26 Mart 2015 Perşembe

TEMEL EPİSTEMOLOJİK VE ONTOLOJİK PARADİGMALAR

TEMEL EPİSTEMOLOJİK VE ONTOLOJİK PARADİGMALAR





İnsanlığın ortak entelektüel mirasının ve birikiminin gelişimini incelediğimiz “Düşünce Tarihi” başlıklı kısımda açıkça görüldüğü gibi, insan, daima kendisinin, içinde bulunduğu toplumun, ve hatta; dünyası, güneşi, ve yıldızlarıyla tüm kâinatın yapısını ve bunlarla ilgili olayları anlamak,öğrenmek ve bilmek istemiştir. Bir çok düşünür ve bilim adamının bu alanlardaki sistemli inceleme ve araştırmaları sonucunda da ortaya birçok farklı “insan”, “toplum” ve “kâinat” anlayışı ve modeli çıkmıştır.
İnsanın en temel özelliklerinden biri, “düşünme,öğrenme ve bilme” gibi entelektüel faaliyetleridir. Herhangi bir alanda çalışan bir araştırmacı, inceleme konusu olarak “kâinatın bir unsuru olarak bizzat kendisini”, “birlikte yaşadığı diğer insanları”, “bir parçası olduğu toplumun hukuk, ekonomi, eğitim gibi bir sosyal yapı unsurunu” veya “dünyadan trilyonlarca kilometre uzaktaki bir yıldızı” seçebilir.
Her türlü felsefi ve bilimsel araştırmada, bir yanda “bu çalışmayı gerçekleştirmekte olan kişi”, diğer yanda da “incelemeye konu olan varlıklar (insanlar, toplumlar, bitkiler, hayvanlar, dünya, yıldızlar, vesaire) veya bu varlıklarla ilgili bir olay” mevcuttur. Bu nedenle klâsik felsefe kitaplarında, böyle bir çalışma sonunda ortaya konan “bilgi”nin tanımının, ”bilen (özne) ile, bilinen (nesne) arasındaki (zihinsel) ilişki” olarak yapılması, yüzyıllardır bir gelenek olagelmiştir.
Felsefe, insan yaşantısının tüm kesim ve alanlarını konu alabilen bir etkinlik olduğu için “eğitim, siyaset, etik, estetik ve benzeri” birçok dala ayrılır. Felsefenin bir dalında, inceleme konusu olarak” bilgi” ele alınır. Epistemoloji veya bilgi felsefesi olarak adlandırılan bu alanın başlıca konuları; bilginin kaynakları, geçerliliği, sınırları ve türleridir.
Daha geçerli bir tarife göre bilgi, “insan zihninin varlık ve olaylara yönelik kavrama faaliyetinin ürünü”dür ve genellikle konuşma diline ait kelimelerle veya matematiksel ya da mantıksal sembollerle ifade edilir. Felsefede veya psikolojide tanımlanan şekliyle bilgi, özellikle de “önermeler” halinde ifade edilebilen bilgi, bir önermenin doğru olduğunu bilme keyfiyetidir. Her ne kadar, bu tür bilgi, tabii veya suni bir dilin varlığını gerektirse de; bilginin, ancak ve ancak bir önermeyle ifade edilebildiği zaman bilgi olabileceği de iddia edilemez.
Bilgininin dille ifade edilebilir oluşu mutlak bir zorunluluk sayılmasa da, doğru olması kesin bir zorunluluktur. A. J. Ayer’in ifadesiyle bilgiden söz edilebilmesi için, “bilindiği öne sürülen şeyin doğru olması, öne süren kişinin bundan şüphe duymaması, ve şüphelenmemekte de haklı olması” gerekli ve yeterlidir.
Bir önermenin doğru olduğunu bilmek (teorik bilgi) ile bir hareketi veya faaliyeti yerine getirmeyi bilmek (pratik bilgi) arasında bir ayrım yapılmalıdır. Meselâ, “yüzme biliyorum” cümlesinde bilme kelimesi, esas olarak, bir beceriyi dile getirecek şekilde kullanılmıştır. Birinci manâsıyla “bilme”nin ayırt edici özelliği ise, ilgili önermenin bir doğruluk değeri taşımasıdır. Bazen, ikinci manâda bilme, birincideki anlamı da içerebilir.
Varlıklar hakkındaki bilgilerimizin tümünün; hem bilen (özne), hem de bilinen (nesne) açısından en geniş kapsamda ele alındığı disiplin “gnosiyoloji”dir. Bilgiyi, yalnız “bilginin nesnesi” yönünden konu alan felsefe dalına “ontoloji” veya “varlık felsefesi” adı verilir.
Ontoloji, Yunanca varlık (on, ontos) kökünden türetilmiş olan bir terimdir. Bu felsefe dalında genel olarak var olma ilkeleri ve bir bütün olarak varlık ele alınarak, var olanın en temel nitelikleri araştırılır.
Psikolojinin zihnimizin yapı ve çalışma özellikleriyle ilgili bölümü olan “kognitif psikoloji”de ise yalnız “bilginin öznesi” incelenir. “Sistemli ve güvenilir bilgi üretme prosesi” olarak da tanımlayabileceğimiz bir etkinlik olan bilimsel çalışmalarda kullanılan farklı metotların ve bilime farklı bakış açılarının araştırıldığı disipline de “bilim felsefesi” denir.
Bilen özne ile bilinen nesneye farklı derecelerde öncelik, önem ve ağırlık verilmesi sonucu, düşünce tarihi boyunca birçok farklı felsefi ekol, okul, akım ve paradigma doğmuştur. Daha çok bilinene, yani nesneye ağırlık verilen yaklaşımların başında “empirizm” ve “realizm” gelirken, önceliğin bilen özneye tanındığı yaklaşımların en önemlileri ise “rasyonalizm” ve “idealizm”dir. Şimdi “düşünce tarihi” ile ilgili kısımda genel çerçevesi çizilmiş olan bu temel paradigmaların karakteristik özellikleri ve gelişim çizgileri ana hatlarıyla gözden geçirilecektir.






Empirizm ve Rasyonalizm




Empirizm, tüm bilgilerin ve kavramların deney ve gözlemden türediğini, dolayısıyla bir önermenin ancak deney veya gözlemle doğrulanabileceğini savunan yaklaşımdır. Empirizm ve rasyonalizm, felsefe tarihinin başlıca iki rakip ve zıt epistemolojik akımlarıdır.
Günlük dilde veya felsefi söylemde tecrübe, genellikle duyu organlarının uyarılmasıyla ilişkilendirilir, ama birçok empirist düşünür, tecrübenin yalnızca duyularla sınırlı olmadığını, acı veya korku gibi ruhsal yaşantıları da içerdiğini söyler. Ahlâki, estetik ve dini yaşantıların da tecrübe sayılıp sayılmayacağı hususu, empirist düşünürler arasında tartışma konusudur.
Empirist düşünürlerin bazıları, a-priori kavramları ya bütünüyle reddederler, veya bunların içeriksiz ifadelerden ibaret olduklarını; önermelerin, ancak tecrübe konusu olabilecek nesneler arasında, yine tecrübeye konu olabilecek bağıntıları dile getirdikleri ölçüde doğrulanabileceklerini savunurlar. Bu anlayışa göre, mantığın a-priori geçerliliğini bilimsel bir içerikle birleştirmek suretiyle bir felsefe sistemi geliştirmek imkânsız olup; sadece akla dayalı bir araştırma yöntemi de söz konusu olamaz.
Bazı empirist düşünürler doğrudan doğruya tecrübeden kaynaklanmayan bazı kavramların ve birtakım kavramlararası ilişkilerin mevcudiyetini reddetmese de, bunların nesnel dünyaya ait hiçbir gerçek bilgi unsuru sağlamadığını ileri sürer. Ilımlı empiristler ise, özellikle matematiksel önermelerin a-priori ve insanın bilgi edinme potansiyelini arttırıcı niteliğe sahip olduklarını kabul etmekle birlikte, yine de nesnelere ait önermelerin ancak tecrübeyle doğrulanıyorlarsa sağlıklı ve güvenli bilgi içereceklerini savunurlar.
Empirist düşünürler, tarih boyunca, bir yandan tecrübeyle test edilmemiş dogmalara ve aşkınlık iddialarına karşı çıkarken, diğer yandan da; aklın tek başına ürettiği kavramların, sağlam bir dayanaktan yoksun olup, gerçek nesneler hakkında hiçbir geçerli bilgi içermediklerini savuna gelmişlerdir.
Epistemolojide empirizmin etkisiyle ortaya çıkan bazı önemli görüşler şunlardır: 1-) Her tecrübe, nesnesiyle veya öznenin içinde bulunduğu subjektif şartlarla ilgilenilmeksizin, kendi başına ve izole bir durumda ele alınabilir. 2-) Tecrübeyi yaşayan kişi, zihninde işlenen verilere hiçbir aktif müdahalede bulunamaz; insan, tecrübesine hiçbir şey katmaz, aksine tüm bilgisini tecrübeden edinir. 3-) Gözlem ve deney aracılığıyla sağlananlar dışındaki bilgi türleri geçersizdir. Tutarlı ve güvenilir bilgi üretimi için, her türlü görüş ve düşüncenin tecrübeyle testini mümkün kılacak bir yöntem kullanılmalıdır. 4-) Kâinata ait olan herşey olgulara indirgenebilir ve tecrübeyle doğrulanan olgusal önermelerin miktarı belli bir düzeye ulaştığında da tüm kâinat, nesnel olarak açıklanmış olur. Olguculuk veya pozitivizm olarak bilinen bu yaklaşımı savunanlara göre olgusal içerikten yoksun oldukları için bütün aşkın ve metafizik önermeler geçersizdir.
Pozitivizm terimi, dar anlamıyla A. Comte’un felsefesi için de kullanılır. Pozitivist yaklaşımın en genel özelliği, doğrudan deney ve gözleme dayanmayan ve bu yollarla teyid edilemeyen tüm önermelerin geçersiz sayılması ve bütün geleneksel felsefe sistem ve görüşlerinin “metafizik” olarak nitelenerek reddedilmesidir. Pozitivizm, tarihi olarak Grek Sofistlerine dek uzanır. Daha yakınlarda ise gelişimi, Fransız aydınlanmacılarının ve İngiliz empiristlerinin çalışmalarıyla sürdürülmüştür. A. Comte’un da etkisiyle J. S. Mill olguculuğun biçimsel yapısını ve ilkelerini geliştirmeye çalıştı. Olguculuğun İngiltere’deki bir diğer temsilcisi olan H. Spencer, felsefesinde, Darwin’in evrimle ilgili görüşlerine de yer verdi. Olguculuk, daha sonra, Almanya ve Avusturya’da kabul gördü. Viyanalı fizikçi ve düşünür E. Mach, D. Hume’un görüşlerinden hareketle, tüm geçerli bilgilerimizin dolaysız olarak deney yoluyla duyu verilerinden elde edilen unsurlardan ibaret olduğunu ileri sürdü. Mach’ın “epistemolojik modellerin değişebileceği, ama olguların değişmeden kaldığı” şeklindeki tespiti kendisini izleyen birçok olgucu düşünürün de hareket noktası oldu. Fakat bilimsel açıklama prosesinin tamamının yalnız ve yalnız deney ve gözlem verileriyle gerçekleştirilmesi gerektiğini öne süren Mach, birçok bilim felsefecisi tarafından, ancak dolaylı olarak test edilebilen karmaşık soyut kavram ve teorilere giden yolu kapatmak ve tüm bilim etkinliğini sadece tanımlama ve tasvirden ibaret donuk ve basit bir süreç olarak kısıtlamakla suçlanmıştır.
Empirist eğilimli bazı düşünürlerin özel önem verdiği kavramlardan biri, determinizmdir. Bu empirist düşünürlerin bir kısmına göre, kâinat, rastlantılar ve zorunlulukların bir arada tuttuğu ve hiçbir aşkın nedenle ilişkileri bulunmayan nesneler, olaylar ve durumların bir toplamından ibarettir. Bundan dolayı da bir bilim adamı sadece gözlediği varlık ve olaylarla sınırlı tasvir ve açıklamalarla yetinmelidir. Empirist düşünürler felsefi etkinliği de genellikle sadece gözlem ve deney verilerinin incelenmesiyle sınırlarlar.
Batıda empirizmin ilk temsilcilerinin Eski Yunanlı Sofistler olduğu kabul edilir. Tüm kâinatı bir bütün olarak kapsayan kurgusal genellemelere karşı çıkan Sofistler, ilgilerini içlerinde yaşadıkları toplum ve fertleri üzeride yoğunlaştırarak, rasyonalist yaklaşımları reddettiler. Daha sonra Epikürüsçüler kavram oluşturmada empirist bir tutum takınarak, kavramların geçmişte yaşanan tecrübelerin zihinde bıraktığı izlerden kaynaklandığını savundular. 14. yüzyılda Ockham’lı William, empirist bir sistem geliştirerek, duyu verilerine dayanmayan ideaların kâinatta hiçbir gerçek karşılıklarının bulunmadığını iddia etti. Onu izleyenlerin geliştirdiği radikal empirist okul mensupları, kâinattaki nedensel ilişkilerin, akıl vasıtasıyla kavranabilecek türden bir olgu olmayıp, ancak gözleme dayalı bir ardışıklığı yansıttığını iddia etti. 16. yüzyılda F. Bacon, a-priori kavramların varlığını reddetmemekle birlikte, geçerli tek bilgi türünün tabiattan gözlem ve deney yoluyla edinilen bilgiler olduğunu savundu. Kilise dogmalarının özgür düşüncenin önündeki en büyük engel olduğu bir dönemde yaşamış olan Bacon, geçerli bilgi edinmeyi ve batıl inançların bu geçerli bilgiden ayrımını mümkün kılacak olan bazı ilkeler önerdi. Bacon’a göre doğru bir kâinat telakkisi için, tabiata ait nesnel verilerin sistematik hatta mekanik bir metotla derlenip, tasnifi gerekir.
Aydınlanma filozoflarının ilki sayılan J. Locke, empirizme en kapsamlı tanımını kazandırdı. Zihnin, bir “tabula rasa” olduğunu vurgulayan Locke, doğuştan gelen düşünceler (ideae innatae) anlayışını şiddetle reddetti. Onu izleyen G. Berkeley manevi töz dışında kalan herşeyin, ancak duyularla algılandığı ölçüde ve sürece var olacağını ileri sürerek empirizm ile idealizmi birleştirdi. Locke’un anlayışını daha da ileri götüren D. Hume, insan zihninin gerçekte, dış dünyada hiçbir bağıntı algılayamayacağını; yalnızca bazı tecrübelerimizin kopyaları olan idealar arasında, alışkanlık nedeniyle birtakım ilişkiler kurmasının mümkün olabileceğini iddia etti. Hume, tecrübeye dayalı geçerli bilgileri, boş inançlardan ayırt etmekte kullanılabilecek bazı ölçüler de getirdi.
Hume’dan büyük ölçüde etkilenmekle beraber eleştirel bir yaklaşımla, rasyonalizmi hareket noktası olarak alan İ. Kant, empirizm ile rasyonalizm arasındaki karşıtlığı bir ölçüde gidermeye çalıştı. “Bütün geçerli bilgiler deneyle başlar, ama tamamıyla deneye dayanmaz” diyen Kant, aklın deney verilerini düzenleyici bir fonksiyonu olduğunu vurguladı ve bilginin deney kaynaklı kısmını, zihnin bilme yetisinden kaynaklanan kısmından ayırt etmeye çalıştı.
19. yüzyılda J. S. Mill ve H. Spencer gibi düşünürler İngiltere’de empirist geleneği sürdürdü. Matematik de dahil olmak üzere tüm bilgilerimizin tecrübe kaynaklı olduğunu ve tümevarım yoluyla edinildiğini ileri süren Mill’e göre, matematiğin görünüşteki zorunlu doğruluğu, bu disiplinin dayandığı tecrübelerin, diğer tüm bilme alanlarındakilerden farklı oluşundan dolayıdır. Evrimci düşünür Spencer ise daha çok inançlar üzerinde durarak, eski kuşakların tecrübeyle doğrulanmamış inançlarını, sonraki kuşaklara aktara geldiklerini ileri sürdü.
20. yüzyılda Viyana Çevresi’nin “mantıksal olguculuğu”, empirizme yeni bir görünüm kazandırdı. Bütün bilim dallarında ortaklaşa kullanılabilecek bir yöntem ve mantıksal dil geliştirmeyi amaçlayan Viyana Çevresi’ne mensup düşünürler, metafiziksel önermeleri ve tecrübeyle doğrulanabilir nitelikte olmayan tüm genellemeleri kesin bir şekilde reddettiler. Viyana Çevresi düşünürleri önermelerin geçerlilikleri için deney yoluyla doğrulanabilir olma özelliğine ağırlık verirken, K. Popper’in öncülük ettiği bazı empirist düşünürler ise, önermelerin yanlışlanabilirliğini, geçerliliklerinin temel kriteri olarak benimsediler.
Günümüzde, bir yandan L. Wittgenstein’ın “analitik felsefi yaklaşımı”, diğer yandan W. V. Quine ve N. Chomsky gibi düşünürlerin öncülük ettiği linguistik felsefi öğretiler başta olmak üzere, bazı modern anlayışlardan kaynaklanan eleştirilerin yönlendirmesiyle empirizmin temel varsayımları yeniden irdelenmeye başlanmıştır.
Epistemolojide empirizmin zıddı ve rakibi konumunda bulunan paradigma “rasyonalizm”dir. Rasyonalist düşünürler aklı, bilginin temel kaynağı ve akla uygunluğu da bilginin tek geçerlilik ölçüsü sayarlar. Rasyonalist yaklaşımın özü; kâinatın, rasyonel bir düzene sahip bir bütün olduğu ve parçalarının birbirine mantıki bir gereklilik ve uyumla bağlanmış olduğu için doğrudan kavranabilir bir epistemolojik niteliğe sahip bulunduğu görüşüne dayanır. Rasyonalist düşünürler için matematik, çoğu defa hem bir dayanak noktası, hem de bir ilham kaynağı teşkil eder.
Rasyonalist yaklaşıma göre bazı kavramların kaynağı a-priori ilkelerdir. İnsan, düşünme kabiliyeti aracılığıyla duyu verilerini aşan tümellerin bilgisine ulaşabilir. Her tümel bir soyutlamadır ve duyulara değilse de, düşünceye açıktır. Mantık ve matematiğin tamamı ile diğer birçok alan ve disiplinin formel çatısı bu tür unsurlardan oluşur. A-priori veya akli ilkeler ile kavramlar, “zorunlu” ve “evrensel”dir. Rasyonalist yaklaşımın önemli zihinsel araçlarından biri olan sezginin epistemolojik önemini ilk vurgulayan batılı düşünürlerden biri olan Pythagoras, tabiatta gözlenen matematiksel ilişkilere dayanarak, kâinatın “temel ilkesi” (arkhe)nin aritmetiksel bir niteliğe sahip olduğunu belirtti. Pythagoras, felsefi açıdan; tikellerin değil, tümellerin ve tümeller arasındaki ilişkilerin önemli olduğuna da dikkat çekti. ”Menon” adlı diyaloğunda, eğitimsiz bir köleye bir geometri teoreminin ispatını yaptıran Sokrates örneğiyle Platon da; akli kavram ve rasyonel sezginin, duyusal tekil algılara üstünlüğünü savunur. Öğrencisi Aristoteles ise, rasyonel açıklama biçiminin temel aracı olarak gördüğü kıyas mantığının ilkelerini formüle ederek rasyonalizme önemli bir katkıda bulundu.
Modern rasyonalizmin ilk temsilcisi sayılan Descartes’ın amacı da felsefeye matematiğin kesinlik ve açıklığını kazandırmaktı. Descartes, kullandığı metodik şüphe tekniğiyle; sonunda, hiçbir şekilde kuşku doğurmayacak açıklık ve kesinlikteki iki temel felsefi aksiyoma ulaşır: “Cogito, ergo sum” ve “Tanrı vardır”. Spinoza ve Leibniz, temel çizgileriyle Descartes’ın yaklaşımını benimsediler. Varolan her şey Tanrı’dandır ve Tanrı olmaksızın hiçbir şey varolamaz ve bilinemez diyen Spinoza’ya göre insan bilgisi de Tanrı’ya dayanır ve Tanrı dışında hiçbir töz, direkt olarak bilinemez. Leibniz ise “aklın doğruları” ile “nesnelere ait doğrular” arasında ayrım yaptı. Kant’ın bu gelişime katkısı, aklın işleyiş tarzı ve bilginin deney ötesine uzanması konusuna yeni bir yaklaşım getirmek oldu.
Gerçek olanın akli, akli olanın da gerçek olduğunu vurgulayan Hegel, dünyayı anlama ve açıklama süreci olarak felsefenin hareket noktasının bu ilke olması gerektiğini savundu. Hegel’e göre, kâinat tek ve mutlak bir zihnin yansıması olan, parçaları birbirini zorunlu kılan bir bütündür ve bir filozof, bu mutlak zihni kavrayabildiği oranda doğruya ve gerçekliğe ulaşır. İngiltere’de F. H Bradley ve B. Bosanquet, ABD’de de J. Royce, benzer rasyonalist öğretiler geliştirdiler.
Ünlü fizikçi A. Einstein da gözlem ve deneyden tamamen bağımsız, bütünüyle düşüncelerimizin ürünü olan matematiksel bağıntıların kâinatta gözlenen birtakım olgulara gösterdiği büyük uygunluğa dikkatleri çekerek rasyonalist eğilimlerini zaman zaman dile getirmiştir. Einstein bilim felsefesiyle ilgili bir yazısında bu hususta (özetle) şunları ifade eder:
“Teorik bir sistemin gelişimi gözden geçirilirken, teorinin elemanları ile empirik olgular arasındaki ilişki üzerinde önemle durulmalıdır. Burada özellikle bilgilerimizin ayrılmaz iki unsuru olan “olgusal veriler” ile “akli tasarımlar” arasında sürüp giden çekişmeye dikkat etmek gerekir. Antik Yunanistan’a, bilimin mantıksal bir sistem halinde doğduğu belde olduğu için saygı duyarız. Bununla, Euclides geometrisini kast ediyorum. Bu sistemde akıl yürütme öylesine tam ve kesindir ki, ulaşılan tüm sonuç ve çıkarımlar, hiçbir şüpheye mahal bırakmayan tam bir kesinlik arz eder. Muhakeme gücünün eriştiği bu yüksek seviye insanlığın daha sonraki başarıları için de daima eşsiz bir örnek ve teşvik kaynağı olmuştur. Benim kanaatime göre zihnini Euclides’in tasavvur yetisiyle donatmayı başaramayan hiçbir genç, bilimsel bir kafa yapısına sahip olduğunu düşünmemelidir. Ama gerçek dünyanın tümünü kapsayan bir bilim için, insanoğlunun ikinci bir unsura, Kepler ve Galileo’nun açtığı yolu izleyenlerin önemle üzerinde durduğu bir başka şeye daha ihtiyaç vardır. Realite, olgusal yaşantı ile başlar ve biter. Sadece akıl yoluyla elde edilen önermeler olgusal içerikten yoksundur. Teorik fiziğe ait bir sistem; bazı temel kavramlar, bunların dayandığı yasalar ve bunlardan mantıksal çıkarım yoluyla elde edilen birtakım sonuçlardan oluşur. Bu sonuçların daima tüm gözlemlere uygun düşmesi şarttır. Euclides geometrisinin yapısında da aynı özellikleri görmekteyiz. Şu farkla ki, buradaki temel yasalar “aksiyom” olarak adlandırılmıştır ve bunlardan mantıksal çıkarım yoluyla ulaşılan teoremlerin de olgusal dünyada reel karşılıkları bulunmaz. Ancak eğer tarihi gelişiminin başlangıcındaki empirik içeriğinden soyutlamazsak, geometriyi uzaysal ilişkileri dile getiren bir tür olgusal bilim olarak kabul edebiliriz. Bu durumda geometri ile teorik fizik mantıksal açıdan özdeş olan iki disiplin haline gelir. Bu açıdan bakınca, teorik bir disiplin olarak fizikte, saf yargı ile deneyimin konumları daha iyi görülür. Teorik fizik alanına ait bir sistem, genel yapısını zihinsel yargıya borçlu olsa da, empirik içeriği ve bu içeriğin olgusal dünyayla ilişkileri ise, teorinin sonuçlarında kendini gösterir. Temel kavramlar ve ilkeler başta olmak üzere sistemin bütünün değeri ve yararı, olgusal ilişkileri dile getiren bu sonuçlara bağlıdır. Teorik nitelikli olan temel kavramlar ve ilkeler, aklın özgürce kurduğu soyut yapılar olup, bunların ne şekilde bulunarak ortaya kondukları, mantıksal yolla gösterilemez. Bilimsel bir teoriyi oluşturan kavram ve postulatların kurgusal nitelikte olduklarına dair olan bu görüş, oldukça yenidir. 18., hatta 19. yüzyılda, temel kavram ve ilkeler ile, bunları olgusal dünyaya bağlayan ifadeler arasındaki ayrım, çok belirgin değildi. Bu ayrılık, teorinin mantıksal yapısı yalınlaştıkça, yani birbirinden bağımsız temel kavram ve ilkelerin sayısı azaldıkça, giderek artmaktadır. Fizikte ilk gerçek teorik sistemin kurucusu olan Newton bile teorisinin dayandığı temel kavram ve ilkelerin tamamen empirik olgulardan çıkarılabileceğini düşünmekteydi. “Hipotez kurmuyorum” derken, esas olarak bu görüşünü dile getirmek istiyordu. Aslında o yıllarda zaman ve uzay kavramlarının hiç sorunsuz bir şekilde tanımlanabileceği sanılmaktaydı. Kütle, eylemsizlik ve kuvvet kavramlarıyla bunları birbirine bağlayan yasaların da gözlemlerden kolayca çıkarılabileceği düşünülmekteydi. Bu temel üzerine kurulan yer çekimi ve diğer kuvvetlerle ilgili ilişkilerin de aynı şekilde empirik olgulardan soyutlandığı varsayılmaktaydı. Aslında dikkatle bakıldığında, mutlak hareketsizliğe dayanan mutlak uzay kavramını ifade ederken Newton’un pek o kadar da rahat olmadığını görebilmek mümkündür. Çünkü doğrudan gözlemlerde bu kavrama karşılık gelen herhangi birşeye rastlamak mümkün olmamaktadır. Ne var ki, teorisinin pratikte gösterdiği büyük başarı, gerek Newton’un, gerekse kendisinden sonra gelen fizikçilerin, sistemi oluşturan kavram ve ilkelerin tamamen kurgusal olan niteliğini görebilmelerine engel oldu. Hatta günümüze gelinceye kadar fizikçilerin çoğu, temel kavram ve postulatların bazı gözlem verilerinden “soyutlanarak” elde edildiği görüşünü ısrarla savundular. Onlar bu kavramlarla ilkelerin empirik olgulardan tamamen bağımsız saf zihinsel kurgular olabileceğine ihtimal dahi vermediler. Bu anlayışın yanlışlığı, ancak genel relativite teorisinin ortaya konmasıyla açık bir şekilde anlaşılabilmiştir. Nitekim bu teori, sadece daha fazla olguyu başarıyla açıklamakla kalmamış, aynı zamanda bir olgu grubunun birden fazla teori ile açıklanmasının mümkün olduğunu da göstermiştir. Burada bu iki teoriden birinin diğerine olan üstünlüğü sorununu bir yana bırakarak, yalnızca teorilerin kavram ve ilkelerinin esasen kurgusal oldukları gerçeğine dikkat çekmekle yetinebiliriz. Böylece bu ilke ve kavramların empirik gözlemlerden mantıksal olarak çıkarıldıkları iddiasının geçersizliği de açıkça ortaya konmuş oldu. Ancak bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir: Eğer teorik fiziğin tüm aksiyomatik temelleri, tamamen zihnimizin oluşturduğu kurgulardan ibaretse, günün birinde gerçeğe ulaşma umudumuzu hâlâ sürdürebilir miyiz? Daha da vahimi, acaba gerçek dediğimiz şeyin zihinsel tasarımlarımızın ötesinde bir mevcudiyeti söz konusu olabilir mi? Bana sorarsanız, ben, doğruya giden bir yolun var olduğunu ve bizim de onu bulabileceğimizi tereddütsüzce söyleyebilirim. Bugüne kadar ki tecrübelerimiz tabiatın, düşünülebilecek en yalın matematiksel kavramlarla tasvir ve izahının mümkün olduğunu göstermiştir. Saf matematiksel yöntemlerle, tabiatı anlamamızı sağlayan kavramlara ve bu kavramları birbirine bağlayan yasalara ulaşabileceğimiz inancındayım. Bazı gözlem verileri bizde, belki birtakım uygun matematiksel kavramlara dair bir sezgi uyandırabilir, ama onlara asla mantıksal bir zorunluluk kazandıramaz. Hiç şüphe yoktur ki, matematiksel teorilerin pratik değer ve yararının biricik kriteri, olgusal destek ve teyitlerdir. Ancak kurucu ve yapıcı ilkeyi deneylerde değil, matematikte arayacağız. Bu nedenle, çok eski çağlardan beri özlenmekte olduğu gibi, ben de saf düşünce ile gerçeğe ulaşabileceğimize inanıyorum.”42










İdealizm ve Realizm




Gelişimlerini ve genel özelliklerini incelediğimiz “empirizm” ve “rasyonalizm”, esas olarak epistemolojik paradigmalar olup, bilginin kaynağı, geçerliliği ve sınırları gibi hususlarla ilgilidirler. Şimdi ele alacağımız diğer iki temel paradigma olan “idealizm” ve “realizm” ise esasen ontolojik yaklaşımlar olup, varlığın gerçeklik düzeyleri, zihin-gerçeklik-varoluş ilişkileri ile varoluşun şartları, özellikleri ve türleri gibi hususları konu alırlar.
İdealizm de bilene (özneye) ağırlık ve öncelik veren bir paradigmadır. İdealist yaklaşımı benimsemiş olan düşünürlere göre insanın zihninde gerçekleşen kognitif süreçler ve bunlara ait unsurlar, algının nesnesinden daha öncelikli, önemli ve “reel”dirler. Yine, idealist paradigmaya göre; insanlar, var olan herşeyi “idea” adı verilen birtakım genel kavramlar aracılığıyla ve “idea” olarak bilirler.
İdea, bilgi ile nesnesi arasında kognitif bir ilişki kurduğu varsayılan kavramdır. Terimi felsefi literatüre kazandıran Platon’a göre ise “şeyleri, her ne iseler, o yapan bir tür manevi kalıp” olan idealar, soyut veya maddesiz unsurlar olup, fizik ötesi alemlerde bulunurlar. Kâinata, bünyesindeki varlık ve olayların sınırsız çokluk ve çeşitliliğine rağmen, bir düzen ve birlik boyutu kazandıran idealar, yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir düzen içinde yer alırlar. Bu sıralamada en üstte, tüm ideaları, oldukları idea yapan “İyi İdeası” bulunur.
Platon ideaların, zihnin dışında, ayrı ve bağımsız bir şekilde varolduklarını düşünüyordu. Ama, ondan sonra, idea terimi daha çok, zihinde bulunan kavramları ifade etmek için kullanılmaya başlandı. Aristoteles, kimi zaman “eidos” (form) terimiyle de karşıladığı ideaları, “nesnelerin, değişen durumlarda bir, bütün ve aynı kalan özleri” olarak tanımladı. Ona göre şeylerin biçimlendirici ilkeleri olan idealar, olgusal dünyada yer almaktadırlar. Ortaçağın skolastik düşünürleri, Platon’a ait metinlerde genellikle üstü örtük bulunan “İyi İdeası” ile “Tanrı’nın özdeşliği” anlayışını açık bir hale getirmişler ve böylece ideaların, Tanrı’nın kâinatı yaratıp, şekillendirmesi esnasında O’nun dileğiyle fonksiyon görmüş veya görmekte olan manevi biçimlendiriciler ve yönlendiriciler oldukları hususunu da vurgulamışlardır.
Yeniçağın iki öncü filozofu Descartes ve Locke, idea terimini, zihinde yer alan ve “bilme yetisinin nesnelere yönelttiği anlam kalıpları” manâsında kullandılar. Descartes, insan zihninki kavramları; “ideae adventitiae”(dışarıdan gelen idealar), “idea a me ipso factae” (kişinin oluşturduğu idealar) ve “ideae innatae” (doğuştan gelen idelar) şeklinde tasnif ederek, Tanrı’nın varlığının ispatında bunlardan yararlandı. Locke ise, insan zihninde doğuştan gelen hiçbir ideanın bulunmadığını, tüm ideaların dış orijinli olduğunu ileri sürdü.
Hume, terminolojiye, izlenim kavramını da ekledikten sonra, ideayı, izlenimlerden kopya edilen bilme unsuru olarak tanımladı. İdealar arasındaki ilişkileri analiz eden Hume’un özellikle nedensellikle ilgili idealar üzerindeki çalışmaları, Kant’ın bilgi teorisinin biçimlenmesine büyük katkıda bulunmuştur. Kant, idea terimini dar anlamda, sadece zihinde
bulunan ve deneyimi aşan kavramlar için kullandı. Kant’a göre, bu niteliğe sahip üç idea vardır: “özgürlük, ölümsüzlük ve Tanrı”.
Kant’ın izleyicilerinin felsefe anlayışlarında idea, en temel ontolojik ve epistemolojik kavram niteliğini kazandı. Alman idealizmini zirvesine ulaştıran Hegel, ideaya, tüm gerçekliği belirleyen bir anlam yükledi. Hegel’e göre nihai olgusallık veya gerçek varlık “İdea” olup, bizler ve duyularımızla algıladığımız tüm diğer varlıklar, ancak bu evrensel aklın veya “İdea”nın kendini gerçekleştirmesi sürecinde ortaya çıkan fenomenlerden ibaret sayılabilirler.
İdealizmin birçok farklı versiyonu bulunmakla birlikte, hepsinde müşterek olan bazı ilkeler mevcuttur. Tümellerin varlığı, burada ve şimdi varolanın ötesine uzanış, çelişik görünen bileşenlerin bütünleştirilmesine yöneliş; zihnin ve ruhun maddeden önce, önemli ve üstün tutuluşu, bunlardan bazılarıdır.
İçerdikleri “metafizik” ve “epistemolojik” unsurların ağırlık derecelerine göre idealist öğretiler, başlıca iki ana grupta toplanırlar: Metafizik idealizmde “gerçekliğin idealara dayandığı”; epistemolojik idealizmde ise, ”bilme sürecinde zihnin, esasta manevi olan birtakım unsurlar kullanmak suretiyle faaliyet gösterdiği ve şeylerin gerçekliğinin veya varoluşlarının, onların algılanmalarıyla ilişkili olduğu” varsayımlarına öncelik verilir. İdealist paradigma, ilk biçimiyle, “kâinattaki temel tözün madde olduğu ve bunun da, maddi biçimler ve süreçler aracılığıyla bilinebileceği” iddiasına dayanan “maddeciliğin”; ikinci biçimiyle de “insan bilgisinin, zihnin kendisinin dışında ve ondan bağımsız bir şekilde var olan nesneleri, aynen oldukları halleriyle kavraması sonucu oluştuğu” kabulüne dayanan realizmin karşıtıdır. Sadece direkt olarak gözlenebilir olguların ve ilişkilerin esas alındığı ve tüm soyut-metafizik kavramların reddedildiği pozitivizm ile ateizm ve şüphecilik gibi akımlar da idealizme karşıt sayılırlar.
Düşünce tarihi boyunca idealizmin gelişiminde, şu üç soruyu cevaplandırma çabası etkili ve belirleyici olmuştur:1-) “İnsan tecrübesinin ve bilgisinin nihai gerçekliği nedir?”: Bu soruya verilen tüm karşılıklar, başlıca iki uç nokta arasında yer almaktadır. Bunlardan birini teşkil eden görüşün sahibi olan empirist düşünürlerden D. Hume’a göre, insan tecrübesinden kaynaklanan nihai gerçeklik tamamen, bilinçte birbirini izleyerek akan izlenim silsilelerinin bir toplamından ibarettir. Bu ise, tüm gerçekliğin, tek bir ferdin anlık duyusal algılarına indirgenerek aşırı derecede kısıtlanması anlamına gelmektedir. Diğer uç noktayı ise, rasyonalist düşünürlerden Spinoza’nın ifadesiyle “kendi başına varolabilen ve tam anlamıyla, sadece bizzat kendisi tarafından kavranabilen” tek nihai töz ve gerçeklik olan Tanrı kavramı teşkil eder. 2-) “Bilgin içeriği veya eldeki verilerin yorum ve izahlarıyla ortaya konan şey nedir?”: İdealist düşünürlere göre, bilme süreci sonunda ortaya çıkan şey, kişisel tecrübenin dışında yer alan nesnel bir tümel veya onun bir alt kümesine mensup bir unsurdur. 3-) ”Bir düşünür, değişim ve dönüşüm olguları ile farklı değerler ve amaçlar karşısında nasıl bir tutum takınmalıdır?”: İdealist paradigmaya göre insan zihni, yalnız tabiatta mevcut olan düzenlilik ve uyumun ortaya konmasında değil; aynı zamanda kişinin içinde yaşadığı sosyal yapının kurum ve kuruluşlarının sahip olması gereken ideal özellikleri tespit ve tayinde de başarıyla fonksiyon görebilecek yetenek ve kapasiteye sahiptir. Toplumsal değerlerin korunmasının ve geliştirmesinin her birey için temel bir ahlâki görev olarak görüldüğü idealist sosyal felsefi yaklaşıma göre; ayrıca, hiçbir toplum, etkin güçlerini kendisine çıkar sağlama amacıyla bir başka toplum aleyhinde kullanamaz. Bu güçlerin ancak diğer toplumların sosyoekonomik şartlarını iyileştirmek amacıyla kullanılabileceğini vurgulayan idealist düşünürler, uluslararası ilişkilere ait birtakım etik ilkelerin belirlenmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
İdealizm dört temel aksiyoma dayanır. Bunlardan birincisi, Berkeley tarafından dile getirilmiş olan “esse est percipi” (varolmak, algılanmış olmaktır) ilkesidir. Bu ilke, bizim nesnelere atfettiğimiz tüm özelliklerin duyu organlarımızdan kaynaklanan algıdan kaynaklanmakta olduğu görüşüne dayanır. Birincisiyle yakından alâkalı olan “bilme sürecinde, özne ve nesnenin karşılıklı olarak birbiriyle bağlantılı olduğu” şeklindeki ikinci ilkeye göre nihai gerçeklik, bu süreç sonunda ortaya çıkan madde ötesi veya manevi olgusallıktaki bir tümeldir.
İdealizmin üçüncü temel aksiyomuna göre, insan, en dolaysız tecrübesiyle, yani direkt olarak kendi öznel bilinçliliğinin derinliğinde, bir tür manevi bir nitelik taşımakta olan nihai gerçekliği doğrudan kavrayabilir. Bu çerçevede Platon, “İyi İdeası”nın kavranışını, bir tür mistik yaşantı olarak tanımlar.
İdealizmin dördüncü ilkesine göre, “tam bir yetkinlikte olan bir Varlığın mevcudiyeti zorunludur; çünkü varolmak, yetkinliğin temel şartıdır.” Descartes ve izleyicilerince, Tanrı’nın varoluşunun ispatında, bu ilkeden yapılan: ”Tanrı en Yetkin Varlık olduğuna göre, varlığı en zorunlu olan da O’dur.” çıkarımı kullanılmıştır. Bazı idealist filozoflar, bu ilkeyi, paradigmalarının diğer üç aksiyomunun da kaynağı olan en temel prensip olarak görürler.
İdealizmin birkaç farklı şekli tanımlanmıştır: “Berkeley’in öznel idealizmi”, “Kant’ın transandantal idealizmi”, “Hegel’in mutlak idealizmi” bunların en ünlüleridir. Berkeley, benliğin dışında kalan dünyanın görünüşteki nesnelliğini, bu varlıkların gerçekte Tanrı’nın ilmindeki (bilme evrenindeki) idealar olduğunu söyleyerek, kendi öznelciliği ile bağdaştırmaya çalışır. Öznel idealizmin en aşırı ve uç biçimi “yalnızca ben varım” veya ”benden başka hiçbir gerçek varlık yoktur” tezini içeren “tekbencilik”tir.
Kant ise transandantal ego adını verdiği insan benliğinin, duyu izlenimlerini, evrensel kavramlar (kategoriler) aracılığıyla işleyip, düzenleyerek bilgi ürettiğini öne sürdü. İdeaların, insan zihninden bağımsız gerçekliklerle ilişkili olduğunu ileri süren Kant’a göre, dayanak noktası olarak duyusal verilere muhtaç olan insan zihni, bu tür “varlığı kendinden” şeyleri hiçbir zaman tam olarak bilemez, çünkü duyularımızın onlara ulaşması imkânsızdır.
Nesnel idealizm olarak da adlandırılan mutlak idealizmin taraftarları, sonlu dünyayı, tek gerçek olan Mutlak Zihin veya Ruh’un bir tür yansıması ya da tecellisi sayarlar. Gelip geçici ve sınırlı olan varlıklar, kendisine bağımlı oldukları sonsuz ve sınırsız mutlaklık ve yetkinlikte bir Varlığın mevcudiyetini zorunlu kılarlar. Hakikat; düşünceler ve dış gerçeklikler arasındaki bir bağıntı değil, sadece kognitif unsurlar arasındaki bir uyum ilişkisidir. Hegel’e göre, duyu verilerine dayanan deneyimlerin yer aldığı epistemolojik düzlem aşılıp da soyut bilimsel realite kategorilerine erişildiğinde, tüm diğer ideaların tamamını birer parçası olarak kapsayan “Mutlak İdea”ya ulaşılabilir.
F. H. Bradley ve B. Bosanquet gibi düşünürler, 19. yüzyılda mutlak idealizmi çağın temel felsefi öğretisi durumuna getirirken, birkaç noktada farklı fikirlere sahip olan diğer bazı idealistler ise, “Kant’a Dönüş” hareketini başlattılar. Alman düşünür H. Veihinger, New England Transandantalizminin temsilcisi R. W. Emerson, T Carlyle ve İngiltere’ye Kant idealizmini götüren E. Caird bu gelenek içinde yer alırlar.
“Kant’dan Öteye” ilkesini benimseyen diğer bir grup düşünür ise, Yeni Kant’çı Marburg
felsefe okulunu kurdular. Bilimsel idealizm olarak da adlandırılan bu okulun temel öğretisi; Fichte, Schelling ve Hegel’in idealist yaklaşımları ile Kant’ın yararlanmış olduğu Newton fiziğinin yerini alan olan relativistik ve kuantik fizik esaslarına dayanır. Kant’a yeni bir yorum getiren H. Cohen ile Kant’ın eleştirel yöntemini tabiat ve insan bilimlerine uygulayan Platoncu düşünür P. Natorp’un da mensubu olduğu bu okul, “insanı semboller oluşturarak ve bu sembolleri etkin bir şekilde kullanarak, kültürel ortamlar oluşturan canlı” olarak tanımlayan E. Cassier’in önderliğiyle büyük bir gelişme gösterdi.
Matematiksel mantık alanında B. Russel ile gerçekleştirdiği ortak çalışmalar ve süreç metafiziğiyle ilgili görüşleriyle ünlü A. N. Whitehead de etkileyici bir “idealist bilim felsefesi” geliştirdi. Kant’çı düşünür N. K. Smith ise, epistemolojiye ait belli başlı tüm idealist öğretileri kapsayan bir bilgi teorisinin sentezine öncülük etti.
Realizm, “varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel bir şekilde mevcut bulunduğunu” dile getiren görüştür. Etimolojik geçmişi itibarıyla oldukça ”genç” bir isme sahip olan realizm, İlk ve Orta Çağ gibi bu terimin henüz bilinmediği dönemlere ait felsefe okullarının bazı yönlerini ifade amacıyla da kullanılmaktadır. Realizm; “nesneyi özneye, yani bilineni bilene” bağlı gören idealizmin, şeylerin tüm gerçekliğini semantik bir sembolden, yani sadece bir isimden ibaret gören “adcılığın” ve Orta Çağın sonlarına doğru adcılığın yerini almış olan “kavramcılığın” karşıtıdır.
Başlıca iki farklı realistik yaklaşımdan söz edilebilir: Bunlardan ilki, şeylerin yapısal niteliklerine; ikincisi ise, bir bütün olarak bizzat kendilerine yöneliktir. İlk yaklaşımda zihinden bağımsız “bir öz”ün, ikincisinde ise yine, “bilen”den tamamen ayrı olarak, “somut, tikel ve varoluşu, algılanılmaktan bağımsız nesnelerin” mevcudiyeti ön plâna çıkarılır. Birinci yaklaşımın en ünlü örnekleri, “bir şeyin özü” ile,”o şeyin ait veya ilişkili olduğu idea”nın kastedildiği Platoncu realizm; “bir şeyi, olduğu şey yapan”a (to ti en einai) işaret edilen Aristotelesçi realizm; “nesnenin mutlak, karakteristik veya kendi cinsine özgü yapısının” anlaşıldığı Orta Çağ realizmi veya tümeller realizmi ve “bilimsel araştırmalar sonucu geliştirilen teorik sistemler ile yasaların” dile getirilmek istendiği bilimsel realizmdir.
İkinci yaklaşımın başlıca örnekleri ise; “nesnel dünyanın dışsallığını temel veri olarak kabul eden sağduyu realizmi”; ”dışsal olan nesneyi, zihnin önünde mevcut olan ve algılanmayı bekleyen ana birim olarak gören yeni realizm”; ve ”zihnin, nesnenin kendisi yerine, ancak bir tür kopyasını kavrayabileceğini varsayan eleştirel realizm”dir.
Sokrates öncesi dönemin, gerçekliği “Bir”e indirgemiş olan filozoflarından Parmenides’in felsefesinde bile, bilgi nesnelerinin gerçekliği ilkesi egemendi. Platon’un bağımsız ideaları, M.S. 1. yüzyılda, kâinatın “Tanrısal tasarım unsurları” bağlamında yorumlandı. Daha sonraları tümeller sorunu, mantık disiplini çerçevesinde ele alınmaya başlandı. Aynı dönemlerde, adından açıkça söz edilmeksizin, bu konuya, metafizik sahasında da geniş bir ilgi gösterilmekteydi. Bu çalışmalarda, nesnelerin yapıları ve ortak özleri başlıca: ”duyum ve algıdaki mevcudiyetleri”, “akıldaki mevcudiyetleri” ve ”bizzat kendi mevcudiyetleri” olmak üzere üç farklı plâtformda ele alınmaktaydı. Bu alandaki yaklaşımların “yalnızca zihinde var olan tümeller” anlayışıyla etkileşime geçmesi, “ılımlı realizm” olarak adlandırılan görüşün doğuşuyla neticelendi.
Descartes , “cogito ergo sum” ifadesiyle “sistematik düşünme”nin önemini vurguladıktan sonra, zihnin dışında yer alan maddi dünyaya ulaşma ve geçerli bilgi edinme sorununu dile getirdi. Kendisinden yarım asır sonra da Locke, dış kaynaklı duyumların, ”bilgi edinme sürecindeki önceliği ve önemi” hususu üzerine inşa ettiği felsefesini geliştirdi. Locke’un yaklaşımı, bir yönüyle, “sağduyu realizmi” olarak nitelenebilir.
O dönemlerde felsefe dünyasının etkin ekollerinden olan Cambridge Platoncuları ise, duyu algılarına kaynaklık eden nesnelerin dışsal varoluşunu kabul etmekle birlikte, benimsemiş oldukları Yeni Platoncu ilkeler nedeniyle, bilme sürecinde zihinsel unsurların daha büyük tesirlere sahip olduğunu varsaydılar.
18 yüzyıl, aynı ülkede ve aynı gelenekler içinde yetişen iki filozofun, iki karşıt yaklaşımına sahne olmuştur. Berkeley, “bilginin dışında, nesnel bir varoluş” tanımazken; Hume ise, bilen özneyi bilgi teorisinden tamamen dışladı.
20. yüzyıl başlarında bazı filozoflar; realizmi, kendi felsefi anlayışları çerçevesinde, Kantçı öznelciliğin ve genelde her türlü idealizmin karşıtı olarak gördüler. Yeni realistler, bilinebilir nesnelerin tam bağımsızlığını ön plâna çıkarırken; monist bir perspektiften, bilginin içeriği ile bilinen nesnenin nicel olarak bire bir örtüştüğünü varsaydılar. Eleştirel realizm taraftarları ise bu monist anlayışa epistemolojik bir dualizm ile karşı çıkarak, bilme sürecinde özne ile nesnenin nicel bir örtüşme durumunda bulunmadığı tezini savundular.
Diğer taraftan, tarihi gelişimleri realist çizgide gerçekleşmemiş olan bazı felsefi öğretiler de günümüzde bu paradigma içinde mütalâa edilmektedir. Şeylerin gerçekliğini, “özleriyle” açıklayan Aristotelesçilik; “bizzat varolmalarıyla” izah eden Tommasoculuk, “ortak olarak sahip oldukları bir yapı unsurunun metafizik önceliğine” bağlayan Scotusçuluk ve “linguistik teoriyle” yorumlayan J. Austin’in öğretileri bunlardan bazılarıdır. Modern düşünce dünyamızda realizm, özellikle nesnelerin yapısıyla ilgili araştırma ve tartışmalarda etkisini göstermektedir.
Epistemoloji ve ontolojinin birbirinden farklı, hatta bazıları taban tabana zıt olan temel paradigmalarını incelerken; akla şöyle bir soru gelmektedir: “Acaba, bu öğretilerden en geçerli, en kapsamlı ve en tutarlı olanı belirleyebilmek mümkün müdür?” Bu seçimde, yani temel paradigmalardan birini diğerine tercih etmekte kullanabilecek kriterler ve yöntemler var mıdır?
Aslında, bu konuda sorulması gereken doğru sorular, belki de bunlar değildir. Acaba diğerlerini eledikten sonra, bu paradigmalardan sadece birini seçmek, yapılabileceklerin en uygunu ve doğrusu mudur? Şimdilik doğru soruların bulunmasını ve onların doğru cevaplarının araştırılmasını sonraki bölümlere bırakıyoruz. Çünkü, tüm bu hususlarda sağlıklı bir şekilde karar verebilmek için bilme veya bilgi edinme sürecinin her iki cephesinin de, yani hem “bilenin“ (insanın bilişsel yapı ve süreçlerinin) hem de “bilinen”in (evren ve içindeki tüm varlıkların) ayrı ayrı ele alınıp, incelenmesi gerekir.
Bu nedenle bir sonraki bölümde “kognitif veya bilişsel psikoloji, yani insanın öğrenme, hatırlama, konuşma veya düşünme gibi zihinsel ve entelektüel süreç ve mekanizmaları”, ondan sonraki bölümde de “bilimsel metot ve bu metodun uzun yıllar, farklı alanlarda çalışan bir çok bilim adamı tarafından sistematik bir şekilde uygulanması sonucu elde edilen bilgilerin ışığında ortaya çıkan evren ve varlık modeli”, yani çağdaş ontolojik paradigma ele alınacaktır.




























































































































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder