Eski Yunan Felsefesi
Avrupa
Düşünce Tarihine Genel Bir Bakış
N. Platt “Çağlar
Boyunca Dünyamız” adlı kitabının birinci bölümüne, tarih
biliminin önemine ve metotlarına değinerek başlar. Sonra,
uygarlığın Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin ve Güney
Amerika’da doğup, gelişmesini ele alır.
Platt, bu bölümde
ulaştığı sonuçları “Avrupa: Uygarlık Yarışının Gecikmeli
Katılımcısı” başlığıyla şöyle özetler: “Avrupa,
uygarlığa yönelen ilk adımlarını oldukça geç atmıştır.
M.Ö. 4000 ila 5000 yılları arasındaki dönemde, orta ve uzak
doğudaki bir çok toplum ilerleme ve uygarlık yönünde büyük
ilerlemeler kaydetmiş iken, Avrupalı barbarlar sadece taştan
yapılmış baltalarla yetinmek durumunda idiler: Bu baltalar,
onların en gelişmiş araç ve gereçleri idi. Ancak, M.Ö. 6.
yüzyıldan itibaren, Avrupa da gelişme ve ilerleme yarışına
dahil olabilmiştir. Böylece, Orta ve Uzak doğunun kökleri çok
daha eskilere uzanan uygarlık birikimi üzerinde medeni Avrupa’nın
temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu zaman
diliminde, klâsik doğu uygarlıkları, karşılaşmış oldukları
sorun ve buhranların etkisiyle zayıf düşünce, Avrupa rakipsiz
kalmıştır. Doğu Akdeniz dolaylarından, medeniyet yarışı
kulvarına dahil olan Avrupa, doğu uygarlıklarının üstesinden
gelemedikleri büyük sorunlar nedeniyle yıkılmalarından sonra,
yoluna bir süre tek başına devam etmiştir. Doğu uygarlıklarını
sarsan en büyük etken, bu toplumlarda belirli bir süreçten sonra
devletin tüm yetki ve gücünü tekellerine geçiren diktatörler
olmuştu. Despotça yönetilen bir toplumdan; bilim, teknolojik,
estetik ve kültürel dinamizm unsurları süratle tasfiye olmakta ve
uzaklaşıp kaybolmaktadır.
M.Ö. 500’lerden
itibaren “batı”, Asya’daki kısımlarından itibaren, hızlı
bir ilerleme ve gelişme hamlesi içine girmiş oldu. Batı adına bu
hamleyi, önce Yunanistan ve onu takiben Roma gerçekleştirdi.
Günümüzde, “klâsik” terimi, bu eski Yunan ve Roma
uygarlıklarının bir tür bileşimini ifade eden bir kelime olarak
hâlâ kullanılmaktadır.”23
Yunan Tarihi
Akalar
Ünlü “tarihi
kavimler göçü” sonucu Yunanistan’a gelip, yerleşen hakim
topluluk, Akalar (Akhaylar veya Homeros’un ifadesiyle Akhaios)
olmuştur. Bazı tarihçilere göre Akalar, orta Avrupa tunç kültürü
çevrelerinden güneye inen germenlerdir. Akaların, güney yönündeki
bu hareketleri esnasında, Ege adaları üzerinden Yunanistan’a göç
etmekte olan bazı Anadolu kavimleriyle karışmış ve kaynaşmış
olduklarına dair bulgular vardır.
Günümüze
ulaşan izler incelendiğinde, Yunanistan toprakları üzerinde Aka
kültürünün, M.Ö. 2000 yılından 1600 yılına kadar, çok silik
bir gelişim çizgisi izlediğini görülmektedir. Ancak Akaların
1600’lü yıllarda parlak “Girit uygarlığı”ile
tanışmasından sonra, bu gelişim, büyük bir ivme kazanır. Bu
dönemden itibaren; Aka ülkesinde, büyük saraylar, sağlam kaleler
ve mükemmel anıtsal yapılarıyla, gelişmiş bir uygarlık ve
kültürün eserleri boy göstermeye başlar. Artık, Akalar da
Girit’tekilere benzer şehir devletleri kurmaktadırlar. Bu
devletleri yöneten krallar arasında genellikle iyi ilişkiler,
güçlü dostluk ve akrabalık bağları bulunmakta, bazı şehir
devletleri, daha büyük yönetim organizasyonlarının çatısı
altında birleşmektedirler. M.Ö. 16. yüzyıldan itibaren,
Yunanistan’ın geniş bir kısmında, aynı özelliklere sahip
standart bir uygarlık ve kültürün serpilip, gelişmeye başlamış
olması, bu şehir devletleri ve krallıklar arasında çok sıkı
bağlantıların kurulmuş olduğunu gösterir. Bu uygarlık ve
kültür üzerinde, Girit’in kuvvetli etkilerine işaret eden bir
çok bulgu mevcuttur.
Girit
Uygarlığı
Tüm Ege
bölgesini etkisi altına alan bu eski uygarlığın kökleri, Girit
adasına uzanmaktadır. Bu adada yapılan araştırmalarda, her geçen
yıl, çok canlı ve hareketli bir kültürel hayatın yeni unsurları
gün yüzüne çıkarılmaktadır.
Eski
Yunanistan’ın bu döneminde yaşamış olan tarihçiler ve halk
ozanları Girit adasında hüküm sürmüş olan kral Minos’un
ününü, zenginliğini, güçlü donanmasıyla Ege denizinde kurduğu
hakimiyeti ve Yunan şehirlerini haraca bağlayışını konu alan
pek çok rivayet nakletmişlerdir. Birçok Yunan mitosunda Minos’un
başkenti Knossos’dan, buradaki “labirintos” adlı yapıdan ve
orada yaşayan Minotavros ejderinden ve adil bir yargıç olarak yer
altı dünyasında saltanat süren Zevsoğlu Radamantis’ten
hayranlık, korku, saygı ve övgü ile söz edilir.
Girit’in
klâsik Yunan uygarlığı dönemindeki durumuyla hiç de orantılı
olmayan bu mitos çokluğu ve çeşitliliği, bunlarda yer alan
Yunanlı olmayan kahramanlar ve rivayetlerin ilginç nitelikleri;
orijinal, parlak ve farklı bir eski uygarlığa işaret etmektedir.
Homeros
destanlarında kendisinden “Büyük şehir” olarak sözü edilen
Girit’in Knossos şehri başta olmak üzere; adanın kuzey
kıyısındaki Mallia, güneydeki Mesara ovasında yer alan Faytos ve
doğudaki Zakro şehirlerinde bulunan saraylar, yüksek ve orijinal
bir kültüre ait nitelikler taşımaktadır.
Kuzey, batı ve
güney yönlerinde yer alan dikdörtgen salonlar şeklindeki giriş
mekanları ve bunlara bitişik, payeli salonlara açılan uzun
koridorlar vasıtasıyla içine girilen Knossos sarayı, yaklaşık
20 000 m2’lik bir alana inşa edilmişti. Özel tören
salonları, oturma daireleri, atölyeleri, yiyecek ve içecek
depoları, banyoları, tuvaletleri, temiz ve atık su kanalları
başta olmak üzere, her türlü ihtiyacı karşılayabilecek
mekanlardan ve unsurlardan oluşan sarayın bazı kısımları
dört, diğer bazı kısımları ise üç veya iki katlı olarak
yapılmıştı. Daha geniş mekanlara, genellikle üst katlarda yer
verilmiş olup, bunlar, büyük kapılar ve geniş pencerelerle
balkonlara veya taraçalara açılacak şekilde tasarlanmışlardı.
Girit sarayları;
kaldırımlı sokaklarla birbirinden ayrılmış çok katlı evlerden
oluşan, kanalizasyon ve benzeri alt yapı unsurlarına sahip,
bakımlı ve güzel şehirlerin orta kısmında yer almaktaydı.
Merkezi saray çevresinde, asillerin daha küçük ebatlı sarayları
veya konakları bulunmaktaydı. Bunların etrafında da tüccarların,
gemicilerin, zanaatkarların ve işçilerin oturdukları mahalleler
inşa edilmiş durumdaydı.
Girit’te
özellikle keramik, fresk-resim ve heykeltıraşlık başta olmak
üzere, çeşitli sanat dallarında oldukça ileri düzeylere
ulaşılmıştı. Meselâ, “Kameres vazoları” adı verilen
serideki porselen ve keramik eserlerin üzerinde bulunan parlak
kahverengi zemin üzerine çizilmiş çeşitli renklerdeki geometrik
desenler, stilize bitki ve hayvan figürleri, günümüz
sanatçılarına ilham kaynağı olacak mükemmelliktedir. Bu
vazoların bazıları yumurta kabuğu kadar ince yapılmıştır.
Amnisos’ta bulunan freskler o kadar etkileyicidir ki sanki, içinden
taptaze zambaklar ve safranlar fışkırır gibi görünür. Çeşitli
Girit fresklerinde mercanlar, istiridyeler, balıklar ve dalgalarıyla
deniz, bir akvaryum güzelliğiyle resmedilmiştir.
Girit’in
ticaret hayatı da oldukça zengin ve hareketliydi. Adada, standart
bazı uzunluk ve ağırlık birimleri kullanılmakta; alışverişler,
belirli büyüklükteki altın ve gümüş kütlelerle yapılmaktaydı.
Şimdi, bu
noktada, konumuz açısından son derece önemli olan şu soru
karşımıza çıkmaktadır: Acaba, Girit uygarlığı tamamen kendi
iç dinamikleriyle mi doğup, gelişmişti; yoksa, bir başka
uygarlığın etkisiyle mi? Bu sorunun cevabı, Akdeniz’in doğu
kıyısında bulunabilir. Bunun için, Fenike ülkesine şöyle bir
göz atmamız gerekecektir.
Fenike
Uygarlığı
Fenike, günümüzde
Lübnan ile Suriye ve İsrail’in sınırları içinde bulunan
toprakların bir bölümünü kapsayan tarihi bir bölgedir.
Kolonileri dışında başlıca kentleri Gebal (el-Cubeyl), Sidon
(Sayda), Tsor (Sur) ve Beerot (Beyrut)’tur.
M.Ö. 400’lü yıllarda bu bölgede yaşayan halk, çeşitli etnik gruplardan oluşuyordu. Mısır firavunlarının kayıtlarında, bölge halkından “Ammurrular veya Amular” olarak söz edilir. Yunan kaynaklarında, Fenikeliler adına, ilk defa Homeros’un yazılarında rastlanır. Oysa Fenikeliler kendileri için, sonradan verilen bu ismi değil “Kenanlılar” adını kullanmışlardı. İbranice’de “Kenaani”, tüccar manâsına gelmektedir.
Gebal’de
yapılan kazılarda, Fenikelilerin, 4. sülale zamanından itibaren
Mısır ile ticari, kültürel ve dini ilişkiler kurduklarını
gösteren bulgulara rastlanmıştır. Kısa bir süre sonra
Mısırlılar, Fenike’nin büyük bir bölümünü egemenlikleri
altına almışlardır.
Fenikeliler,
deniz ticaretindeki maharetleri kadar, başarılı kolonicilikleriyle
de ün kazanmışlardı. Ioppe (Yafa), Dor, Akko (Akka) ve Ugarit
gibi bir dizi yerleşim merkezi yoluyla etkileri önce Ege’ye,
oradan Batı Akdeniz kıyılarına ve Kuzey Afrika’ya kadar
uzandı. Girit-Fenike ilişkileri de bu çerçevede binlerce yıl,
son derece yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Fenikelilerin
zengin, parlak ve mükemmel sanat, kültür ve uygarlık hayatından
günümüze ulaşan eserlerinde; Mısır, Mezopotamya, Ege ve Akdeniz
unsurlarının ilginç bir karışımı gözlenir.
Prof. M. Ş.
Günaltay, “Yakın Doğu” adlı kitabının üçüncü cildinde
“...Fakat, sık sık yabancı kavimlerin istilâlarına uğrayan
Fenike siteleri, insafsızca yakılıp, yakıldıklarından, saraylar
ile sivil mimariden geriye pek az iz kalmıştır.” der. Fenike
uygarlığına ait eserlerden, ancak derin toprak tabakalarıyla
örtülü olanlar günümüze ulaşabilmiştir.
Bu tip bulgular
arasında oymacılık, heykel, keramik, madencilik, kuyumculuk ve cam
işlemeciliğiyle ilgili harikulade örnekler mevcuttur. Bu
eserlerden ilk dönemlere ait olanlarda Mısır, Babil, Asur ve Hatti
etkileri çok daha hakim ve belirgindir.
Fenikelilerin
maden işleme konusunda özel bir maharete sahip oldukları
anlaşılmakta- dır. Kafer-Carra’da bulunan silahlar, buna güzel
bir örnek teşkil eder. Kartaca başta olmak üzere birçok kolonide
ortaya çıkarılan çeşitli madeni araç, gereç ve eşyalar,
Fenikelilerin maden işlemeciliğinde son derece ileri bir düzeye
ulaşmış olduğunu göstermektedir.
Ticarete çok
önem veren Fenikeliler, kıymetli taş ve madenlerden mücevherler
ve süs eşyası yapımında da usta idiler. Akdeniz ve Ege
ülkelerine sattıkları mücevherat arasında özellikle
gerdanlıklar, küpeler, yüzükler, bilezikler, broşlar, madalyon
ve altın düğmeler, rakipsiz kalitedeydi.
Fenikeli
ustaların bu alanda verdiği ilk örneklerin, büyük ölçüde
Mısır’da yapılmış olan ziynet eşyalarının taklidi yoluyla
üretildiği anlaşılmaktadır. Mezar kazılarında bulunan bazı
mücevherlerin, üzerlerindeki hiyerogliflerin acemice kazınmış
olması dışında Mısır yapımı orijinallerine oldukça
benzemesi, bunun delillerinden biridir. Fakat daha ileri dönemlere
ait mücevherlerde; giderek artan incelik ve ustalık ile Fenike
üslûbunun ağırlığı ve hakimiyeti, kolayca gözlenebilmektedir.
Bunlar arasında, ince altın tellerden örülmüş gerdanlıklar,
günümüz kuyumcularının vitrinlerini süsleyenler kadar alımlı
ve zarifti.
Fenikeli
tüccarların diğer gözde ürünleri ise göz kamaştırıcı renk
ve desenlerle süslü kumaşlar ile değerli cam eşyalardı.
Mısır’da, birinci Teb İmparatorluğu devrinden beri cam imal
edilmekteydi. Ancak, sadece koyu renkli camlar yapabilen
Mısırlılardan işin temel tekniğini alan Fenikeliler, kısa
zamanda şeffaf cam yapımını ve bu camdan da üfleme yoluyla vazo,
sürahi, bardak ve benzeri eşyalar imal etmeyi keşfettiler.
Sidonlular, cam hamurundan ürettikleri eşyalar üzerinde yine
camdan kabartma, sap, boyunluk ve altlık gibi kısımlar eklemekte,
özellikle bazı sanatkârlar, imal ettikleri sanat değeri yüksek
cam eserlerinin üzerine imzalarını da atmakta idiler. Böyle bir
cam kase üzerine “Bunu Jason yaptı, satın alan onu hatırlasın.”
cümlesi yer almaktadır.
Fenikeli
sanatçılar fildişi işlemeciliğinde de ileri düzeylere
ulaşmışlardı. Onlardan geriye kalan ve içinde güzel kokulu
sıvılar ve esanslarla dolu küçük şişeler bulunan fildişi
çekmecelerin yalnız dış yüzleri değil, iç yüzleri de nefis
çiçekler, geometrik desenler ve insan figürleriyle süslenmişti.
Fenikeliler,
günümüz uygarlığına bir çok alanda, büyük katkılarda
bulunmuşlardır. Bunların en önemlisi, “yazı”dır.
Eski Yunan tarihçilerinden itibaren, Fenike alfabesinin, batı
alfabelerinin temelini teşkil ettiği görüşü, farklı milletlere
mensup bir çok tarihçi tarafından tekrarlana gelmiştir. Meselâ
Herodotos, fonetik alfabeyi Yunanistan’a Fenikeli Kadmos’un
getirdiğini söyler.
Fenike
alfabesinin kaynağı hakkında farklı görüşler vardır. Bunlar
arasında en doğru görüneni, Fenike harflerinin Eski Mısır
hiyerogliflerinden alındığı tezidir. Eski Mısır yazı dilinin
üç farklı türü bilinmektedir. Bunlardan biri, büyük anıtlarda
kullanılan ve nesnelerin, kendi tabii şekillerine benzer semboller
aracılığıyla temsil edildiği hiyeroglif yazıdır. İkincisi, bu
hiyeroglif şekillerinin sadeleştirilmiş formu olan “hiyeratik”
simgelerden oluşur. Üçüncüsü ise hiyeratik sembollerinin daha
da soyutlaşmış biçimi olan “demotik” harfler içerir.
Tarihçilerin
çoğu, Fenike alfabesinin harflerinin demotik alfabeden uyarlanarak
alındığı görüşündedir. Kendi dillerine has sesleri ifade için
Fenikeliler, bunlara bazı harfler eklemişlerdir.
Fenikelilerin
“Alef, bet, gimmel, dalet, ...vb” gibi harfleri üzerinde bazı
ufak fonetik değişiklikler yapmak suretiyle Yunan’lılar da
“Alfa, beta, gamma, delta, ... vb” şeklindeki harflerle kendi
alfabelerini oluşturmuşlardır. Bu alfabe, Yunanlılar aracılığıyla
tüm batı toplumlarına yayılmıştır. Yani, batı dil
alfabelerinin prototipini keşfetme şerefi, Fenikelilere aittir.
Eski Yunan Kültür Merkezleri
İyonya, yani
Ege’nin Anadolu kıyıları ile Atina’nın, felsefe tarihi
açısından ayrı birer yeri ve önemi vardır. Atina ile sürekli
yakın ilişkiler içinde olan Sparta’dan da bu bağlamda söz
edilmesi yararlı olacaktır.
Yunanistan
Akaları, daha M.Ö. 12. yüzyıldan itibaren İyonya’ya göç
edip, yerleşmeye başlamışlardı. Dorlar’ın Yunanistan’ı
istilâsından sonra ise, Akalar çok daha geniş kitleler halinde bu
göçü tekrarladılar. Ve onları izleyen Dorlar da Anadolu’nun
Ege kıyılarına ulaştılar.
M.Ö. 11. yüzyıl
dolaylarında Dorlar’ın Yunanistan’ı istilâsıyla başlayan ve
“Yunan Ortaçağı” olarak adlandırılan dönem, yaklaşık 3
asır kadar sürmüştür. Homeros’un İlyada ve Odysseia
destanlarına da konu olan bu devrede, Yunanistan’da yerleşik
toplulukların çoğu, sonradan İyonya olarak adlandırılan Ege
adalarına ve Batı Anadolu kıyılarına sığınmışlardı.
Dor istilâsının
getirdiği önemli sonuçlardan biri, çözülen kabile yapısından
kopan küçük toplulukların “polis” adı verilen bağımsız
kent devletlerinin çekirdeklerini oluşturmasıdır. İlk
kurulduklarında birbiriyle ilişkileri çok az ve sınırlı olan bu
devletler arasında, ancak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren kara ve
deniz ulaşımının gelişmesiyle ticari ve kültürel münasebetler
başlamıştır.
Dor kabileleri,
Yunanistan’a girdikten sonra yavaş yavaş göçebelik dönemlerine
ait geleneklerini bırakmaya ve yerleşik düzene geçişlerini
sağlayacak uygulamalara başlarlar. Bu süreçte ilkin, işgal
ettikleri toprakları bütün bir kabilenin ortak malı gibi
gördüler. Sonra verimli tarlaları, belirli bir süre ekip-biçmek
üzere aralarında kura çekmek suretiyle mümkün olduğunca eşit
bir şekilde taksim etmeye başladılar. Bu uygulamanın lisanda
bıraktığı ize, sonraki dönemlerde Yunanistan’da, şahısların
kendi malı olan ve miras yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan
topraklara verilen “kleros” (kura çekme) teriminde
rastlanmaktadır. Buna karşılık Dorlar, Krala ve Tanrı’ya
ayırdıkları toprakları ise farklı bir isimle (temenos)
adlandırmışlardı.
Ancak, kişisel
mülkiyet anlayışının ilkel bir şekilde uygulanışı, hukuk
alanındaki kurumları ve kültürel birikimi henüz yeterli düzeye
ulaşmamış olan böyle bir toplumda, hoş olmayan sonuçlar
doğurmuştu: Dorlar, işgal ettikleri toprakların eski sahiplerini,
her türlü haktan yoksun köle toplulukları olarak gördüler.
Özellikle Sparta’da hakim ve yaygın olan bu tavır sonucu, helot
adı verilen eski Aka köylüleri, Yunan toplumunun “köleler
sınıfının” esasını oluşturdular. Mal ve mülk miktarını
çeşitli gerekçeler ve uygulamalarla aşırı derecede arttırmış
olan kesim ise “Aristokrat sınıfını” teşkil ettiler. Eski
Yunan toplumunun üçüncü sınıfı ise aristokratların himaye ve
insafına sığınmış olan, arazilerini ve mallarını çeşitli
nedenlerle yitirmiş Dor kökenli yurttaşlardı.
Dor
polislerinden, Yunan yarımadasında ve çevresindeki adalarda
kurulmuş olanlar ile İyonya’da kurulanlar mukayese edildiğinde,
Batı Anadolu’daki kent devletlerinin çok daha gelişmiş, düzenli
ve güçlü oldukları görülür. İyonya’daki bu şehir
devletleri, çevrelerindeki diğer polislerle oldukça ileri
düzeylerde ilişkiler içinde bulunmaktaydılar. Yunan
yarımadasındaki kent devletleri ise hem çok daha sonraları
kurulabilmiş, hem de uzun süre, içlerine kapalı küçük kabile
yerleşimlerinden ibaret kalmışlardı.
Zaten polis (veya
ptolis) kelimesiyle ilgili etimolojik araştırmalar, bu kelimenin
gerçekte Yunanca olmayıp, Anadolu kökenli olduğuna işaret
etmektedir. Dor istilâsından çok daha önceleri Anadolu kıyılarına
yerleşmiş olan Akalar, buralarda Hitit ve diğer Anadolu
uygarlıklarına ait gelişmiş, düzenli ve zengin şehirleri görme
ve onlarda ortak olan kimi uygulamaları aynen alıp, benimseme ve
geliştirme imkânı bulabilmişlerdi. Akalar, bu şehirlerden ele
geçirebildiklerinin çevresindeki toprakları da kısmen işgal
ederek, bir tür kolonizasyon faaliyeti çerçevesinde, “polis”
adını verdikleri, belirli ve sınırlı bir bölgeyi kapsayan
askeri, ticari ve kültürel merkezler kurmuşlardı.
Daha sonra Yunan
yarımadasında da görülmeye başlanan polisler ise, ancak, yüksek
sıradağlar veya denizle birbirinden ayrılmış küçük
düzlüklerde, çok daha ilkel ve dağınık Dor kafilelerince
kurulan ve dıştan gelebilecek tehlikelere kapalı ve güvenli
mekanlar oluşturma amacına yönelik yerleşim birimleriydi. Zamanla
gelişen ve çevreleri surlarla çevrilen bu küçük şehirler;
genelde merkezde yer alan tapınaklar, resmi daireler ve agora
denilen pazar yerlerini çevreleyen evlerden oluşmaktaydı.
Yunan
yarımadasındaki şehir devletçikleri arasındaki çekişme,
mücadele ve savaşlar olağan sayılmaktaydı. Her şehre ait
silahlı birlikler, zaman zaman çevrelerindeki komşularına
baskınlar düzenlemekte, oralarda ele geçirdikleri ziynet eşyası,
mal ve hayvanlar ile, benzer şekilde bir tür ganimet olarak
gördükleri insanları, kendi polislerine getirmekteydi. Savaş ve
çatışmanın normal, barış dönemlerinin ise olağanüstü
durumlar olarak görüldüğü şehir devletleri, sadece dini
amaçlarla işbirliği yapmakta idiler.
Kutsal bir
mekanı, meselâ bir tapınağı; yabancı saldırı ve istilâsından
korumak üzere, aynı dini görüşleri paylaşan bazı şehir
devletleri bir araya gelerek “amfiktiyoni” adı verilen dini
konfederasyonlar kurmaktaydılar. Ayni amfiktiyoninin çatısı
altına giren şehirler ve kabileler, dış tehdit halinde,
aralarındaki diğer problemleri geçici bir süre görmezden
gelerek, elbirliğiyle kutsal mekanlarını savunmaktaydılar.
Apollon’un doğum yeri olduğuna inanılan Delos adası, 6 Dor
şehrinin Dadya yarımadasında Apollon tapınağı çevresinde
kurdukları birlik tarafından; ilkin sadece Kikladları kapsayan,
sonra, tüm İyon dünyasını içine alan bir amfiktiyoninin
merkezi sayılmıştır. Onhestos tanrısı Poseidon’a ait
tapınağın çevresinde kurulan Boiotya amfiktiyonisi ile
Termopilia’daki Demeter tapınağını merkez alan ve Teselya ile
orta Yunanistan’daki bir çok şehir devletini kapsayan
konfederasyon da önde gelen amfiktiyonilerdendi.
Yunan
şehirlerinin siyasi ve kültürel faaliyetlerini yönlendirilen
hakim çevreler genelde aristokrat sınıfı mensuplarıydı.
Aristokrat sınıfına en yaygın şekilde İyonya, Argolis, Attika,
Boiotya ve Euboia’da rastlanmaktaydı. Ancak göçebelik dönemi
adetlerini uzun süre muhafaza eden Sparta’nın kendine has sosyal
ve idari düzeni, bu sınıfın gelişimine imkân vermemişti.
Sparta’da,
işgal ettikleri topraklardan kaçamayan halkı tamamen köleleştiren
Dorlar, İyonya’da daha yumuşak davranmak zorunda kalmış ve bu
insanların bir kısmına bazı siyasi haklar tanımışlardı.
Bu uygulama
önemli kültürel ve entelektüel sonuçlar doğurdu. Böylelikle
İyonların arasına bazı Anadolu ve Ortadoğu topluluklarının
düşünce, inanç ve uygulamalarının nüfuz edebilmesi mümkün
olabildi. Meselâ, sonraki dönemlerde Yunanlılar arasında çok
popüler bir konum kazanan Efesos’taki Artemis kültü, bu
etkileşime ilginç bir örnektir.
Bu dönemde,
komşu topraklarda büyük bir devletin bulunmayışı ve Orta
Anadolu’daki Frigya ve Lidya krallıklarının, başlangıçta Ege
kıyılarına yönelik emperyalist siyasetler ve baskılar
uygulamamaları nedeniyle; İyonya şehirlerinin huzur içinde
yaşayan halkı, hızlı bir kalkınma ve gelişme hamlesi
gerçekleştirme fırsatı bulabilmişlerdi.
Herodotos, bu
şekilde süratle ilerleme imkânı bulabilen 12 İyon şehrinden
söz eder. Bu şehirler, “Panionion” adındaki dini ve siyasi
nitelikli konfederasyonun çatısı altında; oldukça yoğun ticari,
kültürel ve siyasi ilişkiler gerçekleştirmekteydiler. Bu
işbirliği sayesinde İyonya M.Ö. 5. yüzyıla dek Ege bölgesinin,
bir kültür ve ticaret merkezi olma özelliğini koruyabilmişti .
Homeros
destanlarında İyonyalı seçkinlerin yaşayış biçimlerine dair
ayrıntılı tasvirlere yer verilmiştir. Buna göre her aristokrat
aile, kendisine ata olarak bir kahraman veya tanrı belirlemişti.
Şehir devletlerinin kralı da bu ailelerden birine mensuptu.
Aristokratların servetleri, kısmen, kiraya verdikleri veya kölelere
işlettikleri geniş topraklı çiftliklerden ve geniş hayvan
sürülerinden kaynaklanmaktaydı. Ama, konfederasyona komşu
topraklara düzenledikleri saldırılar esnasında çaldıkları
eşyalar, hayvanlar ve köle olarak sattıkları esirler de
servetlerinde önemli bir paya sahipti. Çiftliklerde, tahkimli
şatolarda veya “Odisseia’da söz edilen Faiaklar kralı
Alkinoos’un çerçevesindeki 12 asil” gibi, saraylarda yaşayan
aristokratlar, bir sefer veya savaş durumunda harp arabaları ve
çoğu atlı olan kalabalık maiyetleriyle birlikte krala eşlik
etmekte veya bazen kendi hesaplarına korsan saldırıları
düzenlemekteydiler. Sonuçta İyonlar, gerek tarım ve hayvancılık,
gerek savaşlar ve baskınlarla elde ettikleri ganimetler yoluyla
oldukça zenginleşmişlerdi. Buna bir de zamanla iyice gelişen
ticaret yoluyla sağlanan gelir de eklenince, İyonya şehirlerinde
son derece müreffeh ve konforlu bir hayat standardı yaygınlaşmış
oldu.
Bu dönemde,
İyonya’nın 12 büyük şehri, Asya’nın içlerinden kara
yoluyla getirilen malların, denizyoluyla-özellikle doğu Akdeniz’in
zengin ülkelerine-sevk edildiği ticaret merkezleri halini aldı.
Kervanlar ve gemiler çeşitli ticari eşyaların yanı sıra, Doğu
ülkelerine ait bir çok buluşu, öğretiyi, görüşü ve tekniği
de taşımakta ve yaymaktaydı.
12 ünlü İyon
kentinden en güneyde olan Miletos, Ege’nin en gelişmiş ve zengin
şehirlerinden biriydi. İçinde çeşitli ırklardan, milletlerden
ve dinlerden pek çok insanın üstün bir hayat standardını
paylaşarak çeşitli alanlarda işbirliği yaptığı ve kaynaştığı
bu şehir, batı felsefesinin beşiği olmuştur.
Eski
Yunan Felsefesi’nin Doğuşu: İyon Felsefe Okulu
Felsefe
tarihçileri, batı felsefe geleneğini, genelde, İyonyalı
düşünürlerle başlatırlar. İyon şehirlerinin ekonomik, siyasi,
sosyal ve kültürel bakımlardan son derece uygun ortamı, ilk
sistemli batı felsefe okulunun beşiği olmuştur.
Miletoslu Thales
(M.Ö. 624-546), Anaksimander (M.Ö. 610-542) ve Anaksimenes (M.Ö.
585-528) ile temsil edilen bu ekol, değişik adlarla anılır:
Yaşadıkları yöre nedeniyle “Miletos” veya “İyonya”
okulu, felsefenin kapsamına girebilecek pek çok şeyi dışlayarak
özellikle “kozmoloji” konusuyla ilgilendikleri için “İyonyalı
fizikçiler”, ve benzerleri.
Öncüleri Thales
olan İyonya Okulu mensubu fizikçiler, aydınlatılması gereken
temel konu olarak, “tüm kâinatın kendisinden oluşturulduğunu
varsaydıkları temel unsur (arkhe)nin belirlenip,
tanımlanmasını” seçmişlerdi. Thales’in yazılarından
hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Anaksimender’den ise sadece
“Peri Fuses” (Tabiat Üzerine) adlı eserinin küçük
bir kısmı bizlere
intikal edebilmiştir.
Thales
Bizzat Thales’e
ait olan hiçbir yazılı metine sahip değiliz. Yaşadığı
dönemden kalan kaynaklarda da Thales adına rastlanmaz. Thales’in
Batı felsefesinin ilk temsilcisi olduğu görüşü, daha sonra
yaşamış olan Platon ve Aristoteles gibi filozofların eserlerinden
kaynaklanır. Bu iki düşünürden daha az tanınan başka yazarlar
da Thales’le ilgili birçok rivayetler aktarırlar. Bu tür
kitaplarda, Thales Eski Yunan’ın “Yedi Bilge”sinden biri
olarak gösterilir ve önemli bir kısmının yakıştırma olması
muhtemel pek çok olay ve ifade, ona atfedilir. Bunlara göre, “En
güç şey nedir?” sorusuna “Kendi kendimizi tanımak”; “En
kolay şey nedir?” sorusuna “Başkalarına öğüt vermek!” ve
“Tanrı nedir?” sorusuna da “Ezeli ve Ebedi olandır!”
cevabını veren Thales, kendisine “Nasıl ahlâkımı
düzeltebilirim?..” diyen birine de “Başkaları yaptığında
kınadığın şeyi yapmayarak!” karşılığını vermiştir.
Bir başka
rivayete göre, Thales bir gece, gökyüzündeki yıldızları daha
iyi görebileceği bir yer ararken, bir kuyuya düşer. Kendisini bu
durumda gören bir genç kız onunla alay etmek için şunları
söyler: “-(Büyük bilge) Gökte neler bulduğunu anlamaya
kalkıştı, ama meğer ayaklarının altında ne olduğundan bile
habersizmiş!” Platon, bu konuda onu şöyle savunur: “Birçok
büyük düşünür, önemli evrensel gerçeklere ulaşma çabası
içindeyken, yakın çevresini ihmal etmek zorunda kalmıştır.”24
Gençlik
döneminde, onu evlenmeye ikna etmeye çalışan annesini “ –
Daha bunun için vakit erken!” diyerek avutan Thales, yaşı
ilerlediğinde, ısrarlarını arttıran annesini kırmamak için ona
bu defa da: “-Artık ben evlenme çağını geçirdim!”
karşılığını vermeye başlar. Ömrünü “gerçeği arama ve
bulma yolunda” sarf ettiği söylenen Thales’in, çabalarını
özellikle, “kâinatın nasıl ve neden yaratıldığı”
sorusunun cevabını bulma yönünde yoğunlaştırdığı
anlaşılmaktadır.
Değişik
kaynaklarda, Thales’in birçok değişik özelliği anlatılır.
Meselâ, Heredotos’a göre O, İyon kentlerinin bir konfederasyonun
çatısı altında birleşmesi gerektiği görüşünü azimle
savunan becerikli bir devlet adamıdır. Kallimakhos’un aktardığı
bir rivayete göre ise Thales denizcilere, açık denizde yol
bulmakta kullanabilecekleri teknikleri öğreten bilge bir seyyahtır.
Ayrıca başarılı ve zengin bir tüccar da olduğu söylenen
Thales, ticaret amacıyla birçok uzak ülkeyi gezme imkânı bulmuş
ve Mısır’da bir süre de, ikamet etmişti. Orada, piramitlerin
yüksekliğini ölçtüğü ve gemilerin kıyıdan uzaklığını
hesaplama tekniği üzerinde çalıştığı da anlatılır.
Bir kısmının
gerçekliği tartışmalı olmakla birlikte, kesin olan husus, bu tür
rivayetlerin onun şöhretinin bir göstergesi olduğudur. Lidya
kralı Alyattes ile Med kıralı Kyaksares arasındaki savaşa son
veren güneş tutulmasını önceden tahmin etmesi ise, tarihçilerin
genelde kabul ettiği bir rivayettir.
Günümüz bilim
adamlarına göre, Thales’in; bir güneş tutulması olayının tam
yerini, tarihini ve niteliğini hatasız bir şekilde öngörmesini
sağlayacak tüm bilgilere sahip olması mümkün olmayacağından,
bunun, ancak yaklaşık bir tahmin olabileceği kabul edilebilir.
Heredotos da bu noktayı teyit eder bir şekilde, Thales’in, güneş
tutulmasının sadece “senesini” önceden bilebildiğini yazar.
Ne olursa olsun, çok önemli bir savaş sırasında, tam bir güneş
tutulması olayının gerçekleşmesi, Thales’e–abartılıda
olsa–astronomi alanında büyük bir şöhret kazandırır.
Thales’in şu
geometri ilke ve teoremlerini Yunan dünyasına ilk tanıtan kişi
olduğu da söylenir: 1-) Çap, çemberi iki eşit parçaya böler,
2-) Bir ikiz kenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir, 3-)
İki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar, birbirine
eşittir, 4-) Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı,
dik açıdır, 5-) Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgeni
çizmek mümkündür. Thales’in Çemberi çapıyla ikiye bölmek
suretiyle geometride “formel inceleme yöntemi”ni bulduğu da
söylenir.
Thales’in bu
etkinliklerinden hangisinin ona Batı felsefe geleneğinin
başlatıcısı olma şerefini kazandırdığı sorusuna,
Aristoteles’in de yönlendirmesiyle verilen en yaygın cevap; diğer
iki ünlü Miletos’lu filozofun da ele aldıkları başlıca husus
olan “kâinatın temel maddesinin ve orijininin
araştırılması” şeklinde olmuştur.
W. Weischedel, bu
görüşü şöyle teyit eder: “Platon, Aristoteles ve diğer
birçok düşünürün Milet’li Thales’i ilk filozof olarak
nitelemelerinin nedeni şu olsa gerektir: O, tek tek sayısız
nesneyi değil, tüm varlıkların özünü ele almıştır; Dağları,
hayvanları, bitkileri, rüzgarı, yıldızları, insanı,
davranışlarını ve zihnini tek tek incelemek yerine; tümünü, en
genel özellikleri açısından değerlendirmeye çalışarak: “–Tüm
bu varlıkların özü nedir? Bunlar nereden gelmekte, nereden
kaynaklanmaktadır? Var oluşu ve varlığının devamını sağlayan
o tek, her şeyi kapsayan şey, ilk arkhe nedir?”
şeklindeki en temel sorulara cevap aramıştır. Thales bu
yaklaşımıyla, batıda felsefe geleneğini başlatan kişi
olmuştur.”
Thales’in bu
temel sorulara verdiği cevap, bize tuhaf görünebilir. Çünkü,
rivayet edildiğine göre o, her şeyin kökeninin su olduğunu öne
sürmüştür. Su, maddi bir varlık olduğu için bazı felsefe
yorumcuları Thales’i, varoluşu maddi temellerle açıklamak
isteyen bir materyalist olarak değerlendirirler. Gerçi bu hiçbir
zaman düşünce tarihçilerinin çoğunluğunun kanaati olmamıştır,
ama, insanlık tarihi kadar eski “teizm–ateizim” çekişmesi
çerçevesinde, materyalizm yönünde görüş bildiren bazı
filozoflar olmuştur. Acaba Thales’i bu bakımdan hangi guruba
dahil etmek gerekir?
Thales’ten bize
kalan ikinci ana görüş olan “Her şey Tanrı(lar) ile
doludur!”cümlesi, onun durumunu açıkça gösterir. O, muhtemelen
bu ifadeyle şunları anlatmak istemiştir: ”Bizim karşımızda
gördüğümüz varlıklar, bu maddi evren, bazı ilahi güçlerin
yansıma veya tecelli ortamıdır. İnsan; kâinatın, sadece gözle
görebilir maddi nesnelerin toplamından ibaret olduğunu zannederse,
yanılmış olur. Şunu bilmeliyiz ki, nesneler, aslında içlerinde
tanrısal bir gücün egemen olduğu ve orijinleri manevi olan
varlıklardır.”
Bu noktada
Aristoteles, Thales’in görüşlerini şöyle yorumlar: “Thales’in
bu sözlerinin esrarını çözmeye çalışırken aklıma “Okeonos”
geldi. İşte o zaman, yani bu en eski mitolojik kültür açısından
konuya bakınca gözümün önünde, O ezeli ırmak canlandı.
Anlaşılan, Thales, sudan bahsederken maddi bir arkheyi kast
etmeyip tam aksine varlıklar için ilahi bir orijin tasavvur eder.
Buna, her şeyin Tanrılarla dolu oluşuna dair cümlesini ekleyince
ortaya şu tablo çıkar: Var olan her şey ilahi güçlerle
yönetilir. Tüm dünyada, aynı ve bir olan ilahi ilke egemendir ve
her şey, ilk varoluşunu da, varlığını sürdürebilmesini de ona
borçludur.”
Ç. Dürüşken’in
“Thales’in Arkhesi üzerine Filolojik Bir İnceleme”25
adlı araştırma yazısı, bu konuyla ilgili bazı
enteresan hususlar kapsar: “...İyonya doğa filozoflarından ilki
olan Miletos’lu Thales’in; varlığın temel yapı unsurunun
(arkhe) “su” olduğunu söylediği ileri sürülmektedir.
Thales, bu tezini, birçok nedene dayandırmış olabilir. Ancak,
bize doğrudan, Thales’e ait bir metin ulaşmadığı için; bu
konuda, kendisinden sonra yaşayan bazı düşünürlerin; özellikle
Platon, Aristoteles ve Theophrastos’un yorumlarıyla yetinmek
zorundayız. Yine bu nedenle, Thales’in su veya sıvı manâsına
gelen hangi Grekçe kelimeyi kullandığı hususu da tartışmaya
açıktır... Nitekim çeşitli düşünürler ve yorumcular,
Thales’in arkhe olarak benimsediği unsuru ifade için,
farklı Yunanca kelimeler kullanmışlardır. Bu tür metinlerin
genel bir taramasında, en sık rastlanan kelimeler şunlardır: 1-)
Hüdor: Her çeşit su; kaynak suyu, nehir suyu,
yağmur, yağmur suyu. Homeros bu kelimeyi deniz suyu ve su saatinin
suyu manâlarında da kullanmıştır. 2-) Hügros:
Islaklık, yaş, nemli, sulu, akıcı, nem, su, sıvı. 3-)
Khulodes: Özsu, usare, canlıların sıvı
kısımları.
Bu kelimeler
dışında, Thales yorumcularının metinlerinde rastlanmayan, ama su
veya sulu, sıvı, nem, nemli manâlarına gelen başka Grekçe
kelimeler de vardır. Meselâ, fırtınalı, sağanak yağmur
anlamındaki Ombros kelimesi, kimyasal bir bileşik olarak “su”
manâsında da kullanılır. Hüdatinos, sıfat olarak; sulu, nemli,
ıslak, suya ait, bol sulu ve isim olarak da nem, su, yağmur
manâlarına gelir. Hüdrelos ise, suyla ilgili veya sulu demektir.
Aristoteles,
Theophrastos, Hippolytos, Epiphanius ve Plutarkhos’un eserlerinde
daha çok “hüdor” kelimesi kullanılmış olmakla birlikte
bunların bir kısmında “hügros” kelimesine de yer
verilmektedir. Bu konuyu Latince’ye aktaran düşünürlerin
bazıları hüdor kelimesini ve Latince karşılığı olarak
“aqua”yı tercih ederken, bazıları da “hügros”u ve
karşılığı olarak “umor”u seçmişlerdir.
Eski Grek yazar
ve düşünürlerinden günümüze ulaşan metinlerin karşılaştırmalı
yorumlarından anlaşıldığına göre, Thales’in, arkhesini
ifade amacıyla tercih ettiği “terim” her ne ise, genelde su
manâsında kullanılagelen kelimelerden daha derin ve oldukça
farklı manâlar içermekteydi”.
Bu noktada,
Thales’in arkhesini, Yunanca olmayan bir kelimeyle
karşılamış olması da mümkün görünmektedir. Ortaya çıkan bu
durumun muhtemel nedenleri arasında Miletos’lu filozofların
benimsediği bazı öğretiler de bulunabilir. Sahakian, “Felsefe
Tarihi” adlı kitabında, Thales’in, yıldızlar arası ortamın
da bu türden bir “sıvı” ile dolu olduğuna ve dünyanın bu
“sıvımsı ortamda” adeta yüzer gibi hareket ettiğine
inandığını belirterek; Thales ve diğer İyonyalı filozofların
“hilozoizm”; yani maddenin ruh, hayat ve his gibi özelliklere
sahip olduğu görüşünü benimsediklerine ve bu nedenle, varlık
ve hayatı, birbirinden ayrılmaz nitelikler olarak gördüklerine
işaret eder. Bu çerçevede Thales, Tanrı’nın, maddenin üç
temel biçimde belirlenişine aktif olarak iştirak ettiğini öne
sürmüştür.26
Hilozoizm,
Yunanca “hyle:madde” ve “zoe:hayat” kelimelerinden türetilen
ve felsefede, maddenin ya bizzat veya “dünya” (kâinat) ruhu
gibi bir ilkenin etkisi altında, “canlı”lık niteliği
taşıdığını kabul eden görüşe verilen addır.
Düşünce tarihi
boyunca, tabiatı, maddenin canlılığı prensibinden hareketle
yorumlayan birçok öğretiye rastlanır. Hilozoizm; animizm ve
panpsişizimden birçok yönüyle ayrılır. Milet okulu ile başlayan
hilozoizm, bazı değişikliklerle Orta Çağ ve Rönesans
dönemlerinde tekrar ortaya çıkmıştır.
Ç. Dürüşken,
bu hususlara şunları ekler: “...Stobeus, Thales’in, evrendeki
düzenin (aklın) Tanrı’dan geldiğini, her şeyin canlı olduğunu
(daimonlar ile dolu olduğunu) ileri sürmek suretiyle, aslında ilk
unsurun aktivitesinin Tanrısal bir güç kapsadığı tezini
savunduğunu belirtir. Cicero da Thales’in bu konudaki düşüncesini
benzer ifadelerle nakleder.”
Bu görüşleri
anlamaya çalışırken, Thales’in yaşadığı dönemde, kâinatın
orijini hakkında yaygın olan mitolojik arka plânı da göz önünde
bulundurmak yararlı olur. O dönemin kozmogonistlerine göre “su
üzerinde yüzen bir diske benzeyen dünya, dev bir kutu gibi
tasavvur edilen gökyüzünün altında yer alan bir tür kapaktır.”
Grekler arasında yaygın olan en eski yaratılış mitlerinden
“Okeanos”a göre ise dünya, Okeanos nehriyle çevrili bir
adadır. Homeros’un Okeanos’u her şeyin kaynağı ve ilk ilkesi
olarak anlatan ifadeleri, Thales’in görüşlerine oldukça büyük
benzerlikler taşır.
Eski Yunan
mitlerinde, Okeanos, karısı Tethys ile birlikte, her şeyin orijini
olarak görülür. Kendisine sınırsız bir yaratma gücü atfedilen
Okeanos, dünyanın en uç noktasına kadar bir nehir gibi akmış ve
arkasında girdaplarla birtakım daireler veya halkalar bırakmıştır.
Her şey gibi, tüm nehirlerin, denizlerin ve diğer suların da bu
Tanrı’nın geniş ve güçlü akıntılarından oluştuğuna
inanan Yunanlılar, onu, dünyayı biçimlendirip, sınırlayan ve
dünya ile diğer varlık alemleri arasında iletişim sağlayan
aracı olarak da görmekteydiler.
Heseidis,
Okeanos’u Şöyle anlatır: “... toprak ana Gaia, Khaos’tan
çıkar çıkmaz Uranos’la Pontos’u, yani gökle suları yaratır.
Sonra da Uranos’la-sarmaşıp kucaklaşarak-derin anaforlu
Okeanos’u doğurur.27 Okeanos, diske benzeyen
yeryüzünü çepeçevre sarar. O, aslında deniz veya okyanus değil;
derin anaforlu, burgaçlı evrensel bir ırmak gibidir.”
İtalyan Hera da O’nu
“Tanrıların atası” olarak niteler.
Ünlü Fransız
şâiri Lamartine, eski Yunan mitolojisinin geneline hakim olan
eğilimi şöyle ifade eder: ”—Yunanlı, kıvrak cana yakın
zekâsının ve geniş muhayyilesinin eseri olan güzel hayallere ve
onlardaki gerçeğimsi gölgelere tapar. İnsan kalbinde ne kadar
korku ve ne kadar tutku varsa, Yunanistan’ın verimli ikliminde o
kadar tanrı doğmuştur. Orada her sembol için bir tanrı
benimsenmiş, ruhun her iniltisine ve her çığlığına birer ruh
atfedilmiştir...” Bu üretken muhayyile, doğunun gelenek ve
dinlerinden de bazı unsurlar alıp, özümseyerek, ortaya çok
zengin bir mitolojik literatür koymuştur.
Çeşitli
ülkelerin mitolojilerinin mukayesesi ve dinler tarihiyle ilgili
araştırmalar sonucu, Yunanlıların bu görüşlerinden önemli bir
kısmının onlara, eski Doğu kültürlerinden intikal ettiği
anlaşılmıştır. Thales’in sık sık Doğu ülkelerine özellikle
Mısır’a yaptığı gezilerde eski Mısır ve Mezopotamya
kültürlerinde suya büyük ilahi güçler atfedildiğini müşahede
ettiği kesindir. Eski Mısır din ve mitolojisinde baş figür Nil
ve kutsal suları, Mısır’a hayat bahşeden güç olarak görülür.
Benzer şekilde, eski Mezopotamya kültüründe de su- toprakla
birlikte- “hayat soluğu” kapsayan her şeyin yaratıcısı
(Nig-zi-gal-dim-me) olarak tanımlanır ve suya; aktif ve bilinçli
bir düşünme ve yaratıcılık gücü atfedilir.
Thales
yorumcularının ondan naklettikleri “....Her şey (tanrılarla)
doludur ve her şey, Tanrısal bir yaratıcı güç taşıyan sudan
yaratılmıştır...” şeklindeki ifadeye; eski Mezopotamya ve
Mısır kültürüne ait birçok metinde bazen aynen, bazen de ufak
değişikliklerle rastlamak mümkündür.
Thales’in “her
yeri doldurduklarını” öne sürdüğü “varlıklar”ı ifadede
kullandığı terim de, arkheik sıvıyı belirtmekte
kullandığı kelime kadar tartışmaya açıktır. Bazı Thales
yorumcuları bu kavramı “teos” terimiyle karşılarken, bazıları
da “nus Tu Kosmu” (evrensel akıl) kelimelerini tercih
etmişlerdir. Cicero ise bu terimi “mens” (ruh, zihin, akıl)
olarak tercüme etmiştir.28 Platon, Thales’in bu
görüşünü adeta tüm felsefenin özü olarak benimseyerek şöyle
sorar: “Her şeyin (ruhlar)la dolu olmadığını söyleyebilecek
biri var mı?”
Thales, dünyanın
düzenliliğini ve akliliğini, nesnelerin yaratılışında varolan
ve onları, önceden kararlaştırılmış belirli bir sona
yönlendiren İlahi güce bağlar. Kâinatın tüm kesim ve
unsurlarının, nesnelerin genel düzeni çerçevesinde belirli bir
amaca hizmet ettiği ve tüm varlığın belirli bir kadere doğru
yönelmiş oldukları görüşü, yani teleolojik bakış açısı,
istisnalar dışında tüm Yunan düşünce geleneğine hakim olup,
özellikle de Aristoteles tarafından sistemli bir şekilde dile
getirmiştir.
Anaksimander
ve Anaksimenes
İyonya Felsefe
Okulu’nun diğer iki mensubu olan Anaksimander ve Anaksimenes de
“kozmik varoluş” konusunu felsefelerine esas almışlardır.
Anaksimenes; “hava”yı, günlük konuşma dilindekinden farklı
olarak, daha karmaşık ve kapsamlı bir manâda “canlandırıcı
soluk veya bir tür ruh” olarak arkhe seçerken; Thales’in
evrenbilimle ilgili görüşlerini benimseyen Anaksimender, tüm
Milet fizik felsefesini çatısı altına toplayan bir sistem
geliştirdi. “-Arkhe, Aperion’dan (Sınırsız’dan veya
Sonsuz’dan) oluşmuştur. Sınırsız olan Tanrı, yarattığı
sonlu maddi varlıkların tersine, sonsuz olmalıdır. Madde
dolaysızca algılanabilir, ama onu var eden ve en temel olgusallık
olan Sonsuz, yani Tanrı doğrudan algılanamaz. Aperion, kâinatın
tüm öğelerini kapsar. Varlıkların Aperion’dan türeyişi
“sıcak” ve “soğuk” ikilisinin fonksiyonlarıyla
gerçekleşir. Temel öz olan Thales’in sıvısı, “soğuk ve
sıcak”ın etkileşimiyle oluşturulur ve üç birincil unsur
(toprak, hava ve ateş) ondan türer. Anaksimender, ruhların maddi
ve manevi alemler arasındaki yolculuklarını açıklayan ve Hindu
geleneklerine benzerlikler taşıyan bir teori de geliştirmiştir.”29
“İyonya Okulu” sonrası Yunan Felsefesi
Yunan
felsefesinin İyonya Okulu sonrası dönemdeki seyri, başlıca iki
ana çizgiye ayrılır. Bunların ilkini, kendilerine ana tema olarak
“varlık” ile “oluş” konularını seçen Elea düşünce
akımı ve ikincisini ise ondan tamamen bağımsız bir
konumda olan matematiksel felsefe teşkil eder.
“Varlık” ve
“varoluş” konularını temel inceleme alanı olarak seçen Elea
Felsefe Okulu’nun başlıca temsilcileri; kurucu Ksenophanes ile
onun görüşlerini, sanki birbirine tamamen karşıtmış gibi
görünen iki farklı yaklaşımla ele almış olan izleyicileri
Herakleitos ve Parmenides’tir.
Elea Felsefe
Okulu
Eleacılığın
kurucusu, Platon başta olmak üzere birçok düşünüre göre
Kolophon’lu Ksenophanes’tir. Günümüzde Değirmendere olarak
adlandırılan yerde yaklaşık olarak M.Ö. 570 yılında doğduğu
sanılan Ksenophanes, M.Ö. 546 yılındaki Pers istilâsından
sonra İyonya’yı terk etmiştir.
Elea, İtalya’nın
güneyinde yer alan bir Yunan kolonisidir ve İyonya’nın Phokia,
yani Foça yöresinden gelen göçmenlerce kurulmuştur. Bu “İyonya”
bağlantısının, felsefe tarihi açısından özel bir önemi
vardır.
Störing,
Ksenophanes’i şöyle anlatır. “Ksenophanes, Yunanistan’da bir
dönem yaygınlaşan ‘mitolojik din’e ve akıl dışı inançlara
karşı, felsefenin ilk sarsıcı ve korkusuz saldırısını
başlatan kişidir. İnsani zaaflar ve kusurlarla dolu çok sayıdaki
Yunan tanrılarının, Tanrı olarak nitelenmesinin bile uygun
olmayacağını belirten Ksenophanes, Homeros ve Hesiodos’un;
hırsızlık, dolandırıcılık, eşini aldatma gibi insanlar
arasında bile çirkin ve ayıp sayılan şeyleri tanrılara
yakıştırmakla çok büyük hata yaptıklarını söylemiştir.
Ksenophanes, günümüze sadece küçük bir bölümü kalmış olan
bir yazısında insan biçimli (antropomorph) tanrı anlayışını
da şöyle tenkit etmiştir: “(Günümüzde) bazı insanlar,
tanrıların kendileri gibi doğurduğunu, insan biçiminde olduğunu,
bizler gibi giyinip kuşandığını, vb. sanıyorlar. Öküzlerin,
atların ve aslanların da elleri olsaydı ve tanrılarının bu
mantıkla resimlerini ve heykellerini yapmaya kalksalardı, onlar da
tanrılarını öküz, at veya aslan biçiminde tasvir edeceklerdi.
Nitekim zenciler tanrılarını kara derili ve yassı burunlu,
Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı sanırlar.
Ksenophanes’e
göre şurası kesindir: Birçok tanrı, hep bir arada varolamaz ve
bir tanrının, başka bir tanrıya buyrukta bulunması düşünülemez.
En yüce ve en iyi olanın yalnızca bir ve tek olması gerekir. Bu
bir ve tek olan Tanrı, her yerdedir. Onun ne düşünceleri, ne de
yapısı, yarattıklarına benzemez.
Yunan filozofları
içinde Ksenophanes’in tutarlı ve geçerli bir mantıkla, gerçeğe
aykırı her türlü hurafeye, Eski Yunan mitolojisine ve bu arada
reenkarnasyon inancına karşı savaş açan ilk düşünür olduğu
sanılmaktadır. Evrenin birliğini ve bütünlüğünü göz önünde
bulundurarak ortaya attığı, “sayısız türdeki görüntünün
ardındaki değişmez, kalıcı, öncesiz ve sonrasız Tek Varlık”
öğretisinin, tutarlı olduğunun gösterilmesi ve ispatlanması
işi, onu izleyen filozoflarca gerçekleştirilmiştir.”30
Sahakian,
Ksenophanes’in felsefe tarihinin gelişimini nasıl etkilediğini
şöyle açıklar: “Ksenophanes tam ve mükemmel olduğu için
değişmesi söz konusu olmayan ve (yarattıklarına benzer şekilde)
hareket etmekten münezzeh bir ve tek olan Tanrı’yı “evrendeki
sınırsız nitelik ve çeşitlilikteki fenomen ve gelişim
süreçlerinden sorumlu tüm güçlerin tek hakimi ve yöneticisi
olarak” tanımlamak suretiyle; temel metafiziksel sorulara karşılık
olarak, “bir cevaplar sistemi” formüle etti. Ksenophanes ayrıca
bu şekilde, tüm felsefenin temel ilgi alanını oluşturan iki
noktaya dikkatleri çekmiş oldu: “Varlık” ve “oluş”.
Ksenophanes’in bu iki temel hususa vurgusu, kendisinden sonra gelen
felsefeciler arasında yoğun bir tartışma ortamının doğmasına
yol açtı ve felsefenin gelişimi, karşıt görünüşlü iki
doğrultuya yönelmiş oldu: “Tam ve mükemmel olarak gelişmiş
olan varlık aleminin incelenmesi” veya “evrenin, sayısız ve
sınırsız gelişim ve değişim süreçlerinin bir toplamı olarak
değerlendirilmesi”. Bu görüşlerin lider temsilcilerinden olan
Eleatik filozof Parmenides (M.Ö. 540-470) nihai tözün “değişmez
ve ebedi Varlık” olduğu tezini savunurken, Efesli Herakleitos
(M.Ö. 544-484) ise evrenin tüm tözünün, “sürekli bir
değişim süreci”nden ibaret olduğunu ileri sürmüştür.
Böylelikle bu iki düşünür, günümüzden tam 2500 yıl önce,
gelecekte tüm felsefecilerinin ilgi odağını teşkil edecek temel
konuları, felsefe sahnesine koymuştur.”31
Herakleitos’un
bazı yazıları ve Aristoteles ile Platon tarafından aktarılan
Ksenophanes’e ait bazı görüşler ve ifadelerle, çeşitli
kaynaklarda yer alan Parmenides’e ait 19, Zenon’a ait 4 ve
Melissos’a ait 10 parça; bu dönemin günümüze ulaşabilen
başlıca literatürünü teşkil eder. Bunların çoğu 10 satırdan
az olup, orijinallikleri veya asıllarına uygunlukları da kesin
değildir. Bu yetersiz literatürün farklı araştırmacılarca
farklı şekillerde yapılmış olan yorumları sonucu ortaya,
dönemin düşünürleri hakkında bazıları birbirleriyle çelişen
farklı görüşler ve anlayışlar çıkmıştır.
Herakleitos
Beşinci yüzyıl
tabiat felsefesinin şekillenmesinde önemli katkıları olan
filozoflardan biri de M.Ö. 544-484 yılları arasında yaşayan
Herakleitos’tur. Miletos gibi zengin bir İyon şehri olan ve
içinde, öteden beri dünyanın yedi harikasından biri sayılagelen
bir iyon tapınağının bulunduğu Efes’te (Ephessos) nüfuslu bir
ailenin ferdi olarak doğan Herakleitos, kendisine babasından
intikal eden “dini liderlik” payesini kullanmamış, ancak
aristokrat bir hayat sürmüştür.
Herakleitos’un
da Milet okulu filozofları gibi bir arkhe arayışı içine
girdiği görülmektedir. Çeşitli kaynaklarda “ateş” olarak
bahsi geçen bu arkhe ile ilgili tasvir ve açıklamalarına
bakıldığında Herakleitos’un, bu terimi, günümüz
fizikçilerinin “enerji” kelimesine atfettiklerine çok yakın
bir anlamda kullanmış olduğu fark edilecektir. Herakleitos’un bu
sınırsız gücü Tanrı ve insan ruhu ile irtibatlandırdığı
metinlerde ise terimin anlamı daha genişlemekte ve bu kavram,
metafizik ve manevi bir boyut da kazanmaktadır.
Herakleitos
düşüncelerini, o çağlarda bu gibi konularla ilgili yazılara
genelde konan bir başlık olan “Doğa Üzerine” isimli eserinde
sergilemiştir. Vecize şeklindeki kısa ve özlü ifadelerden oluşan
ve anlaşılabilmesi için, her bir cümlesinin, üzerinde-bazen
uzunca bir süre- düşünülerek, dikkatle okunması gereken bu
eserin bazı kısımları günümüze ulaşabilmiştir.
Herakleitos,
kâinatta, bizzat değişim olgusunun kendisinden başka süreklilik
taşıyan bir şey bulunmadığını söyler. Ona göre, tüm varlık
alemi sürekli bir dönüşüm veya devamlı bir akış halindedir ve
bundan dolayı sabit ve değişmez bir töz anlayışı geçersizdir.
Bu görüşünü “her şey akar (değişir), hiçbir şey sabit
kalmaz” şeklinde ifade eden Herakleitos’un bakış
açısından, bir insanın, aynı ırmakta iki yıkanması mümkün
değildir. Çünkü, ırmağa iki giriş süresi içinde, sular ve
ırmak akarak değişmiş, söz konusu kişi de biraz
farklılaşmıştır. Şeklen bir benzerlik olsa da özde, mahiyetler
değişmiştir. Kâinatı oluşturan varlıkların, sabit ve
değişmeyen birimler olarak değil, birer “oluş süreci”
halinde ele alınmaları gerektiğini, bu nedenle, varlıkların
özdeşlik özelliğinden de yoksun olduklarını iddia eden
Herakleitos, dikkatleri; bu sonsuz akış ve değişim süreçlerinin
ardındaki mutlak Birlik ve düzenliliğe, yani “Tek olandan
menşeini alan çokluğa ve çokluktaki birliğe” çeker.
“Her şey
(aslında) Bir’dir (Birden kaynaklanır)” diyen Herakleitos, O
mutlak Bir’in, sayısız değişim silsileleri içinde–her şeyi
değiştirip, bir halden diğerine sokarken–hiç değişmeden, hep
aynı kaldığını öne sürer. Ona göre, her şeye hükmeden ve
her şeyi değiştiren bu Sonsuz Güç, kendini gizlemeyi
sevmektedir. Duyularımızla algılaya geldiğimiz bu “düzensizlik
ve çokluk örtüsü”nün altındaki gizli düzenlilik ve bu
değişimler ve dönüşümler aleminin ötesindeki gizli
düzenleyici, Herakleitos’a göre evrenin “Logos”udur.
İnsan, aklı aracılığıyla, çevresinde gözlediği değişim
silsilelerinin ardındaki düzenliliğin temel ilkelerine ve bütün
bunları tesis eden “Kozmik Düzenleyici”ye ulaşabilir.
Kâinattaki tüm
değişim ve dönüşüm olgularını denetleyen ve yöneten
“evrensel akıl”, çevremizde gözlediğimiz bütün oluşum ve
olayların belirli bazı kurallar çerçevesinde gerçekleşmesini
sağlamaktadır. Herakleitos’un “logos” olarak adlandırdığı
bu düzenleyici ilke; kaostan kozmosu, hayattan ölümü, yokoluştan
da varoluşu çıkarmaktadır. Herakleitos’un “logos” terimini
birkaç farklı anlamda kullandığı görülmektedir. Bunlardan biri
ile Herakleitos günümüzün tabiat kanunu anlayışına oldukça
yaklaşmaktadır. O, bu evrensel düzenleme mekanizmasını,
“karşıtların dönüşümü ve birliği” kavramıyla açıklamaya
çalışmıştır.
Diğer taraftan
bazı ifadelerinde Herakleitos, Logos’a, “özgürce ve
sınırsızca; insan dahil, evrendeki her şeye hakim olan şuur ve
akıl” anlamını da yükler ve insan ruhunun, ölümden sonra O’na
döneceğini söyler. Bu şekilde Herakleitos, o yıllarda Yunan
toplumunda oldukça yaygın olan çok tanrı inancından
uzaklaşarak, varlığı tamamen kuşatan ve karşıtlıkların
tamamen üzerinde olan tek bir Tanrı anlayışına yaklaşır.
Herakleitos’un
felsefi sistemi içinde, “karşıtların ilişkisi” kavramı özel
bir önem taşır. Ona göre, kâinatta gözlenen tüm değişim ve
gelişim olguları; bazı karşıt unsurların karşılıklı
etkileşimleri aracılığıyla gerçekleşir. Bu yaklaşımın
geleneksel Çin kültürüne ait yin-yang kavram sistemine olan
benzerliği, çok dikkat çekicidir. Herakleitos’a göre “evrensel
logos”; sıcağın soğukla, kuruluğun ıslaklıkla, sertliğin
yumuşaklıkla ve diğer zıtlıkların birbiriyle olan
etkileşimlerini belirli bir düzen ve koordinasyon içinde tutar ve
zamanla onları, birbirine dönüştürür: “Soğuk ısınır,
sıcak soğur; kuru ıslanır, ıslak kurur; sert yumuşar ve yumuşak
sertleşir, vb.” Tüm bu değişimler, tek bir evrensel plân ve
program çerçevesinde gerçekleştiği için, Herakleitos, sonuçta
“Her şey Bir’dir” hükmüne ulaşır.
Herakleitos
değişim ve gelişim olgusunu, kendi iç dünyasında da
araştırmıştır. Bu hususu “Ben, kendi kendimi de eni-konu
araştırdım...” diyerek ifade eder. Herakleitos, insanın
davranışlarını belirleyen prensipler ile ve ruhsal özelliklerini
de, evrensel varoluşun derin perspektifi içindeki yerine oturtmaya
çalışır. Ve sonuçta ulaştığı noktayı “Ruhun da bir
logos’u vardır” diyerek özetler. Ölümün ruhlar için hiç
ummadıkları ve dünyada iken hayal dahi edemeyecekleri yepyeni
şeyler ve sürprizler sakladığını öne süren Herakleitos,
evrenin sayısız manevi varlıklarla dolu olduğunu; insan ruhunun,
“İlahi Akıl” ile olan ilişkisi nedeniyle, mutlak gerçeğe
ulaşma ve onu kavrama yeteneğine sahip olduğunu söyler.
Aklı
aracılığıyla; sürekli duyularından bilincine yansıyan değişim
silsilelerinin ardındaki evrensel düzenleyiciye ve onun oluşturduğu
düzenliliğin temel ilkelerine, yani evrensel logos’a ulaşması,
insanın ruhsal sağlığı ve esenliği için de vazgeçilmez bir
önem taşır. Herakleitos insanlara, tüm davranışlarını
evrensel logos’a uygun bir şekilde düzenlemelerini öğütler:
“Nasıl tabiat evrensel yasalara boyun eğiyorsa insanlar da-hem
kişisel hem toplumsal platformlarda-evrensel (geçerlilikteki)
yasalara uygun bir şekilde yaşamalıdırlar.” Gerçek huzura ve
mutluluğa ancak böyle bir tutumla ulaşılabileceğini söyleyen
Heraklietos şunları ekler: “-Ne yazık ki kitleler, sık sık
duyguları, zaafları ve dış etkenler tarafından yanıltılıp,
aldatılmaktadır. Ancak bilge insan, logos’a uyarak, gerçek
mutluluğa ve huzura kavuşabilir.”
İnsanın bedeni
içinde-dünyadaki hayatı boyunca-bu tür tutsak olarak kalan
ruhunun, ölüm vakti gelince oradan göç edeceğini söyleyen
Herakleitos, ruhun bundan sonra, dünya hayatında sergilediği
ahlâka uygun olan ve olmayan davranışlarının değerlendirileceği
bir yargı gününü bekleyeceğini söyler.
Bir çok yorumcu,
Herakleitos’un görüşlerini, çağdaşı Parmenides ile mukayese
ederken, bu iki düşünürü birbirine taban tabana zıt ve muhalif
iki farklı felsefe sisteminin kurucusu olarak nitelerler. Oysa, “her
şey birdir” sonucuna ulaşan Herakleitos, Parmenides’in bir ve
tek olan “Gerçek Varlık” anlayışına çok yaklaşmış olur.
Başlangıçta, her ikisi de “bir ve bütün olan gerçeği”
aramak üzere yola çıkan bu iki düşünürden Parmenides, bir ve
tek Gerçek Varlık uğruna görünür maddi dünyayı ikinci plâna
iterken; Herakleitos da değişimi ve çokluğu, onun da önemle
altını çizdiği bu “Birlik” perspektifinden yorumlamaya
çalışmaktadır.
Hegel,
kendisinden asırlar önce, diyalektik bir düşünce sistemi
kurduğunu ve görüşlerinin derin anlamlar içerdiğini belirttiği
Herakleitos’u, gerçek felsefenin büyük kurucusu olarak
nitelerken, Nietzsche’de “Herakleitos asla eskimeyecektir”
diyerek onu teyit eder.
Parmenides
Parmenides, dış
görünüşü Herakleitos’unkine karşıt olan bir metafiziksel
yaklaşım ortaya koydu. Herakleitos, nihai “olgusallığı” bir
değişim süreci olarak tanımlarken, Parmenides evreni tek ve
sürekli bir “töz” olarak yorumladı. Bu, aslında Parmenides’in
Ksenophanes’ten aldığı bir görüştü. Parmenides, bu fikri,
mantıksal düşünce çerçevesinde geliştirerek, rasyonel bir
temel üzerinde sistemleştirmeye çalıştı.
Aslında,
Parmenides’in entelektüel girişimlerinin tamamı, Ksenophanes’in
“değişen görüntüler arasındaki değişmez “Tek Varlık”
anlayışını esas alan metafiziksel bir sistem kurma gayreti olarak
tanımlanabilir. Ancak bunu yaparken, Parmenides’in hangi
düşüncelerini Ksenophanes’den aldığı, hangilerini ise özgün
olarak kendisinin ortaya atmış olduğu kesin olarak belli değildir.
Sokrates öncesi dönemin tüm filozoflarınınkine benzer şekilde
Parmenides’e ait kaynaklar da bölük pörçük ve eksik olup, tam
ve kesin sonuçlar çıkarmaya elverişli değildir.
Parmenides’in
Mısır’a gidip orada bir süre kalarak mantık, astronomi ve
felsefe öğrendiği rivayet edilir. Platon da, “Büyük Düşünür”
diye nitelediği Parmenides’in, Atina’da Sokrates ile tanışıp,
görüşmüş olduğunu nakleder. Platon, diyaloglarından birine
Parmenides adını vermiş ve bu diyalogda ihtiyar Parmenides’i; 40
yaşlarındaki öğrencisi Zenon ve genç Sokrates ile konuşturarak,
onlarla görüş alış verişinde bulundurmuştur.
Parmenides’e
göre, düşünme işlemlerimizin tamamı, düşündüğümüz
şeylere bağlı olduğundan ve her düşünceye dış dünyada bir
nesne tekabül ettiğinden; düşünce, varlık ait ilişkili olgusal
bir içerik taşır. Nesnel bir göndergesi olmayan bir kavram,
düşünülemez veya düşünülemeyen bir şey, varolamaz.
Parmenides,
zamanın yetersiz bilimsel bilgi ve felsefi terminoloji dağarcığı
nedeniyle ifadede oldukça büyük zorluklar çekerek “yanıltıcı
fenomenler” ile onların arka plânında yer alan “mutlak
gerçeklik” arasında bir ayrım yapmaya çalışmıştır. Bu
zorluk nedeniyle günümüz düşünce tarihi yazarlarının
Parmenides’in dikkat çektiği fenomenolojik çokluk ve değişkenlik
olgusunu aktarırken zaman zaman “güncel” örnekler verme
zorluğunu duyduklarını görmekteyiz. Meselâ, Sahakian, “Felsefe
Tarihi”de bu konuyu -sinema perdesinde belirli bir hızla
yansıtılan ardışık hareketsiz görüntülerin, insan zihnince,
sanki onlar hareketlilermiş gibi algılanışını-örnek vererek
açıklar.
W. Weischedel,
döneminin İranlı yöneticileri ve dolayısıyla İran kültürüyle
ilişki kurmuş olduğunu belirttiği Parmenides’in karmaşık
metafizik sistemini şöyle anlatır: “Acaba felsefi realite nedir?
Parmenides onun, hemen tamamı yanıltıcı dış görüntülere
dayalı olan sıradan insanların zihinlerindeki kâinat
telakkisinden veya dünya tasavvurundan çok farklı olduğunu
ifadeye çalışır. Ölümlü (geçici) olanın, bir zamanlar var
olmadığına ve gelecekte de varolmayacağına dikkat çeken
Parmenides şu uyarıda bulunur: “Gerçek Varlık”ın ne olduğunu
araştıran kimse onu, çevresini kuşatan geçici fenomenlerden
ibaret sanmamalıdır. Aslında, gözle görülebilen bu değişim
ve çokluk alemi bir tür hayal veya illüzyon gibidir. Gerçek alem
ise, bu fenomenler dünyasının ötesindeki sabit ve değişmeyen
alemdir. Gerçeği arayan kimse, bu fani nesneler arasında yolunu
kaybetmeden dosdoğru bir şekilde tüm değişim ve farklılık
görüntülerinin ardındaki “Ebedi Varlık”a yönelmeyi
bilmelidir.”
Değişim ve
çokluk algısının kaynağının, dış dünya kadar, hatta belki
ondan daha çok, “duyularımız” olduğuna dikkat çeken
Parmenides, duyularımızın yanıltıcı olabileceğini
vurgulayarak, bizi; “Tek ve Gerçek Varlık” anlayışına
ulaştıracak olan aracın, ancak “doğru düşünme yeteneğimiz”
olduğunu söyler. “Doğru düşünme” yöntemiyle ulaşılacak
“Gerçek Varlık” şu özelliklere sahip olmalıdır: “O’nun
için düşünme, irade ve varoluş aynıdır. Bu mutlak Varlık,
zamanın ve mekanın ötesindedir. Yaratılmamıştır, yok da
edilemez. Her zaman, her yerde tam, eksiksiz ve mükemmel olarak
mevcuttur. Hiçbir surette parçalanamaz; sonsuzdur, sınırsızdır,
her türlü kusur ve eksiklikten uzaktır.”
Böylelikle, duyu
verilerine, yani olgusal olana büyük ölçüde arkasını dönerek,
salt akıl yürütme yoluyla bir varlık felsefesi (ontoloji)
geliştirme girişiminde bulunduğu için Parmenides, metafiziğin
ve ontolojinin kurucularından biri olarak görülür.
Düşünceleri
Platon’u ve Aristoteles’i de derinden etkilemiş olan
Parmenides’in ortaya attığı “varlık” ve “varolmayan”
sorunu, 20. yüzyılda M. Heidegger tarafından yeniden ele
alınmıştır. Heidegger’in “varoluşçu” felsefi yaklaşımı,
bu kitabın IV. bölümünde incelenecektir.
Gerçekte
Parmenides, “Varolan, yani On” terimiyle; sürekli değişen
bir oluş içinde bulunan fiziksel bir varlığı değil, tüm
gelişim ve değişim görüntülerinin ardındaki asıl ve gerçek
varlığı ifade etmektedir. Platon tarafından “Ontos on”
(gerçek ve asıl varlık) adı verilen “İlahi Varlık”
anlayışı, Aristoteles metafiziğinde de “varlık teolojisi”
veya “onto-teoloji” biçimlerinde etkisini sürdürmüştür.
Parmenides bu tür
akıl yürütmelerde, Herakleitos’unkine karşıt bir tezle,
değişimin ve hareketin gerçekte söz konusu olamayacağı,
bunların gerçekte ancak birer yanılsamadan ibaret oldukları
sonucuna ulaşır.
Ancak, sağ
duyuya ve nesnel olgulara aykırı görünen bu öğreti, kısa
zamanda bir eleştiri ve saldırı sağanağıyla karşılaştı.
Parmenides’i savunma görevini öğrencisi Zenon üstlendi. Zenon,
Parmenides’i haklı göstermek amacıyla ilginç bir yaklaşım
geliştirdi. Fikirleri başta Platon ve Aristoteles’in eserleri
olmak üzere, sonradan kaleme alınan bazı kaynaklar vasıtasıyla
bize ulaşan Zenon’un amacı, Parmenides’in öğretisinin
çelişkili olduğu suçlamalarına, değişimi ve hareketi kabul
etmenin de bazı mantıksal çelişkilere yol açabileceğini
göstererek karşılık vermekti. Zenon, olgusal içeriği olmayan,
formel nitelikli “Kaplumbağa ile Achilles’in yarışı” veya
“Havadaki ok” gibi paradokslarına karşı ortaya konan itirazlar
aracılığıyla, Parmenides muhalifleri ile taraftarları arasında
diyalektik bir tartışma süreci başlatmış oldu.
Samoslu Melissos
da, Eleatik bir anlayışla, Parmenides’in varlık öğretisini
savunmak amacıyla “Varlık Üzerine” başlıklı bir eser kaleme
almıştır. Melissos’un yaklaşımı bir yönüyle, Miletos’lu
Anaksimander’in “aperion” kavramının sistemleştirilmesi
çabası olarak nitelenebilir.
Pythagoras
ve Matematiksel Felsefe
Prof. C. Sunar,
beşinci yüzyıl Yunan felsefesinin genel karakterini şöyle tasvir
eder: “Yunanistan’da beşinci yüzyıl; din, ahlâk ve psikoloji
asrıdır. Bu döneme ait metinlerde üslûp şâiranedir.
Edebiyatta dram sanatı en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Aiscylos’un din ve ahlâk konusundaki dramları büyük ün
kazanmış durumdadır. Homeros’un insanlar gibi kötülük
yapabilen tanrı anlayışına zıt, tam bir ahlâk ve fazilet
örneği olan bir Tanrı anlayışı, beşinci yüzyıla hakimdir.
Yine bu asırda, ruhun mahiyetine ve özellikle de ölümden sonraki
akıbetine özel bir önem atfedilmiştir. Homeros’a göre, ölümden
sonra ruhun mevcudiyeti devam eder, ancak bu, bir tür uyku halinde,
silik ve şuursuzca bir mevcudiyettir. Asıl hayatın dünya hayatı
olduğunu savunan Homeros, bu inancını “Ahiret (Hades) te bir
kral olacağıma dünyada fakir bir işçi olmayı tercih ederim.”
diyerek ifade etmiştir. Oysa beşinci yüzyılda, beden ruh için
bir tür zindan ve dünya hayatı da, ruhun bedenden bağımsız
gerçek hayatı için bir hazırlık mahalli olarak telakki
edilmektedir. Özellikle Platon, eserlerinde ölümden sonra diriliş
ile ruhun, ebedi özgürlük ve huzura kavuşabilme yöntemleri gibi
konulara geniş bir yer vermiştir. Bu alandaki görüşler, zaman
zaman Orphic dinine ait inançlarla etkileşime girmiştir. Bu durum,
özellikle Phythagoras’ta zirveye ulaşmıştır.”
Pythagoras
Matematiğin
kurucularından biri olarak kabul edilen Pythagoras M.Ö. 580’de
Sisam (Samos) adasında doğmuştur. Mısır ve uzak doğuda uzun
yıllar seyahat ve ikamet eden Pythagoras, daha sonra, kendi
ülkesinin tiranın baskıcı ve zalim yönetiminden çekindiği için
İtalya’nın güneyindeki Cotrone (Kroton)’a gelip, yerleşmiş
ve orada bir düşünce okulu kurmuştur.
Bir bilge ve
eğitici olarak yönlendirdiği okul mensuplarına yeni bir töre ve
din sistemi benimseten Pythagoras’ın ardından gelen okul
mensupları, matematik prensipler de içeren bir metafizik sistem
geliştirmişlerdir. Felsefe tarihçileri genellikle Pythagoras’ın
kişisel görüşleri ile ardıllarının görüşleri arasında bir
ayrım yapma eğilimindedirler.
Pythagoras’ın
ismi, en çok, dik açılı üçgenlerle ilişkili denklemle birlikte
anılır ve bilinir. Ayrıca, bazı kaynaklarda, bir üçgenin iç
açılarının toplamının, iki dik açının toplamına eşit
olduğundan da ilk defa onun söz ettiği ileri sürülmüştür.
Ancak, daha yakın zamanlarda yapılan araştırmalar, Hintliler
tarafından bu tür matematik prensiplerin çok daha öncelerden beri
bilindiğini ve bu dönemlerden kalan tapınakların, bu türden
matematiksel ilişkiler göz önünde bulundurularak tasarlanmış
olduğunu ortaya çıkarmıştır. Doğu ve Uzakdoğu gezilerinden
sonra Pythagoras’ın matematik bilgileriyle beraber–reenkarnasyon
gibi-bazı dini ve kültürel unsurları da beraberinde Kroton’a
getirdiği anlaşılmaktadır. Böylelikle gizemli bir “sayılar
öğretisi” üzerinde, yeni bir felsefi sistemin temeli atılmış
oldu.
Birçok eski
kaynakta, “filozof” kelimesini bugünkü anlamda kullanılan ilk
kişinin de Pythagoras olduğu belirtilmektedir. Bizzat benimsediğini
ifade ettiği eski bir geleneğe uyarak kendisini “Sophos”
(bilge) olarak nitelemekten kaçınan Pythagoras, alçak gönüllülük
alameti olarak “Philosophus” (bilgiyi ve bilgeyi seven) sıfatını
tercih etmiştir.
Kâinatın ana
sırrının ve arkheik unsurunun “sayısal” bir niteliği olduğu
esasına dayanan Pythagorasçı öğretide; 1’de 10’a kadar olan
sayılara, özellikle de bir bütünlük sembolü olarak tüm
sayıları içeren “10” rakamına özel bir anlam ve önem
atfedilir.
“Kozmos”
kavramını da ilk kullanan kişi olduğu öne sürülen Pythagoras,
kâinatta mevcut armoninin, büyük-küçük her şeyin birbiriyle,
bazı sayılar aracılığıyla ifadesi mümkün olan bir düzen
içinde irtibatlı olasından kaynaklandığını söyler. Müzikte
de bu tür bir uyum bulunduğunu ifade eden Pythagoras; farklı
seslerin, uyum ve düzen içinde sıralanışını sayısal olarak
ifade etmekle kalmamış, ayrıca bu özelliği, kullanılan
enstrümanının tellerinin uzunluğuyla da irtibatlandırmıştır.
Pythagoras, kozmosta; unsurları arasındaki uyumdan kaynaklanan
evrensel bir melodinin mevcudiyetinden de söz eder. Buna göre,
gökcisimleri, gökyüzünün en üst tabakalarından kaynaklanan,
ancak fizikötesi bir nitelik taşıdığı için kulaklarımızla
işitilmesi mümkün olmayan bir armoniyle uyum içinde hareket
ederler. Pythagoras’ın kozmik uyumu bir tür musiki olarak
algılayan bu yaklaşımı, sonraki dönemlerde sadece şâirlere
ilham kaynağı olmakla kalmamış, Kepler gibi bazı astronomlarca
da benimsenerek “De Harmonice Mundi” gibi astronomiyle ilgili
eserlerin ismine veya içeriğine de yansıtılmıştır.
Pythagoras,
varoluşun esasını Miletliler gibi temel bir nesnede değil, soyut
bir bağıntıda aramakla, günümüzün bilimsel yasa anlayışına
onlardan daha fazla yaklaşmayı başarmıştır. Pythagorasçı
okula hakim olan görüşler arasında “Orfik kült”ü andıran
ve bu çerçevede reenkarnasyon inancını da içeren unsurlara
rastlanmaktadır. Okul mensupları, sürekli tekrarlanan yeniden
doğuşlar döngüsünden kurtulup, “ideal varoluş” düzeyine
ulaşılabilmek için; arınma, dünyevi duygusallığı terk etme ve
çileci bir anlayışla maddi hazlardan uzak durma gibi teknikler
içeren özel bir yaşantı şekli benimsemekteydiler.
Duyguların ruhu
kirletmesini önlemek ve ruhun bedene hakimiyetini kalıcı hale
getirebilmek için kullanılan başlıca yollar müzik, jimnastik ve
tefekkürdü. Yine bu bağlamda; dostluk, kölelere iyi davranma,
kadın-erkek eşitliği, insanlar arası ilişkilerde uyumluluk gibi
prensiplere de riayet edilmekteydi.
Kişilerin
yaşantı tarzının ve ahlâki düzeyinin, ruhun gelecek yaşamındaki
statüsünü belirleyecek başlıca hususlar olacağına inanıldığı
için, okul mensupları bu gibi kurallara var güçleriyle uymaya
çalışmakta idiler. Yaygın olarak benimsenen bazı kurallara göre;
asıl tercih ve arzu edilmesi gereken hayat; bir hekimin, bir prensin
veya ozanın hayatı olmalıdır. Pythagoras okulunun bazı
mensupları, toplumu yönlendirecek manevi liderler olabilmek
amacıyla devlet yönetiminin çeşitli kademelerinde de görevler
alarak inançlarını yaymaya ve yaşatmaya çalıştılar. Fakat
okulun bizzat kendisi, çok kesin ve katı olan bazı kurallar
nedeniyle, zaman içinde, topluma kapalı esrarengiz ve gizli bir
örgüt haline dönüştü. Bu durum, bir süre sonra, halk içinde
büyük bir rahatsızlığa yol açtı. Devlet yönetimine ilgileri
ve bir tür seçkinler yönetimi kurma şeklinde algılanan
siyasetleri, çok şiddetli sosyal reaksiyonlar doğurdu. Sonunda bir
gün Kroton’daki merkezleri yakılarak tahrip edildi. Bazı
kaynaklara göre Pythagoras’ın kendisi de birçok taraftarıyla
birlikte bu yangında ölmüştür. Ancak diğer bazı rivayetlere
göre ise oradan kaçan Pythagoras, Metapont’a yerleşerek, uzun
yıllar orada yaşamıştır.
Pythagoras’ın
öğretilerinin önemli kısmı günümüze, daha sonraları
Philolaos tarafından kaleme alınan yazılar vasıtasıyla
ulaşmıştır. Elimizde, düşünürün bizzat kendisine ait hiçbir
yazılı metin mevcut değildir.
Örgütün
dağıtılmasından sonra bu öğreti unutulmamış, tüm ilkçağ
boyunca belirli çevrelerde varlığını sürdürmüştür.
Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı yüzyıllarda bile
kendisini bu geleneğin devamı olarak niteleyen “Yeni
Pythagorasçılık” akımı hâlâ oldukça müessir ve yaygın bir
durumdaydı.
Philolaos ve
izleyicilerince derlenerek günümüze ulaştırılan bu felsefe,
Herakleitos’un vurguladığı “oluş” ile Parmenides tarafından
ifade edilen “süreklilik” kavramlarının matematikten
yararlanılarak uzlaştırılması çabası olarak da görülebilir.
Sayılar, fiziksel varoluşun soyut bir süreklilik taşıyan özü
gibidir. Fiziksel nesneler, kendilerini biçimlendiren matematiksel
kalıplar çerçevesinde “belirirler”. Bu durumda, fiziksel alem
bir taraftan, Herakleitos’un dile getirdiği gibi bir değişim ve
dönüşüm süreci içinde görünmekle birlikte, diğer taraftan
da, sabit ve değişmez matematiksel yasalara bağlıdır.
Pythagorasçıların
“sürekli matematiksel form” anlayışları, daha sonra Platon’da
“idea” kavramına dönüşecek ve buna, “fiziksel olgusallıktan
daha üst ve önemli düzeyde bir varoluş” atfedilecektir.
Metafiziksel Çoğulcular
“Oluş” ve
“Varlık” kavramlarını esas almış olan iki temel yaklaşımı
uzlaştırmayı hedefleyen bir değer Helenistik felsefe okulu da,
başlıca temsilcileri Empedokles, Anaksagoras ve Leukippos ile
Demokritos olan “Metafizikçi Çoğulculuk”tur.
Okulun öğretisi
başlıca iki temel var sayıma dayanmaktaydı: 1-) Olgusallık tek
bir temel tözden değil, birçok unsurdan kaynaklanmıştır. 2-)
Bunların karekteristik davranışları, belirli bazı
esaslar çerçevesinde gerçekleşir. Bu anlayışa göre, “bizzat
ve sürekli var olan temel olgusallık unsurları, aynı zamanda da
devamlı olarak bir değişim, dönüşüm, yok oluş ve yeniden
düzenleniş sürecine maruz bulunurlar.”
Empedokles
Bu öğretinin
sistemleştirilmesi yönünde ilk adımları atmış olan
Agrigentum’lu Empedokles (M.Ö. 495-435) takdire değer bazı
başarılarına karşılık, felsefi gündeme birtakım yeni
problemler de getirmiştir. Sicilya’daki Akragas (Agrigentum)’da
doğmuş olan Empedokles, bir devlet adamı, şâir, mistik, şaman,
otacı, hekim ve filozof olarak gerçekten çok renkli ve çok yönlü
bir kişiliğe sahipti. Felsefe tarihçileri onu, orijinal bir
düşünür olmaktan çok, farklı kaynaklara ait bilgileri alıp,
derlemeler yapan bir ‘eklektik’ olarak nitelerler. Ancak,
bu şekilde bazı ilginç sentezlere de ulaştığı görülmektedir.
Empedokles,
Miletos Okulu filozoflarının arkheleri olan suyu ve havayı;
Herakleitos’un ateşi ve Elea’lıların yer kavramıyla
birleştirerek, klâsik “dört unsur” (anasır-ı erbaa)
anlayışını ortaya koymuştur. Varoluşun temel mekanizmasının
ve unsurlarının açıklanmasına yönelik bu ontolojik model,
etkisini asırlarca sürdürmüştür.
Empedokles bu
dört temel unsura etki eden zıt yönlü “sevgi”
(çekme-birleştirme) ve “nefret” (itme-dağıtma) kuvvetlerinin;
kâinattaki değişim, dönüşüm, oluş ve yok oluş süreçlerinden
sorumlu olduklarını iddia etmiştir. Tanrı’nın tüm temel
varlık unsurlarını ve karşıt kuvvetleri eksiksiz ve mükemmel
bir uyum içinde düzenleyerek kusursuz bir kâinat yarattığını
söyleyen Empedokles, kozmik varoluşun, ancak, “sevgi”nin üstün
gelmesiyle mümkün olduğunu vurgular. Eğer böyle olmayıp da
nefret ağır basmış olsaydı, evrenin tüm unsurları tamamen ve
ebediyen ayrışıp, yok olurdu. Ancak, buna rağmen kısmi olarak
kâinatın bazı kesimlerinde yer yer hâlâ sevgi ve nefret
kuvvetlerinin çatışmaları sürmekte ve buna bağlı olarak da
doğuş, gelişme, yokoluş ve yeniden düzenlenme süreçleri vuku
bulmaktadır. İnsanın durumunun ve konumunun diğer tüm
varlıklardan farklı ve üstün olduğuna dikkat çeken Empedokles,
insanoğlunun yeryüzünde belirmesinden çok önceleri,
ruhlarımızın, ilahi bir ortam ve toplulukta, sevinç ve huzur
içinde yaşamış olduğunu söyler. Ancak günah işlediği için
oradan sürülen insan, cezasını yeryüzünde ruhu fiziksel bir
bedene hapsedilmiş olarak yaşamakla çekecektir.
Empedokles,
fiziksel alemin ötesindeki ilahi alemin, gerçek ve kusursuz
olduğunu söyler. Ona göre, ruhunun beden içinde hapsedilişi,
insanın bilme yeteneğini de sınırlar. Bu nedenle duyu algısı,
mutlak ve gerçek bilgi olamaz. Gerçek bilgiye ancak akıl ve doğru
düşünme yoluyla ulaşılabilir. İnsanın bilgeliğe
erişebilmesi, iç dünyasındaki her unsurun, dış dünyadaki
mütekabil bir unsurla bağlantı kurmasıyla mümkün olur.
Empedokles’in felsefesi, temelde dualist bir nitelik taşır ve
fiziksel dünya, ruhsal dünyadan tamamen ayrı, hatta onunla büyük
bir karşıtlık içinde mütalâa edilir. Bu çerçevede,
filozoflara düşen de, bu iki dünyanın unsurlarını ve bunların
ilişkilerini, “doğru düşünme” vasıtasıyla ortaya
çıkarmaktır.
Anaksagoras
Anaksagoras da,
buraya kadar ele aldığımız diğer filozoflar gibi, merkezi
Yunanistan’da değil, çevresindeki kolonilerden birinde
yetişmiştir. M.Ö. 500 yıllarında Anadolu’daki Klazomenai
(bugünkü Urla)’da doğan Anaksagoras, felsefe sevgisini, daha
sonraları felsefe çalışmalarının merkezini teşkil edecek olan
Atina’ya ulaştırmış olan filozofların başında gelir. Ancak
henüz o sıralarda, Atina’daki şartların felsefenin serbestçe
gelişimi için pek uygun olmadığı; Anaksagoras, Sokrates ve diğer
bazı filozofların dinsizlikle suçlanıp, yargılanarak ölüm
cezasına çarptırılmalarından anlaşılmaktadır.
Anaksagoras daha
çok gökyüzü ve gök cisimleriyle ilgilenmiştir. Astrofiziksel
nesneleri zamanın bilgi birikimi çerçevesinde objektif bir
yaklaşımla açıklama çabaları, Atina’ya o yıllarda hakim olan
cahil ve bağnaz çevrelerin öyle şiddetli tepkisine yol açtı ki,
sonunda “Tanrı tanımazlık”la suçlanarak ölüm cezasına
çarptırıldı. Bu korkunç hükmü, kendisine daima büyük
yakınlık göstermiş olan dönemin ünlü devlet adamı Perikles
bile önleyemedi. Anaksagoras idamdan, ancak Atina’dan kaçmak
suretiyle kurtulabildi.
Anaksagoras’ın
felsefi yaklaşımı da ana hatları itibariyle diğer “tabiat
filozofları”nınkine benzer. Milet Okulu mensupları temel unsur
(arkhe’yi) “tek” ve “bir”, Empedokles “dört”,
atomcu görüşü savunanlar ise nitelik bakımından “sayısız”
addeder. Anaksagoras da birbirinden nitelik bakımından farklı,
sayısız arkheik unsur bulunduğu görüşünü ortaya atar ve
bunları bir “tohum” veya “çekirdek” olarak tasvir eder.
Anaksagoras, çağdaş atom ve molekül kavramlarını çağrıştıran
bir şekilde, son derece ince yapılı sayısız çekirdeğin tüm
evrene saçılmış durumda iken, belirli bazı güçlerin etkisiyle
bunların yer yer yoğunlaşarak biraraya geldiklerini ve görünür
nesnelerin maddi yapıtaşlarını oluşturduklarını söyler.
Anaksagoras bu toplayıcı ve birleştirici güçlerin maddi olmayıp
“ruhi-manevi” nitelikte olduklarını ve bazı yönleriyle de
zihnimizin tabiatına benzerlikler taşıdıklarını belirtir.
Yönlendirici manevi gücün belirli bir gaye, ayrıca da bunu mümkün
kılacak muayyen bir program ve plân çerçevesinde etkinlik
gösterdiğini öne süren Anaksagoras, kâinatın gözlenebilen
düzenlilik ve güzelliğinin kaynağının Nous adını
verdiği bu “Akıl-İrade-Güç” sahibi Ruh olduğunu vurgular.
Kâinatın varedilişi belirli bir amaca yönelik olduğu için,
tabiatı bu hedefe yönelten kuvvetlerin tamamı, Nous’un
belirlediği program çerçevesinde etkinlik gösterir. Kozmik
varoluş gayesi, tabiatı belirli bir istikamete yönlendirmek
suretiyle; tüm varlıkların nitelik ve niceliklerinin muayyen
sınırlar içinde tutulmasına ve çevremizde sürekli
gözleyebildiğimiz uyum ve estetiğin devamına rehberlik eder.
“Nous” olarak
adlandırdığı soyut felsefi kavram Anaksagoras’ı, diğer
”tabiat filozofları”ndan en kesin çizgiyle ayıran
özelliğidir. Nous’u “düşünen, zeki, her şeye gücü yeten,
ancak maddi bir bedene sahip olmayan” bir tür Ruh olarak
tanımlayan Anaksagoras, bu yaklaşımını şöyle açıklar:
“Yalnız başına var olabilen, tamamen saf, arı ve tertemiz olan
bu Ruh, başlangıçtaki kaostan; güzel ve anlamlı bir evrenin
oluşumunu sağlamıştır. Ancak, bu kozmik düzenlemeden sonra
Nous’un külli yaratıcı etkinliği sona ermiştir. Artık bundan
sonra bizler, varlıkların ve hadiselerin oluşumunu ve
düzenliliğini, neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde
yorumlayabilir ve kavrayabiliriz.”
Anaksagoras’ın
tanımladığı nous kavramı, gelecekte idealizm olarak şekillenecek
temel felsefi yaklaşımlardan birinin genel çerçevesini teşkil
edecektir. Aristoteles, Anaksagoras’ın başarısını şöyle
yorumlar: “Sokrates öncesi filozofları içinde o, kâinatı
düzenleyen Ruh düşüncesiyle, sarhoşlar içinde ayık ve aklı
başında bir kimse gibidir.”
Leukippos ve
Demokritos
Eski Yunan
felsefesi üzerinde önemli bir etki yapmış olan Leukippos’un
hayatı hakkın- da elimizde fazla bir bilgi mevcut değildir.
Miletos’da doğduğu sanılan Leukippos’un M.Ö. 5. yüzyılın
ortalarından itibaren Abdera’da felsefi çalışmalarda bulunmaya
başladığı rivayet edilir. Kendisinden günümüze ulaşabilmiş
olan yazılı belge, şu cümleyi içerir: “Hiçbir şey rasgele
oluşmaz, her oluşumda bir anlam ve gereklilik vardır!”
Leukippos
“Atomculuk Okulu”nun kurucusu olarak kabul edilir. Felsefesi,
bazı yönleriyle “Metafiziksel Çoğulcu”larınkine benzerlik
taşır. Ona göre de nihai olgusallık, nitel ayrımlara sahip
olmayan ve esas özellikleri uzayda yer kaplamak olan bazı temel
oluşumlara dayanır. Bu oluşumlar tek bir tözden ibaret olmayıp,
atom adı verilen bölünmez ve yoğun unsurlardan müteşekkildir.
Leukippos’un felsefesinde yokluk da en az varlık kadar olgusal ve
zorunludur. Çünkü, atomsal unsurların içinde serbestçe hareket
etmeleri için böyle bir ortama ihtiyaç vardır.
Leukippos’un
atom öğretisini ve diğer görüşlerini, kendi kişisel
düşünceleri içinde harmanlayarak günümüze ulaştıran kişi,
yetenekli öğrencisi Demokritos olmuştur. Demokritos Abdera’da
doğmuş ve M.Ö. 470-360 yılları arasında orada yaşamıştır.
Bu iki düşünüre göre kâinat, yaygın boşluğu dolduran bir
dizi yoğun, bölünmez ve ezeli unsurdan oluşur. Ancak bunlar, çok
küçük oldukları için duyularla direkt olarak algılanamaz.
Bölünemez, yok edilemez ve değişmez olduklarını öne sürdüğü
atomların; büyüklük ve ağırlık bakımından da farklı
olduklarını belirten Demokritos’a göre varlıkların bütün
mevcut ve muhtemel bileşimleri, ayrı ayrı atomların bir araya
toplanmalarıyla oluşurken, yok oluş ve çözülüş süreçleri
de, atomların birbirinden ayrılıp, dağılmalarıyla gerçekleşir.
Nesnelerin tüm temel nitelikleri sadece ağırlık, yoğunluk ve
katılık gibi nicel özelliklere bağlıdır. Renk, koku, ısı, tat
gibi sübjektif özellikler ise bizim duyularımızla ilişkili olup,
gerçekte o nesnenin özünde bulunmayan sekonder ve izafi
özelliklerdir. Mutlak ve nesnel gerçeklik sadece atomlara ve
boşluğa bağlıdır.
Materyalist
felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Demokritos’a göre sonsuz
zamanlardan beri, sayısız atom, “ağırlık” kanununa göre,
yine sonsuz olan boşlukta hareket etmektedir. Bunların birbiriyle
rastgele çarpışmaları sonucu, bazen atomlar bir araya gelerek,
kümelenirler. Birbirine benzer kümelerin birleşmesiyle de gözle
görülebilir büyüklükteki varlıklar oluşur. Bu sürecin çok
büyük ölçeklerde gerçekleşmesi sonucunda da “dünyalar”
oluşur ve bir süre sonra atomlarının dağılmasıyla bu dünyalar
yokolur. Bizler de şu anda, bunlardan biri üzerinde yaşamaktayız.
Neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde kendi kendisine gelişen ve
işleyen bu süreç için, bir “düzenleyici, tasarlayıcı ve
yönetici” ruha gerek olmadığını öne süren Demokritos,
kâinatın ve insanın varoluşunu şansa ve tesadüfe bağlar.
Demokritos’a göre insanın bedeni gibi ruhu da bazı atomlardan
oluşan maddi bir yapı niteliğindedir. Daha ince olan bu atomlar,
ölümden sonra ayrışıp dağılırlar. Demokritos, manevi olduğu
söylenen tüm şeylerin, ya algı- altı atomik yapılara ya da boş
inanca indirgenebileceğini söyler.
Bu maddeci
yaklaşımına rağmen, Demokritos da felsefesine birkaç manevi
unsur eklemekten geri kalmamıştır: “Kaba güç yük hayvanlarına
yakışır. İnsanın asaleti, düşünce gücünden kaynaklanır.
İnsanın ulaşabileceği en büyük mutluluk sevinç ve huzurla dolu
bir rahatlık hali (ataraxia)’dır. Bizi buna ulaştıracak yol ise
kendimizi tanımak, anlamak; sonra heves ve arzularımızı frenlemek
ve nihayet bazı yüce değerlere riayet etmektir.” Ancak,
Demokritos’un etik öğretisinin, kendi içinde belirli bir
bütünlüğe ve sistematiğe sahip görünen tabiat öğretisiyle
karşılaştırıldığında; oldukça belirsiz ve onunla yeterince
ilişkilendirilmemiş bir durumda olduğu görülmektedir.
Direkt olarak
gözlenemeyen ancak dolaylı olarak-akıl ve düşünce yoluyla-var
oldukları kavranabilen atomlar ve atomların hareketleri,
Demokritos’a göre kâinatta gözlenen tüm varlık ve süreçlerin
esası ve kaynağıdır. Duyularımız aracılığıyla yaptığımız
gözlemler, sadece atom guruplarının çok büyük ölçekli
kümeleriyle sınırlı olduğu için, Demokritos empirik bilgiyi
“güvenilmez” olarak niteler. Ona göre, duyu verileri birtakım
zanlardan ibarettir; çünkü insanlar duyusal fenomenleri değişik
bakış açılarından algılayabilir ve yorumlayabilirler. Duyular
aracığıyla türetilmiş olan bilgi, kişiden kişiye değişebilen
izafi bir özellik taşır. O halde insan bilgisi, gerçek
olgusallığa, yani atomik olgusallık dünyasına hiçbir zaman
ulaşamayacağı için, daima subjektif ve kesinlikten uzak olmak
zorundadır.
Demokritos’un
bu gibi görüşleri, Pirho gibi izleyicilerini en sonunda, insanın
hiçbir şeyi tam olarak bilmesinin mümkün olmadığını esasına
dayanan koyu bir şüpheciliğe yöneltti. Ve okulu, Sofistik
felsefenin odağı konumuna geldi.
Sofistler
M.Ö. 6. ve 5.
yüzyıllarda, Yunanistan’da, önce kolonilerden başlayıp, daha
sonra Atina’ya ulaşan “sistematik-özgür-kişisel” birçok
düşünce akımı doğdu ve gelişti. Yöre insanı, düşünce
tarihinde, o döneme kadar eşi görülmedik bir şekilde, içinde
yaşadığı alemi ve bizzat kendisini anlamaya ve açıklamaya
yönelik yoğun bir entelektüel faaliyete koyuldu. Düşünürler,
yeni ve orijinal görüşleri, bir bayrak yarışmacısı coşkusuyla
birbiri ardınca ortaya koymaya başladı. Günümüz uygarlığına
has olanlar dışında neredeyse hemen tüm felsefi hususlar o
dönemde ortaya konulmuş, tamamen çözülmemiş olsalar da,
sistematik bir şekilde ele alınıp, analiz edilmişlerdi. Bazıları
birbirini destekleyen ve geliştiren nitelikte, ancak çoğu farklı,
hatta bir kısmı birbirine tamamen zıt özellikte olan bu kadar çok
görüşün nasıl olup da böyle kısa bir zaman dilimi içinde
felsefe tarihi sahnesine çıkmış olduğu, gerçekten anlaşılması
ve izahı zor bir olgudur.
Yunan
felsefesinin ilk dönemine ait görüşler genelde sadece kozmoloji
alanına ait idi ve insan konusu, büyük ölçüde göz ardı
edilmiş durumdaydı. Her ne kadar Ksenophanes, Herakleitos ve
Pythagoras’ın felsefelerinde insan unsuruna değinilmişse de, ana
konu olarak insanı ele alan ilk felsefi ekol, Demokritos’un
görüşleri üzerinde yükselen Sofistik yaklaşım oldu.
Sofistlerin
felsefe tarihinde belirmelerinden önceki dönemde Yunan düşünce
dünyası, adeta bir “görüşler ve yaklaşımlar” bombardımanı
altındaydı. Çoğu birbiriyle çelişen pek çok sayıdaki farklı
felsefi öğreti ve bakış açısının mevcudiyeti başlangıçta,
üstün düşünme gücüne sahip sıra dışı parlak zekâlar için,
verimli sonuçları olan mukayese ve sentezlere imkân sağlamış
olsa da, daha sonraları bu durum özellikle toplumun ezici
çoğunluğunu teşkil eden sıradan insanlar için kafa karıştırıcı
bir etki yapmaya başladı. Bu ortamda farklı görüşleri sağlıklı
bir şekilde yorumlayabilmek, onlardaki doğruları ve yanlışları
tespit edebilmek, artık gerçekten de imkânsız denebilecek kadar
zorlaşmıştı. Buna zamanla, bazı filozofların, insanoğlunun
doğru bilgiye ulaşma yeteneğine atfettikleri şüpheler ve
güvensizlik de eklenince, tüm toplum kesimleri, tam bir düşünsel
kaosa gömülmüş oldu.
Aslında o
yıllarda Yunanistan maddi bakımdan en parlak dönemlerinden birini
yaşamaktaydı. Pers savaşları başarıyla sonuçlanmış, bunu,
büyük bir ekonomik gelişme olgusu izlemişti. Ancak bu maddi
rahatlık ve refaha ne yazık ki entelektüel alanda
rastlanamamaktaydı. Zaten ayrıca maddi refah kaynakları da,
zamanla toplumun çok küçük bir azınlığını teşkil eden bir
seçkinler topluluğunun eline geçmiş, haksız ve adaletsiz
uygulamalarla, toplumun çoğunluğu yoksulluğun maddi ve manevi
sıkıntılarının pençesine itilmişti.
Sofistler, işte
böyle bir ortamda faaliyete başladılar. Yunanca ”sophistai”
kelimesi “bilgelik öğreten” manâsına gelir. Sofistler
başlangıçta, gezgin öğretmenler olarak kentten kente dolaşarak
öğrencilerine -para karşılığı- çeşitli hususlarda, özellikle
de güzel konuşma konusunda eğitim vermekteydiler. Gerçekte,
Sofistlerin çoğu birer bilge veya filozof olmayıp, “yarar ve
çıkar sağlama tekniklerini para ile öğreten, hemen hemen hiçbir
ilke, veya değer yargısına tâbi olmayan kişilerdi. O günlerde
Yunanistan’da yaygın olan karışıklık ve adaletsizlik nedeniyle
insanlar haklarını kolay kolay alamadıkları için Sofistler,
böyle bir ortamda kimin haklı olduğunun değil, kimin haklı
göründüğünün önem taşıdığını iddia etmekte ve mevcut
şartların da zorlamasıyla geniş bir taraftar kitlesini ikna
etmeyi başarmakta idiler.
Platon bir
eserinde, bir Sofistin bu konuda halka şu telkinlerde bulunduğunu
aktarır: “Yasaları ve töreleri aslında bilgisiz ve güçsüz
olan kuru kalabalıklar koymuştur. Onların amacı, kendilerinden
daha güçlü ve yetenekli bir kimsenin daha fazla hak elde etmesini
önlemektir. Bunun için onlar; “umuma verilenden fazlasını
istemek çirkin, adaletsiz ve ayıptır!” derler. Oysa gerçek
doğruluk ve adalet; “soylu, yetenekli ve güçlü”nün, “soysuz,
yeteneksiz ve zayıf”tan çok daha fazla şeye sahip olmasını
gerektirir. Bu, tabiatta yaşayan pek çok canlıda böyle olduğu
gibi, devletler ve insanlar arası ilişkilerde de öyledir. “Güzel
konuşma” sanatı ile kişi; mahkemede hakimlere, seçkinler
meclisinde seçkinlere, halk toplulukları karşısında halka bu
gibi görüşleri aşılayıp, onları yönlendirebilir. Eğer bu
güç senin eline geçerse o zaman doktorun, silah eğitmenin,
öğretmenin senin hizmetçin olur. Hatta borç istediğin tefeci
bile, parayı başkasından alıp, sana verir!”
Tüm Sofistlerin
aynı prensipleri ve görüşleri paylaşan ortak bir düşünce
okuluna mensup oldukları söylenemez. Onlar genelde birbirinden
kopuk, bağımsız ve farklı düşünceleri savunmaktaydılar.
Ayrıca duruma ve ihtiyaçlara göre de, hemen fikir ve
beyanlarından tavizler verebilmekteydiler.
Bu ekolun en
ünlülerinden biri, Abderalı Protogoras (M.Ö. 480-410)’tır. İlk
Sofistlerden olan Protogoras, Yunanistan’ı baştan başa
dolaşarak, özellikle hakim karşısında haklı çıkmayı ve insan
topluluklarını ikna etmeyi mümkün kılabilecek etkili ve güzel
konuşma teknikleriyle ilgili dersler verdi. Bu şekilde büyük bir
servete ve üne sahip olduktan sonra, Atina’ya yerleşti.
Protogoras’ın öğretisinin esası “kesin ve mutlak gerçekliğin
olmadığı ve doğrunun, kişiye ve zamana göre değişen subjektif
bir niteliği olduğu” iddiasına dayanıyordu. Onun şüpheciliği
dini konuları da kapsıyordu: “Tanrıların var olduğunu veya
olmadığını anlamak öyle zor bir iştir ki, bunu başarabilmeye
ömür yetmez!” Bu sözleri üzerine Protogoras da dinsizlikle
suçlandı ve yargılandıktan sonra, Atina’dan sürüldü.
Protogoras’ın görüşlerinin şekillenmesinde, Demokritos’un
önemli etkileri olmuştur.
Bir diğer önde
gelen Sofist olan Leontini’li Gorgius (M.Ö. 483-375), “Doğa
veya Varolmayan” başlıklı yazısında şu üç öncül üzerine
kurulu olan nihilistik felsefesini anlatır: ”1-) Hiçbir şey
yoktur. 2-) Eğer herhangi bir şey varolmuş olsaydı bile, biz bunu
bilemezdik. 3-) Şayet büyük bir şans eseri o şeyi bilmiş olsak
da, onu bir başkasına aktaramazdık.”
İlkesiz, faydacı
ve çıkarcı eğilimleri nedeniyle zamanla, Yunan toplumunda
Sofistler hakkında olumsuz tepkiler doğdu ve sonuçta “Sofist”
terimi yüz kızartan; hakaret ya da aşağılama ifade eden bir
anlam kazandı. Bunda özellikle bazı Sofistlerin açıkça hileli
ve sahte akıl yürütmelerle “metot, doğrululuk, adalet” gibi
kavramların iyice içini boşaltıp, değersizleştirme
girişimlerinin büyük rolü oldu. Platon ve Aristoteles’e göre
Sofistik yaklaşımın nihai olarak gelip, dayandığı nokta;
yararsız ve boş söz cambazlıklarıyla felsefi sorunları iyice
yozlaştırıp, içinden çıkılamaz bir hale getirmek olmuştur. Bu
iki büyük düşünüre göre Sofizm, başlı başına bir çirkinlik
felsefesi olup, tüm Sofistik ilke ve metotlar tamamen yararsız,
hatta toplumsal yapı ve düzen için zararlı safsatalardır.
Sokrates
Sofistlerin Yunan
toplumunu yozlaştırıcı etkileriyle en müessir ve başarılı
mücadeleyi verme şerefi Sokrates (M.Ö. 470-399)’a ait olmuştur.
Sahakian, Sokrates’ı niteleyen en karakteristik özelliğin,
büyük bir içtenlikle savunduğu ve Sofistlerin ilkesizliğine
taban tabana zıt bazı evrensel prensipler olduğunu belirtir.
Meselâ, Sofistler haksızlığa uğramanın, haksızlık yapmaktan
daha yüz kızartıcı olduğunu söylerken; Sokrates, haksızlık
yapmaktansa, haksızlığa maruz kalmanın tercih edilmesi
gerektiğini öğretir. Sofistler, davranışın sübjektifliğini
savunur ve bireyin duygu ve isteklerine dayalı faydacı ve çıkarcı
davranışları teşvik ederken; Sokrates, objektifliği ve tüm
insanlığın hayatında müştereken geçerli olması gereken erdem
ilkelerini savunur. Sofistler, insan için özgürlüğün, arzu ve
dürtülerini serbestçe ve sınırsızca ifade etmesiyle mümkün
olacağını iddia ederken; Sokrates, gerçek özgürlüğün, ancak
tutkulara kölelikten kurtulmakla, yani benliğin, erdem tarafından
tam olarak denetimiyle mümkün olabileceğini belirtir.
Sokrates’ın
Hayatı
Sokrates ile
ilgili rivayetler günümüze Platon ve Xenophon gibi öğrencilerinin
yazıları vasıtasıyla ulaşmıştır. Ne yazık ki bizzat
kendisinden bize yazılı hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle
onun hakkında söylenen ve bilinen her şey tartışılabilir
niteliktedir. Meselâ, Platon’un diyaloglarında söylenenleri
gerçekten Sokrates’ın söyleyip, söylemediği kesin olarak belli
değildir. Sokrates’ın hayatını ve öğretilerini tam ve
şüpheden uzak bir şekilde ortaya koymak mümkün görünmemektedir.
Störig, Platon’un Sokrates’ın ağzından verdiği görüş ve
düşüncelerin esas olarak Sokrates’a değil, Platon’a ait
olduğunu belirtir. “Sokrates araştırmaları” felsefe tarihinin
en çetin ve tartışmalı konularından birini teşkil etmiştir.
Sokrates’a aitmiş gibi görünen sözler ve bilgiler, çeşitli
süzgeçlerden geçirilerek iyice elendikten ve seçildikten sonra
derlenmiştir. Ancak sonuçta ortaya konan öğreti ve “Sokratik
Metot”, yine de tamamen dolaylı bilgilere dayanmaktadır.
Sokrates’ın
M.Ö. 470 yılında Atina’da taş yontucusu bir baba ile ebe olan
bir annenin oğlu olarak dünyaya geldiği söylenir. Rivayete göre,
doğduğu şehri sadece askerlik yapmak üzere terk etmiş ve çıktığı
seferde tüm güçlükleri göğüsleyerek ve tehlikeli sorunların
çözümlerine öncülük ederek çok büyük yararlılıklar
göstermiştir. Başkaları soğuk nedeniyle kalın giysiler içinde
büzüşüp, bekleşirken; o, incecik elbiseleri ve çıplak
ayaklarıyla buzlar üzerinde durup, usanmadan mücadelesini
sürdürmüştü. Çevresindeki hemen herkes korku içinde kaçışıp,
uzaklaşırken o, komutanının çevresinde olağanüstü bir
soğukkanlılıkla görevini ifa etmeye devam etmişti. Bir savaşta,
taktik icabı geri çekilme yönünde tartışma götürmez bir emir
alınca, sırtını düşmana dönmüş olmamak için emredilen
noktaya kadar göğsü düşman saflarına dönük olacak şekilde
geri geri yürümüştür. Onun kahramanlıkları, metaneti ve
dayanıklılığı hakkında inanılması güç söylentiler vardır.
Barış
dönemlerinde, hemen her gün, çok sade bir kıyafetle Atina
sokaklarında ve alanlarında dolaşıp, “içinden gelen sese”
uyarak, oldukça farklı bir öğretmenlik anlayışıyla insanları
uyarırdı. Zamanla çevresinde çok renkli bir öğrenci gurubu
toplandı. Öğrencileri arasında şehrin ileri gelenlerinin
çocukları da vardı. Dersleri, tamamen ücretsizdi. Üzerinde en
çok durduğu konular; erdemin niteliği, doğruya ulaşmanın
yöntemleri, ideal devlet yönetimi olsa da, aslında Sokrates için
insanla ilgili her şey önemli idi. O, insanın tüm yönlerini bir
bütün olarak ele alır; hayatın her cephesi için en güzeli
ortaya koymaya çalışırdı.
Sokrates’ı
daha iyi tanımak için ve anlamak için devrinin sosyal şartlarını
ana hatlarıyla bilmek faydalı olacaktır: O yıllarda Atina
demokrasiyle yönetilmekteydi. Ancak dönemin demokrasi anlayışı
günümüzünkinden oldukça farklıydı. İlk olarak, Atina
nüfusunun yarıdan fazlasını, hiçbir sosyal ve siyasi hakkı
olmayan köleler oluşturmaktaydı. Kenti yönetenler, servetlerinin
çok büyük bir kısmını kölelerin sırtından kazanıyorlardı.
İkinci olarak, çeşitli bakımlardan kölelere benzer bir durumda
olan kadınlar da tıpkı onlar gibi, seçme ve seçilme başta
olmak üzere, hemen tüm temel yurttaşlık haklarından yoksundular.
Yunanlı
düşünürler ve yazarlar; birer vatandaş, hatta bir insan olarak
bir kadını veya bir köleyi muhatap alıp, onlara seslenmezlerdi.
Devlet yönetimi ve sosyal organizasyonla ilgili görüşler ve
ilkeler gerçekte, azınlıkta olan seçkinlere yönelikti. Bu
durumda Atina’da uygulanmaya çalışılan demokrasinin temellerin
çok sağlıksız olduğunu söyleyebiliriz.32 Yöneticilerin
yanlış uygulamaları ve yolsuzlukları, zamanla aristokratik bir
yönetime karşı genel bir ilginin ve özlemin doğmasına yol açtı.
Otuz yıla yakın süren (M.Ö. 431-404) Peloponnesos savaşları
sırasında bu durum iyice belirginleşti ve demokrasi
taraftarlarıyla, Isparta’nın yönetim şekli olan aristokrasiyi
savunanlar arasında kıyasıya bir çekişme başladı.
Böyle bir
ortamda, her aklı başında insan gibi, Sokrates da mümkün mertebe
siyasete karışmamaya gayret etti. Ancak mevcut problemlerle ilgili
tenkitleri ve çözüm önerileri, onun aristokrasi yanlısı olarak
nitelendirilmesine yol açtı. Atina, Isparta’ya yenilince kısa
bir yönetim değişikliği oldu. Ancak, idareden uzaklaştırılan
demokrasi taraftarları süratle toparlanıp, yeniden işbaşına
geçti. Bu sonuç, Sokrates’ı eleştiri oklarının odağına
yerleştirdi ve ona en az yakıştırılacak bir suçlamayla
-dinsizlikle- itham edilerek, yargılandı. Mahkeme heyeti
karşısındaki eşsiz savunmasını Platon günümüze
ulaştırmıştır. Ancak her şeye rağmen taraflı ve peşin
hükümlü yargı heyeti onu, tarihte eşi zor görülür bir
adaletsizlikle, ölüme mahkûm etti. 70 yaşındaki Sokrates af
dilemedi ve şerefiyle ölüme yürüdü. Platon bu olayı
“Phaidon”da şöyle anlatır: “-Geriye bizler kaldık ve
kendi aramızda, durumu ve son konuşmaları bir kez daha gözden
geçirdik. Sonra, başımıza gelmiş olan bu uğursuzluğa verdik,
veriştirdik. Artık, çok sevdiği babasını yitirmiş bir yetim
gibi hayatımızı sürdürmek zorunda kalacağımız kanaatine
hepimiz iştirak ettik.
O,
yıkandıktan ve yanına getirilen çocuklarıyla
ve yakını olan kadınlarla Kriton’un yanında bir süre
konuştuktan sonra; onları dışarı gönderdi ve geri döndü.
İçeride uzunca bir süre kalmıştı. Artık güneş batmak
üzereydi. Yanımıza gelir gelmez tekrar yıkandı
ve oturdu. O ana kadar konuşmamıştı. Bu sırada içeriye ‘On
birler’in adamı girdi ve ona yaklaşarak şunları söyledi:
“-Sokrates! Ben görevim gereği, kendilerinden bu zehri içmelerini
istediğimde bana tepki gösteren kimselere karşı duyduğum
hisleri, sana karşı asla duymayacağımdan eminim. Senin, burada
şimdiye kadar karşılaşmış olduğum kimselerin en yücesi ve en
iyisi olduğunu görüyorum. Bundan dolayı öncekiler gibi
davranmayacağını da çok iyi biliyorum. Çünkü seni gerçekte
kimlerin buraya getirdiği hususunda en az benim kadar bilgin vardır.
Kızacaksan, sen zaten onlara kızarsın. Şimdi sana ne
söyleyeceğimi de anlamışsındır. Elveda! Sana, değiştirilmesi
mümkün olmayan kaderine boyun eğmekte kolaylıklar diliyorum”.
Bunları söylerken birden bire ağlamaya başladı ve sonra hemen
dönüp, dışarı çıktı. Sokrates ise arkasından bakarak: “Sana
da elveda! Biz de üzerimize düşeni yapacağız” dedi ve şunları
söyledi: “Ne kadar nazik bir adam. Bana hep iyi davrandı, benimle
çok hoş konuştu. Gerçekten çok iyi bir insan. Şimdi bakın
nasıl samimiyetle ağlıyor. Haydi Kriton! Biz de gerekeni yapalım
artık. İçecek hazırlanmışsa getirsinler, değilse
hazırlasınlar”. Bunu duyan Kriton: “Ama Sokrates, dışarıda
dağlar hâlâ görünüyor, demek ki henüz gün sona ermemiş. Hem
ayrıca diğer mahkûmlar infazdan önce kendilerine daima bir
ziyafet çekip, alem yaparlar. Sen niçin acele ediyorsun? Daha vakit
var.” Sokrates, Kriton’un sözlerine şu karşılığı verdi:
“–Onların böyle davranmaları çok normal, çünkü, bu şekilde
bir şeyler kazanacaklarını sanırlar. Oysa benim için, bu işin
hemen veya bir süre sonra olması, aynıdır. Eğer ben hayata,
“beni hiç bırakma” diyerek yapışırsam, artık benim olmayanı
istemek gibi komik bir duruma düşerim. Haydi beni dinle ve
söylediğimi yap!” Bunun üzerine Kriton yanında duran çocuğa
dönerek kapıyı işaret etti. Çocuk dışarı çıktı ve biraz
sonra, elindeki bir çanakta zehir taşıyan bir adamla geri döndü.
Sokrates adama “Pekalâ sen herhalde bununla ne yapacağımı
biliyorsundur!” Adam “Fazla bir şey yapman gerekmez. Sadece bunu
içtikten sonra, bacakların ağırlaşıncaya kadar biraz dolaşır,
sonra yere uzanırsın ve, bu etkisini gösterir.” diyerek çanağı
uzattı. O da çanağı hiç önemsemeden aldı, öyle ki; ne eli
titredi, ne de yüzünün rengi veya şekli değişti. Her zaman
yaptığı gibi karşısındakinin yüzüne bakarak : –“Bunun
fiyatı nedir, karşılığında ne istersin?” Adam onun şaka
yaptığını anlamamış olmalı ki “–Biz sadece etkili olacak
kadarını hazırlıyoruz, Sokrates!” karşılığını verir.
Sokrates, “Anlıyorum, şimdi bir sakıncası yoksa biraz
dua etmeliyim: ‘Buradan oraya yolculuğumu
kolaylaştır! Artık hazırım.’ der demez, zehri
hiçbir korku ve tereddüt emaresi göstermeden içip, bitirdi.
Çoğumuz,
ağlamamak için kendimizi ancak bu noktaya kadar zaptedebilmiştik.
Onun bu hareketlerini görünce, artık hiçbirimizin daha fazla
tahammülü kalmadı. Ben, gözlerimden -damla damla değil- seller
gibi yaşlar boşanınca, yüzümü saklamak zorunda kaldım. Bizi
özellikle yıkan şey, böyle yüce bir dostun kaybıydı. Ben, hem
ona, hem de bu kaybım nedeniyle kendime ağlıyordum. Göz yaşlarını
tutamayan Kriton benden daha önce, köşelerden birine çekilmişti.
Ağlamaya
bizlerden önce başlayan Apollodoros’un bitmek bilmeyen
hıçkırıkları da yüreklerimizi dağlıyor, Sokrates dışında
hepimizi perişan ediyordu. O ise hiçbir şey yokmuşçasına büyük
bir metanetle “Ne yapıyorsunuz öyle bakayım? Sizler ne biçim
adamlarsınız!.. Ben kadınları, böyle yapmasınlar diye
göndermiştim. Ölmek üzere olan bir insanın sükûnete ihtiyacı
olacağını işitirdim. Onun için şimdi sizler de susun ve metin
olun!” Bu sözleri duyunca öyle utandık ki ağlamayı kesip,
hemen toparlandık. O ise, rahat bir tavırla odada dolaşmaya devam
etmekteydi. Nihayet bacaklarının ağırlaştığını anlayınca,
celladın söylediği gibi sırtüstü uzandı. Bundan sonra bu
görevli şahıs, onun ayaklarını ve bacaklarını yoklamaya
başladı. Sonra ayağını sıkarak, bir şey hissedip
hissetmediğini sordu. “Hayır” cevabını alınca dizini sıktı
ve yavaş yavaş yukarıya doğru çıkarak, zehrin etkisinin nasıl
yayıldığını bize göstermiş oldu. Sonra bir kez daha yoklayarak
bize “–Kalbe ulaşınca bu iş bitecek!” dedi. Bedeninin alt
kısımları iyice soğumuş olan Sokrates üzerine örtmüş olduğu
örtüyü birdenbire açarak son sözlerini söylemeye başladı:
“–Ey Kriton! Bizim Asleipos’a borcumuz vardı. Bunu ona
ödeyin, ama sakın unutmayın!” “Bunu yapılmış bilin.”
diyen Kriton sordu “–Başka bir şey söylemeyecek misin?”
Sokrates, Kriton’a cevap vermedi. Biraz sonra titredi ve tamamen
hareketsiz kaldı. Görevli üzerindeki örtüyü kaldırınca,
bakışlarının sabitleşip, donduğunu gördük. Bunun üzerine
Kriton onun gözlerini ve ağzını kapadı.
İşte yüce
dostumuzu akıbeti böyle oldu. Hepimiz onun, gördüklerimiz,
tanıdıklarımız ve sınadıklarımız içinde en soylu, en
anlayışlı ve en doğru kişi olduğuna hemfikirdik...”
Sokrates’ın
Öğretisi
Sokrates, Yunan
tarihinin, siyasi ve sosyal bakımdan, en karmaşık dönemlerinden
birinde yaşamakta olduklarını ve böyle bir ortamda kendisinin
görevinin de; toplumu, hızla içine yuvarlandığı kaostan
kurtarabilmek için insanları uyarmak olduğunu söyler.
Öğrencilerinden Platon onun bu inancını şöyle ifade etmişti:
“Devletimiz, atalarımızdan bize bozularak intikal eden örf ve
adetlerle, son derece kötü bir şekilde yönetilmektedir, çünkü
dayanak noktası olan değerler, tamamen dejenere durumdadır.”
W. Weischedel
ise, Sokrates’ın bu “uyarı” ve “eğitim” görevini nasıl
ifa ettiğini şöyle anlatır: “Sokrates, daima yüreğinin
sesini dinlediğini ve böylelikle gerçekte Tanrı’yı
dinlemiş olduğunu söyler. O, ömrü boyunca sürdürdüğü
ilginç öğretmenlik uğraşını, içinden gelen ve Daimonion
olarak adlandırdığı sese uyarak yerine getirmiştir.
O, en sıradan işlerden, en üst düzeydeki ahlâki sorunlara kadar,
insan hayatının her cephesine yönelik söz ve
davranışlarında–hiçbir zaman kesilip, susmayan, asla
duymazlıktan gelemediği, bir tür uyarıcı olarak sürekli muhatap
kaldığı ve Tanrısal olduğuna inandığı–bu iç sese
uymayı sürdürdüğünü belirtir. Böylelikle tüm hayatı,
Tanrı’nın talimatlarına riayetle geçer. Ölümü de bu
çerçevede algıladığını şöyle ifade eder: “-Ey Atinalı
erkekler! Tanrı’nın beni bizzat görevlendirdiği bu yerde ben;
gerçekleri söylemekten, inancımın gereklerini yerine getirmekten
ve icabında çevremdekileri uyarmaktan, ne ölüm tehdidi ne de bir
başka tehlike nedeniyle asla vazgeçip nöbet yerimi terk
edemem.” Kadere ve Tanrı’ya güveni, ölüm anındaki şu
sözlerinden bellidir. “–Şimdi görevim bitti ve gitme zamanım
geldi. Artık benim için ölüm, sizin için yaşama zamanı...Ama,
hangimizin akıbetinin daha iyi olacağını Tanrı bilmektedir.”33
Sokrates,
Daimonion’un onu daima iyiye ve güzele yönlendirdiğine
ve onu kötülük yapmaktan alıkoyduğuna inanırdı. Onu
tanıyanlar, Sokrates’ın diğer insanlardan çoğundan farklı
birçok özellik ve davranışlara sahip olduğunu söylerler. Meselâ
Alkibiades şunları anlatır: “ Belirli bir yerde durup, bir konu
üzerine yoğunlaşarak sabahtan itibaren hareketsiz bir şekilde,
sanki ruhen başka alemi ziyaret ediyor gibi dururdu. Hiç
kimse önünden geçmezdi. Bu durum, öğlene doğru halktan
bazılarının dikkatini çeker, birbirlerine, onun ne zamandan beri
böyle durup, düşündüğünü sorarlardı. Ve bu şekilde akşam
olurdu. Evlerin içi çok sıcak olduğu için gece dışarıda
yatanların hayret dolu bakışları altında sabaha kadar bu halde
kalır, ve nihayet güneşe yönelik olarak dua ettikten sonra
yerinden ayrılırdı. İradesine öylesine hakimdi ki, ondan başka
hemen herkesi baştan çıkarabilecek durumlarda ve hemen hiç
kimsenin onu göremeyeceği mekanlarda bile kendisini daima tam bir
denetim altında tutardı. O böyle insanlardan uzak yerlerde de,
kalabalıkların arasında da erdemli tavır ve tutumlarını aynen
sürdürürdü.”
Yazar ve komutan
Xenephon, Sokrates’ı şöyle anlatır: “O daima insanı
ilgilendiren konular üzerinde konuşur; neyin dindarca neyin
dinsizce, neyin güzel neyin çirkin, neyin adil neyin adaletsiz,
neyin manâlı neyin manâsız olduğunu; iyi bir devletin iyi bir
yönetimin ve iyi bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini ele
alır; iyi ve soylu birisi olabilmek için bunların tamamının
bilinmesi gerektiğini söylerdi.”
Sokrates,
insanları bu önemli konularda aydınlatırken orijinal bir yöntem
kullanırdı. Bu, öğrencinin sorular sorup öğretmenin cevaplarını
verdiği klâsik sistemin tam tersi olan bir metottu. Soruyu o sorar,
belirli uzunluktaki diyalog sonunda cevabı muhatabı verirdi.
Sokrates, bu çabasını, annesinin mesleği olan ebeliğe
benzetmekteydi: “Ben yüce düşünceleri yoktan var eden birisi
değilim. Ben ancak karşımdakine, ruhunda zaten mevcut bulunan
yararlı ve geçerli düşünceleri doğurması ve dile
getirmesi için yardımcı olabilirim.”
Sokrates toplumun
ve bireyin kurtuluş reçetesini, yani mutlaka yerine getirmek
zorunda oldukları görevi; “yaratılış amacına uygun yaşamak”
şeklinde formüle eder. Bunun yolu da “bilgi” ile “erdem”in
ideal bileşiminden geçmektedir. İnsanın yücelmesi ve mutlak
huzuru, ancak bu yolla mümkündür. Erdemin bilgiyle sentezi,
Sokrates’ın öğretisinde ana temadır. Ona göre, iyi, faydalı
ve güzel hareketler insanı mutluluğa ulaştırırken; kötü
hareketler ise başarısızlığa ve felakete götürür. Bir
hareketin iyi olması için, o hareketin faydalı sonuçlar vermesi
ve insanın var ediliş gayesine uygun olması gerekir. İnsanın
nihai hedefi “en üst düzeyde ahlâki tekamül” olmalıdır.
Sahaikan erdem
kelimesinin-içgörü, mükemmellik, yetenek, sağgörü-gibi çeşitli
anlamları bulunduğunu, Sokrates’ın ise bu kavramla, “insanın
hedefi olması gereken gerçek ve mutlak iyi”ye göndermede
bulunduğunu belirtir. Sokrates, geçici isek, heyecan ve duyguların
insan için güvenilir kılavuzlar olamayacağını, ancak rehberi
doğru bilgi-yalnız dış dünyanın değil; en az, onun kadar da
kendi öz tabiatının ve niteliğinin bilgisi-olan kişinin daima
doğru davranma şansına sahip bulunduğunu söyler. Felsefe
tarihçileri, yazılı bir bilgi kaynağına sahip olduğuna dair
hiçbir bulguya rastlanmayan Sokrates’ı, kendi kendini yetiştirmiş
bir bilge olarak niteleme eğilimindedirler. Görevine önce
Sofistlerin yanlış ve yanıltıcı görüşlerinin toplumdaki
etkilerini giderme yönündeki çabalarıyla başlayan Sokrates,
Sofistlerin insanlara rehber olarak önerdiği sübjektif duygu ve
arzuların yerine, iç görüyle elde edebileceğimiz kendimize ait
bilgiyi koyar. Sokrates bir mabedin duvarına kazınmış olan Gnothi
Seauton (kendini bil, kendini tanı) sözünü tekrarlayarak,
çevresindekilere bu hususun önemini daima hatırlatmıştır.
Kendini ve var
ediliş amacını bilen kişi, yapılması gerekeni yapılmaması
gerekenden kolayca ayırt ederek, daima huzur içinde yaşar. İnsanın
iç alemine ait bu irfan, erdemin de kaynağıdır. Böylelikle
Sokrates’da bilgi, erdemle özdeşleşmiş olmaktadır.
Sokrates genelde,
insanların bilerek ve isteyerek kötülük yapmayacağını; normal
bir kişinin, normal şartlarda kendi kendine fiziksel olarak zarar
verecek bir şeyden kaçındığı gibi, ahlâken kötü şeylerden
de-eğer onların niçin kötü olduğu ve muhtemel sonuçları
hakkında yeterli bilgiye sahipse-kaçınacağını söyler. Bir
insan, ancak yeterince aydınlatılmamışsa kötülük yapabilir.
Bilgi ile
özdeşleşen erdem, bu şekilde iyiye, huzura ve mutluluğa
götürür, ama bazen kötü davranışlar, bir kendini aldatma
süreci çerçevesinde de ortaya çıkabilir. Böyle bir durumdan,
bilgi eksikliğinden çok erdem eksikliği, yani kişinin kendine
karşı dürüst davranmaması sorumlu olabilir. Gerçek üstünlük,
fiziksel güçle değil, manevi meziyetlerle ölçülmelidir. Bunun
için ruhun yüceltilmesi ve kusurlardan arındırılması çabası,
lüks içinde yaşama tutkusuyla servet peşinde koşmaktan çok daha
güzel bir hedeftir. İyi bir insan, kötü olandan daha güçlüdür.
Ve onun başına gerçek anlamda hiçbir felaket ve zarar gelmez.
Çünkü gerçek zarar manevi olandır ve bu nedenle iyi bir insana,
ondan güçlü de olsalar, kötü kimseler zarar veremezler. Mutluluk
da ancak ruhun manevi ihtiyaçlarını gidermekle, yani doğru
yaşamakla teminat altına alınmış olunur.
Sokrates, batı
düşünce tarihinde Bilge Kişi anlayışının en yetkin
örneklerinden biridir. O, bilgece hayatı boyunca “- Kendini
bil!” ve “Ölçülü ol!” ilkelerine, hem
teoride hem de pratikte sonuna kadar uymuştur. Bu ilkelerden
birincisi Platon, ikincisi de Aristoteles tarafından ele alınıp,
genişletilerek sistemli birer felsefi öğreti haline
getirilmişlerdir.
Sokrates Sonrası Dönem
Sokrates herhangi
bir felsefi okul kurmamış ve hiçbir zaman da böyle bir niyetinin
olduğunu ifade etmemiş olmasına rağmen öğretisi;
taraftarlarının ve öğrencilerinin oluşturdukları çevrelerce
ortaya konan çeşitli düşünce sistemlerine kaynaklık etmiştir.
Sokrates’ın en başarılı öğrencisi Platon’un eski Yunan
düşünce tarihinde “sistematik felsefe” dönemini başlatan
ünlü öğretisini ele almadan önce başlıca temsilcileri
Antistenes, Diogenes ve Krates olan “Kinik Felsefe Okulu”nu
kısaca gözden geçirmek uygun olacaktır. Çünkü Kinizm, daha
sonraları, etkileri binlerce yıl sürecek bir felsefi yaklaşım
olan Stoacılığa dönüşecektir.
Kinikler
Zamanla Stoa
felsefesine de temel teşkil edecek olan Kinik düşünce okulunun
esas aldığı ilkeler “bağımsızlık, özdenetim ve en mükemmel
iyilik hali olan fazilet”dir. Bu Kinik ilkeler daha sonra
Stoacılığa dönüşmek suretiyle, batı felsefesini çok uzun bir
süre boyunca etkileyecektir. Orta Çağda oldukça açık bir
şekilde müşahede edilebilen bu etki, günümüzün bazı
düşünürlerinde bile görülmektedir.
Kinizmin ilk
temsilcisi, gerçek Sokratik maneviyatın izleyicisi olduğunu ileri
süren Atina’lı Antistenes (M.Ö. 445-365) idi. Tarihçi Teopompus
ondan, Sokratiklerin en ünlüsü olarak söz eder. Antistenes’in
hem Sokrates ile hem de Sofist Gorgias ile ilişkileri olmuştur.
Antistenes; öz güven, sabır, metanet ve çalışkanlığı,
en mükemmel iyilik hali ve insanı gerçek mutluluğa götürecek
tek yol saydığı “fazilet”in temel esasları olarak
görür. Ona göre mutluluk fazilete eşlik eden sekonder bir şey
olmayıp, bizzat faziletin kendisiyle özdeş olan bir şeydir.
“İnsanın mükemmelliği, faziletle yaşamasının tabii
sonucudur” diyen Antistenes fazileti, ahlâklı yaşamayla da özdeş
görüyordu: “Erdem en güçlü silahtır. Kim erdemli bir hayat
sürdürürse, bağımsız kalmak ve dünyanın muhtemel risklerinden
sakınmak suretiyle gerçek huzura ulaşır. O zaman faziletin bizzat
kendisi hedef olur çünkü, erdemli kişi, günlük hayatın
değişmelerinden etkilenmeksizin tam bir özgürlük ve
bağımsızlıkla mutluluğa ulaşabilir. Biz, çevremizdeki dünyayı
tamamen denetleme gücünden yoksun olduğumuza göre, yapmamız
gereken şey, iç dünyamızı, arzu ve isteklerimizi kontrol altında
tutmaktır. Çünkü bizi zincirleyen, hepimizi kölelere çeviren
şey, sonu gelmez isteklerimizdir. Bu durumda kurtuluş, en temel ve
zorunlu ihtiyaçlarımız dışında kalan isteklere tam bir denetim
getirebilmekte yatar. Bunun için kişi doğru düşüncelerden
oluşan ve içine arzuların ulaşamayacağı ‘entelektüel bir
kale’ hazırlamalı ve orada boş heveslerden korunmuş bir
şekilde yaşamalıdır. Böylelikle fazilet, bencil tutkulardan ve
gereksiz şeyleri temin çabası sonucu içine düşülecek
sefaletten kurtuluşun anahtarı olur. Faziletin karşıtı ise
günahlar ve kötülüklerdir. Arzularımın kalbimi esir
almasındansa, deliliğin zihnime hakim olmasını tercih ederim.”
Gözle
görülemeyen Tek bir Tanrı’ya inancı savunan Antistenes,
bireyciliği ön plâna çıkararak, siyasi görüşleri bakımından
da Sokrates’ı izledi. Ahlâki olarak yozlaşmış sosyal düzenin
baştan sona yeniden elden geçirilmesi gerektiğini ileri süren
Kinikler, tüm insanların kardeş olması nedeniyle savaşa ve
köleliğe de karşı çıktılar. Ayrıca, toplum içindeki
yoksulların ve zayıfların problemlerini çözmek, muhtaç anneleri
ve çocukları korumak için bazı sosyal organizasyonların
gerçekleşmesi gibi reformları savundular.
Kiniklerin belki de
en ünlü olanı Sinop’lu Diogenes (M.Ö. 412-323)’tir.
Antistenes’in öğrencisi olan Diogenes, zamanın “tüm sosyal
değerlerine” karşı eşi görülmemiş bir savaş başlatmıştır.
O çağlarda dünya başlıca iki ana kültür kuşağına ayrılmış
durumdaydı. Diogenes bunların ikisini de, başta Atina ve Korint
olmak üzere, yaşadığı değişik şehirlerde yakından inceleme
ve tanıma imkânı bulmuş ve her iki kültürü de yaratılışa
aykırı ve yozlaşmış olarak nitelemiştir. Ona göre, böyle bir
ortamda zorunlu ihtiyaçların karşılanması dışında hiçbir
sosyal etkinliğe katılmamak, toplumun yürürlükteki tüm
ilkelerini reddetmek, faziletin ta kendisi olup, çıkmıştır. Sade
bir hayat sürmek, lüks ve fantezilerden uzak kalarak güçlü bir
öz-denetimle gereksiz isteklere karşı çıkmak, mutluluğun
başlıca reçetesi olarak görülmelidir. Diogenes’e ait olduğu
iddia edilen doğruluğu şüpheli birçok rivayet mevcuttur.
Bunlardan birine göre Diogenes, köle olarak satılması üzerine
efendisine, mesleğinin insanları yönetmek olduğunu söylemiş ve
onun çocuklarına dersler vermiştir. Gündüzleri Atina
sokaklarında elinde bir fenerle dolaşarak “dürüst bir adam”
aradığı da anlatılır. Bir gün dünya fatihi Büyük İskender
ona “-Dile benden ne dilersen!” deyince, “Gölge etme, başka
ihsan istemem!” karşılığını verdiği ve bu cevap üzerine
İskender’in duygularını “İskender olmasaydım Diogenes olmak
isterdim!” sözleriyle dile getirdiği de bu rivayetler
arasındadır. Aristoteles’in, Atina’da herkesçe tanınan bir
kişi olarak söz ettiği Diogenes, toplumun yerleşik kurallarını
sorgulamak suretiyle gerçekleştirdiği fonksiyonu “şüpheli
paranın üzerini kazımak” olarak tanımlamış, yani bu şekilde
“piyasayı, sahte değerlerden temizlemeyi” hedeflediğini
belirtmiştir.
Kiniklerin üçüncü
ve son dikkate değer temsilcisi olan ve milâttan önceki dördüncü
asrın ortalarında yaşayan Tebesli Krates, Kinik felsefe ile Stoacı
felsefe arasında bir geçiş halkası sayılabilecek bir öğreti
geliştirmiştir. Krates ve kendisi gibi çok zengin bir kişi olan
karısı, tüm servetlerini bir kenara itip, üstatları
Diogenes’inkine benzer bir hayat sürdüler. Ancak Krates’in
öğretisinin, hocasınınkinden çok daha ılımlı, benimsenebilir
ve uygulanabilir olduğu, sevimli ve nazik kişiliğiyle de büyük
sempati topladığı anlaşılmaktadır. Diogenes’in iğneleyici ve
aşırı derecede dobra olan menkıbelerinin tersine, Krates’in
ince espiri ve nükteleriyle insanları nasıl etkilediğine “Cüzdan”
isimli şiiri güzel bir örnek teşkil eder. Çok tanrıcılığı
subjektif bir zan ve iddia olarak niteleyen Krates, gerçek Tanrı’nın
varlığının ve özelliklerinin, kâinattaki düzenin ve güzelliğin
incelenmesi suretiyle kavranabileceğini vurgulamıştır.
Kinizm, sonunda
“erken Stoacılık”ın ilk örnekleriyle birleşti. Kinik
gelenek, Stoacı öğreti içinde, daha ılımlı ve benimsenebilir
bir tarzda varlığını sürdürdü. İlk Kinikler tüm istek ve
tutkuların yok edilmesini gerçek mutluluk ve kurtuluş için yegâne
çare olarak gösterirlerken, son Kinikler hayatı bir tiyatro,
Tanrı’yı da her insanın rolünü belirleyen bir yazar olarak
görüp; kişinin ister zengin, ister yoksul; ister hasta isterse
sağlıklı; ister özgür, isterse tutsak olsun; rolünü olduğu
gibi benimseyerek, elinden gelenin en iyisini yapmakla yükümlü
olduğunu vurguladılar.
Hedonizm:
Kireanik Hazcılık
Kinizm ile taban
tabana zıt olan ve Kinik öğretinin tüm tezlerine karşı birer
antitez niteliğindeki kabullerden oluşan Kireanik Hedonist felsefe
de, görünüşte, Kinik felsefe gibi Sokratik öğretilerden
kaynaklanmıştır. Şu farkla ki, Kinikler, Sokratik erdem
kavramının önemini aslına sadakatle vurgularken, Kireanikler,
“mutluluğun erdemli davranıştan doğduğu” şeklindeki
Sokratik ilkeyi, “Erdemli insan mutluluğa nasıl ulaşacağını
bilen ve ne yapıp edip ona ulaşan insandır.” şeklinde
değiştirmişler ve ayrıca, bunun da ancak bedeni ihtiyaçların
doyurulmasıyla sağlanacağını öne sürmüşlerdi. Gerek Kinik,
gerekse Kireanik öğretiler bir süre sonra daha karmaşık felsefe
sistemlerine dönüştüler. Kinik öğretiler gelişerek
Stoacılığa temel oluştururken, Kireanik hazcılık daha sonra
Epikürcülüğe dönüştü. Ayrıca bu iki farklı öğreti,
asırlar boyunca da birçok değişik felsefe sistemi içinde
varlıklarını sürdürdüler. Meselâ, Stoacılığın ana
kavramları Hıristiyan Felsefesi, Kant, Spinoza ve diğer birçok
ünlü düşünürün öğretilerinde kendilerini hissettirirken, g
Kireanik hazcılığın temel görüşleri de Faydacılık,
Freudçuluk ve Darwincilik gibi yaklaşımlarda tekrarlana geldiler.
Kireanik
hazcılık, görünüşteki hareket noktası ne olursa olsun, sonunda
”hazların, geçici de olsalar, insan hayatının başlıca
amaçları ve hedefleri” olduğu iddiasını esas alır. Bu
yaklaşımın başlatıcısı Kireneli Aristippus (M.Ö. 435-355)
Sofist Protagoras’ın izafiyet öğretisinden oldukça
etkilenmiştir. Aristippus, Sokrates’ın “Erdem, mutluluğun sine
qua non’udur.” şeklindeki prensibini, “Haz, mutlulukla
eşdeğerdir.” şeklinde değiştirerek, hazzın insanın
ulaşabileceği en yüksek hal veya mertebe olduğunu iddia etti.
Daha da ileri giderek öğretisine, aslında tüm hazların bedeni
arzuların doyumundan ibaret olduğu gerekçesiyle, hazların
bazılarını diğerlerinden ayrı veya üstün tutmanın hiçbir
anlamı olmadığı iddiasını da ekledi. Hedonistler, hazlar
arasına nitel değil ancak yoğunluk ve süre gibi nicel
farklılıklar olabileceğini öne sürdüler. Bu öğretiye göre,
gerçekte hiçbir haz bizzat kötü değildir. Her ne kadar,
geleneklerde ve kanunlarda bazı hazlar iyi, bazıları da kötü
veya düşük nitelikli addedilmişlerse de bu kabulün mantıksal
bir temeli yoktur.
Aristippus
hazları, genelde elem ve ıstırap yüklü bir şekilde devam eden
insan hayatının akışı içinde istisnai olarak yer alan hoşnutluk
ve keyif verici haller olarak tasvir etti. Kireanikler, hazzın insan
hayatının tek değerli unsuru olduğu yönündeki inançları
nedeniyle, pratik uygulamaları dışında tüm felsefi, matematiksel
ve kültürel faaliyetleri boş ve gereksiz olarak nitelediler. Ancak
yararcı yaklaşımları nedeniyle pratik sonuçları için mantıkla
ilgilendiler. Protogoras’ı teyit ederek, insan bilgisinin
duyumlarla sınırlı olduğunu ve duyuların dış dünyada nesnel
karşılıklarının bulunmadığını savundular. Bu durumda, insan
kendi subjektif duygu durumları dışında hiçbir şeyi bilemez. Ve
böylece, öznel yaşantılarımız olan duygular, varoluşumuzun
tamamını kapsar. Böyle bir durumda da mutluluk için, hayatımızın
her anında mümkün mertebe fazla haz almamız gerekir. Anlık ve
geçici de olsa haz peşinde koşmak, Aristippus’a göre, insanın
yapabileceği tek anlamlı faaliyettir. Çünkü, geleceğe dair
hiçbir teminatımız yoktur ve ölüm her an gelebilir. Böylelikle
Sokratik erdem anlayışı, tamamen ters-yüz edilerek, sadece haz
elde etmenin ve haz miktarını arttırmanın bir tekniği olup,
çıkar. Ama Aristippus, öğretisine hiç değilse görünüşte ve
şekilde bir Sokratik unsur katarak erdemli bir bilgenin, hazzı
yaşarken daima kontrollü ve ölçülü olması gerektiğini söyler.
Her türlü
entelektüel, etik ve estetik unsuru dışlayıp, insanı hayvanlara
benzer şekilde sadece fizyolojik dürtüleri peşinde koşan basit
bir yaratık durumuna düşüren Kireanik hazcılığın kötü
sosyal etkilerini ve olumsuz sonuçlarını düzeltmek amacıyla
Annikenis ve Euhemerus adlı düşünürler bazı girişimler de
bulundularsa da, Hedonik çizgi, son ulaştığı noktada haz-elem
bilançosu negatif çıkan izleyicilerine tek kurtuluş yolu olarak
“intihar”ı önermek zorunda kaldı. Kireanik hazcı okulun son
temsilcisi Hegesias’a göre insan hayatının çok büyük bir
kısmına ve insanların da büyük bir çoğunluğuna hakim olan
acılardan ve çilelerden kurtuluş için intihar, tek mantıklı
çözüm yoludur. Ona göre insanoğlu, arzularının sınırsızlığı
ve bunların karşılanmasındaki yetersizlik nedeniyle, ölümü
serinkanlılıkla tercih etmelidir.
Böylece, hazzı
artırmak ve yaygınlaştırmak amacıyla yola çıkan bu ekolün
gelip, dayandığı nokta, izleyicilerine “sistematik bir intihar
girişimi” önermek olmuştur.
Platon
Etik ağırlıklı
felsefi sistemi, mutlak olanı temsil eden idea veya eidos kavramı
üzerine kurulu olan Platon’un görüşleri, hem Hıristiyan, hem
de İslam felsefesini derinden etkilemiştir. Aristoteles ile
birlikte, tüm Orta Çağ’a egemen olan Platon’un tesiri,
günümüze kadar süre gelmiştir. Aslında Platon ve
Aristoteles’nun felsefeleri, çağlar boyu birbiriyle yarışmış,
Platonizm en yaygın egemenliğini Orta Çağ’ın başlarında
tesis ederken, Aristotelesçi görüşler özellikle daha sonraki
dönemlerde ağırlıklarını hissettirmişlerdir.
Platon, M.Ö. 427
yılında Atina’nın ileri gelen soylu ailelerinden birinde dünyaya
geldi. Sokrates ile karşılaşıp, ondan “–Edebiyat yapmayı
bırak, felsefe çalış!” tavsiyesini aldığında, yirmi
yaşındaydı. Sekiz yıl ondan ders aldı. Sokrates’ın
yargılanarak idam edilmesi karşısında duyduğu üzüntü ve
öfkeyle Atina’yı terk etti. Artık Platon için seyyahlık
dönemi başlamıştı. Bir süre Eukleides’in yurdu olan
Megara’da kaldıktan sonra, Mısır’a giderek orada uzunca süre
yaşadı. Mısır bilgeliğini, dinini ve rahiplerini yakından
tanıdı. Bazı kaynaklarda yer alan “seyahatini daha doğuya,
Hindistan’a kadar sürdürmüş olduğu” yönündeki iddiaları,
Platon tarafından kalem alınan ve Doğu kaynaklı öğretilerin
derin izlerini taşıyan bazı yazılar da desteklemektedir. Batıya
dönünce, vatanına değil, İtalya’ya yerleşti. İtalya’yı
gezip, gördükten sonra, Sicilya’daki Yunan kolonilerinde
Pythagorasçılarla yakın ilişkiler kurmuş, 40 yaş civarında
iken Siraküs’e gelerek bir süre Tiran Diyonis’in yanında
kalmıştır. Danışmanlık yaptığı Diyonis’e bazı
tavsiyelerde bulunmuş, ancak nasihatleri netice vermeyince, sonunda
Atina’ya geri dönmüştür. M.Ö. 387’de Atina dışındaki bir
zeytinlikte, bir manâda bugünkü üniversitelerin prototipi
sayılabilecek olan “akademia”yı kurmuştur.
Platon,
kendisinden sonra, asırlar boyu ayakta kalacak olan bu müessesede
ömrü boyunca ücretsiz dersler vermiştir. Bu okul, bir felsefi
tartışma ortamı oluşturmasının yanında, verimli bir araştırma
merkezi olarak da etkili olmuş; derslere katılan öğrencilere,
matematikten retoriğe kadar uzanan pek çok farklı alanda eğitim
verilmiştir. M.Ö. 4. yüzyıldaki önemli matematik çalışmalarının
çoğu ‘akademia’da, Platon’un öğrencileri veya
dostları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Batı’da konik
kesitler teorisi, ilk defa burada ele alınıp, öğretildi. Katılar
geometrisinin kurucusu Theaitetos, ‘akademia’ üyesiydi.
Orantılar teorisinin yazarı olan, eğrilerle sınırlanmış
alanları ve hacimleri “tüketme yöntemi”yle hesaplamayı bulan
ve eşmerkezli kürelerin astronomik şemasını hazırlayan
Knidos’lu Eudoksos, Platon’la çalışabilmek için okulunu
Atina’ya nakletmişti. Tabiat tarihi, hukuk ve yasama konularında
da çalışmaların yapıldığı ‘akademia’daki araştırma
ve eğitim etkinlikleri, Platon’un ölümünden sonraki üç asır
boyunca devam etmiştir.
Başka düşünür
ve yazarlarca, Platon’un kişiliğiyle ilgili olarak hazırlanmış
olan kaynaklar çok azdır. Öğrencisi Aristoteles’e göre o,
“övmek için bile olsa; kötülerin, hakkında konuşması meşru
olmayan” mükemmel ve soylu bir insandı.
Platon, Eski Yunan
felsefesinde Herakleitos’tan Pythagoras’a uzanan önemli bir
geleneğin mirasçısı olmuştur. Hem üstadı hem de “yaşlı
dostu” olan Sokrates ile birlikte, felsefenin bir yandan sağlam ve
tutarlı düşünce ve çıkarımlara; bir yandan da akıcı ve
zengin bir dil kullanımına önem veren klâsik çizgisi üzerinde
yer almıştır. Kendisinden bize hiçbir yazılı metin kalmamış
olan Sokrates’ın uyguladığı “diyalog” metodunu bir yazı
biçimi haline getirerek, üstadına bu yazı türünün baş kişisi
olarak yer vermiştir. Yeni Çağa kadar kullanılan bu tarzın en
yetkin örneklerini Platon yazmıştır.
Sokrates öncesi
fizikçilerin eserlerinden, hiç değilse onlarda yer alan önemli
görüşlerden haberdar olduğu anlaşılan Platon’un, yarı dini
bir akım olan Pythagorasçılıkla da yakın ilişkileri olduğu
söylenir. Metinlerindeki mistik ve sembolik unsurlar; Mısır, Hitit
ve Asya gezilerinde tanıştığı öğretilerle ve bu gibi
ilişkilerle açıklanır. Sokrates’ın en önemli etkisi ise,
Platon’un felsefeyi temelde “faziletli yaşama bilgisi” olarak
görmesini teminidir. O da, Sokrates’ın, erdemin bir bilgi sorunu
olduğu kanaatine bağlı kalarak, eserlerinde kendi bilgi sistemi
çerçevesinde, faziletli ve iyi bir hayatın entelektüel şartlarını
ele almıştır.
Platon’un tüm
yapıtlarının günümüze ulaştığı sanılmaktadır. Ayrıca,
Orta Çağda bir çok Hıristiyan din adamı kaleme aldığı eserini
Platon adıyla imzalamıştır. Günümüzde, bu sahte metinler
elenmiş ve gerçekten Platon’a ait olan eserler, genel çizgileri
bakımından iki döneme ayrılmıştır.
Platon’un
eserleri genel olarak “Sokratik” ve “Platonik” diyaloglar
olarak ikiye ayrılır. İlk bölüm, daha çok Sokrates’ın etkisi
altındaki gençlik döneminde yazılmış metinleri, ikincisi ise
olgunluk döneminin orijinal düşüncelerine yer verilmiş olan
metinleri kapsar. “Theaitetos Diyalogu” bu iki dönemi ayıran
sınır olarak kabul edilir. Birinci dönem metinlerinde diyalogların
baş kişisi olan Sokrates, ikinci dönemde sadece tek bir diyalogun
baş kişisidir. Öte yandan birinci dönem diyaloglarındaki tüm
kişiler gerçek kişilerken, ikinci dönemde uydurma isimlere, “Bir
Atinalı” gibi hayali şahıslara da yer verilir. Ayrıca, iki
dönemde, kullanılan dil bakımından da bariz farklılıklar
vardır. Ama, tüm bunlara rağmen, çağdaş uzmanların çoğu,
Platon’un düşüncelerinde bir kopukluk bulunmadığını, iki
dönem arasında sadece bir gelişim ve olgunluk düzeyi farkı
olduğunu, temel yaklaşımın ise nitelik ve bütünlüğünü
koruduğunu söylerler. Asıl tartışılan nokta, Platon’un
diyaloglarının ne ölçüde Sokrates’ın öğretilerini
yansıttığı ve hangi oranda da Platon’a ait fikir ve beyanlar
taşıdığı hususuna aittir.
Platon’un
Öğretisi
Felsefe
tarihçileri, Platon’un ortaya koyduğu düşünce sisteminin Yunan
felsefesinin doruğunu oluşturduğu görüşünde genellikle
hemfikirdirler. Kendinden önceki düşünürlerin geçerli ve
tutarlı görünen tüm görüşleri onun öğretisinde yer almakla
birlikte ortaya koyduğu sentez, onları çok aşar.
İşe Sofistlerin
yanlışlarını analiz ve tenkitle başlayan Platon, sonra yoğun
şekilde Demokritos’a muhalefet ederek, tüm var oluşun ‘evrensel
aklın’ tasarı ve uygulamalarından ibaret olduğunu,
kâinattaki düzenin ve güzelliğin de bunun en büyük delili
olduğunu söylemiştir.
Platon, eski
ozanlar ile bazı Yunan düşünürlerin karamsar görüşlerine de
katılmaz. Onun yaklaşımı ‘parlak ve aydınlık bir
metafizik’ olarak nitelenir: “Platon her zaman idealist
felsefenin kurucusu olma şerefini taşıyacaktır. O, insan hayatın
için, ruhsal boyutun önemini en güzel şekilde ifade ederek,
manevi tekamül için ahlâk ilke ve yasalarına uymanın önemini
mükemmel bir üslûp ve teknikle ortaya koymuştur. O, böylelikle
insanlığın en büyük öğretmenlerinden biri olma şerefini de
kazanmıştır.”34
İdealizmin
kurucusu Platon’un felsefesinde temel kavram “idea”dır. İdea,
Platon’a göre, dünyada insanların aynı adı verdikleri farklı
ve çeşitli nesnelerin her birinin “o şey” (o adı taşıyan
şey) olmalarını sağlayan temel “varoluş biçimi”dir. Bu
kelimeyi felsefe tarihinde ilk defa kullanan kişi olan Platon “idea”
terimine, bir şeyin “ne”liğini belirleyen form veya maddesiz
nesne manâlarını yükler. Bu varlıklar, algılanabilir fiziksel
dünyadan farklı bir “idealar alemi”nde bulunurlar. İnsanoğlu
üzerinde yaşadığı dünyadan bu aleme, ancak belirli bir yaşama
ve düşünme disiplinin tatbik suretiyle ulaşabilir. İdeal formlar
burada, yukarıdan aşağıya doğru belirli bir hiyerarşik düzen
içinde ve hiçbir değişikliğe maruz kalmadan yer alırlar. Bu
organizasyon içinde en üstte, her ideayı “o idea” yapan İyi
İdeası vardır. İyi İdeası, bütün formları belirleyen temel
formdur.
Platon’un
idealar kavramını, üstadı Sokrates’ın kullandığı
“diyalektik akıl yürütme tekniği” vasıtasıyla geliştirdiği
sanılmaktadır. Sokrates her varlığın özünü oluşturan temel
ontolojik forma, o varlığın zahiri özelliklerini bir ip ucu
olarak kullanarak, diyalektik düşünme yoluyla ulaşabileceğini
öne sürmüştü. Platon, benzer varlıkların tamamını kapsayan
bir kümenin ortak karakterine sahip ideal biçim olarak tarif ettiği
ve idea adını verdiği bu terimi, başlangıçta bir nesnenin sınıf
adını belirlemek için kullandı. Daha sonraları bu terime;
“nesnenin kalıcı özü, nihai gerçekliği, ontolojik aslı;
primer varlık veya kâinatta kendisine birçok kopya karşılığın
tekabül ettiği bir temel örnek veya arkhetip” manâlarını da
yükledi. Buna göre dünyadaki karşılıkları, bu ideanın birer
taklidi, kopyası veya o baskı kalıbından çıkmış nüshalar
gibidir.
Böylece
Platon’da, bütün felsefi sistemini kuşatan hakim bir tema
olarak, “ontolojik olarak olgusal olan” ile “reel olarak
varolan” şeklinde bir metafiziksel ayırım ve dualizm ortaya
çıkar. Böylece, ontolojik olgusallık, duyular aracılığıyla
görünenden (fenomenden) ayrılmış olur. Platon’a göre maddeden
oluşan fenomenal dünya, uzay ve zaman sınırlamaları altındayken;
ontolojik-olgusal dünya, uzay ve zamanı aşan, fiziksel
sınırlamalardan ve kayıtlardan bağımsız bir nitelik taşır.
Zamanın kendisinin de maddi dünyanın yaratılışıyla başladığını
belirten Platon; fenomenal dünyanın duyular tarafından
algılanabilen ve kendisine erişilip, dokunulabilen bir alem; ideal
dünyanın ise ancak zihin tarafından algılanabilen ve fiziksel
olarak ulaşılması imkânsız bir alem olduğunu söylemek
suretiyle, asıl gerçekliğe veya nesnel olgusallığa ancak akıl
vasıtasıyla ulaşabileceğini ifade etmiş ve böylece modern
“soyut ve formel” teori anlayışının da temelini atmış
olmaktadır.35 Platon bu suretle, sadece zihinsel
(teorik) ve maddi iki varlık (ontoloji) düzeyine değil
ayrıca, duyusal ve kavramsal olarak iki farklı bilgi (epistemoloji)
düzeyine de dikkat çekmiş olmaktadır.
Platon’un bu
yaklaşımına göre kendini duyularımıza sergileyen fenomenal
dünya, gerçek-ideal dünyanın bir çeşit alt tasarımı ve
ontolojik olarak reel olan asıl alemin hali hazırdaki bir tür
kopyasıdır. Dahası, fenomenal dünya bu üst aleme bir
mütekabiliyet sağlamak için hiç durmaksızın tekamül etmekte,
bir başka deyişte, fenomenal dünya, ideal dünyada mevcut üstün
ve güdüleyici kalıba göre, sürekli bir yeniden şekillenme ve
kusursuzlaşma çabası içinde bulunmaktadır. Bu nedenle fenomenal
veya duyusal varoluş dünyası, devamlı bir gelişme hali
sergilemekte; birbirini izleyen zaman dilimleri içinde yeni yeni
“oluş” süreçleri arz etmekte, ama bu gelişme hali hiçbir
zaman nihai noktaya ulaşamamakta ve bu “idealleşme–eksiksizleşme”
çabası da sürüp gitmektedir. Platon, bu şekilde, “ideal alemin
tasavvur ve dizayn” programının, fenomenal varoluş evreni için
belirli bir hedef ve amaç teşkil edeceğini ifade etmiş
olmaktadır.
Platon, “Devlet”
adlı eserinde, dünya hayatında ruhun nasıl “kısıtlandığını”
ve duyular vasıtasıyla algılanan varlıkların gerçek
olgusallıkla ilişkisini ele alır. Platon, bu kitabında ruhun
yukarılara (ışığa–aydınlığa) yükselerek idealara ulaşmaya
gayret etmesinin niçin gerekli olduğunu şöyle anlatır:
“-Yeraltında, yukarıdaki bir açıklıktan ışık alan mağaraya
benzer bir yerde bazı insanların bulunduğunu tasavvur et. Bu
kişiler, bebeklik döneminden beri öylesine sıkı şekilde bağlı
durumdadırlar ki, hiçbir yere kımıldamalarına imkân yoktur. Bu
bağlar nedeniyle başlarını da oynatamamakta, sadece önlerini
görebilmektedirler. Onlara, arkalarından, çok uzakta ve
yukarılarda yanan bir ateşin ışığı ulaşmaktadır. Bu ateş
ile ona arkaları dönük tutsaklar arasından, yine yükseklerde,
bir uçtan diğerine bir yol uzandığını da farz et. Bu duvarın
arkasında, birileri, duvarın boyunu aşan bir yükseklikte, türlü
biçimlerdeki kaplar taşımaktadır. Bunlardan bazıları
konuşurken, bazıları susmaktadır.”
“-Bu anlattığın
ne garip bir yer ve o tutsaklar ne tuhaf bir durumdalar?”
“-Ama bize
benziyorlar.” dedim. “Ne dersin, bu durumda oradaki insanlar,
ateşten gelen ışık altında, karşılarındaki mağaranın
duvarına yansımakta olan gölgelerden başka bir şey görebilirler
mi? Peki, acaba o taşınan kaplar nedir? Tabii ki onların gölgeleri
de mağaranın duvarına yansımaktadır. Sence bu tutsaklar,
ömürleri boyunca karşılarında gördükleri ve her birine bir
isim verdikleri bu gölgeleri, tek ve yegâne gerçeklik sanmazlar
mı? Ve arkalarından gelen seslerin yankılar oluşturduğu bu
mağarada, yukarıdaki yoldan geçen birileri konuştuğunda,
tutsakların bu seslerin karşılarındaki gölgelerden geldiğini
sanmaları çok tabii olmaz mıydı? Ve şimdi de, içlerinden
birinin bağlarının çözüldüğünü ve doğrulmak, konuşmak ve
başını arkaya çevirip ışık kaynağına bakmak zorunda
bırakıldığını; tüm bunların da ona çok acı verdiğini, onun
bu durumdayken, ilk defa gördüğü ateşin ışığından kamaşmış
gözleriyle o anda, daha önce gölgelerini görmeye alıştığı
şeylerin asıllarını seçemediğini düşün. Acaba o kişi,
gözleri ışıktan rahatsız olduğu için, başını tekrar önüne
çevirip, yine sadece alışık olduğu gölgelere mi bakacaktır? Ve
o kişi bu gölgelerin, gözünü kamaştıran ışık altında
seçmekte zorluk çektiği asıllarından daha gerçek olduğuna hâlâ
inanacak mıdır? Görüyorum ve sen de görüyorsun ki güneş,
çevremizde bulunan varlıkların sadece görülebilmesini değil;
oluşmasını, büyümesini, beslenmesini de sağlar; ama o, bu
olayların dışındadır. Yine böyle düşünerek diyebilirsin ki,
gördüğümüz varlıklar yalnız biçimlerini değil, varoluşlarını
da bir “En İyi”ye borçludurlar ve O, varoluşun dışındadır;
ama gücü ve yüceliğiyle varoluşun üzerindedir..."
Böyle bir
ontolojik temele dayanan bilgi felsefesine göre Platon, insanların
ruhlarının, bedenlerinin içine girmeden önce “idealar
dünyası”nda bir süre “bulunarak” bütün formları görmüş
olduğunu öne sürer. Ama ruh fiziksel aleme gelip bir bedene
bürününce, adeta bir şok geçirmişçesine, formlar dünyasında
gördüklerini “unutur”. Sonra çocukluktan itibaren
algılanabilir dünyanın nesnelerini görüp, öğrendikçe de,
gerçekte bu nesnelerin asılları olan ideaları “hatırlamaya”
başlar. Bu epistemolojik ilke çerçevesinde, en mükemmel eğitim
sistemi; dünyanın algılanabilir nesnelerinden hareketle, “idealara
ulaşmaya imkân sağlayacak öğretim prosesi” olarak
tasarlanabilir. Buna göre ideaların hiyerarşik organizasyonu
içinde adım adım ilerleyerek sonunda “İyi İdeası”na
ulaşmak, eğitimde nihai amaç olmalıdır. Ancak, kişinin tek
başına bu süreci tamamlaması mümkün olmadığından, daha önce
bu eğitimi almış bir rehbere ihtiyacı vardır.
Platon “Phaidre”
adlı diyalogunda ruhun fiziksel aleme gelişinden önceki bu
yolculuğu şöyle anlatır: “Ruhlar, tanrıların eşliğinde gök
kubbenin üzerinde bir yolculuk yaparlarken, bütün gerçek
varlıkların idealarını görürler. Zeus, gökteki büyük
kanatlı kraliyet arabasıyla önce çok uzaklara yönelir ve tek tek
her şeyle ilgilenerek oraları düzene sokar. Onu tanrılardan ve
cinlerden bir ordu izlemektedir. İnsan ruhlarını taşıyan araba
da onların ardından gelir. Yeterince yükseldiklerinde ruhlar bu
araçtan inerek gök kubbenin üzerine basarlar. Buradan tüm gökler
ve onun dışındakiler görülebilmektedir. Ruhlar hakikati görür,
onu sever ve onunla “beslenirler”. Her ruh, bir dairenin
çevresinde yaptığı dönüş boyunca “adaleti, bilgiyi, hikmeti
ve Gerçek Var Olan”ı seyreder ve bundan zevk alır. Dönüşünü
ve seyrini tamamlayan ruh, gök kubbenin altındaki geçitten evine
döner. Ancak bu tecrübenin ruhta, tam bir bilinçlilikle olmasa da,
büyük bir tutku ve özlem halinde izleri kalır. Ruh içinden çıkıp
geldiği bu ortama tekrar dönebilmek için sürekli bir hasret
duyar. Dünya hayatının maddi hazlarından kurtulması için
gerekli gücü, ona bu özlem sağlayabilir. İyi bir eğitimle dünya
üzerindeki kopyalar bile, bu asıllar ve idealar alemine dönüş
tutkusunu geliştirebilir. Dünyadaki güzellikler de aslında ‘İdeal
Güzel’ ve ‘Gerçek Varlık’ın (Tanrı’nın) bir
tür yansımasıdır.”
Belki de hiç
yazılı metin bırakmayan Sokrates’ın etkisiyle, Platon da
öğretisinin bazı önemli kısımlarını yazıya geçirmemiş,
sadece yakın çevresindeki güvenilir dostlarına sözlü olarak
anlatmıştır. Böyle kişilerden gelen bir rivayete göre Platon
bir gün şunları söyler: “Bunları hiçbir zaman yazmadım ve
yazmayacağım. Çünkü bunlar, başkalarına kolayca iletilebilen
türden bilgiler gibi kelimelerle tam anlamıyla ifade edilemez...”
Platon’a göre
ölümsüz bir şekilde yaratılmış olan insan ruhu, gerçekte
zaman ve mekanla sınırlı olmadığı için, dünya hayatındaki
durumu geçici bir kısıtlılık halidir: “Ruh, idealarını
gördüğü için erdemin ve gerçeğin ne olduğunu öğrenmiştir.
Kâinattaki her şey birbiriyle ilişkili ve ruh da vaktiyle her şeyi
tanımış olduğu için, kendisine bir şeyin sadece küçük bir
bölümü hatırlatılan bir kişi-eğer yeterince azimli, dürüst
ve çalışkansa-ruhunun derinliklerinden o şeyle ilgili bilgilerin
tamamını bulup, çıkarması, hatırlaması veya herkesin
kullandığı ifadeyle söyleyecek olursak “anlaması” gayet
tabiidir.” Platon bu şekilde, belirli bir yaşama disiplini ve
eğitim aracılığıyla, kişinin sınırlı gözlem verilerini veya
duyusal yolla algılananı fazlasıyla aşan bir kavrayışa ve
bilgiye sahip olabilme sürecini; yani sezgi, ilham ve keşfin
mekanizmasını ilginç bir tarzda açıklamış olmaktadır.
Platon’un
öğretisine göre insan ruhu; bir yanda duyusal algının konusu
olan maddi alem ve öte yanda da ideal olgusallığa ait manevi alem
olmak üzere, birbirinden tamamen farklı iki dünyanın üyesi
olarak tuhaf bir ara konumda bulunur. Ama gerçekte ruh, duyular
üstüdür ve ideal-manevi dünyaya aittir. Nasıl kâinat ilahi bir
Ruh’a (kozmik Ruh, Nous) sahipse, minyatür bir kâinat olarak
yaratılmış olan insanın da gerçekte fizik ötesi aleme mensup
bir ruhu vardır. Tıpkı evrendeki kötü güçlerin iyilerle
mücadelesine benzer şekilde; bir mikrokozmos olan insanın da,
içinde bulunan ve onun “İyi”ye ulaşmasını engellemeye
çalışan kötü güç ile sistemli bir şekilde mücadelesi
gerekir. İnsanın ahlâki görevi, imkânları ölçüsünde iyiliğe
erişmektir. İyinin ne olduğunu ve nerede bulunduğunu anlayan
kişi, iradesiyle sürekli ona yönelmek isteyecektir. Böylece
bilgi, insanı ideal varlık aleminde iyi bir konuma sahip olmaya
sevk eder. İyi ile özdeşleşme erdemi, daha sonra eğer bir de
adalet erdemiyle birleştirilebilirse bu, en sonunda insanın, ebedi
ve eksiksiz bir mutluluk ile ödüllendirilmesini sağlayacak en
yüksek manevi mertebesi olacaktır.
Platon’un bazı
görüşleri, onun orta ve uzak Doğu kaynaklı öğretilerden geniş
ölçüde etkilenmiş olduğunu göstermektedir. Bazı düşünürler,
bu özelliği nedeniyle onu “.....Yunan kanındaki yabancı damla”
olarak tanımlarlar. Nihilist F. Nietzche de bu bağlamda Platon’un
öğretisini “..İsa öncesi Hıristiyanlık” olarak niteler ve
“Bu Atinalının Mısırlılardan aldığı dersler bize çok
pahalıya mal oldu!” diyerek onu tenkit eder.
Fakat her şeye
rağmen Platon’un felsefi etkileri yaklaşık 25 asırdan beri
devam ede gelmektedir. Antik çağdan sonraki birkaç yüzyıl
boyunca onun görüşleri farklı bir yorumla Yeni Platonculuk adıyla
canlılığını sürdürmeye devam etmiştir. Orta Çağda gelişen
Hıristiyan teolojisinin ve felsefesinin de en güçlü kaynağını
ve dayanağını yine Platon’un öğretisi teşkil etmiştir. Yeni
Çağın başında, Rönesans ile beraber Platonculuk, gerçek bir
yeniden doğuşla tekrar tüm dikkatlerin odağı oldu. Çağımızda
bile kimi kesimlerde bazı öğretilerinin popülaritesi hâlâ devam
etmektedir.
Aristoteles
Platon’un en
ünlü öğrencisi olan Aristoteles, M.Ö. 384 yılında Ege
kıyılarındaki eski bir Trakya kenti olan Stageira’da doğmuştur.
Zengin bir aileye mensup olduğu için çocukluğundan itibaren
müreffeh bir hayat yaşamıştır. Çağdaşı olan Diogenes sade
bir yaşantıyı en büyük fazilet sayarak bir fıçı içinde
gecelerini geçirirken, Aristoteles “Tam bir mutluluk hali için
dünya nimetlerinden de yeterli payı almak gerekir!” diyerek çok
farklı bir yaklaşım sergilemiştir.
Anlatıldığına
göre Aristoteles, baba mesleği olan eczacı-hekimlik işine devam
edip etmeme konusunda tereddüde düşünce, o yıllarda herkesin
yaptığı gibi bir kâhine giderek ondan gelecekteki mesleğine dair
kehanette bulunmasını ister. Kâhinden “filozofluk” cevabını
alan Aristoteles, Platon’un akademisine müracaat eder ve yaklaşık
20 yıl orada ondan eğitim alır. Bu olayla ilgili olarak W.
Weischedel “Eğer kâhin Aristoteles’e farklı bir cevap vermiş
olsaydı, Batı felsefesi kim bilir hangi yönde ve nasıl
gelişecekti?” demekten kendini alamaz.
Akademos’un
kutsal koruluğundaki okulda 18 yaşlarında iken eğitime başlayan
Aristoteles’in, o yıllarda 60 yaşlarında olan hocası Platon ile
zaman zaman sürtüştüğü de olur. Bir süre sonra, artık
aralarında önemli görüş ayrılıkları doğmuş durumdadır. Ama
Platon geniş hoşgörüsüyle onu yine de araştırmalarını
sürdürmeye teşvik etmektedir. Platon bu durumu “Tayların zaman
zaman annelerine çifte attıkları gibi, Aristoteles de beni bazen
hafifçe tekmeler” diyerek tasvir ederdi. Platon, bu öğrencisinin
en çok okuma tutkusunu takdir eder ve bu nedenle onu “Okuyan”
lâkabıyla çağırırdı. Platon’un ölümünden sonra
Aristoteles Atina’dan ayrılarak Anadolu’daki Assos kentine
gitti. Sonra eski bir okul arkadaşı olan Troas beyinin yanına
yerleşti ve onun evlâtlığı olan bir kızla evlendi. O yıllarda
askeri gücüyle Yunanistan’ın siyasi birliğini tesis etmiş olan
Makedonya kralı Philipp, Aristoteles’i oğlu Alexandros’un
eğitimiyle ilgilenmesi için sarayına davet etti. Daveti kabul eden
Aristoteles, gelecekte Büyük İskender olarak anılacak olan 13
yaşındaki prensin mürebbiliğine başladı. Daha sonra öğrencisi
tahta geçince, Aristoteles de Atina’ya geri döndü ve Lykeion
adını verdiği okulunu açtı. Okul bünyesinde çok kapsamlı ve
sistemli bir araştırma, inceleme ve eğitim hamlesi başlattı. Bu
iş için İskender'den büyük destek gördüğü anlaşılmaktadır.
Okul bünyesinde çok büyük ve zengin bir kütüphane de kuran
Aristoteles, ayrıca tabiat araştırmaları için pek çok bitki ve
hayvan örneği içeren geniş bir koleksiyon da oluşturdu.
Anlatıldığına göre İskender, bahçıvanlarına, balıkçılarına,
avcılarına ve benzeri görevlilere bulabildikleri tüm değişik ve
yeni canlı türlerini Aristoteles’e ulaştırmalarını
emretmişti. İskender, okulun sosyal konularda çalışan bölümü
için de geniş imkânlar sağlamıştı. Bu çerçevede, farklı
ülkelerde uygulanmakta olan değişik yönetim şekilleri ve
kanunlar ile ilgili bilgiler derlenip toplanarak 158 farklı örnek
içeren bir arşiv oluşturulmuştu.
Aristoteles okul
yöneticiliği ve başöğretmenliği görevinde 12. yılını
tamamlarken, Yunanistan’ın siyasi şartları değişmeye başladı.
Zaten Atinalıların önemli bir kısmı, kendilerini baskı ve
denetim altında tutan İskender’e olan yakınlığı nedeniyle
Lykeion mensuplarına hiç de dostça duygular beslememekteydi. Bir
süre sonra İskender ölünce Atina’daki “Makedonyalılar
Partisi” tüm şimşekleri üzerinde topladı. Bu sırada bazı
muhalifleri ve düşmanları Aristoteles’i önce bazı siyasi
suçlarla itham ettiler. Ama bu şekilde yeterince ağır bir ceza
almasını temin edemeyince, bu defa onu dinsizlikle suçladılar.
Aristoteles “Atinalıların ikinci bir defa felsefeye karşı günah
işlemelerine meydan vermemek” gibi hicivli bir gerekçeyle
Atina’dan kaçmak suretiyle idamdan kurtuldu. Ancak sürgünde tek
başına sadece bir yıl yaşayabildi ve M.Ö. 322 yılında öldü.
Aristoteles çok
enerjik, azimli ve üretken bir düşünürdü. Öldüğünde
arkasında, bazı araştırmacılara göre 400 cilt, diğer
bazılarına göre ise 1000 cilt yazılı materyal bırakmıştı.
Ancak bunlardan önemli bir kısmı daha İlk Çağda kayboldu.
Zamanımıza kadar gelen metinlerin çoğu, görünüşlerine
bakılacak olursa, ya ders ve konuşma metni müsvettesi ya da
öğrenciler tarafından tutulmuş notlar türünden şeyler
olmalıdırlar. Çünkü bunlar yazı dili kuralları pek
gözetilmeden çala kalem yazılmış metinlerdir. Ayrıca bunların
yazılış tarihlerine göre tasnif edilip düzenlenmeleri de mümkün
olamamıştır. Ancak ele alınan konulara göre bir sınıflama
yapıldığında ortaya çıkan tabloya göre Aristoteles’ten bize
ulaşan metinler başlıca şu 6 alana aittir:
I-) Mantık :
Kategoriler öğretisi (iki inceleme), Sonuç çıkarma ve ispatlama
öğretisi ve Topik (Aristoteles Diyalektiği). Aristoteles’in
mantıkla ilgili yazıları Orta Çağda derlenerek “Organon”
(Doğru Düşünme Kuralları) adlı kitapta toplanmıştı.
II-) Tabiat
Bilimleriyle İlgili Yazılar : Fizik: Gökyüzü, Oluş ve
Yokoluş, Meteoroloji, Ruh ve Hayvanlar Üzerine Yazılar.
III-) Metafizik:
Bu kelimeyi Aristoteles’in kendisi kullanmamıştır. Metafizik
terimi, milâttan önceki birinci yüzyılın ortalarında onun
yazılarını derleyip yayına hazırlayan Rodoslu Andronikus’un,
kitabın iç düzenini plânlarken, konu sıralamasında bu bölüme,
fizikle ilgili kısımdan sonra yer vermiş olmasından ( Meta Ta
Physika: Fizikten sonrası) kaynaklanmıştır. Bölüm
sıralaması amacıyla konan bu başlık İlk Çağın sonlarına
doğru artık “Tabiat ötesi” sayılan her türlü kavramı ifade
eden bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır.
IV-) Etik:
Aristoteles’in ahlâk üzerine yazıları, oğlu Nicomachos’un
adıyla anılan 10 kitap oluşturur (Nicomachos Etiği).
V-) Politika:
8 kitap.
VI-) Retorik:
Güzel konuşma üzerine 3, şiir üzerine 1 kitap.
Aristoteles,
gerçek felsefenin anlaşılabilmesi için ve genelde doğru bilgiye
ulaşabilmek için “mantık” (kendi deyişiyle analytika)
adlı disiplinin genel kurallarının bilinmesi gerektiğini söyler.
Aristoteles felsefeyi teorik, pratik ve poetik olarak üç bölüme
ayırmış ve teorik felsefenin alt dallarını ise matematik, fizik
ve metafizik olarak belirlemiştir. Pratik felsefe, kültür ve
siyasette olduğu gibi, teorinin uygulamasına yöneliktir. Poetik
felsefede ise, sanat eserlerindeki estetik ve eğitsel unsurlar ile
bunlara gösterilen duygusal tepkilerin analizine yer verilir.
Aristoteles’in
tabiat bilimleriyle ilgili düşünceleri ”Fizik” başlığı
altında toplanmıştır. Bu kitapta önce mekan, zaman, madde ve
hareket gibi temel fiziksel kavramlar belirli bir sırayla
tanımlanıp, gözden geçirilir. Bu arada daha önceden yaşamış
düşünürlerin bu konularla ilgili görüşleri de aktarılır ve
bazıları oldukça sert bir üslûpla tenkit edilir. Bu alıntılar,
günümüz düşünce tarihi arşivi için çok değerli bir belge
özelliği taşır.
Aristoteles’in
fizik ve astronomideki temel yaklaşımı teolojiktir. Öğretmeni
Platon’dan gökcisimlerinin kutsal ve dolayısıyla kusursuz bir
mükemmellikte oldukları şeklindeki dini önermeleri harfi harfine
alan Aristoteles’e göre de gökcisimleri ancak ve ancak yetkin,
sürekli ve değişmez özellikteki bir hareket şekline sahip
olabilirler. Kutsal olmayan dünya ise, bu yetkin ve düzenli
sistemden ayrı ve uzak bir şekilde merkezde yer alır. Yerden aya
kadar olan noksanlık ve kusurluluk bölgesinde her şey sürekli
değişip, dönüşerek yeni yeni biçimler oluşturur ve sonra
bozularak biçimini yitirir. Ayın ötesindeki mükemmel evren ise,
eş merkezli kusursuz kürelerden oluşur. Bu küreler, aralarında
belirli açılar bulunan eksenler çevresinde ideal bir şekilde
hareket etmektedirler. Tüm bu düzenlilik ve hareketliliğin kaynağı
ve nedeni ise kendisi fiziksel alemin ötesinde bulunan ve hareket
etmekten münezzeh olan Tanrı’dır.
“Fizik” adlı
kitabında, tabiatla ilgili temel tanımlara, gözlemlere ve genel
değerlendirmelere ayrılan kısımlarından sonra Aristoteles, şu
sonuçlara ulaşır: “Varlık alemiyle ilgili gözlemlerimizde,
incelediğimiz her yerde ve her şeyde şaşırtıcı bir plân ve
düzenlilik ile tüm kâinatı kuşatan bir gayelilik olgusu
karşımıza çıkmaktadır. En büyükten en küçüğe kadar tüm
varlıklar belirli bir amaç (telos) ile birbirine bağlanmıştır.
Her yerde gözlenmekte olan bu durum tesadüfle açıklanamaz. O
halde tabiatın bünyesindeki bu gayeliliğin sırrı, ancak
‘evrensel yaratılış amacının gerçekleşmesi’ olabilir.”
Aristoteles bu çerçevede tabiatta boş ve gayesiz hiçbir şeyin
bulunmadığını, çünkü Tanrı’nın her şeyi belirli bir amaç
için yarattığını söyler. Tanrı maddenin biçimlendirilişini,
bu evrensel amaç çerçevesinde gerçekleştirir.
Aristoteles’e
göre bir şeye ait gerçeklik, onun özü (Platon’un ideası) ile
bir ve aynıdır. Platonun idea anlayışını eleştirmesine rağmen
kendisi de onunkine oldukça benzeyen bir ontolojik sistem
geliştirmiştir. Tümel kavramlarla gerçekliğe yaklaşabileceğimizi
belirten Aristoteles, yine Platon’u hatırlatan bir şekilde
varlığın bilinmesiyle varoluşun kendisi arasında tam ve bire bir
ilişki olduğunu söyleyerek, ontoloji ile algı ve bilme olayları
arasındaki kopmaz bağlara dikkat çeker.
Ancak,
Aristoteles Platon’un aksine, bilginin esas kaynağını kavramlar
arasındaki ilişkilerde değil, duyularla algılanan olgularda
görmüştür. Ama sadece duyulara bağlı kalan bilginin
yetersizliğini ve genelin bilgisinin önemini vurgulamaktan da geri
kalmamıştır. Aynı şekilde mantıksal çıkarım ve akıl
yürütmelerin mutlaka duyularla sağlanacak veriler ile
doğrulanmasının gereğinin altını da çizmiştir. Buna karşılık,
olgusal dünyanın akli bir düzene sahip bulunması nedeniyle,
genel ve zorunlu bilgiye akıl yoluyla ulaşmayı da mümkün
görmüştür.
Diğer taraftan
Aristoteles, “nesnelerin gizli özelliklerini açığa çıkarmak
amacıyla olağan şartların değiştirilmesi işlemi” olarak
gördüğü deneyin, tabii bir yöntem olmadığı için, varlığın
özünü açığa çıkarmakta yararlı olamayacağına inanmaktaydı.
Aristoteles’in deneyi hor görüp, tabiat araştırmaları için en
uygun yöntemin gözlem olduğu hususundaki bazı ifadelerine
rağmen, uygulamada gözleme de yeterince yer vermemesi, eski
Yunan düşünce
geleneğinde gözlem ve
deneyin ihmal edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmış ve bu
olumsuzluk, bu geleneği örnek alan başka toplumları da
etkilemiştir.
Aristoteles’in
ölümüyle birlikte antik Yunan felsefesinin altın çağı da
kapanmış olur. Ancak bundan sonraki iki bin yıllık çok uzun bir
dönem boyunca felsefe sahnesine çıkan tümAristoteles’in
ölümüyle birlikte antik Yunan felsefesinin altın çağı da
kapanmış olur. Ancak bundan sonraki iki bin yıllık çok uzun bir
dönem boyunca felsefe sahnesine çıkan tüm yaklaşımlar, Platon
ve Aristoteles’in öğretilerince yönlendirilmiştir. Antik
dönemin geri kalan kısmında ve Orta Çağın ilk bölümünde
hakim felsefi yaklaşımlar Platoncu renkler taşırken, ondan
sonraki üç asır boyunca, yani yaklaşık 1500 yıllarına dek
Aristotelesçi felsefe tek başına egemen olmuştur.
Platoncu
ve Aristotelesçi öğretilerin etkilerinin dağılımı sadece
zamana göre değil, coğrafyaya göre de değişiklikler arz eder.
Meselâ, Alman felsefi geleneğinde Platon çoğu zaman
Aristoteles’ten üstün görülürken, Anglosakson dünyasında ise
Aristoteles’e gösterilen ilgi daha yoğun ve büyük olmuştur.
Hemen tüm ünlü İngiliz üniversiteleri, asırlardan beri
Aristoteles’in etik ve siyasi görüşlerinin en hararetli
müdafileri ola gelmişlerdir. Onun akılcı, kuşkucu, empirist
eğilimli ve serinkanlı kişiliği İngilizlerinkine benzediği için
mi baştan beri bu tercihin geliştiği, yoksa Anglosakson
karakterinin evriminde bizzat Aristoteles’in mi etkili olduğu
hususu, başlı başına bir tartışma ve araştırma konusudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder