omurilik içinde yer alan bir nöronun gövdesine
uzanır. Gangliondan geçen mesaj, merkezi sinir sisteminin içlerine
taşınır. Görme, işitme, koklama ve tat alma gibi, reseptörleri
başımızın içine yerleştirilmiş özel duyumların dışında
kalan duyulara ait mesajlar (meselâ: ağrı, hareket, titreşim,
basınç ve dokunma gibi) önce omurilik içine götürülür ve
bunların arasından acil karşılık gerektirenlere omurilik
düzeyinde, derhal gereken ilk cevap verilir.
Omurilik içinden beyne doğru yükselen yollardan, dışarıdan
gelen ve omurilik seviyesinde refleks olarak ilk karşılıkları
verilmiş olan mesajlar taşınır. Omuriliğin beyne bağlandığı
kısımdaki bir ara istasyondan sonra ilk önemli durak yeri, beynin
derinlerinde bulunan talamus adlı büyük nukleustur.
Görme, koklama, tad alma ve işitme gibi reseptörleri
başımızda bulunan özel duyulara ait mesajlar ise omurilik
seviyesine uğramadan, özel bazı yollarla doğrudan beyne girmekte
ve yine aşağıdan gelen mesajlar gibi ilk duraklamalarını
talamusta yaptıktan sonra, beyin kabuğuna geçmektedirler.
Talamusta, bu duyumlar kabaca idrak kıvamına getirilir. Meselâ,
elimize aldığımız bir nesnenin şeklinin ana hatları ile
yumuşaklığı, sıcaklığı ve benzeri özellikleri, buradan şuur
düzeyine çıkar. Daha sonra bu cisim beyin kabuğunda, bütün
nicelik ve nitelikleri ile idrak edildiği gibi, bu algının geçmişe
ait benzer hafıza kayıtlarıyla mukayesesi suretiyle “ne olduğu,
neye delâlet ettiği” de anlaşılmış olur. Alınan mesajlara
karşılık, beyin kabuğundan gönderilen emirler de yine aynı
çift yönlü yolu takip eder. Cevapları omurilik içinden aşağıya
doğru taşıyan hatlar, merkezin ilgili komutunu, gerekli karşılığın
icrasından sorumlu yapıların yer aldığı omurilik düzeyine
kadar indirir.
Bu hiyerarşik organizasyonun son derece önemli sonuçları vardır.
Bu hususu daha iyi anlayabilmek için, duyu organlarımıza dışarıdan
bir mesaj geldiğinde otomatik olarak gerçekleşen olaylar dizisini
tekrar gözden geçirelim: Dış dünyadan bir uyaran alan duyu
reseptörünün lifinde bir elektrik akımı hasıl olur. Bu elektrik
akımı hücre boyunca ilerleyerek çeşitli ara merkezlerden geçip,
en üst karar merciine kadar taşınır. Bu yolculuğu esnasında
mesaj, tekrar tekrar değerlendirilip, içinde bulunan gereksiz
teferruat ayıklanırken, birbiriyle münasebeti olan parçalar ise
birleştirilmektedir. Değerlendirme merkezlerindeki hücrelerin
herbiri, üzerinde binlerce reseptörün taşıyıcı sinir lifi
sonlanan entegratör hücrelerden oluşur.
Korteks altı merkezlerde kademe kademe giderek daha kapsamlı
ve komplike bir şekilde işlenen enformasyon, nihayet korteksteki
ilgili ana merkezde, en mükemmel ve eksiksiz bir yoruma tâbi
tutulur. Nihai değerlendirmenin tamamlanmasına kadar geçen toplam
süre, aradaki merhalelerin sayısı ve uzunluğuyla orantılıdır.
Oysa bazı uyaranlara çok kısa bir zamanda karşılık verilmesi
zorunlu olabilir. Meselâ, yolda yürürken ayağımıza bir çivi
batsa, ağrı beynimize ulaşmadan çok önce, yani biz hadiseyi
şuurlu olarak idrak etmeden evvel, ayağımızı çivinin olduğu
yerden ani bir hareketle çekeriz. Eğer ağrının kortekse ulaşıp,
idrak edilmesinden sonra bu cevap verilse idi, ilk tedbir çok
gecikmiş olurdu.
Refleks cevabın hedefi, öncelikle tehlikeden uzaklaşmaktır.
Daha sonra, şuurlu olarak alınması gereken ileriye yönelik
kararlar, kortekste belirlenir. Refleks cevap için bir grup adale
kasılırken, onların karşısındaki diğer bir grup kasın da
gevşemesi gerekir. Ayağına çivinin battığı anda şahıs,
yerçekimine karşı koyarak, yürümektedir. Vücudun diğer
bölümlerindeki kasların da yardımı ile refleks karşılıklar
dizisi, şahsın dengesini bozmayacak şekilde ayarlanır. Bunun için
diğer bacaktaki, beldeki ve koldaki adaleler de karşılıklı
olarak en uyumlu bir silsile içinde kasılıp, gevşemelidir. Bu
hareketlerin koordinasyonu için çeşitli komutların, “uyarıcı”
ve “durdurucu” mesajlar halinde muhtelif nöron gruplarına
gönderilmeleri gerekir. Görüldüğü gibi, sinir sisteminin en alt
seviyesince organize edilen en basit görünüşlü fonksiyonları
bile, kompleks süreçler ve titiz ayarlamalar gerektirmektedir.
Bu bağlantılar sayesinde, bazı hareketleri öğrenmemiz ve
daha sonra otomatik bir tarzda icra etmemiz mümkün olur. İlk defa
gerçekleştirmeye çalıştığımız hareketleri “iradeli olarak”
icra ederiz. Öğrenme tamamlandıktan sonra bunlar, artık otomatik
olarak yapılmaya başlanır.
Piyano çalmaya yeni başlayan birini tasavvur
edelim. Bu kişi, başlangıçta her gördüğü nota için hangi
tuşa basacağını düşünecek ve bu iradeli faaliyet onu epeyce
yoracaktır. Zamanla hareketleri otomatikleşince, artık notayı
okurken hangi tuşa nasıl basacağını düşünmeden, piyanoyu
peşpeşe birtakım ritmik hareketler yaparak kolayca çalmaya
başlar. Bu ritmiklik, tıpkı yürümedeki veya yazı yazmadaki
otomatizme benzer.
Burada beyin korteksi ile onun altında yer alan
ve ekstrapiramidal sistem adı verilen bölgenin bir görev taksimi
yaptığı görülür. İlkin iradeli olarak gerçekleştirilen
hareketler, kortekste yer alan fevkalâde özel yaratılışlı ve
üstün kabiliyetli hücre grubunca sevk ve idare edilir. Bu hareket
modeli, tekrarlana tekrarlana bir hareket örüntüsü şeklinde
hafızaya kaydedilerek korteksin altında, beynin derinliklerinde
bulunan “ekstrapiramidal sistem” hücrelerine iletilir. Bu
öğrenilmiş davranış kalıbı orada, tıpkı bilgisayar diskine
kaydedilmiş bir program gibi gerektiğinde kullanılmak üzere
saklanır. Daha az iradeli ve daha az şuurlu olarak; hatta tamamen
otomatik olarak da çalışabilen ekstrapiramidal sistem, artık bu
hareketleri gerektiğinde, korteksi hiç meşgul etmeden, kendi
kendisine de icra edebilir.
Korteksteki iradeli sistemin piramidal hücreleri
de böylelikle, yeni şeylerin öğrenilmesinde kullanılmak üzere
serbest kalmış olurlar. Ekstrapiramidal sistemin fonksiyonları
piramidal sisteme göre çok daha az enerji gerektirdiği için, iyi
öğrenilmiş veya alışılmış işler, bu sistemin yönetimi ile
daha az yorularak yapılabilmektedir.
Duyu ve motor sistemlerde, yani hem alıcı hem de icra edici
ünitelerde, hiyerarşik bir organizasyon meycuttur. Alınan
intibalar, ganglion hücrelerinde değerlendirilerek ilk elemeye tâbi
tutulmakta, daha yukarıda beyin sapında küçük çapta bir işlem
daha gördükten sonra talamusta genel olarak işlenmekte ve nihayet
beyin korteksinde bulunan kendisine ait merkeze ulaşmaktadır.
Gereken değerlendirmeler yapıldıktan sonra uygun cevaplar ve
emirler, haberin önem ve orijinallik düzeyi ilgili merkezde
belirlenmekte, bilâhare omurilik seyiyesine indirilip ön boynuzda
yerleşmiş olan motor nörona ve oradan da icra organına
ulaştırılmaktadır.
Sinir sisteminde de tıpkı bir ordudaki gibi her kademe,
kendi altındaki bir kademeyi kontrol eder. Böylece beyin korteksi
ekstrapiramidal sisteme; ekstrapiramidal sistem, beyin sapındaki
motor çekirdeklere; beyin sapı da, omurilik seviyesine komuta eder.
Yine her kademe, bir taraftan altındaki tabakaları denetlerken,
diğer taraftan da ona has olan ve sadece kendisinin yapabileceği
fonksiyonları icra eder. Duyu sistemi için de aynı hiyerarşik
teşkilâtlanma söz konusudur. Bir ordunun istihbarat ve muhabere
birliklerinin mensupları; dinleme cihazlarından, ajanlardan ve
benzeri kaynaklardan aldıkları bilgileri ilk süzgeçten
geçirdikten sonra daha yukarı makamlara götürürler. Buralarda,
diğer haber kaynaklarından gelen bilgiler ile birleştirilerek yeni
tasniflere, değerlendirmelere ve elemelere tâbi tutulan istihbarat,
genel kurmaya kadar iletilir. Eğer mesaj bir karşılık
gerektirecek kadar önemli ise, oradan çıkacak onunla ilgili
emirler de yine mutlak bir hiyerarşik düzen içinde alt komuta
merkezlerine ve nihayet icra elemanlarına kadar nakledilir. Bir
orduda olduğu gibi, sinir sisteminde de her kademenin yaptığı iş
ve nihai icraat, çeşitli feed-back bağlantıları vasıtası ile
üst merkezlerce kontrol edilmekte, gayeden sapmalar düzeltilmekte,
bozuk üniteler tamir edilmek üzere, ana teşkilât bünyesinden
ayrılmaktadır.
*
Bu sayısal değerler, daha sonra yapılan gözlemlerin sonuçları
doğrultusunda değişikliğe uğramışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder