26 Mart 2015 Perşembe

Eski Yunan Felsefesi: Avrupa Düşünce Tarihine Genel Bir Bakış

Eski Yunan Felsefesi



Avrupa Düşünce Tarihine Genel Bir Bakış


N. Platt “Çağlar Boyunca Dünyamız” adlı kitabının birinci bölümüne, tarih biliminin önemine ve metotlarına değinerek başlar. Sonra, uygarlığın Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin ve Güney Amerika’da doğup, gelişmesini ele alır.
Platt, bu bölümde ulaştığı sonuçları “Avrupa: Uygarlık Yarışının Gecikmeli Katılımcısı” başlığıyla şöyle özetler: “Avrupa, uygarlığa yönelen ilk adımlarını oldukça geç atmıştır. M.Ö. 4000 ila 5000 yılları arasındaki dönemde, orta ve uzak doğudaki bir çok toplum ilerleme ve uygarlık yönünde büyük ilerlemeler kaydetmiş iken, Avrupalı barbarlar sadece taştan yapılmış baltalarla yetinmek durumunda idiler: Bu baltalar, onların en gelişmiş araç ve gereçleri idi. Ancak, M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren, Avrupa da gelişme ve ilerleme yarışına dahil olabilmiştir. Böylece, Orta ve Uzak doğunun kökleri çok daha eskilere uzanan uygarlık birikimi üzerinde medeni Avrupa’nın temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu zaman diliminde, klâsik doğu uygarlıkları, karşılaşmış oldukları sorun ve buhranların etkisiyle zayıf düşünce, Avrupa rakipsiz kalmıştır. Doğu Akdeniz dolaylarından, medeniyet yarışı kulvarına dahil olan Avrupa, doğu uygarlıklarının üstesinden gelemedikleri büyük sorunlar nedeniyle yıkılmalarından sonra, yoluna bir süre tek başına devam etmiştir. Doğu uygarlıklarını sarsan en büyük etken, bu toplumlarda belirli bir süreçten sonra devletin tüm yetki ve gücünü tekellerine geçiren diktatörler olmuştu. Despotça yönetilen bir toplumdan; bilim, teknolojik, estetik ve kültürel dinamizm unsurları süratle tasfiye olmakta ve uzaklaşıp kaybolmaktadır.
M.Ö. 500’lerden itibaren “batı”, Asya’daki kısımlarından itibaren, hızlı bir ilerleme ve gelişme hamlesi içine girmiş oldu. Batı adına bu hamleyi, önce Yunanistan ve onu takiben Roma gerçekleştirdi. Günümüzde, “klâsik” terimi, bu eski Yunan ve Roma uygarlıklarının bir tür bileşimini ifade eden bir kelime olarak hâlâ kullanılmaktadır.”23




Yunan Tarihi
Akalar

Ünlü “tarihi kavimler göçü” sonucu Yunanistan’a gelip, yerleşen hakim topluluk, Akalar (Akhaylar veya Homeros’un ifadesiyle Akhaios) olmuştur. Bazı tarihçilere göre Akalar, orta Avrupa tunç kültürü çevrelerinden güneye inen germenlerdir. Akaların, güney yönündeki bu hareketleri esnasında, Ege adaları üzerinden Yunanistan’a göç etmekte olan bazı Anadolu kavimleriyle karışmış ve kaynaşmış olduklarına dair bulgular vardır.
Günümüze ulaşan izler incelendiğinde, Yunanistan toprakları üzerinde Aka kültürünün, M.Ö. 2000 yılından 1600 yılına kadar, çok silik bir gelişim çizgisi izlediğini görülmektedir. Ancak Akaların 1600’lü yıllarda parlak “Girit uygarlığı”ile tanışmasından sonra, bu gelişim, büyük bir ivme kazanır. Bu dönemden itibaren; Aka ülkesinde, büyük saraylar, sağlam kaleler ve mükemmel anıtsal yapılarıyla, gelişmiş bir uygarlık ve kültürün eserleri boy göstermeye başlar. Artık, Akalar da Girit’tekilere benzer şehir devletleri kurmaktadırlar. Bu devletleri yöneten krallar arasında genellikle iyi ilişkiler, güçlü dostluk ve akrabalık bağları bulunmakta, bazı şehir devletleri, daha büyük yönetim organizasyonlarının çatısı altında birleşmektedirler. M.Ö. 16. yüzyıldan itibaren, Yunanistan’ın geniş bir kısmında, aynı özelliklere sahip standart bir uygarlık ve kültürün serpilip, gelişmeye başlamış olması, bu şehir devletleri ve krallıklar arasında çok sıkı bağlantıların kurulmuş olduğunu gösterir. Bu uygarlık ve kültür üzerinde, Girit’in kuvvetli etkilerine işaret eden bir çok bulgu mevcuttur.

Girit Uygarlığı

Tüm Ege bölgesini etkisi altına alan bu eski uygarlığın kökleri, Girit adasına uzanmaktadır. Bu adada yapılan araştırmalarda, her geçen yıl, çok canlı ve hareketli bir kültürel hayatın yeni unsurları gün yüzüne çıkarılmaktadır.
Eski Yunanistan’ın bu döneminde yaşamış olan tarihçiler ve halk ozanları Girit adasında hüküm sürmüş olan kral Minos’un ününü, zenginliğini, güçlü donanmasıyla Ege denizinde kurduğu hakimiyeti ve Yunan şehirlerini haraca bağlayışını konu alan pek çok rivayet nakletmişlerdir. Birçok Yunan mitosunda Minos’un başkenti Knossos’dan, buradaki “labirintos” adlı yapıdan ve orada yaşayan Minotavros ejderinden ve adil bir yargıç olarak yer altı dünyasında saltanat süren Zevsoğlu Radamantis’ten hayranlık, korku, saygı ve övgü ile söz edilir.
Girit’in klâsik Yunan uygarlığı dönemindeki durumuyla hiç de orantılı olmayan bu mitos çokluğu ve çeşitliliği, bunlarda yer alan Yunanlı olmayan kahramanlar ve rivayetlerin ilginç nitelikleri; orijinal, parlak ve farklı bir eski uygarlığa işaret etmektedir.
Homeros destanlarında kendisinden “Büyük şehir” olarak sözü edilen Girit’in Knossos şehri başta olmak üzere; adanın kuzey kıyısındaki Mallia, güneydeki Mesara ovasında yer alan Faytos ve doğudaki Zakro şehirlerinde bulunan saraylar, yüksek ve orijinal bir kültüre ait nitelikler taşımaktadır.
Kuzey, batı ve güney yönlerinde yer alan dikdörtgen salonlar şeklindeki giriş mekanları ve bunlara bitişik, payeli salonlara açılan uzun koridorlar vasıtasıyla içine girilen Knossos sarayı, yaklaşık 20 000 m2’lik bir alana inşa edilmişti. Özel tören salonları, oturma daireleri, atölyeleri, yiyecek ve içecek depoları, banyoları, tuvaletleri, temiz ve atık su kanalları başta olmak üzere, her türlü ihtiyacı karşılayabilecek mekanlardan ve unsurlardan oluşan sarayın bazı kısımları dört, diğer bazı kısımları ise üç veya iki katlı olarak yapılmıştı. Daha geniş mekanlara, genellikle üst katlarda yer verilmiş olup, bunlar, büyük kapılar ve geniş pencerelerle balkonlara veya taraçalara açılacak şekilde tasarlanmışlardı.
Girit sarayları; kaldırımlı sokaklarla birbirinden ayrılmış çok katlı evlerden oluşan, kanalizasyon ve benzeri alt yapı unsurlarına sahip, bakımlı ve güzel şehirlerin orta kısmında yer almaktaydı. Merkezi saray çevresinde, asillerin daha küçük ebatlı sarayları veya konakları bulunmaktaydı. Bunların etrafında da tüccarların, gemicilerin, zanaatkarların ve işçilerin oturdukları mahalleler inşa edilmiş durumdaydı.
Girit’te özellikle keramik, fresk-resim ve heykeltıraşlık başta olmak üzere, çeşitli sanat dallarında oldukça ileri düzeylere ulaşılmıştı. Meselâ, “Kameres vazoları” adı verilen serideki porselen ve keramik eserlerin üzerinde bulunan parlak kahverengi zemin üzerine çizilmiş çeşitli renklerdeki geometrik desenler, stilize bitki ve hayvan figürleri, günümüz sanatçılarına ilham kaynağı olacak mükemmelliktedir. Bu vazoların bazıları yumurta kabuğu kadar ince yapılmıştır. Amnisos’ta bulunan freskler o kadar etkileyicidir ki sanki, içinden taptaze zambaklar ve safranlar fışkırır gibi görünür. Çeşitli Girit fresklerinde mercanlar, istiridyeler, balıklar ve dalgalarıyla deniz, bir akvaryum güzelliğiyle resmedilmiştir.
Girit’in ticaret hayatı da oldukça zengin ve hareketliydi. Adada, standart bazı uzunluk ve ağırlık birimleri kullanılmakta; alışverişler, belirli büyüklükteki altın ve gümüş kütlelerle yapılmaktaydı.
Şimdi, bu noktada, konumuz açısından son derece önemli olan şu soru karşımıza çıkmaktadır: Acaba, Girit uygarlığı tamamen kendi iç dinamikleriyle mi doğup, gelişmişti; yoksa, bir başka uygarlığın etkisiyle mi? Bu sorunun cevabı, Akdeniz’in doğu kıyısında bulunabilir. Bunun için, Fenike ülkesine şöyle bir göz atmamız gerekecektir.
Fenike Uygarlığı


Fenike, günümüzde Lübnan ile Suriye ve İsrail’in sınırları içinde bulunan toprakların bir bölümünü kapsayan tarihi bir bölgedir. Kolonileri dışında başlıca kentleri Gebal (el-Cubeyl), Sidon (Sayda), Tsor (Sur) ve Beerot (Beyrut)’tur.
M.Ö. 400’lü yıllarda bu bölgede yaşayan halk, çeşitli etnik gruplardan oluşuyordu. Mısır firavunlarının kayıtlarında, bölge halkından “Ammurrular veya Amular” olarak söz edilir. Yunan kaynaklarında, Fenikeliler adına, ilk defa Homeros’un yazılarında rastlanır. Oysa Fenikeliler kendileri için, sonradan verilen bu ismi değil “Kenanlılar” adını kullanmışlardı. İbranice’de “Kenaani”, tüccar manâsına gelmektedir.
Gebal’de yapılan kazılarda, Fenikelilerin, 4. sülale zamanından itibaren Mısır ile ticari, kültürel ve dini ilişkiler kurduklarını gösteren bulgulara rastlanmıştır. Kısa bir süre sonra Mısırlılar, Fenike’nin büyük bir bölümünü egemenlikleri altına almışlardır.
Fenikeliler, deniz ticaretindeki maharetleri kadar, başarılı kolonicilikleriyle de ün kazanmışlardı. Ioppe (Yafa), Dor, Akko (Akka) ve Ugarit gibi bir dizi yerleşim merkezi yoluyla etkileri önce Ege’ye, oradan Batı Akdeniz kıyılarına ve Kuzey Afrika’ya kadar uzandı. Girit-Fenike ilişkileri de bu çerçevede binlerce yıl, son derece yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Fenikelilerin zengin, parlak ve mükemmel sanat, kültür ve uygarlık hayatından günümüze ulaşan eserlerinde; Mısır, Mezopotamya, Ege ve Akdeniz unsurlarının ilginç bir karışımı gözlenir.
Prof. M. Ş. Günaltay, “Yakın Doğu” adlı kitabının üçüncü cildinde “...Fakat, sık sık yabancı kavimlerin istilâlarına uğrayan Fenike siteleri, insafsızca yakılıp, yakıldıklarından, saraylar ile sivil mimariden geriye pek az iz kalmıştır.” der. Fenike uygarlığına ait eserlerden, ancak derin toprak tabakalarıyla örtülü olanlar günümüze ulaşabilmiştir.
Bu tip bulgular arasında oymacılık, heykel, keramik, madencilik, kuyumculuk ve cam işlemeciliğiyle ilgili harikulade örnekler mevcuttur. Bu eserlerden ilk dönemlere ait olanlarda Mısır, Babil, Asur ve Hatti etkileri çok daha hakim ve belirgindir.
Fenikelilerin maden işleme konusunda özel bir maharete sahip oldukları anlaşılmakta- dır. Kafer-Carra’da bulunan silahlar, buna güzel bir örnek teşkil eder. Kartaca başta olmak üzere birçok kolonide ortaya çıkarılan çeşitli madeni araç, gereç ve eşyalar, Fenikelilerin maden işlemeciliğinde son derece ileri bir düzeye ulaşmış olduğunu göstermektedir.
Ticarete çok önem veren Fenikeliler, kıymetli taş ve madenlerden mücevherler ve süs eşyası yapımında da usta idiler. Akdeniz ve Ege ülkelerine sattıkları mücevherat arasında özellikle gerdanlıklar, küpeler, yüzükler, bilezikler, broşlar, madalyon ve altın düğmeler, rakipsiz kalitedeydi.
Fenikeli ustaların bu alanda verdiği ilk örneklerin, büyük ölçüde Mısır’da yapılmış olan ziynet eşyalarının taklidi yoluyla üretildiği anlaşılmaktadır. Mezar kazılarında bulunan bazı mücevherlerin, üzerlerindeki hiyerogliflerin acemice kazınmış olması dışında Mısır yapımı orijinallerine oldukça benzemesi, bunun delillerinden biridir. Fakat daha ileri dönemlere ait mücevherlerde; giderek artan incelik ve ustalık ile Fenike üslûbunun ağırlığı ve hakimiyeti, kolayca gözlenebilmektedir. Bunlar arasında, ince altın tellerden örülmüş gerdanlıklar, günümüz kuyumcularının vitrinlerini süsleyenler kadar alımlı ve zarifti.
Fenikeli tüccarların diğer gözde ürünleri ise göz kamaştırıcı renk ve desenlerle süslü kumaşlar ile değerli cam eşyalardı. Mısır’da, birinci Teb İmparatorluğu devrinden beri cam imal edilmekteydi. Ancak, sadece koyu renkli camlar yapabilen Mısırlılardan işin temel tekniğini alan Fenikeliler, kısa zamanda şeffaf cam yapımını ve bu camdan da üfleme yoluyla vazo, sürahi, bardak ve benzeri eşyalar imal etmeyi keşfettiler. Sidonlular, cam hamurundan ürettikleri eşyalar üzerinde yine camdan kabartma, sap, boyunluk ve altlık gibi kısımlar eklemekte, özellikle bazı sanatkârlar, imal ettikleri sanat değeri yüksek cam eserlerinin üzerine imzalarını da atmakta idiler. Böyle bir cam kase üzerine “Bunu Jason yaptı, satın alan onu hatırlasın.” cümlesi yer almaktadır.
Fenikeli sanatçılar fildişi işlemeciliğinde de ileri düzeylere ulaşmışlardı. Onlardan geriye kalan ve içinde güzel kokulu sıvılar ve esanslarla dolu küçük şişeler bulunan fildişi çekmecelerin yalnız dış yüzleri değil, iç yüzleri de nefis çiçekler, geometrik desenler ve insan figürleriyle süslenmişti.
Fenikeliler, günümüz uygarlığına bir çok alanda, büyük katkılarda bulunmuşlardır. Bunların en önemlisi, “yazı”dır. Eski Yunan tarihçilerinden itibaren, Fenike alfabesinin, batı alfabelerinin temelini teşkil ettiği görüşü, farklı milletlere mensup bir çok tarihçi tarafından tekrarlana gelmiştir. Meselâ Herodotos, fonetik alfabeyi Yunanistan’a Fenikeli Kadmos’un getirdiğini söyler.
Fenike alfabesinin kaynağı hakkında farklı görüşler vardır. Bunlar arasında en doğru görüneni, Fenike harflerinin Eski Mısır hiyerogliflerinden alındığı tezidir. Eski Mısır yazı dilinin üç farklı türü bilinmektedir. Bunlardan biri, büyük anıtlarda kullanılan ve nesnelerin, kendi tabii şekillerine benzer semboller aracılığıyla temsil edildiği hiyeroglif yazıdır. İkincisi, bu hiyeroglif şekillerinin sadeleştirilmiş formu olan “hiyeratik” simgelerden oluşur. Üçüncüsü ise hiyeratik sembollerinin daha da soyutlaşmış biçimi olan “demotik” harfler içerir.
Tarihçilerin çoğu, Fenike alfabesinin harflerinin demotik alfabeden uyarlanarak alındığı görüşündedir. Kendi dillerine has sesleri ifade için Fenikeliler, bunlara bazı harfler eklemişlerdir.
Fenikelilerin “Alef, bet, gimmel, dalet, ...vb” gibi harfleri üzerinde bazı ufak fonetik değişiklikler yapmak suretiyle Yunan’lılar da “Alfa, beta, gamma, delta, ... vb” şeklindeki harflerle kendi alfabelerini oluşturmuşlardır. Bu alfabe, Yunanlılar aracılığıyla tüm batı toplumlarına yayılmıştır. Yani, batı dil alfabelerinin prototipini keşfetme şerefi, Fenikelilere aittir.
Eski Yunan Kültür Merkezleri


İyonya, yani Ege’nin Anadolu kıyıları ile Atina’nın, felsefe tarihi açısından ayrı birer yeri ve önemi vardır. Atina ile sürekli yakın ilişkiler içinde olan Sparta’dan da bu bağlamda söz edilmesi yararlı olacaktır.
Yunanistan Akaları, daha M.Ö. 12. yüzyıldan itibaren İyonya’ya göç edip, yerleşmeye başlamışlardı. Dorlar’ın Yunanistan’ı istilâsından sonra ise, Akalar çok daha geniş kitleler halinde bu göçü tekrarladılar. Ve onları izleyen Dorlar da Anadolu’nun Ege kıyılarına ulaştılar.
M.Ö. 11. yüzyıl dolaylarında Dorlar’ın Yunanistan’ı istilâsıyla başlayan ve “Yunan Ortaçağı” olarak adlandırılan dönem, yaklaşık 3 asır kadar sürmüştür. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarına da konu olan bu devrede, Yunanistan’da yerleşik toplulukların çoğu, sonradan İyonya olarak adlandırılan Ege adalarına ve Batı Anadolu kıyılarına sığınmışlardı.
Dor istilâsının getirdiği önemli sonuçlardan biri, çözülen kabile yapısından kopan küçük toplulukların “polis” adı verilen bağımsız kent devletlerinin çekirdeklerini oluşturmasıdır. İlk kurulduklarında birbiriyle ilişkileri çok az ve sınırlı olan bu devletler arasında, ancak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren kara ve deniz ulaşımının gelişmesiyle ticari ve kültürel münasebetler başlamıştır.
Dor kabileleri, Yunanistan’a girdikten sonra yavaş yavaş göçebelik dönemlerine ait geleneklerini bırakmaya ve yerleşik düzene geçişlerini sağlayacak uygulamalara başlarlar. Bu süreçte ilkin, işgal ettikleri toprakları bütün bir kabilenin ortak malı gibi gördüler. Sonra verimli tarlaları, belirli bir süre ekip-biçmek üzere aralarında kura çekmek suretiyle mümkün olduğunca eşit bir şekilde taksim etmeye başladılar. Bu uygulamanın lisanda bıraktığı ize, sonraki dönemlerde Yunanistan’da, şahısların kendi malı olan ve miras yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan topraklara verilen “kleros” (kura çekme) teriminde rastlanmaktadır. Buna karşılık Dorlar, Krala ve Tanrı’ya ayırdıkları toprakları ise farklı bir isimle (temenos) adlandırmışlardı.
Ancak, kişisel mülkiyet anlayışının ilkel bir şekilde uygulanışı, hukuk alanındaki kurumları ve kültürel birikimi henüz yeterli düzeye ulaşmamış olan böyle bir toplumda, hoş olmayan sonuçlar doğurmuştu: Dorlar, işgal ettikleri toprakların eski sahiplerini, her türlü haktan yoksun köle toplulukları olarak gördüler. Özellikle Sparta’da hakim ve yaygın olan bu tavır sonucu, helot adı verilen eski Aka köylüleri, Yunan toplumunun “köleler sınıfının” esasını oluşturdular. Mal ve mülk miktarını çeşitli gerekçeler ve uygulamalarla aşırı derecede arttırmış olan kesim ise “Aristokrat sınıfını” teşkil ettiler. Eski Yunan toplumunun üçüncü sınıfı ise aristokratların himaye ve insafına sığınmış olan, arazilerini ve mallarını çeşitli nedenlerle yitirmiş Dor kökenli yurttaşlardı.
Dor polislerinden, Yunan yarımadasında ve çevresindeki adalarda kurulmuş olanlar ile İyonya’da kurulanlar mukayese edildiğinde, Batı Anadolu’daki kent devletlerinin çok daha gelişmiş, düzenli ve güçlü oldukları görülür. İyonya’daki bu şehir devletleri, çevrelerindeki diğer polislerle oldukça ileri düzeylerde ilişkiler içinde bulunmaktaydılar. Yunan yarımadasındaki kent devletleri ise hem çok daha sonraları kurulabilmiş, hem de uzun süre, içlerine kapalı küçük kabile yerleşimlerinden ibaret kalmışlardı.
Zaten polis (veya ptolis) kelimesiyle ilgili etimolojik araştırmalar, bu kelimenin gerçekte Yunanca olmayıp, Anadolu kökenli olduğuna işaret etmektedir. Dor istilâsından çok daha önceleri Anadolu kıyılarına yerleşmiş olan Akalar, buralarda Hitit ve diğer Anadolu uygarlıklarına ait gelişmiş, düzenli ve zengin şehirleri görme ve onlarda ortak olan kimi uygulamaları aynen alıp, benimseme ve geliştirme imkânı bulabilmişlerdi. Akalar, bu şehirlerden ele geçirebildiklerinin çevresindeki toprakları da kısmen işgal ederek, bir tür kolonizasyon faaliyeti çerçevesinde, “polis” adını verdikleri, belirli ve sınırlı bir bölgeyi kapsayan askeri, ticari ve kültürel merkezler kurmuşlardı.
Daha sonra Yunan yarımadasında da görülmeye başlanan polisler ise, ancak, yüksek sıradağlar veya denizle birbirinden ayrılmış küçük düzlüklerde, çok daha ilkel ve dağınık Dor kafilelerince kurulan ve dıştan gelebilecek tehlikelere kapalı ve güvenli mekanlar oluşturma amacına yönelik yerleşim birimleriydi. Zamanla gelişen ve çevreleri surlarla çevrilen bu küçük şehirler; genelde merkezde yer alan tapınaklar, resmi daireler ve agora denilen pazar yerlerini çevreleyen evlerden oluşmaktaydı.
Yunan yarımadasındaki şehir devletçikleri arasındaki çekişme, mücadele ve savaşlar olağan sayılmaktaydı. Her şehre ait silahlı birlikler, zaman zaman çevrelerindeki komşularına baskınlar düzenlemekte, oralarda ele geçirdikleri ziynet eşyası, mal ve hayvanlar ile, benzer şekilde bir tür ganimet olarak gördükleri insanları, kendi polislerine getirmekteydi. Savaş ve çatışmanın normal, barış dönemlerinin ise olağanüstü durumlar olarak görüldüğü şehir devletleri, sadece dini amaçlarla işbirliği yapmakta idiler.
Kutsal bir mekanı, meselâ bir tapınağı; yabancı saldırı ve istilâsından korumak üzere, aynı dini görüşleri paylaşan bazı şehir devletleri bir araya gelerek “amfiktiyoni” adı verilen dini konfederasyonlar kurmaktaydılar. Ayni amfiktiyoninin çatısı altına giren şehirler ve kabileler, dış tehdit halinde, aralarındaki diğer problemleri geçici bir süre görmezden gelerek, elbirliğiyle kutsal mekanlarını savunmaktaydılar. Apollon’un doğum yeri olduğuna inanılan Delos adası, 6 Dor şehrinin Dadya yarımadasında Apollon tapınağı çevresinde kurdukları birlik tarafından; ilkin sadece Kikladları kapsayan, sonra, tüm İyon dünyasını içine alan bir amfiktiyoninin merkezi sayılmıştır. Onhestos tanrısı Poseidon’a ait tapınağın çevresinde kurulan Boiotya amfiktiyonisi ile Termopilia’daki Demeter tapınağını merkez alan ve Teselya ile orta Yunanistan’daki bir çok şehir devletini kapsayan konfederasyon da önde gelen amfiktiyonilerdendi.
Yunan şehirlerinin siyasi ve kültürel faaliyetlerini yönlendirilen hakim çevreler genelde aristokrat sınıfı mensuplarıydı. Aristokrat sınıfına en yaygın şekilde İyonya, Argolis, Attika, Boiotya ve Euboia’da rastlanmaktaydı. Ancak göçebelik dönemi adetlerini uzun süre muhafaza eden Sparta’nın kendine has sosyal ve idari düzeni, bu sınıfın gelişimine imkân vermemişti.
Sparta’da, işgal ettikleri topraklardan kaçamayan halkı tamamen köleleştiren Dorlar, İyonya’da daha yumuşak davranmak zorunda kalmış ve bu insanların bir kısmına bazı siyasi haklar tanımışlardı.
Bu uygulama önemli kültürel ve entelektüel sonuçlar doğurdu. Böylelikle İyonların arasına bazı Anadolu ve Ortadoğu topluluklarının düşünce, inanç ve uygulamalarının nüfuz edebilmesi mümkün olabildi. Meselâ, sonraki dönemlerde Yunanlılar arasında çok popüler bir konum kazanan Efesos’taki Artemis kültü, bu etkileşime ilginç bir örnektir.
Bu dönemde, komşu topraklarda büyük bir devletin bulunmayışı ve Orta Anadolu’daki Frigya ve Lidya krallıklarının, başlangıçta Ege kıyılarına yönelik emperyalist siyasetler ve baskılar uygulamamaları nedeniyle; İyonya şehirlerinin huzur içinde yaşayan halkı, hızlı bir kalkınma ve gelişme hamlesi gerçekleştirme fırsatı bulabilmişlerdi.
Herodotos, bu şekilde süratle ilerleme imkânı bulabilen 12 İyon şehrinden söz eder. Bu şehirler, “Panionion” adındaki dini ve siyasi nitelikli konfederasyonun çatısı altında; oldukça yoğun ticari, kültürel ve siyasi ilişkiler gerçekleştirmekteydiler. Bu işbirliği sayesinde İyonya M.Ö. 5. yüzyıla dek Ege bölgesinin, bir kültür ve ticaret merkezi olma özelliğini koruyabilmişti .
Homeros destanlarında İyonyalı seçkinlerin yaşayış biçimlerine dair ayrıntılı tasvirlere yer verilmiştir. Buna göre her aristokrat aile, kendisine ata olarak bir kahraman veya tanrı belirlemişti. Şehir devletlerinin kralı da bu ailelerden birine mensuptu. Aristokratların servetleri, kısmen, kiraya verdikleri veya kölelere işlettikleri geniş topraklı çiftliklerden ve geniş hayvan sürülerinden kaynaklanmaktaydı. Ama, konfederasyona komşu topraklara düzenledikleri saldırılar esnasında çaldıkları eşyalar, hayvanlar ve köle olarak sattıkları esirler de servetlerinde önemli bir paya sahipti. Çiftliklerde, tahkimli şatolarda veya “Odisseia’da söz edilen Faiaklar kralı Alkinoos’un çerçevesindeki 12 asil” gibi, saraylarda yaşayan aristokratlar, bir sefer veya savaş durumunda harp arabaları ve çoğu atlı olan kalabalık maiyetleriyle birlikte krala eşlik etmekte veya bazen kendi hesaplarına korsan saldırıları düzenlemekteydiler. Sonuçta İyonlar, gerek tarım ve hayvancılık, gerek savaşlar ve baskınlarla elde ettikleri ganimetler yoluyla oldukça zenginleşmişlerdi. Buna bir de zamanla iyice gelişen ticaret yoluyla sağlanan gelir de eklenince, İyonya şehirlerinde son derece müreffeh ve konforlu bir hayat standardı yaygınlaşmış oldu.
Bu dönemde, İyonya’nın 12 büyük şehri, Asya’nın içlerinden kara yoluyla getirilen malların, denizyoluyla-özellikle doğu Akdeniz’in zengin ülkelerine-sevk edildiği ticaret merkezleri halini aldı. Kervanlar ve gemiler çeşitli ticari eşyaların yanı sıra, Doğu ülkelerine ait bir çok buluşu, öğretiyi, görüşü ve tekniği de taşımakta ve yaymaktaydı.
12 ünlü İyon kentinden en güneyde olan Miletos, Ege’nin en gelişmiş ve zengin şehirlerinden biriydi. İçinde çeşitli ırklardan, milletlerden ve dinlerden pek çok insanın üstün bir hayat standardını paylaşarak çeşitli alanlarda işbirliği yaptığı ve kaynaştığı bu şehir, batı felsefesinin beşiği olmuştur.



Eski Yunan Felsefesi’nin Doğuşu: İyon Felsefe Okulu
Felsefe tarihçileri, batı felsefe geleneğini, genelde, İyonyalı düşünürlerle başlatırlar. İyon şehirlerinin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel bakımlardan son derece uygun ortamı, ilk sistemli batı felsefe okulunun beşiği olmuştur.
Miletoslu Thales (M.Ö. 624-546), Anaksimander (M.Ö. 610-542) ve Anaksimenes (M.Ö. 585-528) ile temsil edilen bu ekol, değişik adlarla anılır: Yaşadıkları yöre nedeniyle “Miletos” veya “İyonya” okulu, felsefenin kapsamına girebilecek pek çok şeyi dışlayarak özellikle “kozmoloji” konusuyla ilgilendikleri için “İyonyalı fizikçiler”, ve benzerleri.
Öncüleri Thales olan İyonya Okulu mensubu fizikçiler, aydınlatılması gereken temel konu olarak, “tüm kâinatın kendisinden oluşturulduğunu varsaydıkları temel unsur (arkhe)nin belirlenip, tanımlanmasını” seçmişlerdi. Thales’in yazılarından hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Anaksimender’den ise sadece “Peri Fuses” (Tabiat Üzerine) adlı eserinin küçük
bir kısmı bizlere intikal edebilmiştir.


Thales

Bizzat Thales’e ait olan hiçbir yazılı metine sahip değiliz. Yaşadığı dönemden kalan kaynaklarda da Thales adına rastlanmaz. Thales’in Batı felsefesinin ilk temsilcisi olduğu görüşü, daha sonra yaşamış olan Platon ve Aristoteles gibi filozofların eserlerinden kaynaklanır. Bu iki düşünürden daha az tanınan başka yazarlar da Thales’le ilgili birçok rivayetler aktarırlar. Bu tür kitaplarda, Thales Eski Yunan’ın “Yedi Bilge”sinden biri olarak gösterilir ve önemli bir kısmının yakıştırma olması muhtemel pek çok olay ve ifade, ona atfedilir. Bunlara göre, “En güç şey nedir?” sorusuna “Kendi kendimizi tanımak”; “En kolay şey nedir?” sorusuna “Başkalarına öğüt vermek!” ve “Tanrı nedir?” sorusuna da “Ezeli ve Ebedi olandır!” cevabını veren Thales, kendisine “Nasıl ahlâkımı düzeltebilirim?..” diyen birine de “Başkaları yaptığında kınadığın şeyi yapmayarak!” karşılığını vermiştir.
Bir başka rivayete göre, Thales bir gece, gökyüzündeki yıldızları daha iyi görebileceği bir yer ararken, bir kuyuya düşer. Kendisini bu durumda gören bir genç kız onunla alay etmek için şunları söyler: “-(Büyük bilge) Gökte neler bulduğunu anlamaya kalkıştı, ama meğer ayaklarının altında ne olduğundan bile habersizmiş!” Platon, bu konuda onu şöyle savunur: “Birçok büyük düşünür, önemli evrensel gerçeklere ulaşma çabası içindeyken, yakın çevresini ihmal etmek zorunda kalmıştır.”24
Gençlik döneminde, onu evlenmeye ikna etmeye çalışan annesini “ – Daha bunun için vakit erken!” diyerek avutan Thales, yaşı ilerlediğinde, ısrarlarını arttıran annesini kırmamak için ona bu defa da: “-Artık ben evlenme çağını geçirdim!” karşılığını vermeye başlar. Ömrünü “gerçeği arama ve bulma yolunda” sarf ettiği söylenen Thales’in, çabalarını özellikle, “kâinatın nasıl ve neden yaratıldığı” sorusunun cevabını bulma yönünde yoğunlaştırdığı anlaşılmaktadır.
Değişik kaynaklarda, Thales’in birçok değişik özelliği anlatılır. Meselâ, Heredotos’a göre O, İyon kentlerinin bir konfederasyonun çatısı altında birleşmesi gerektiği görüşünü azimle savunan becerikli bir devlet adamıdır. Kallimakhos’un aktardığı bir rivayete göre ise Thales denizcilere, açık denizde yol bulmakta kullanabilecekleri teknikleri öğreten bilge bir seyyahtır. Ayrıca başarılı ve zengin bir tüccar da olduğu söylenen Thales, ticaret amacıyla birçok uzak ülkeyi gezme imkânı bulmuş ve Mısır’da bir süre de, ikamet etmişti. Orada, piramitlerin yüksekliğini ölçtüğü ve gemilerin kıyıdan uzaklığını hesaplama tekniği üzerinde çalıştığı da anlatılır.
Bir kısmının gerçekliği tartışmalı olmakla birlikte, kesin olan husus, bu tür rivayetlerin onun şöhretinin bir göstergesi olduğudur. Lidya kralı Alyattes ile Med kıralı Kyaksares arasındaki savaşa son veren güneş tutulmasını önceden tahmin etmesi ise, tarihçilerin genelde kabul ettiği bir rivayettir.
Günümüz bilim adamlarına göre, Thales’in; bir güneş tutulması olayının tam yerini, tarihini ve niteliğini hatasız bir şekilde öngörmesini sağlayacak tüm bilgilere sahip olması mümkün olmayacağından, bunun, ancak yaklaşık bir tahmin olabileceği kabul edilebilir. Heredotos da bu noktayı teyit eder bir şekilde, Thales’in, güneş tutulmasının sadece “senesini” önceden bilebildiğini yazar. Ne olursa olsun, çok önemli bir savaş sırasında, tam bir güneş tutulması olayının gerçekleşmesi, Thales’e–abartılıda olsa–astronomi alanında büyük bir şöhret kazandırır.
Thales’in şu geometri ilke ve teoremlerini Yunan dünyasına ilk tanıtan kişi olduğu da söylenir: 1-) Çap, çemberi iki eşit parçaya böler, 2-) Bir ikiz kenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir, 3-) İki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar, birbirine eşittir, 4-) Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı, dik açıdır, 5-) Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgeni çizmek mümkündür. Thales’in Çemberi çapıyla ikiye bölmek suretiyle geometride “formel inceleme yöntemi”ni bulduğu da söylenir.
Thales’in bu etkinliklerinden hangisinin ona Batı felsefe geleneğinin başlatıcısı olma şerefini kazandırdığı sorusuna, Aristoteles’in de yönlendirmesiyle verilen en yaygın cevap; diğer iki ünlü Miletos’lu filozofun da ele aldıkları başlıca husus olan “kâinatın temel maddesinin ve orijininin araştırılması” şeklinde olmuştur.
W. Weischedel, bu görüşü şöyle teyit eder: “Platon, Aristoteles ve diğer birçok düşünürün Milet’li Thales’i ilk filozof olarak nitelemelerinin nedeni şu olsa gerektir: O, tek tek sayısız nesneyi değil, tüm varlıkların özünü ele almıştır; Dağları, hayvanları, bitkileri, rüzgarı, yıldızları, insanı, davranışlarını ve zihnini tek tek incelemek yerine; tümünü, en genel özellikleri açısından değerlendirmeye çalışarak: “–Tüm bu varlıkların özü nedir? Bunlar nereden gelmekte, nereden kaynaklanmaktadır? Var oluşu ve varlığının devamını sağlayan o tek, her şeyi kapsayan şey, ilk arkhe nedir?” şeklindeki en temel sorulara cevap aramıştır. Thales bu yaklaşımıyla, batıda felsefe geleneğini başlatan kişi olmuştur.”
Thales’in bu temel sorulara verdiği cevap, bize tuhaf görünebilir. Çünkü, rivayet edildiğine göre o, her şeyin kökeninin su olduğunu öne sürmüştür. Su, maddi bir varlık olduğu için bazı felsefe yorumcuları Thales’i, varoluşu maddi temellerle açıklamak isteyen bir materyalist olarak değerlendirirler. Gerçi bu hiçbir zaman düşünce tarihçilerinin çoğunluğunun kanaati olmamıştır, ama, insanlık tarihi kadar eski “teizm–ateizim” çekişmesi çerçevesinde, materyalizm yönünde görüş bildiren bazı filozoflar olmuştur. Acaba Thales’i bu bakımdan hangi guruba dahil etmek gerekir?
Thales’ten bize kalan ikinci ana görüş olan “Her şey Tanrı(lar) ile doludur!”cümlesi, onun durumunu açıkça gösterir. O, muhtemelen bu ifadeyle şunları anlatmak istemiştir: ”Bizim karşımızda gördüğümüz varlıklar, bu maddi evren, bazı ilahi güçlerin yansıma veya tecelli ortamıdır. İnsan; kâinatın, sadece gözle görebilir maddi nesnelerin toplamından ibaret olduğunu zannederse, yanılmış olur. Şunu bilmeliyiz ki, nesneler, aslında içlerinde tanrısal bir gücün egemen olduğu ve orijinleri manevi olan varlıklardır.”
Bu noktada Aristoteles, Thales’in görüşlerini şöyle yorumlar: “Thales’in bu sözlerinin esrarını çözmeye çalışırken aklıma “Okeonos” geldi. İşte o zaman, yani bu en eski mitolojik kültür açısından konuya bakınca gözümün önünde, O ezeli ırmak canlandı. Anlaşılan, Thales, sudan bahsederken maddi bir arkheyi kast etmeyip tam aksine varlıklar için ilahi bir orijin tasavvur eder. Buna, her şeyin Tanrılarla dolu oluşuna dair cümlesini ekleyince ortaya şu tablo çıkar: Var olan her şey ilahi güçlerle yönetilir. Tüm dünyada, aynı ve bir olan ilahi ilke egemendir ve her şey, ilk varoluşunu da, varlığını sürdürebilmesini de ona borçludur.”
Ç. Dürüşken’in “Thales’in Arkhesi üzerine Filolojik Bir İnceleme”25 adlı araştırma yazısı, bu konuyla ilgili bazı enteresan hususlar kapsar: “...İyonya doğa filozoflarından ilki olan Miletos’lu Thales’in; varlığın temel yapı unsurunun (arkhe) “su” olduğunu söylediği ileri sürülmektedir. Thales, bu tezini, birçok nedene dayandırmış olabilir. Ancak, bize doğrudan, Thales’e ait bir metin ulaşmadığı için; bu konuda, kendisinden sonra yaşayan bazı düşünürlerin; özellikle Platon, Aristoteles ve Theophrastos’un yorumlarıyla yetinmek zorundayız. Yine bu nedenle, Thales’in su veya sıvı manâsına gelen hangi Grekçe kelimeyi kullandığı hususu da tartışmaya açıktır... Nitekim çeşitli düşünürler ve yorumcular, Thales’in arkhe olarak benimsediği unsuru ifade için, farklı Yunanca kelimeler kullanmışlardır. Bu tür metinlerin genel bir taramasında, en sık rastlanan kelimeler şunlardır: 1-) Hüdor: Her çeşit su; kaynak suyu, nehir suyu, yağmur, yağmur suyu. Homeros bu kelimeyi deniz suyu ve su saatinin suyu manâlarında da kullanmıştır. 2-) Hügros: Islaklık, yaş, nemli, sulu, akıcı, nem, su, sıvı. 3-) Khulodes: Özsu, usare, canlıların sıvı kısımları.
Bu kelimeler dışında, Thales yorumcularının metinlerinde rastlanmayan, ama su veya sulu, sıvı, nem, nemli manâlarına gelen başka Grekçe kelimeler de vardır. Meselâ, fırtınalı, sağanak yağmur anlamındaki Ombros kelimesi, kimyasal bir bileşik olarak “su” manâsında da kullanılır. Hüdatinos, sıfat olarak; sulu, nemli, ıslak, suya ait, bol sulu ve isim olarak da nem, su, yağmur manâlarına gelir. Hüdrelos ise, suyla ilgili veya sulu demektir.
Aristoteles, Theophrastos, Hippolytos, Epiphanius ve Plutarkhos’un eserlerinde daha çok “hüdor” kelimesi kullanılmış olmakla birlikte bunların bir kısmında “hügros” kelimesine de yer verilmektedir. Bu konuyu Latince’ye aktaran düşünürlerin bazıları hüdor kelimesini ve Latince karşılığı olarak “aqua”yı tercih ederken, bazıları da “hügros”u ve karşılığı olarak “umor”u seçmişlerdir.
Eski Grek yazar ve düşünürlerinden günümüze ulaşan metinlerin karşılaştırmalı yorumlarından anlaşıldığına göre, Thales’in, arkhesini ifade amacıyla tercih ettiği “terim” her ne ise, genelde su manâsında kullanılagelen kelimelerden daha derin ve oldukça farklı manâlar içermekteydi”.
Bu noktada, Thales’in arkhesini, Yunanca olmayan bir kelimeyle karşılamış olması da mümkün görünmektedir. Ortaya çıkan bu durumun muhtemel nedenleri arasında Miletos’lu filozofların benimsediği bazı öğretiler de bulunabilir. Sahakian, “Felsefe Tarihi” adlı kitabında, Thales’in, yıldızlar arası ortamın da bu türden bir “sıvı” ile dolu olduğuna ve dünyanın bu “sıvımsı ortamda” adeta yüzer gibi hareket ettiğine inandığını belirterek; Thales ve diğer İyonyalı filozofların “hilozoizm”; yani maddenin ruh, hayat ve his gibi özelliklere sahip olduğu görüşünü benimsediklerine ve bu nedenle, varlık ve hayatı, birbirinden ayrılmaz nitelikler olarak gördüklerine işaret eder. Bu çerçevede Thales, Tanrı’nın, maddenin üç temel biçimde belirlenişine aktif olarak iştirak ettiğini öne sürmüştür.26
Hilozoizm, Yunanca “hyle:madde” ve “zoe:hayat” kelimelerinden türetilen ve felsefede, maddenin ya bizzat veya “dünya” (kâinat) ruhu gibi bir ilkenin etkisi altında, “canlı”lık niteliği taşıdığını kabul eden görüşe verilen addır.
Düşünce tarihi boyunca, tabiatı, maddenin canlılığı prensibinden hareketle yorumlayan birçok öğretiye rastlanır. Hilozoizm; animizm ve panpsişizimden birçok yönüyle ayrılır. Milet okulu ile başlayan hilozoizm, bazı değişikliklerle Orta Çağ ve Rönesans dönemlerinde tekrar ortaya çıkmıştır.
Ç. Dürüşken, bu hususlara şunları ekler: “...Stobeus, Thales’in, evrendeki düzenin (aklın) Tanrı’dan geldiğini, her şeyin canlı olduğunu (daimonlar ile dolu olduğunu) ileri sürmek suretiyle, aslında ilk unsurun aktivitesinin Tanrısal bir güç kapsadığı tezini savunduğunu belirtir. Cicero da Thales’in bu konudaki düşüncesini benzer ifadelerle nakleder.”
Bu görüşleri anlamaya çalışırken, Thales’in yaşadığı dönemde, kâinatın orijini hakkında yaygın olan mitolojik arka plânı da göz önünde bulundurmak yararlı olur. O dönemin kozmogonistlerine göre “su üzerinde yüzen bir diske benzeyen dünya, dev bir kutu gibi tasavvur edilen gökyüzünün altında yer alan bir tür kapaktır.” Grekler arasında yaygın olan en eski yaratılış mitlerinden “Okeanos”a göre ise dünya, Okeanos nehriyle çevrili bir adadır. Homeros’un Okeanos’u her şeyin kaynağı ve ilk ilkesi olarak anlatan ifadeleri, Thales’in görüşlerine oldukça büyük benzerlikler taşır.
Eski Yunan mitlerinde, Okeanos, karısı Tethys ile birlikte, her şeyin orijini olarak görülür. Kendisine sınırsız bir yaratma gücü atfedilen Okeanos, dünyanın en uç noktasına kadar bir nehir gibi akmış ve arkasında girdaplarla birtakım daireler veya halkalar bırakmıştır. Her şey gibi, tüm nehirlerin, denizlerin ve diğer suların da bu Tanrı’nın geniş ve güçlü akıntılarından oluştuğuna inanan Yunanlılar, onu, dünyayı biçimlendirip, sınırlayan ve dünya ile diğer varlık alemleri arasında iletişim sağlayan aracı olarak da görmekteydiler.
Heseidis, Okeanos’u Şöyle anlatır: “... toprak ana Gaia, Khaos’tan çıkar çıkmaz Uranos’la Pontos’u, yani gökle suları yaratır. Sonra da Uranos’la-sarmaşıp kucaklaşarak-derin anaforlu Okeanos’u doğurur.27 Okeanos, diske benzeyen yeryüzünü çepeçevre sarar. O, aslında deniz veya okyanus değil; derin anaforlu, burgaçlı evrensel bir ırmak gibidir.” İtalyan Hera da O’nu “Tanrıların atası” olarak niteler.
Ünlü Fransız şâiri Lamartine, eski Yunan mitolojisinin geneline hakim olan eğilimi şöyle ifade eder: ”—Yunanlı, kıvrak cana yakın zekâsının ve geniş muhayyilesinin eseri olan güzel hayallere ve onlardaki gerçeğimsi gölgelere tapar. İnsan kalbinde ne kadar korku ve ne kadar tutku varsa, Yunanistan’ın verimli ikliminde o kadar tanrı doğmuştur. Orada her sembol için bir tanrı benimsenmiş, ruhun her iniltisine ve her çığlığına birer ruh atfedilmiştir...” Bu üretken muhayyile, doğunun gelenek ve dinlerinden de bazı unsurlar alıp, özümseyerek, ortaya çok zengin bir mitolojik literatür koymuştur.
Çeşitli ülkelerin mitolojilerinin mukayesesi ve dinler tarihiyle ilgili araştırmalar sonucu, Yunanlıların bu görüşlerinden önemli bir kısmının onlara, eski Doğu kültürlerinden intikal ettiği anlaşılmıştır. Thales’in sık sık Doğu ülkelerine özellikle Mısır’a yaptığı gezilerde eski Mısır ve Mezopotamya kültürlerinde suya büyük ilahi güçler atfedildiğini müşahede ettiği kesindir. Eski Mısır din ve mitolojisinde baş figür Nil ve kutsal suları, Mısır’a hayat bahşeden güç olarak görülür. Benzer şekilde, eski Mezopotamya kültüründe de su- toprakla birlikte- “hayat soluğu” kapsayan her şeyin yaratıcısı (Nig-zi-gal-dim-me) olarak tanımlanır ve suya; aktif ve bilinçli bir düşünme ve yaratıcılık gücü atfedilir.
Thales yorumcularının ondan naklettikleri “....Her şey (tanrılarla) doludur ve her şey, Tanrısal bir yaratıcı güç taşıyan sudan yaratılmıştır...” şeklindeki ifadeye; eski Mezopotamya ve Mısır kültürüne ait birçok metinde bazen aynen, bazen de ufak değişikliklerle rastlamak mümkündür.
Thales’in “her yeri doldurduklarını” öne sürdüğü “varlıklar”ı ifadede kullandığı terim de, arkheik sıvıyı belirtmekte kullandığı kelime kadar tartışmaya açıktır. Bazı Thales yorumcuları bu kavramı “teos” terimiyle karşılarken, bazıları da “nus Tu Kosmu” (evrensel akıl) kelimelerini tercih etmişlerdir. Cicero ise bu terimi “mens” (ruh, zihin, akıl) olarak tercüme etmiştir.28 Platon, Thales’in bu görüşünü adeta tüm felsefenin özü olarak benimseyerek şöyle sorar: “Her şeyin (ruhlar)la dolu olmadığını söyleyebilecek biri var mı?”
Thales, dünyanın düzenliliğini ve akliliğini, nesnelerin yaratılışında varolan ve onları, önceden kararlaştırılmış belirli bir sona yönlendiren İlahi güce bağlar. Kâinatın tüm kesim ve unsurlarının, nesnelerin genel düzeni çerçevesinde belirli bir amaca hizmet ettiği ve tüm varlığın belirli bir kadere doğru yönelmiş oldukları görüşü, yani teleolojik bakış açısı, istisnalar dışında tüm Yunan düşünce geleneğine hakim olup, özellikle de Aristoteles tarafından sistemli bir şekilde dile getirmiştir.



Anaksimander ve Anaksimenes


İyonya Felsefe Okulu’nun diğer iki mensubu olan Anaksimander ve Anaksimenes de “kozmik varoluş” konusunu felsefelerine esas almışlardır. Anaksimenes; “hava”yı, günlük konuşma dilindekinden farklı olarak, daha karmaşık ve kapsamlı bir manâda “canlandırıcı soluk veya bir tür ruh” olarak arkhe seçerken; Thales’in evrenbilimle ilgili görüşlerini benimseyen Anaksimender, tüm Milet fizik felsefesini çatısı altına toplayan bir sistem geliştirdi. “-Arkhe, Aperion’dan (Sınırsız’dan veya Sonsuz’dan) oluşmuştur. Sınırsız olan Tanrı, yarattığı sonlu maddi varlıkların tersine, sonsuz olmalıdır. Madde dolaysızca algılanabilir, ama onu var eden ve en temel olgusallık olan Sonsuz, yani Tanrı doğrudan algılanamaz. Aperion, kâinatın tüm öğelerini kapsar. Varlıkların Aperion’dan türeyişi “sıcak” ve “soğuk” ikilisinin fonksiyonlarıyla gerçekleşir. Temel öz olan Thales’in sıvısı, “soğuk ve sıcak”ın etkileşimiyle oluşturulur ve üç birincil unsur (toprak, hava ve ateş) ondan türer. Anaksimender, ruhların maddi ve manevi alemler arasındaki yolculuklarını açıklayan ve Hindu geleneklerine benzerlikler taşıyan bir teori de geliştirmiştir.”29




İyonya Okulu” sonrası Yunan Felsefesi


Yunan felsefesinin İyonya Okulu sonrası dönemdeki seyri, başlıca iki ana çizgiye ayrılır. Bunların ilkini, kendilerine ana tema olarak “varlık” ile “oluş” konularını seçen Elea düşünce akımı ve ikincisini ise ondan tamamen bağımsız bir konumda olan matematiksel felsefe teşkil eder.
“Varlık” ve “varoluş” konularını temel inceleme alanı olarak seçen Elea Felsefe Okulu’nun başlıca temsilcileri; kurucu Ksenophanes ile onun görüşlerini, sanki birbirine tamamen karşıtmış gibi görünen iki farklı yaklaşımla ele almış olan izleyicileri Herakleitos ve Parmenides’tir.

Elea Felsefe Okulu


Eleacılığın kurucusu, Platon başta olmak üzere birçok düşünüre göre Kolophon’lu Ksenophanes’tir. Günümüzde Değirmendere olarak adlandırılan yerde yaklaşık olarak M.Ö. 570 yılında doğduğu sanılan Ksenophanes, M.Ö. 546 yılındaki Pers istilâsından sonra İyonya’yı terk etmiştir.
Elea, İtalya’nın güneyinde yer alan bir Yunan kolonisidir ve İyonya’nın Phokia, yani Foça yöresinden gelen göçmenlerce kurulmuştur. Bu “İyonya” bağlantısının, felsefe tarihi açısından özel bir önemi vardır.
Störing, Ksenophanes’i şöyle anlatır. “Ksenophanes, Yunanistan’da bir dönem yaygınlaşan ‘mitolojik din’e ve akıl dışı inançlara karşı, felsefenin ilk sarsıcı ve korkusuz saldırısını başlatan kişidir. İnsani zaaflar ve kusurlarla dolu çok sayıdaki Yunan tanrılarının, Tanrı olarak nitelenmesinin bile uygun olmayacağını belirten Ksenophanes, Homeros ve Hesiodos’un; hırsızlık, dolandırıcılık, eşini aldatma gibi insanlar arasında bile çirkin ve ayıp sayılan şeyleri tanrılara yakıştırmakla çok büyük hata yaptıklarını söylemiştir. Ksenophanes, günümüze sadece küçük bir bölümü kalmış olan bir yazısında insan biçimli (antropomorph) tanrı anlayışını da şöyle tenkit etmiştir: “(Günümüzde) bazı insanlar, tanrıların kendileri gibi doğurduğunu, insan biçiminde olduğunu, bizler gibi giyinip kuşandığını, vb. sanıyorlar. Öküzlerin, atların ve aslanların da elleri olsaydı ve tanrılarının bu mantıkla resimlerini ve heykellerini yapmaya kalksalardı, onlar da tanrılarını öküz, at veya aslan biçiminde tasvir edeceklerdi. Nitekim zenciler tanrılarını kara derili ve yassı burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı sanırlar.
Ksenophanes’e göre şurası kesindir: Birçok tanrı, hep bir arada varolamaz ve bir tanrının, başka bir tanrıya buyrukta bulunması düşünülemez. En yüce ve en iyi olanın yalnızca bir ve tek olması gerekir. Bu bir ve tek olan Tanrı, her yerdedir. Onun ne düşünceleri, ne de yapısı, yarattıklarına benzemez.
Yunan filozofları içinde Ksenophanes’in tutarlı ve geçerli bir mantıkla, gerçeğe aykırı her türlü hurafeye, Eski Yunan mitolojisine ve bu arada reenkarnasyon inancına karşı savaş açan ilk düşünür olduğu sanılmaktadır. Evrenin birliğini ve bütünlüğünü göz önünde bulundurarak ortaya attığı, “sayısız türdeki görüntünün ardındaki değişmez, kalıcı, öncesiz ve sonrasız Tek Varlık” öğretisinin, tutarlı olduğunun gösterilmesi ve ispatlanması işi, onu izleyen filozoflarca gerçekleştirilmiştir.”30
Sahakian, Ksenophanes’in felsefe tarihinin gelişimini nasıl etkilediğini şöyle açıklar: “Ksenophanes tam ve mükemmel olduğu için değişmesi söz konusu olmayan ve (yarattıklarına benzer şekilde) hareket etmekten münezzeh bir ve tek olan Tanrı’yı “evrendeki sınırsız nitelik ve çeşitlilikteki fenomen ve gelişim süreçlerinden sorumlu tüm güçlerin tek hakimi ve yöneticisi olarak” tanımlamak suretiyle; temel metafiziksel sorulara karşılık olarak, “bir cevaplar sistemi” formüle etti. Ksenophanes ayrıca bu şekilde, tüm felsefenin temel ilgi alanını oluşturan iki noktaya dikkatleri çekmiş oldu: “Varlık” ve “oluş”. Ksenophanes’in bu iki temel hususa vurgusu, kendisinden sonra gelen felsefeciler arasında yoğun bir tartışma ortamının doğmasına yol açtı ve felsefenin gelişimi, karşıt görünüşlü iki doğrultuya yönelmiş oldu: “Tam ve mükemmel olarak gelişmiş olan varlık aleminin incelenmesi” veya “evrenin, sayısız ve sınırsız gelişim ve değişim süreçlerinin bir toplamı olarak değerlendirilmesi”. Bu görüşlerin lider temsilcilerinden olan Eleatik filozof Parmenides (M.Ö. 540-470) nihai tözün “değişmez ve ebedi Varlık” olduğu tezini savunurken, Efesli Herakleitos (M.Ö. 544-484) ise evrenin tüm tözünün, “sürekli bir değişim süreci”nden ibaret olduğunu ileri sürmüştür. Böylelikle bu iki düşünür, günümüzden tam 2500 yıl önce, gelecekte tüm felsefecilerinin ilgi odağını teşkil edecek temel konuları, felsefe sahnesine koymuştur.”31
Herakleitos’un bazı yazıları ve Aristoteles ile Platon tarafından aktarılan Ksenophanes’e ait bazı görüşler ve ifadelerle, çeşitli kaynaklarda yer alan Parmenides’e ait 19, Zenon’a ait 4 ve Melissos’a ait 10 parça; bu dönemin günümüze ulaşabilen başlıca literatürünü teşkil eder. Bunların çoğu 10 satırdan az olup, orijinallikleri veya asıllarına uygunlukları da kesin değildir. Bu yetersiz literatürün farklı araştırmacılarca farklı şekillerde yapılmış olan yorumları sonucu ortaya, dönemin düşünürleri hakkında bazıları birbirleriyle çelişen farklı görüşler ve anlayışlar çıkmıştır.
Herakleitos

Beşinci yüzyıl tabiat felsefesinin şekillenmesinde önemli katkıları olan filozoflardan biri de M.Ö. 544-484 yılları arasında yaşayan Herakleitos’tur. Miletos gibi zengin bir İyon şehri olan ve içinde, öteden beri dünyanın yedi harikasından biri sayılagelen bir iyon tapınağının bulunduğu Efes’te (Ephessos) nüfuslu bir ailenin ferdi olarak doğan Herakleitos, kendisine babasından intikal eden “dini liderlik” payesini kullanmamış, ancak aristokrat bir hayat sürmüştür.
Herakleitos’un da Milet okulu filozofları gibi bir arkhe arayışı içine girdiği görülmektedir. Çeşitli kaynaklarda “ateş” olarak bahsi geçen bu arkhe ile ilgili tasvir ve açıklamalarına bakıldığında Herakleitos’un, bu terimi, günümüz fizikçilerinin “enerji” kelimesine atfettiklerine çok yakın bir anlamda kullanmış olduğu fark edilecektir. Herakleitos’un bu sınırsız gücü Tanrı ve insan ruhu ile irtibatlandırdığı metinlerde ise terimin anlamı daha genişlemekte ve bu kavram, metafizik ve manevi bir boyut da kazanmaktadır.
Herakleitos düşüncelerini, o çağlarda bu gibi konularla ilgili yazılara genelde konan bir başlık olan “Doğa Üzerine” isimli eserinde sergilemiştir. Vecize şeklindeki kısa ve özlü ifadelerden oluşan ve anlaşılabilmesi için, her bir cümlesinin, üzerinde-bazen uzunca bir süre- düşünülerek, dikkatle okunması gereken bu eserin bazı kısımları günümüze ulaşabilmiştir.
Herakleitos, kâinatta, bizzat değişim olgusunun kendisinden başka süreklilik taşıyan bir şey bulunmadığını söyler. Ona göre, tüm varlık alemi sürekli bir dönüşüm veya devamlı bir akış halindedir ve bundan dolayı sabit ve değişmez bir töz anlayışı geçersizdir. Bu görüşünü “her şey akar (değişir), hiçbir şey sabit kalmaz” şeklinde ifade eden Herakleitos’un bakış açısından, bir insanın, aynı ırmakta iki yıkanması mümkün değildir. Çünkü, ırmağa iki giriş süresi içinde, sular ve ırmak akarak değişmiş, söz konusu kişi de biraz farklılaşmıştır. Şeklen bir benzerlik olsa da özde, mahiyetler değişmiştir. Kâinatı oluşturan varlıkların, sabit ve değişmeyen birimler olarak değil, birer “oluş süreci” halinde ele alınmaları gerektiğini, bu nedenle, varlıkların özdeşlik özelliğinden de yoksun olduklarını iddia eden Herakleitos, dikkatleri; bu sonsuz akış ve değişim süreçlerinin ardındaki mutlak Birlik ve düzenliliğe, yani “Tek olandan menşeini alan çokluğa ve çokluktaki birliğe” çeker.
“Her şey (aslında) Bir’dir (Birden kaynaklanır)” diyen Herakleitos, O mutlak Bir’in, sayısız değişim silsileleri içinde–her şeyi değiştirip, bir halden diğerine sokarken–hiç değişmeden, hep aynı kaldığını öne sürer. Ona göre, her şeye hükmeden ve her şeyi değiştiren bu Sonsuz Güç, kendini gizlemeyi sevmektedir. Duyularımızla algılaya geldiğimiz bu “düzensizlik ve çokluk örtüsü”nün altındaki gizli düzenlilik ve bu değişimler ve dönüşümler aleminin ötesindeki gizli düzenleyici, Herakleitos’a göre evrenin “Logos”udur. İnsan, aklı aracılığıyla, çevresinde gözlediği değişim silsilelerinin ardındaki düzenliliğin temel ilkelerine ve bütün bunları tesis eden “Kozmik Düzenleyici”ye ulaşabilir.
Kâinattaki tüm değişim ve dönüşüm olgularını denetleyen ve yöneten “evrensel akıl”, çevremizde gözlediğimiz bütün oluşum ve olayların belirli bazı kurallar çerçevesinde gerçekleşmesini sağlamaktadır. Herakleitos’un “logos” olarak adlandırdığı bu düzenleyici ilke; kaostan kozmosu, hayattan ölümü, yokoluştan da varoluşu çıkarmaktadır. Herakleitos’un “logos” terimini birkaç farklı anlamda kullandığı görülmektedir. Bunlardan biri ile Herakleitos günümüzün tabiat kanunu anlayışına oldukça yaklaşmaktadır. O, bu evrensel düzenleme mekanizmasını, “karşıtların dönüşümü ve birliği” kavramıyla açıklamaya çalışmıştır.
Diğer taraftan bazı ifadelerinde Herakleitos, Logos’a, “özgürce ve sınırsızca; insan dahil, evrendeki her şeye hakim olan şuur ve akıl” anlamını da yükler ve insan ruhunun, ölümden sonra O’na döneceğini söyler. Bu şekilde Herakleitos, o yıllarda Yunan toplumunda oldukça yaygın olan çok tanrı inancından uzaklaşarak, varlığı tamamen kuşatan ve karşıtlıkların tamamen üzerinde olan tek bir Tanrı anlayışına yaklaşır.
Herakleitos’un felsefi sistemi içinde, “karşıtların ilişkisi” kavramı özel bir önem taşır. Ona göre, kâinatta gözlenen tüm değişim ve gelişim olguları; bazı karşıt unsurların karşılıklı etkileşimleri aracılığıyla gerçekleşir. Bu yaklaşımın geleneksel Çin kültürüne ait yin-yang kavram sistemine olan benzerliği, çok dikkat çekicidir. Herakleitos’a göre “evrensel logos”; sıcağın soğukla, kuruluğun ıslaklıkla, sertliğin yumuşaklıkla ve diğer zıtlıkların birbiriyle olan etkileşimlerini belirli bir düzen ve koordinasyon içinde tutar ve zamanla onları, birbirine dönüştürür: “Soğuk ısınır, sıcak soğur; kuru ıslanır, ıslak kurur; sert yumuşar ve yumuşak sertleşir, vb.” Tüm bu değişimler, tek bir evrensel plân ve program çerçevesinde gerçekleştiği için, Herakleitos, sonuçta “Her şey Bir’dir” hükmüne ulaşır.
Herakleitos değişim ve gelişim olgusunu, kendi iç dünyasında da araştırmıştır. Bu hususu “Ben, kendi kendimi de eni-konu araştırdım...” diyerek ifade eder. Herakleitos, insanın davranışlarını belirleyen prensipler ile ve ruhsal özelliklerini de, evrensel varoluşun derin perspektifi içindeki yerine oturtmaya çalışır. Ve sonuçta ulaştığı noktayı “Ruhun da bir logos’u vardır” diyerek özetler. Ölümün ruhlar için hiç ummadıkları ve dünyada iken hayal dahi edemeyecekleri yepyeni şeyler ve sürprizler sakladığını öne süren Herakleitos, evrenin sayısız manevi varlıklarla dolu olduğunu; insan ruhunun, “İlahi Akıl” ile olan ilişkisi nedeniyle, mutlak gerçeğe ulaşma ve onu kavrama yeteneğine sahip olduğunu söyler.
Aklı aracılığıyla; sürekli duyularından bilincine yansıyan değişim silsilelerinin ardındaki evrensel düzenleyiciye ve onun oluşturduğu düzenliliğin temel ilkelerine, yani evrensel logos’a ulaşması, insanın ruhsal sağlığı ve esenliği için de vazgeçilmez bir önem taşır. Herakleitos insanlara, tüm davranışlarını evrensel logos’a uygun bir şekilde düzenlemelerini öğütler: “Nasıl tabiat evrensel yasalara boyun eğiyorsa insanlar da-hem kişisel hem toplumsal platformlarda-evrensel (geçerlilikteki) yasalara uygun bir şekilde yaşamalıdırlar.” Gerçek huzura ve mutluluğa ancak böyle bir tutumla ulaşılabileceğini söyleyen Heraklietos şunları ekler: “-Ne yazık ki kitleler, sık sık duyguları, zaafları ve dış etkenler tarafından yanıltılıp, aldatılmaktadır. Ancak bilge insan, logos’a uyarak, gerçek mutluluğa ve huzura kavuşabilir.”
İnsanın bedeni içinde-dünyadaki hayatı boyunca-bu tür tutsak olarak kalan ruhunun, ölüm vakti gelince oradan göç edeceğini söyleyen Herakleitos, ruhun bundan sonra, dünya hayatında sergilediği ahlâka uygun olan ve olmayan davranışlarının değerlendirileceği bir yargı gününü bekleyeceğini söyler.
Bir çok yorumcu, Herakleitos’un görüşlerini, çağdaşı Parmenides ile mukayese ederken, bu iki düşünürü birbirine taban tabana zıt ve muhalif iki farklı felsefe sisteminin kurucusu olarak nitelerler. Oysa, “her şey birdir” sonucuna ulaşan Herakleitos, Parmenides’in bir ve tek olan “Gerçek Varlık” anlayışına çok yaklaşmış olur. Başlangıçta, her ikisi de “bir ve bütün olan gerçeği” aramak üzere yola çıkan bu iki düşünürden Parmenides, bir ve tek Gerçek Varlık uğruna görünür maddi dünyayı ikinci plâna iterken; Herakleitos da değişimi ve çokluğu, onun da önemle altını çizdiği bu “Birlik” perspektifinden yorumlamaya çalışmaktadır.
Hegel, kendisinden asırlar önce, diyalektik bir düşünce sistemi kurduğunu ve görüşlerinin derin anlamlar içerdiğini belirttiği Herakleitos’u, gerçek felsefenin büyük kurucusu olarak nitelerken, Nietzsche’de “Herakleitos asla eskimeyecektir” diyerek onu teyit eder.
Parmenides


Parmenides, dış görünüşü Herakleitos’unkine karşıt olan bir metafiziksel yaklaşım ortaya koydu. Herakleitos, nihai “olgusallığı” bir değişim süreci olarak tanımlarken, Parmenides evreni tek ve sürekli bir “töz” olarak yorumladı. Bu, aslında Parmenides’in Ksenophanes’ten aldığı bir görüştü. Parmenides, bu fikri, mantıksal düşünce çerçevesinde geliştirerek, rasyonel bir temel üzerinde sistemleştirmeye çalıştı.
Aslında, Parmenides’in entelektüel girişimlerinin tamamı, Ksenophanes’in “değişen görüntüler arasındaki değişmez “Tek Varlık” anlayışını esas alan metafiziksel bir sistem kurma gayreti olarak tanımlanabilir. Ancak bunu yaparken, Parmenides’in hangi düşüncelerini Ksenophanes’den aldığı, hangilerini ise özgün olarak kendisinin ortaya atmış olduğu kesin olarak belli değildir. Sokrates öncesi dönemin tüm filozoflarınınkine benzer şekilde Parmenides’e ait kaynaklar da bölük pörçük ve eksik olup, tam ve kesin sonuçlar çıkarmaya elverişli değildir.
Parmenides’in Mısır’a gidip orada bir süre kalarak mantık, astronomi ve felsefe öğrendiği rivayet edilir. Platon da, “Büyük Düşünür” diye nitelediği Parmenides’in, Atina’da Sokrates ile tanışıp, görüşmüş olduğunu nakleder. Platon, diyaloglarından birine Parmenides adını vermiş ve bu diyalogda ihtiyar Parmenides’i; 40 yaşlarındaki öğrencisi Zenon ve genç Sokrates ile konuşturarak, onlarla görüş alış verişinde bulundurmuştur.
Parmenides’e göre, düşünme işlemlerimizin tamamı, düşündüğümüz şeylere bağlı olduğundan ve her düşünceye dış dünyada bir nesne tekabül ettiğinden; düşünce, varlık ait ilişkili olgusal bir içerik taşır. Nesnel bir göndergesi olmayan bir kavram, düşünülemez veya düşünülemeyen bir şey, varolamaz.
Parmenides, zamanın yetersiz bilimsel bilgi ve felsefi terminoloji dağarcığı nedeniyle ifadede oldukça büyük zorluklar çekerek “yanıltıcı fenomenler” ile onların arka plânında yer alan “mutlak gerçeklik” arasında bir ayrım yapmaya çalışmıştır. Bu zorluk nedeniyle günümüz düşünce tarihi yazarlarının Parmenides’in dikkat çektiği fenomenolojik çokluk ve değişkenlik olgusunu aktarırken zaman zaman “güncel” örnekler verme zorluğunu duyduklarını görmekteyiz. Meselâ, Sahakian, “Felsefe Tarihi”de bu konuyu -sinema perdesinde belirli bir hızla yansıtılan ardışık hareketsiz görüntülerin, insan zihnince, sanki onlar hareketlilermiş gibi algılanışını-örnek vererek açıklar.
W. Weischedel, döneminin İranlı yöneticileri ve dolayısıyla İran kültürüyle ilişki kurmuş olduğunu belirttiği Parmenides’in karmaşık metafizik sistemini şöyle anlatır: “Acaba felsefi realite nedir? Parmenides onun, hemen tamamı yanıltıcı dış görüntülere dayalı olan sıradan insanların zihinlerindeki kâinat telakkisinden veya dünya tasavvurundan çok farklı olduğunu ifadeye çalışır. Ölümlü (geçici) olanın, bir zamanlar var olmadığına ve gelecekte de varolmayacağına dikkat çeken Parmenides şu uyarıda bulunur: “Gerçek Varlık”ın ne olduğunu araştıran kimse onu, çevresini kuşatan geçici fenomenlerden ibaret sanmamalıdır. Aslında, gözle görülebilen bu değişim ve çokluk alemi bir tür hayal veya illüzyon gibidir. Gerçek alem ise, bu fenomenler dünyasının ötesindeki sabit ve değişmeyen alemdir. Gerçeği arayan kimse, bu fani nesneler arasında yolunu kaybetmeden dosdoğru bir şekilde tüm değişim ve farklılık görüntülerinin ardındaki “Ebedi Varlık”a yönelmeyi bilmelidir.”
Değişim ve çokluk algısının kaynağının, dış dünya kadar, hatta belki ondan daha çok, “duyularımız” olduğuna dikkat çeken Parmenides, duyularımızın yanıltıcı olabileceğini vurgulayarak, bizi; “Tek ve Gerçek Varlık” anlayışına ulaştıracak olan aracın, ancak “doğru düşünme yeteneğimiz” olduğunu söyler. “Doğru düşünme” yöntemiyle ulaşılacak “Gerçek Varlık” şu özelliklere sahip olmalıdır: “O’nun için düşünme, irade ve varoluş aynıdır. Bu mutlak Varlık, zamanın ve mekanın ötesindedir. Yaratılmamıştır, yok da edilemez. Her zaman, her yerde tam, eksiksiz ve mükemmel olarak mevcuttur. Hiçbir surette parçalanamaz; sonsuzdur, sınırsızdır, her türlü kusur ve eksiklikten uzaktır.”
Böylelikle, duyu verilerine, yani olgusal olana büyük ölçüde arkasını dönerek, salt akıl yürütme yoluyla bir varlık felsefesi (ontoloji) geliştirme girişiminde bulunduğu için Parmenides, metafiziğin ve ontolojinin kurucularından biri olarak görülür.
Düşünceleri Platon’u ve Aristoteles’i de derinden etkilemiş olan Parmenides’in ortaya attığı “varlık” ve “varolmayan” sorunu, 20. yüzyılda M. Heidegger tarafından yeniden ele alınmıştır. Heidegger’in “varoluşçu” felsefi yaklaşımı, bu kitabın IV. bölümünde incelenecektir.
Gerçekte Parmenides, “Varolan, yani On” terimiyle; sürekli değişen bir oluş içinde bulunan fiziksel bir varlığı değil, tüm gelişim ve değişim görüntülerinin ardındaki asıl ve gerçek varlığı ifade etmektedir. Platon tarafından “Ontos on” (gerçek ve asıl varlık) adı verilen “İlahi Varlık” anlayışı, Aristoteles metafiziğinde de “varlık teolojisi” veya “onto-teoloji” biçimlerinde etkisini sürdürmüştür.
Parmenides bu tür akıl yürütmelerde, Herakleitos’unkine karşıt bir tezle, değişimin ve hareketin gerçekte söz konusu olamayacağı, bunların gerçekte ancak birer yanılsamadan ibaret oldukları sonucuna ulaşır.
Ancak, sağ duyuya ve nesnel olgulara aykırı görünen bu öğreti, kısa zamanda bir eleştiri ve saldırı sağanağıyla karşılaştı. Parmenides’i savunma görevini öğrencisi Zenon üstlendi. Zenon, Parmenides’i haklı göstermek amacıyla ilginç bir yaklaşım geliştirdi. Fikirleri başta Platon ve Aristoteles’in eserleri olmak üzere, sonradan kaleme alınan bazı kaynaklar vasıtasıyla bize ulaşan Zenon’un amacı, Parmenides’in öğretisinin çelişkili olduğu suçlamalarına, değişimi ve hareketi kabul etmenin de bazı mantıksal çelişkilere yol açabileceğini göstererek karşılık vermekti. Zenon, olgusal içeriği olmayan, formel nitelikli “Kaplumbağa ile Achilles’in yarışı” veya “Havadaki ok” gibi paradokslarına karşı ortaya konan itirazlar aracılığıyla, Parmenides muhalifleri ile taraftarları arasında diyalektik bir tartışma süreci başlatmış oldu.
Samoslu Melissos da, Eleatik bir anlayışla, Parmenides’in varlık öğretisini savunmak amacıyla “Varlık Üzerine” başlıklı bir eser kaleme almıştır. Melissos’un yaklaşımı bir yönüyle, Miletos’lu Anaksimander’in “aperion” kavramının sistemleştirilmesi çabası olarak nitelenebilir.


Pythagoras ve Matematiksel Felsefe


Prof. C. Sunar, beşinci yüzyıl Yunan felsefesinin genel karakterini şöyle tasvir eder: “Yunanistan’da beşinci yüzyıl; din, ahlâk ve psikoloji asrıdır. Bu döneme ait metinlerde üslûp şâiranedir. Edebiyatta dram sanatı en yüksek noktasına ulaşmıştır. Aiscylos’un din ve ahlâk konusundaki dramları büyük ün kazanmış durumdadır. Homeros’un insanlar gibi kötülük yapabilen tanrı anlayışına zıt, tam bir ahlâk ve fazilet örneği olan bir Tanrı anlayışı, beşinci yüzyıla hakimdir. Yine bu asırda, ruhun mahiyetine ve özellikle de ölümden sonraki akıbetine özel bir önem atfedilmiştir. Homeros’a göre, ölümden sonra ruhun mevcudiyeti devam eder, ancak bu, bir tür uyku halinde, silik ve şuursuzca bir mevcudiyettir. Asıl hayatın dünya hayatı olduğunu savunan Homeros, bu inancını “Ahiret (Hades) te bir kral olacağıma dünyada fakir bir işçi olmayı tercih ederim.” diyerek ifade etmiştir. Oysa beşinci yüzyılda, beden ruh için bir tür zindan ve dünya hayatı da, ruhun bedenden bağımsız gerçek hayatı için bir hazırlık mahalli olarak telakki edilmektedir. Özellikle Platon, eserlerinde ölümden sonra diriliş ile ruhun, ebedi özgürlük ve huzura kavuşabilme yöntemleri gibi konulara geniş bir yer vermiştir. Bu alandaki görüşler, zaman zaman Orphic dinine ait inançlarla etkileşime girmiştir. Bu durum, özellikle Phythagoras’ta zirveye ulaşmıştır.”


Pythagoras


Matematiğin kurucularından biri olarak kabul edilen Pythagoras M.Ö. 580’de Sisam (Samos) adasında doğmuştur. Mısır ve uzak doğuda uzun yıllar seyahat ve ikamet eden Pythagoras, daha sonra, kendi ülkesinin tiranın baskıcı ve zalim yönetiminden çekindiği için İtalya’nın güneyindeki Cotrone (Kroton)’a gelip, yerleşmiş ve orada bir düşünce okulu kurmuştur.
Bir bilge ve eğitici olarak yönlendirdiği okul mensuplarına yeni bir töre ve din sistemi benimseten Pythagoras’ın ardından gelen okul mensupları, matematik prensipler de içeren bir metafizik sistem geliştirmişlerdir. Felsefe tarihçileri genellikle Pythagoras’ın kişisel görüşleri ile ardıllarının görüşleri arasında bir ayrım yapma eğilimindedirler.
Pythagoras’ın ismi, en çok, dik açılı üçgenlerle ilişkili denklemle birlikte anılır ve bilinir. Ayrıca, bazı kaynaklarda, bir üçgenin iç açılarının toplamının, iki dik açının toplamına eşit olduğundan da ilk defa onun söz ettiği ileri sürülmüştür. Ancak, daha yakın zamanlarda yapılan araştırmalar, Hintliler tarafından bu tür matematik prensiplerin çok daha öncelerden beri bilindiğini ve bu dönemlerden kalan tapınakların, bu türden matematiksel ilişkiler göz önünde bulundurularak tasarlanmış olduğunu ortaya çıkarmıştır. Doğu ve Uzakdoğu gezilerinden sonra Pythagoras’ın matematik bilgileriyle beraber–reenkarnasyon gibi-bazı dini ve kültürel unsurları da beraberinde Kroton’a getirdiği anlaşılmaktadır. Böylelikle gizemli bir “sayılar öğretisi” üzerinde, yeni bir felsefi sistemin temeli atılmış oldu.
Birçok eski kaynakta, “filozof” kelimesini bugünkü anlamda kullanılan ilk kişinin de Pythagoras olduğu belirtilmektedir. Bizzat benimsediğini ifade ettiği eski bir geleneğe uyarak kendisini “Sophos” (bilge) olarak nitelemekten kaçınan Pythagoras, alçak gönüllülük alameti olarak “Philosophus” (bilgiyi ve bilgeyi seven) sıfatını tercih etmiştir.
Kâinatın ana sırrının ve arkheik unsurunun “sayısal” bir niteliği olduğu esasına dayanan Pythagorasçı öğretide; 1’de 10’a kadar olan sayılara, özellikle de bir bütünlük sembolü olarak tüm sayıları içeren “10” rakamına özel bir anlam ve önem atfedilir.
“Kozmos” kavramını da ilk kullanan kişi olduğu öne sürülen Pythagoras, kâinatta mevcut armoninin, büyük-küçük her şeyin birbiriyle, bazı sayılar aracılığıyla ifadesi mümkün olan bir düzen içinde irtibatlı olasından kaynaklandığını söyler. Müzikte de bu tür bir uyum bulunduğunu ifade eden Pythagoras; farklı seslerin, uyum ve düzen içinde sıralanışını sayısal olarak ifade etmekle kalmamış, ayrıca bu özelliği, kullanılan enstrümanının tellerinin uzunluğuyla da irtibatlandırmıştır. Pythagoras, kozmosta; unsurları arasındaki uyumdan kaynaklanan evrensel bir melodinin mevcudiyetinden de söz eder. Buna göre, gökcisimleri, gökyüzünün en üst tabakalarından kaynaklanan, ancak fizikötesi bir nitelik taşıdığı için kulaklarımızla işitilmesi mümkün olmayan bir armoniyle uyum içinde hareket ederler. Pythagoras’ın kozmik uyumu bir tür musiki olarak algılayan bu yaklaşımı, sonraki dönemlerde sadece şâirlere ilham kaynağı olmakla kalmamış, Kepler gibi bazı astronomlarca da benimsenerek “De Harmonice Mundi” gibi astronomiyle ilgili eserlerin ismine veya içeriğine de yansıtılmıştır.
Pythagoras, varoluşun esasını Miletliler gibi temel bir nesnede değil, soyut bir bağıntıda aramakla, günümüzün bilimsel yasa anlayışına onlardan daha fazla yaklaşmayı başarmıştır. Pythagorasçı okula hakim olan görüşler arasında “Orfik kült”ü andıran ve bu çerçevede reenkarnasyon inancını da içeren unsurlara rastlanmaktadır. Okul mensupları, sürekli tekrarlanan yeniden doğuşlar döngüsünden kurtulup, “ideal varoluş” düzeyine ulaşılabilmek için; arınma, dünyevi duygusallığı terk etme ve çileci bir anlayışla maddi hazlardan uzak durma gibi teknikler içeren özel bir yaşantı şekli benimsemekteydiler.
Duyguların ruhu kirletmesini önlemek ve ruhun bedene hakimiyetini kalıcı hale getirebilmek için kullanılan başlıca yollar müzik, jimnastik ve tefekkürdü. Yine bu bağlamda; dostluk, kölelere iyi davranma, kadın-erkek eşitliği, insanlar arası ilişkilerde uyumluluk gibi prensiplere de riayet edilmekteydi.
Kişilerin yaşantı tarzının ve ahlâki düzeyinin, ruhun gelecek yaşamındaki statüsünü belirleyecek başlıca hususlar olacağına inanıldığı için, okul mensupları bu gibi kurallara var güçleriyle uymaya çalışmakta idiler. Yaygın olarak benimsenen bazı kurallara göre; asıl tercih ve arzu edilmesi gereken hayat; bir hekimin, bir prensin veya ozanın hayatı olmalıdır. Pythagoras okulunun bazı mensupları, toplumu yönlendirecek manevi liderler olabilmek amacıyla devlet yönetiminin çeşitli kademelerinde de görevler alarak inançlarını yaymaya ve yaşatmaya çalıştılar. Fakat okulun bizzat kendisi, çok kesin ve katı olan bazı kurallar nedeniyle, zaman içinde, topluma kapalı esrarengiz ve gizli bir örgüt haline dönüştü. Bu durum, bir süre sonra, halk içinde büyük bir rahatsızlığa yol açtı. Devlet yönetimine ilgileri ve bir tür seçkinler yönetimi kurma şeklinde algılanan siyasetleri, çok şiddetli sosyal reaksiyonlar doğurdu. Sonunda bir gün Kroton’daki merkezleri yakılarak tahrip edildi. Bazı kaynaklara göre Pythagoras’ın kendisi de birçok taraftarıyla birlikte bu yangında ölmüştür. Ancak diğer bazı rivayetlere göre ise oradan kaçan Pythagoras, Metapont’a yerleşerek, uzun yıllar orada yaşamıştır.
Pythagoras’ın öğretilerinin önemli kısmı günümüze, daha sonraları Philolaos tarafından kaleme alınan yazılar vasıtasıyla ulaşmıştır. Elimizde, düşünürün bizzat kendisine ait hiçbir yazılı metin mevcut değildir.
Örgütün dağıtılmasından sonra bu öğreti unutulmamış, tüm ilkçağ boyunca belirli çevrelerde varlığını sürdürmüştür. Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı yüzyıllarda bile kendisini bu geleneğin devamı olarak niteleyen “Yeni Pythagorasçılık” akımı hâlâ oldukça müessir ve yaygın bir durumdaydı.
Philolaos ve izleyicilerince derlenerek günümüze ulaştırılan bu felsefe, Herakleitos’un vurguladığı “oluş” ile Parmenides tarafından ifade edilen “süreklilik” kavramlarının matematikten yararlanılarak uzlaştırılması çabası olarak da görülebilir. Sayılar, fiziksel varoluşun soyut bir süreklilik taşıyan özü gibidir. Fiziksel nesneler, kendilerini biçimlendiren matematiksel kalıplar çerçevesinde “belirirler”. Bu durumda, fiziksel alem bir taraftan, Herakleitos’un dile getirdiği gibi bir değişim ve dönüşüm süreci içinde görünmekle birlikte, diğer taraftan da, sabit ve değişmez matematiksel yasalara bağlıdır.
Pythagorasçıların “sürekli matematiksel form” anlayışları, daha sonra Platon’da “idea” kavramına dönüşecek ve buna, “fiziksel olgusallıktan daha üst ve önemli düzeyde bir varoluş” atfedilecektir.



Metafiziksel Çoğulcular



“Oluş” ve “Varlık” kavramlarını esas almış olan iki temel yaklaşımı uzlaştırmayı hedefleyen bir değer Helenistik felsefe okulu da, başlıca temsilcileri Empedokles, Anaksagoras ve Leukippos ile Demokritos olan “Metafizikçi Çoğulculuk”tur.
Okulun öğretisi başlıca iki temel var sayıma dayanmaktaydı: 1-) Olgusallık tek bir temel tözden değil, birçok unsurdan kaynaklanmıştır. 2-) Bunların karekteristik davranışları, belirli bazı esaslar çerçevesinde gerçekleşir. Bu anlayışa göre, “bizzat ve sürekli var olan temel olgusallık unsurları, aynı zamanda da devamlı olarak bir değişim, dönüşüm, yok oluş ve yeniden düzenleniş sürecine maruz bulunurlar.”

Empedokles


Bu öğretinin sistemleştirilmesi yönünde ilk adımları atmış olan Agrigentum’lu Empedokles (M.Ö. 495-435) takdire değer bazı başarılarına karşılık, felsefi gündeme birtakım yeni problemler de getirmiştir. Sicilya’daki Akragas (Agrigentum)’da doğmuş olan Empedokles, bir devlet adamı, şâir, mistik, şaman, otacı, hekim ve filozof olarak gerçekten çok renkli ve çok yönlü bir kişiliğe sahipti. Felsefe tarihçileri onu, orijinal bir düşünür olmaktan çok, farklı kaynaklara ait bilgileri alıp, derlemeler yapan bir ‘eklektik’ olarak nitelerler. Ancak, bu şekilde bazı ilginç sentezlere de ulaştığı görülmektedir.
Empedokles, Miletos Okulu filozoflarının arkheleri olan suyu ve havayı; Herakleitos’un ateşi ve Elea’lıların yer kavramıyla birleştirerek, klâsik “dört unsur” (anasır-ı erbaa) anlayışını ortaya koymuştur. Varoluşun temel mekanizmasının ve unsurlarının açıklanmasına yönelik bu ontolojik model, etkisini asırlarca sürdürmüştür.
Empedokles bu dört temel unsura etki eden zıt yönlü “sevgi” (çekme-birleştirme) ve “nefret” (itme-dağıtma) kuvvetlerinin; kâinattaki değişim, dönüşüm, oluş ve yok oluş süreçlerinden sorumlu olduklarını iddia etmiştir. Tanrı’nın tüm temel varlık unsurlarını ve karşıt kuvvetleri eksiksiz ve mükemmel bir uyum içinde düzenleyerek kusursuz bir kâinat yarattığını söyleyen Empedokles, kozmik varoluşun, ancak, “sevgi”nin üstün gelmesiyle mümkün olduğunu vurgular. Eğer böyle olmayıp da nefret ağır basmış olsaydı, evrenin tüm unsurları tamamen ve ebediyen ayrışıp, yok olurdu. Ancak, buna rağmen kısmi olarak kâinatın bazı kesimlerinde yer yer hâlâ sevgi ve nefret kuvvetlerinin çatışmaları sürmekte ve buna bağlı olarak da doğuş, gelişme, yokoluş ve yeniden düzenlenme süreçleri vuku bulmaktadır. İnsanın durumunun ve konumunun diğer tüm varlıklardan farklı ve üstün olduğuna dikkat çeken Empedokles, insanoğlunun yeryüzünde belirmesinden çok önceleri, ruhlarımızın, ilahi bir ortam ve toplulukta, sevinç ve huzur içinde yaşamış olduğunu söyler. Ancak günah işlediği için oradan sürülen insan, cezasını yeryüzünde ruhu fiziksel bir bedene hapsedilmiş olarak yaşamakla çekecektir.
Empedokles, fiziksel alemin ötesindeki ilahi alemin, gerçek ve kusursuz olduğunu söyler. Ona göre, ruhunun beden içinde hapsedilişi, insanın bilme yeteneğini de sınırlar. Bu nedenle duyu algısı, mutlak ve gerçek bilgi olamaz. Gerçek bilgiye ancak akıl ve doğru düşünme yoluyla ulaşılabilir. İnsanın bilgeliğe erişebilmesi, iç dünyasındaki her unsurun, dış dünyadaki mütekabil bir unsurla bağlantı kurmasıyla mümkün olur. Empedokles’in felsefesi, temelde dualist bir nitelik taşır ve fiziksel dünya, ruhsal dünyadan tamamen ayrı, hatta onunla büyük bir karşıtlık içinde mütalâa edilir. Bu çerçevede, filozoflara düşen de, bu iki dünyanın unsurlarını ve bunların ilişkilerini, “doğru düşünme” vasıtasıyla ortaya çıkarmaktır.


Anaksagoras


Anaksagoras da, buraya kadar ele aldığımız diğer filozoflar gibi, merkezi Yunanistan’da değil, çevresindeki kolonilerden birinde yetişmiştir. M.Ö. 500 yıllarında Anadolu’daki Klazomenai (bugünkü Urla)’da doğan Anaksagoras, felsefe sevgisini, daha sonraları felsefe çalışmalarının merkezini teşkil edecek olan Atina’ya ulaştırmış olan filozofların başında gelir. Ancak henüz o sıralarda, Atina’daki şartların felsefenin serbestçe gelişimi için pek uygun olmadığı; Anaksagoras, Sokrates ve diğer bazı filozofların dinsizlikle suçlanıp, yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmalarından anlaşılmaktadır.
Anaksagoras daha çok gökyüzü ve gök cisimleriyle ilgilenmiştir. Astrofiziksel nesneleri zamanın bilgi birikimi çerçevesinde objektif bir yaklaşımla açıklama çabaları, Atina’ya o yıllarda hakim olan cahil ve bağnaz çevrelerin öyle şiddetli tepkisine yol açtı ki, sonunda “Tanrı tanımazlık”la suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Bu korkunç hükmü, kendisine daima büyük yakınlık göstermiş olan dönemin ünlü devlet adamı Perikles bile önleyemedi. Anaksagoras idamdan, ancak Atina’dan kaçmak suretiyle kurtulabildi.
Anaksagoras’ın felsefi yaklaşımı da ana hatları itibariyle diğer “tabiat filozofları”nınkine benzer. Milet Okulu mensupları temel unsur (arkhe’yi) “tek” ve “bir”, Empedokles “dört”, atomcu görüşü savunanlar ise nitelik bakımından “sayısız” addeder. Anaksagoras da birbirinden nitelik bakımından farklı, sayısız arkheik unsur bulunduğu görüşünü ortaya atar ve bunları bir “tohum” veya “çekirdek” olarak tasvir eder. Anaksagoras, çağdaş atom ve molekül kavramlarını çağrıştıran bir şekilde, son derece ince yapılı sayısız çekirdeğin tüm evrene saçılmış durumda iken, belirli bazı güçlerin etkisiyle bunların yer yer yoğunlaşarak biraraya geldiklerini ve görünür nesnelerin maddi yapıtaşlarını oluşturduklarını söyler. Anaksagoras bu toplayıcı ve birleştirici güçlerin maddi olmayıp “ruhi-manevi” nitelikte olduklarını ve bazı yönleriyle de zihnimizin tabiatına benzerlikler taşıdıklarını belirtir. Yönlendirici manevi gücün belirli bir gaye, ayrıca da bunu mümkün kılacak muayyen bir program ve plân çerçevesinde etkinlik gösterdiğini öne süren Anaksagoras, kâinatın gözlenebilen düzenlilik ve güzelliğinin kaynağının Nous adını verdiği bu “Akıl-İrade-Güç” sahibi Ruh olduğunu vurgular. Kâinatın varedilişi belirli bir amaca yönelik olduğu için, tabiatı bu hedefe yönelten kuvvetlerin tamamı, Nous’un belirlediği program çerçevesinde etkinlik gösterir. Kozmik varoluş gayesi, tabiatı belirli bir istikamete yönlendirmek suretiyle; tüm varlıkların nitelik ve niceliklerinin muayyen sınırlar içinde tutulmasına ve çevremizde sürekli gözleyebildiğimiz uyum ve estetiğin devamına rehberlik eder.
“Nous” olarak adlandırdığı soyut felsefi kavram Anaksagoras’ı, diğer ”tabiat filozofları”ndan en kesin çizgiyle ayıran özelliğidir. Nous’u “düşünen, zeki, her şeye gücü yeten, ancak maddi bir bedene sahip olmayan” bir tür Ruh olarak tanımlayan Anaksagoras, bu yaklaşımını şöyle açıklar: “Yalnız başına var olabilen, tamamen saf, arı ve tertemiz olan bu Ruh, başlangıçtaki kaostan; güzel ve anlamlı bir evrenin oluşumunu sağlamıştır. Ancak, bu kozmik düzenlemeden sonra Nous’un külli yaratıcı etkinliği sona ermiştir. Artık bundan sonra bizler, varlıkların ve hadiselerin oluşumunu ve düzenliliğini, neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde yorumlayabilir ve kavrayabiliriz.”
Anaksagoras’ın tanımladığı nous kavramı, gelecekte idealizm olarak şekillenecek temel felsefi yaklaşımlardan birinin genel çerçevesini teşkil edecektir. Aristoteles, Anaksagoras’ın başarısını şöyle yorumlar: “Sokrates öncesi filozofları içinde o, kâinatı düzenleyen Ruh düşüncesiyle, sarhoşlar içinde ayık ve aklı başında bir kimse gibidir.”
Leukippos ve Demokritos

Eski Yunan felsefesi üzerinde önemli bir etki yapmış olan Leukippos’un hayatı hakkın- da elimizde fazla bir bilgi mevcut değildir. Miletos’da doğduğu sanılan Leukippos’un M.Ö. 5. yüzyılın ortalarından itibaren Abdera’da felsefi çalışmalarda bulunmaya başladığı rivayet edilir. Kendisinden günümüze ulaşabilmiş olan yazılı belge, şu cümleyi içerir: “Hiçbir şey rasgele oluşmaz, her oluşumda bir anlam ve gereklilik vardır!”
Leukippos “Atomculuk Okulu”nun kurucusu olarak kabul edilir. Felsefesi, bazı yönleriyle “Metafiziksel Çoğulcu”larınkine benzerlik taşır. Ona göre de nihai olgusallık, nitel ayrımlara sahip olmayan ve esas özellikleri uzayda yer kaplamak olan bazı temel oluşumlara dayanır. Bu oluşumlar tek bir tözden ibaret olmayıp, atom adı verilen bölünmez ve yoğun unsurlardan müteşekkildir. Leukippos’un felsefesinde yokluk da en az varlık kadar olgusal ve zorunludur. Çünkü, atomsal unsurların içinde serbestçe hareket etmeleri için böyle bir ortama ihtiyaç vardır.
Leukippos’un atom öğretisini ve diğer görüşlerini, kendi kişisel düşünceleri içinde harmanlayarak günümüze ulaştıran kişi, yetenekli öğrencisi Demokritos olmuştur. Demokritos Abdera’da doğmuş ve M.Ö. 470-360 yılları arasında orada yaşamıştır. Bu iki düşünüre göre kâinat, yaygın boşluğu dolduran bir dizi yoğun, bölünmez ve ezeli unsurdan oluşur. Ancak bunlar, çok küçük oldukları için duyularla direkt olarak algılanamaz. Bölünemez, yok edilemez ve değişmez olduklarını öne sürdüğü atomların; büyüklük ve ağırlık bakımından da farklı olduklarını belirten Demokritos’a göre varlıkların bütün mevcut ve muhtemel bileşimleri, ayrı ayrı atomların bir araya toplanmalarıyla oluşurken, yok oluş ve çözülüş süreçleri de, atomların birbirinden ayrılıp, dağılmalarıyla gerçekleşir. Nesnelerin tüm temel nitelikleri sadece ağırlık, yoğunluk ve katılık gibi nicel özelliklere bağlıdır. Renk, koku, ısı, tat gibi sübjektif özellikler ise bizim duyularımızla ilişkili olup, gerçekte o nesnenin özünde bulunmayan sekonder ve izafi özelliklerdir. Mutlak ve nesnel gerçeklik sadece atomlara ve boşluğa bağlıdır.
Materyalist felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Demokritos’a göre sonsuz zamanlardan beri, sayısız atom, “ağırlık” kanununa göre, yine sonsuz olan boşlukta hareket etmektedir. Bunların birbiriyle rastgele çarpışmaları sonucu, bazen atomlar bir araya gelerek, kümelenirler. Birbirine benzer kümelerin birleşmesiyle de gözle görülebilir büyüklükteki varlıklar oluşur. Bu sürecin çok büyük ölçeklerde gerçekleşmesi sonucunda da “dünyalar” oluşur ve bir süre sonra atomlarının dağılmasıyla bu dünyalar yokolur. Bizler de şu anda, bunlardan biri üzerinde yaşamaktayız. Neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde kendi kendisine gelişen ve işleyen bu süreç için, bir “düzenleyici, tasarlayıcı ve yönetici” ruha gerek olmadığını öne süren Demokritos, kâinatın ve insanın varoluşunu şansa ve tesadüfe bağlar. Demokritos’a göre insanın bedeni gibi ruhu da bazı atomlardan oluşan maddi bir yapı niteliğindedir. Daha ince olan bu atomlar, ölümden sonra ayrışıp dağılırlar. Demokritos, manevi olduğu söylenen tüm şeylerin, ya algı- altı atomik yapılara ya da boş inanca indirgenebileceğini söyler.
Bu maddeci yaklaşımına rağmen, Demokritos da felsefesine birkaç manevi unsur eklemekten geri kalmamıştır: “Kaba güç yük hayvanlarına yakışır. İnsanın asaleti, düşünce gücünden kaynaklanır. İnsanın ulaşabileceği en büyük mutluluk sevinç ve huzurla dolu bir rahatlık hali (ataraxia)’dır. Bizi buna ulaştıracak yol ise kendimizi tanımak, anlamak; sonra heves ve arzularımızı frenlemek ve nihayet bazı yüce değerlere riayet etmektir.” Ancak, Demokritos’un etik öğretisinin, kendi içinde belirli bir bütünlüğe ve sistematiğe sahip görünen tabiat öğretisiyle karşılaştırıldığında; oldukça belirsiz ve onunla yeterince ilişkilendirilmemiş bir durumda olduğu görülmektedir.
Direkt olarak gözlenemeyen ancak dolaylı olarak-akıl ve düşünce yoluyla-var oldukları kavranabilen atomlar ve atomların hareketleri, Demokritos’a göre kâinatta gözlenen tüm varlık ve süreçlerin esası ve kaynağıdır. Duyularımız aracılığıyla yaptığımız gözlemler, sadece atom guruplarının çok büyük ölçekli kümeleriyle sınırlı olduğu için, Demokritos empirik bilgiyi “güvenilmez” olarak niteler. Ona göre, duyu verileri birtakım zanlardan ibarettir; çünkü insanlar duyusal fenomenleri değişik bakış açılarından algılayabilir ve yorumlayabilirler. Duyular aracığıyla türetilmiş olan bilgi, kişiden kişiye değişebilen izafi bir özellik taşır. O halde insan bilgisi, gerçek olgusallığa, yani atomik olgusallık dünyasına hiçbir zaman ulaşamayacağı için, daima subjektif ve kesinlikten uzak olmak zorundadır.
Demokritos’un bu gibi görüşleri, Pirho gibi izleyicilerini en sonunda, insanın hiçbir şeyi tam olarak bilmesinin mümkün olmadığını esasına dayanan koyu bir şüpheciliğe yöneltti. Ve okulu, Sofistik felsefenin odağı konumuna geldi.




Sofistler



M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda, Yunanistan’da, önce kolonilerden başlayıp, daha sonra Atina’ya ulaşan “sistematik-özgür-kişisel” birçok düşünce akımı doğdu ve gelişti. Yöre insanı, düşünce tarihinde, o döneme kadar eşi görülmedik bir şekilde, içinde yaşadığı alemi ve bizzat kendisini anlamaya ve açıklamaya yönelik yoğun bir entelektüel faaliyete koyuldu. Düşünürler, yeni ve orijinal görüşleri, bir bayrak yarışmacısı coşkusuyla birbiri ardınca ortaya koymaya başladı. Günümüz uygarlığına has olanlar dışında neredeyse hemen tüm felsefi hususlar o dönemde ortaya konulmuş, tamamen çözülmemiş olsalar da, sistematik bir şekilde ele alınıp, analiz edilmişlerdi. Bazıları birbirini destekleyen ve geliştiren nitelikte, ancak çoğu farklı, hatta bir kısmı birbirine tamamen zıt özellikte olan bu kadar çok görüşün nasıl olup da böyle kısa bir zaman dilimi içinde felsefe tarihi sahnesine çıkmış olduğu, gerçekten anlaşılması ve izahı zor bir olgudur.
Yunan felsefesinin ilk dönemine ait görüşler genelde sadece kozmoloji alanına ait idi ve insan konusu, büyük ölçüde göz ardı edilmiş durumdaydı. Her ne kadar Ksenophanes, Herakleitos ve Pythagoras’ın felsefelerinde insan unsuruna değinilmişse de, ana konu olarak insanı ele alan ilk felsefi ekol, Demokritos’un görüşleri üzerinde yükselen Sofistik yaklaşım oldu.
Sofistlerin felsefe tarihinde belirmelerinden önceki dönemde Yunan düşünce dünyası, adeta bir “görüşler ve yaklaşımlar” bombardımanı altındaydı. Çoğu birbiriyle çelişen pek çok sayıdaki farklı felsefi öğreti ve bakış açısının mevcudiyeti başlangıçta, üstün düşünme gücüne sahip sıra dışı parlak zekâlar için, verimli sonuçları olan mukayese ve sentezlere imkân sağlamış olsa da, daha sonraları bu durum özellikle toplumun ezici çoğunluğunu teşkil eden sıradan insanlar için kafa karıştırıcı bir etki yapmaya başladı. Bu ortamda farklı görüşleri sağlıklı bir şekilde yorumlayabilmek, onlardaki doğruları ve yanlışları tespit edebilmek, artık gerçekten de imkânsız denebilecek kadar zorlaşmıştı. Buna zamanla, bazı filozofların, insanoğlunun doğru bilgiye ulaşma yeteneğine atfettikleri şüpheler ve güvensizlik de eklenince, tüm toplum kesimleri, tam bir düşünsel kaosa gömülmüş oldu.
Aslında o yıllarda Yunanistan maddi bakımdan en parlak dönemlerinden birini yaşamaktaydı. Pers savaşları başarıyla sonuçlanmış, bunu, büyük bir ekonomik gelişme olgusu izlemişti. Ancak bu maddi rahatlık ve refaha ne yazık ki entelektüel alanda rastlanamamaktaydı. Zaten ayrıca maddi refah kaynakları da, zamanla toplumun çok küçük bir azınlığını teşkil eden bir seçkinler topluluğunun eline geçmiş, haksız ve adaletsiz uygulamalarla, toplumun çoğunluğu yoksulluğun maddi ve manevi sıkıntılarının pençesine itilmişti.
Sofistler, işte böyle bir ortamda faaliyete başladılar. Yunanca ”sophistai” kelimesi “bilgelik öğreten” manâsına gelir. Sofistler başlangıçta, gezgin öğretmenler olarak kentten kente dolaşarak öğrencilerine -para karşılığı- çeşitli hususlarda, özellikle de güzel konuşma konusunda eğitim vermekteydiler. Gerçekte, Sofistlerin çoğu birer bilge veya filozof olmayıp, “yarar ve çıkar sağlama tekniklerini para ile öğreten, hemen hemen hiçbir ilke, veya değer yargısına tâbi olmayan kişilerdi. O günlerde Yunanistan’da yaygın olan karışıklık ve adaletsizlik nedeniyle insanlar haklarını kolay kolay alamadıkları için Sofistler, böyle bir ortamda kimin haklı olduğunun değil, kimin haklı göründüğünün önem taşıdığını iddia etmekte ve mevcut şartların da zorlamasıyla geniş bir taraftar kitlesini ikna etmeyi başarmakta idiler.
Platon bir eserinde, bir Sofistin bu konuda halka şu telkinlerde bulunduğunu aktarır: “Yasaları ve töreleri aslında bilgisiz ve güçsüz olan kuru kalabalıklar koymuştur. Onların amacı, kendilerinden daha güçlü ve yetenekli bir kimsenin daha fazla hak elde etmesini önlemektir. Bunun için onlar; “umuma verilenden fazlasını istemek çirkin, adaletsiz ve ayıptır!” derler. Oysa gerçek doğruluk ve adalet; “soylu, yetenekli ve güçlü”nün, “soysuz, yeteneksiz ve zayıf”tan çok daha fazla şeye sahip olmasını gerektirir. Bu, tabiatta yaşayan pek çok canlıda böyle olduğu gibi, devletler ve insanlar arası ilişkilerde de öyledir. “Güzel konuşma” sanatı ile kişi; mahkemede hakimlere, seçkinler meclisinde seçkinlere, halk toplulukları karşısında halka bu gibi görüşleri aşılayıp, onları yönlendirebilir. Eğer bu güç senin eline geçerse o zaman doktorun, silah eğitmenin, öğretmenin senin hizmetçin olur. Hatta borç istediğin tefeci bile, parayı başkasından alıp, sana verir!”
Tüm Sofistlerin aynı prensipleri ve görüşleri paylaşan ortak bir düşünce okuluna mensup oldukları söylenemez. Onlar genelde birbirinden kopuk, bağımsız ve farklı düşünceleri savunmaktaydılar. Ayrıca duruma ve ihtiyaçlara göre de, hemen fikir ve beyanlarından tavizler verebilmekteydiler.
Bu ekolun en ünlülerinden biri, Abderalı Protogoras (M.Ö. 480-410)’tır. İlk Sofistlerden olan Protogoras, Yunanistan’ı baştan başa dolaşarak, özellikle hakim karşısında haklı çıkmayı ve insan topluluklarını ikna etmeyi mümkün kılabilecek etkili ve güzel konuşma teknikleriyle ilgili dersler verdi. Bu şekilde büyük bir servete ve üne sahip olduktan sonra, Atina’ya yerleşti. Protogoras’ın öğretisinin esası “kesin ve mutlak gerçekliğin olmadığı ve doğrunun, kişiye ve zamana göre değişen subjektif bir niteliği olduğu” iddiasına dayanıyordu. Onun şüpheciliği dini konuları da kapsıyordu: “Tanrıların var olduğunu veya olmadığını anlamak öyle zor bir iştir ki, bunu başarabilmeye ömür yetmez!” Bu sözleri üzerine Protogoras da dinsizlikle suçlandı ve yargılandıktan sonra, Atina’dan sürüldü. Protogoras’ın görüşlerinin şekillenmesinde, Demokritos’un önemli etkileri olmuştur.
Bir diğer önde gelen Sofist olan Leontini’li Gorgius (M.Ö. 483-375), “Doğa veya Varolmayan” başlıklı yazısında şu üç öncül üzerine kurulu olan nihilistik felsefesini anlatır: ”1-) Hiçbir şey yoktur. 2-) Eğer herhangi bir şey varolmuş olsaydı bile, biz bunu bilemezdik. 3-) Şayet büyük bir şans eseri o şeyi bilmiş olsak da, onu bir başkasına aktaramazdık.”
İlkesiz, faydacı ve çıkarcı eğilimleri nedeniyle zamanla, Yunan toplumunda Sofistler hakkında olumsuz tepkiler doğdu ve sonuçta “Sofist” terimi yüz kızartan; hakaret ya da aşağılama ifade eden bir anlam kazandı. Bunda özellikle bazı Sofistlerin açıkça hileli ve sahte akıl yürütmelerle “metot, doğrululuk, adalet” gibi kavramların iyice içini boşaltıp, değersizleştirme girişimlerinin büyük rolü oldu. Platon ve Aristoteles’e göre Sofistik yaklaşımın nihai olarak gelip, dayandığı nokta; yararsız ve boş söz cambazlıklarıyla felsefi sorunları iyice yozlaştırıp, içinden çıkılamaz bir hale getirmek olmuştur. Bu iki büyük düşünüre göre Sofizm, başlı başına bir çirkinlik felsefesi olup, tüm Sofistik ilke ve metotlar tamamen yararsız, hatta toplumsal yapı ve düzen için zararlı safsatalardır.



Sokrates



Sofistlerin Yunan toplumunu yozlaştırıcı etkileriyle en müessir ve başarılı mücadeleyi verme şerefi Sokrates (M.Ö. 470-399)’a ait olmuştur. Sahakian, Sokrates’ı niteleyen en karakteristik özelliğin, büyük bir içtenlikle savunduğu ve Sofistlerin ilkesizliğine taban tabana zıt bazı evrensel prensipler olduğunu belirtir. Meselâ, Sofistler haksızlığa uğramanın, haksızlık yapmaktan daha yüz kızartıcı olduğunu söylerken; Sokrates, haksızlık yapmaktansa, haksızlığa maruz kalmanın tercih edilmesi gerektiğini öğretir. Sofistler, davranışın sübjektifliğini savunur ve bireyin duygu ve isteklerine dayalı faydacı ve çıkarcı davranışları teşvik ederken; Sokrates, objektifliği ve tüm insanlığın hayatında müştereken geçerli olması gereken erdem ilkelerini savunur. Sofistler, insan için özgürlüğün, arzu ve dürtülerini serbestçe ve sınırsızca ifade etmesiyle mümkün olacağını iddia ederken; Sokrates, gerçek özgürlüğün, ancak tutkulara kölelikten kurtulmakla, yani benliğin, erdem tarafından tam olarak denetimiyle mümkün olabileceğini belirtir.



Sokrates’ın Hayatı


Sokrates ile ilgili rivayetler günümüze Platon ve Xenophon gibi öğrencilerinin yazıları vasıtasıyla ulaşmıştır. Ne yazık ki bizzat kendisinden bize yazılı hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle onun hakkında söylenen ve bilinen her şey tartışılabilir niteliktedir. Meselâ, Platon’un diyaloglarında söylenenleri gerçekten Sokrates’ın söyleyip, söylemediği kesin olarak belli değildir. Sokrates’ın hayatını ve öğretilerini tam ve şüpheden uzak bir şekilde ortaya koymak mümkün görünmemektedir. Störig, Platon’un Sokrates’ın ağzından verdiği görüş ve düşüncelerin esas olarak Sokrates’a değil, Platon’a ait olduğunu belirtir. “Sokrates araştırmaları” felsefe tarihinin en çetin ve tartışmalı konularından birini teşkil etmiştir. Sokrates’a aitmiş gibi görünen sözler ve bilgiler, çeşitli süzgeçlerden geçirilerek iyice elendikten ve seçildikten sonra derlenmiştir. Ancak sonuçta ortaya konan öğreti ve “Sokratik Metot”, yine de tamamen dolaylı bilgilere dayanmaktadır.
Sokrates’ın M.Ö. 470 yılında Atina’da taş yontucusu bir baba ile ebe olan bir annenin oğlu olarak dünyaya geldiği söylenir. Rivayete göre, doğduğu şehri sadece askerlik yapmak üzere terk etmiş ve çıktığı seferde tüm güçlükleri göğüsleyerek ve tehlikeli sorunların çözümlerine öncülük ederek çok büyük yararlılıklar göstermiştir. Başkaları soğuk nedeniyle kalın giysiler içinde büzüşüp, bekleşirken; o, incecik elbiseleri ve çıplak ayaklarıyla buzlar üzerinde durup, usanmadan mücadelesini sürdürmüştü. Çevresindeki hemen herkes korku içinde kaçışıp, uzaklaşırken o, komutanının çevresinde olağanüstü bir soğukkanlılıkla görevini ifa etmeye devam etmişti. Bir savaşta, taktik icabı geri çekilme yönünde tartışma götürmez bir emir alınca, sırtını düşmana dönmüş olmamak için emredilen noktaya kadar göğsü düşman saflarına dönük olacak şekilde geri geri yürümüştür. Onun kahramanlıkları, metaneti ve dayanıklılığı hakkında inanılması güç söylentiler vardır.
Barış dönemlerinde, hemen her gün, çok sade bir kıyafetle Atina sokaklarında ve alanlarında dolaşıp, “içinden gelen sese” uyarak, oldukça farklı bir öğretmenlik anlayışıyla insanları uyarırdı. Zamanla çevresinde çok renkli bir öğrenci gurubu toplandı. Öğrencileri arasında şehrin ileri gelenlerinin çocukları da vardı. Dersleri, tamamen ücretsizdi. Üzerinde en çok durduğu konular; erdemin niteliği, doğruya ulaşmanın yöntemleri, ideal devlet yönetimi olsa da, aslında Sokrates için insanla ilgili her şey önemli idi. O, insanın tüm yönlerini bir bütün olarak ele alır; hayatın her cephesi için en güzeli ortaya koymaya çalışırdı.
Sokrates’ı daha iyi tanımak için ve anlamak için devrinin sosyal şartlarını ana hatlarıyla bilmek faydalı olacaktır: O yıllarda Atina demokrasiyle yönetilmekteydi. Ancak dönemin demokrasi anlayışı günümüzünkinden oldukça farklıydı. İlk olarak, Atina nüfusunun yarıdan fazlasını, hiçbir sosyal ve siyasi hakkı olmayan köleler oluşturmaktaydı. Kenti yönetenler, servetlerinin çok büyük bir kısmını kölelerin sırtından kazanıyorlardı. İkinci olarak, çeşitli bakımlardan kölelere benzer bir durumda olan kadınlar da tıpkı onlar gibi, seçme ve seçilme başta olmak üzere, hemen tüm temel yurttaşlık haklarından yoksundular.
Yunanlı düşünürler ve yazarlar; birer vatandaş, hatta bir insan olarak bir kadını veya bir köleyi muhatap alıp, onlara seslenmezlerdi. Devlet yönetimi ve sosyal organizasyonla ilgili görüşler ve ilkeler gerçekte, azınlıkta olan seçkinlere yönelikti. Bu durumda Atina’da uygulanmaya çalışılan demokrasinin temellerin çok sağlıksız olduğunu söyleyebiliriz.32 Yöneticilerin yanlış uygulamaları ve yolsuzlukları, zamanla aristokratik bir yönetime karşı genel bir ilginin ve özlemin doğmasına yol açtı. Otuz yıla yakın süren (M.Ö. 431-404) Peloponnesos savaşları sırasında bu durum iyice belirginleşti ve demokrasi taraftarlarıyla, Isparta’nın yönetim şekli olan aristokrasiyi savunanlar arasında kıyasıya bir çekişme başladı.
Böyle bir ortamda, her aklı başında insan gibi, Sokrates da mümkün mertebe siyasete karışmamaya gayret etti. Ancak mevcut problemlerle ilgili tenkitleri ve çözüm önerileri, onun aristokrasi yanlısı olarak nitelendirilmesine yol açtı. Atina, Isparta’ya yenilince kısa bir yönetim değişikliği oldu. Ancak, idareden uzaklaştırılan demokrasi taraftarları süratle toparlanıp, yeniden işbaşına geçti. Bu sonuç, Sokrates’ı eleştiri oklarının odağına yerleştirdi ve ona en az yakıştırılacak bir suçlamayla -dinsizlikle- itham edilerek, yargılandı. Mahkeme heyeti karşısındaki eşsiz savunmasını Platon günümüze ulaştırmıştır. Ancak her şeye rağmen taraflı ve peşin hükümlü yargı heyeti onu, tarihte eşi zor görülür bir adaletsizlikle, ölüme mahkûm etti. 70 yaşındaki Sokrates af dilemedi ve şerefiyle ölüme yürüdü. Platon bu olayı “Phaidon”da şöyle anlatır: “-Geriye bizler kaldık ve kendi aramızda, durumu ve son konuşmaları bir kez daha gözden geçirdik. Sonra, başımıza gelmiş olan bu uğursuzluğa verdik, veriştirdik. Artık, çok sevdiği babasını yitirmiş bir yetim gibi hayatımızı sürdürmek zorunda kalacağımız kanaatine hepimiz iştirak ettik.
O, yıkandıktan ve yanına getirilen çocuklarıyla ve yakını olan kadınlarla Kriton’un yanında bir süre konuştuktan sonra; onları dışarı gönderdi ve geri döndü. İçeride uzunca bir süre kalmıştı. Artık güneş batmak üzereydi. Yanımıza gelir gelmez tekrar yıkandı ve oturdu. O ana kadar konuşmamıştı. Bu sırada içeriye ‘On birler’in adamı girdi ve ona yaklaşarak şunları söyledi: “-Sokrates! Ben görevim gereği, kendilerinden bu zehri içmelerini istediğimde bana tepki gösteren kimselere karşı duyduğum hisleri, sana karşı asla duymayacağımdan eminim. Senin, burada şimdiye kadar karşılaşmış olduğum kimselerin en yücesi ve en iyisi olduğunu görüyorum. Bundan dolayı öncekiler gibi davranmayacağını da çok iyi biliyorum. Çünkü seni gerçekte kimlerin buraya getirdiği hususunda en az benim kadar bilgin vardır. Kızacaksan, sen zaten onlara kızarsın. Şimdi sana ne söyleyeceğimi de anlamışsındır. Elveda! Sana, değiştirilmesi mümkün olmayan kaderine boyun eğmekte kolaylıklar diliyorum”. Bunları söylerken birden bire ağlamaya başladı ve sonra hemen dönüp, dışarı çıktı. Sokrates ise arkasından bakarak: “Sana da elveda! Biz de üzerimize düşeni yapacağız” dedi ve şunları söyledi: “Ne kadar nazik bir adam. Bana hep iyi davrandı, benimle çok hoş konuştu. Gerçekten çok iyi bir insan. Şimdi bakın nasıl samimiyetle ağlıyor. Haydi Kriton! Biz de gerekeni yapalım artık. İçecek hazırlanmışsa getirsinler, değilse hazırlasınlar”. Bunu duyan Kriton: “Ama Sokrates, dışarıda dağlar hâlâ görünüyor, demek ki henüz gün sona ermemiş. Hem ayrıca diğer mahkûmlar infazdan önce kendilerine daima bir ziyafet çekip, alem yaparlar. Sen niçin acele ediyorsun? Daha vakit var.” Sokrates, Kriton’un sözlerine şu karşılığı verdi: “–Onların böyle davranmaları çok normal, çünkü, bu şekilde bir şeyler kazanacaklarını sanırlar. Oysa benim için, bu işin hemen veya bir süre sonra olması, aynıdır. Eğer ben hayata, “beni hiç bırakma” diyerek yapışırsam, artık benim olmayanı istemek gibi komik bir duruma düşerim. Haydi beni dinle ve söylediğimi yap!” Bunun üzerine Kriton yanında duran çocuğa dönerek kapıyı işaret etti. Çocuk dışarı çıktı ve biraz sonra, elindeki bir çanakta zehir taşıyan bir adamla geri döndü. Sokrates adama “Pekalâ sen herhalde bununla ne yapacağımı biliyorsundur!” Adam “Fazla bir şey yapman gerekmez. Sadece bunu içtikten sonra, bacakların ağırlaşıncaya kadar biraz dolaşır, sonra yere uzanırsın ve, bu etkisini gösterir.” diyerek çanağı uzattı. O da çanağı hiç önemsemeden aldı, öyle ki; ne eli titredi, ne de yüzünün rengi veya şekli değişti. Her zaman yaptığı gibi karşısındakinin yüzüne bakarak : –“Bunun fiyatı nedir, karşılığında ne istersin?” Adam onun şaka yaptığını anlamamış olmalı ki “–Biz sadece etkili olacak kadarını hazırlıyoruz, Sokrates!” karşılığını verir. Sokrates, “Anlıyorum, şimdi bir sakıncası yoksa biraz dua etmeliyim: ‘Buradan oraya yolculuğumu kolaylaştır! Artık hazırım.’ der demez, zehri hiçbir korku ve tereddüt emaresi göstermeden içip, bitirdi.
Çoğumuz, ağlamamak için kendimizi ancak bu noktaya kadar zaptedebilmiştik. Onun bu hareketlerini görünce, artık hiçbirimizin daha fazla tahammülü kalmadı. Ben, gözlerimden -damla damla değil- seller gibi yaşlar boşanınca, yüzümü saklamak zorunda kaldım. Bizi özellikle yıkan şey, böyle yüce bir dostun kaybıydı. Ben, hem ona, hem de bu kaybım nedeniyle kendime ağlıyordum. Göz yaşlarını tutamayan Kriton benden daha önce, köşelerden birine çekilmişti.
Ağlamaya bizlerden önce başlayan Apollodoros’un bitmek bilmeyen hıçkırıkları da yüreklerimizi dağlıyor, Sokrates dışında hepimizi perişan ediyordu. O ise hiçbir şey yokmuşçasına büyük bir metanetle “Ne yapıyorsunuz öyle bakayım? Sizler ne biçim adamlarsınız!.. Ben kadınları, böyle yapmasınlar diye göndermiştim. Ölmek üzere olan bir insanın sükûnete ihtiyacı olacağını işitirdim. Onun için şimdi sizler de susun ve metin olun!” Bu sözleri duyunca öyle utandık ki ağlamayı kesip, hemen toparlandık. O ise, rahat bir tavırla odada dolaşmaya devam etmekteydi. Nihayet bacaklarının ağırlaştığını anlayınca, celladın söylediği gibi sırtüstü uzandı. Bundan sonra bu görevli şahıs, onun ayaklarını ve bacaklarını yoklamaya başladı. Sonra ayağını sıkarak, bir şey hissedip hissetmediğini sordu. “Hayır” cevabını alınca dizini sıktı ve yavaş yavaş yukarıya doğru çıkarak, zehrin etkisinin nasıl yayıldığını bize göstermiş oldu. Sonra bir kez daha yoklayarak bize “–Kalbe ulaşınca bu iş bitecek!” dedi. Bedeninin alt kısımları iyice soğumuş olan Sokrates üzerine örtmüş olduğu örtüyü birdenbire açarak son sözlerini söylemeye başladı: “–Ey Kriton! Bizim Asleipos’a borcumuz vardı. Bunu ona ödeyin, ama sakın unutmayın!” “Bunu yapılmış bilin.” diyen Kriton sordu “–Başka bir şey söylemeyecek misin?” Sokrates, Kriton’a cevap vermedi. Biraz sonra titredi ve tamamen hareketsiz kaldı. Görevli üzerindeki örtüyü kaldırınca, bakışlarının sabitleşip, donduğunu gördük. Bunun üzerine Kriton onun gözlerini ve ağzını kapadı.
İşte yüce dostumuzu akıbeti böyle oldu. Hepimiz onun, gördüklerimiz, tanıdıklarımız ve sınadıklarımız içinde en soylu, en anlayışlı ve en doğru kişi olduğuna hemfikirdik...


Sokrates’ın Öğretisi

Sokrates, Yunan tarihinin, siyasi ve sosyal bakımdan, en karmaşık dönemlerinden birinde yaşamakta olduklarını ve böyle bir ortamda kendisinin görevinin de; toplumu, hızla içine yuvarlandığı kaostan kurtarabilmek için insanları uyarmak olduğunu söyler. Öğrencilerinden Platon onun bu inancını şöyle ifade etmişti: “Devletimiz, atalarımızdan bize bozularak intikal eden örf ve adetlerle, son derece kötü bir şekilde yönetilmektedir, çünkü dayanak noktası olan değerler, tamamen dejenere durumdadır.”
W. Weischedel ise, Sokrates’ın bu “uyarı” ve “eğitim” görevini nasıl ifa ettiğini şöyle anlatır: “Sokrates, daima yüreğinin sesini dinlediğini ve böylelikle gerçekte Tanrı’yı dinlemiş olduğunu söyler. O, ömrü boyunca sürdürdüğü ilginç öğretmenlik uğraşını, içinden gelen ve Daimonion olarak adlandırdığı sese uyarak yerine getirmiştir. O, en sıradan işlerden, en üst düzeydeki ahlâki sorunlara kadar, insan hayatının her cephesine yönelik söz ve davranışlarında–hiçbir zaman kesilip, susmayan, asla duymazlıktan gelemediği, bir tür uyarıcı olarak sürekli muhatap kaldığı ve Tanrısal olduğuna inandığı–bu iç sese uymayı sürdürdüğünü belirtir. Böylelikle tüm hayatı, Tanrı’nın talimatlarına riayetle geçer. Ölümü de bu çerçevede algıladığını şöyle ifade eder: “-Ey Atinalı erkekler! Tanrı’nın beni bizzat görevlendirdiği bu yerde ben; gerçekleri söylemekten, inancımın gereklerini yerine getirmekten ve icabında çevremdekileri uyarmaktan, ne ölüm tehdidi ne de bir başka tehlike nedeniyle asla vazgeçip nöbet yerimi terk edemem.” Kadere ve Tanrı’ya güveni, ölüm anındaki şu sözlerinden bellidir. “–Şimdi görevim bitti ve gitme zamanım geldi. Artık benim için ölüm, sizin için yaşama zamanı...Ama, hangimizin akıbetinin daha iyi olacağını Tanrı bilmektedir.”33
Sokrates, Daimonion’un onu daima iyiye ve güzele yönlendirdiğine ve onu kötülük yapmaktan alıkoyduğuna inanırdı. Onu tanıyanlar, Sokrates’ın diğer insanlardan çoğundan farklı birçok özellik ve davranışlara sahip olduğunu söylerler. Meselâ Alkibiades şunları anlatır: “ Belirli bir yerde durup, bir konu üzerine yoğunlaşarak sabahtan itibaren hareketsiz bir şekilde, sanki ruhen başka alemi ziyaret ediyor gibi dururdu. Hiç kimse önünden geçmezdi. Bu durum, öğlene doğru halktan bazılarının dikkatini çeker, birbirlerine, onun ne zamandan beri böyle durup, düşündüğünü sorarlardı. Ve bu şekilde akşam olurdu. Evlerin içi çok sıcak olduğu için gece dışarıda yatanların hayret dolu bakışları altında sabaha kadar bu halde kalır, ve nihayet güneşe yönelik olarak dua ettikten sonra yerinden ayrılırdı. İradesine öylesine hakimdi ki, ondan başka hemen herkesi baştan çıkarabilecek durumlarda ve hemen hiç kimsenin onu göremeyeceği mekanlarda bile kendisini daima tam bir denetim altında tutardı. O böyle insanlardan uzak yerlerde de, kalabalıkların arasında da erdemli tavır ve tutumlarını aynen sürdürürdü.”
Yazar ve komutan Xenephon, Sokrates’ı şöyle anlatır: “O daima insanı ilgilendiren konular üzerinde konuşur; neyin dindarca neyin dinsizce, neyin güzel neyin çirkin, neyin adil neyin adaletsiz, neyin manâlı neyin manâsız olduğunu; iyi bir devletin iyi bir yönetimin ve iyi bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini ele alır; iyi ve soylu birisi olabilmek için bunların tamamının bilinmesi gerektiğini söylerdi.”
Sokrates, insanları bu önemli konularda aydınlatırken orijinal bir yöntem kullanırdı. Bu, öğrencinin sorular sorup öğretmenin cevaplarını verdiği klâsik sistemin tam tersi olan bir metottu. Soruyu o sorar, belirli uzunluktaki diyalog sonunda cevabı muhatabı verirdi. Sokrates, bu çabasını, annesinin mesleği olan ebeliğe benzetmekteydi: “Ben yüce düşünceleri yoktan var eden birisi değilim. Ben ancak karşımdakine, ruhunda zaten mevcut bulunan yararlı ve geçerli düşünceleri doğurması ve dile getirmesi için yardımcı olabilirim.”
Sokrates toplumun ve bireyin kurtuluş reçetesini, yani mutlaka yerine getirmek zorunda oldukları görevi; “yaratılış amacına uygun yaşamak” şeklinde formüle eder. Bunun yolu da “bilgi” ile “erdem”in ideal bileşiminden geçmektedir. İnsanın yücelmesi ve mutlak huzuru, ancak bu yolla mümkündür. Erdemin bilgiyle sentezi, Sokrates’ın öğretisinde ana temadır. Ona göre, iyi, faydalı ve güzel hareketler insanı mutluluğa ulaştırırken; kötü hareketler ise başarısızlığa ve felakete götürür. Bir hareketin iyi olması için, o hareketin faydalı sonuçlar vermesi ve insanın var ediliş gayesine uygun olması gerekir. İnsanın nihai hedefi “en üst düzeyde ahlâki tekamül” olmalıdır.
Sahaikan erdem kelimesinin-içgörü, mükemmellik, yetenek, sağgörü-gibi çeşitli anlamları bulunduğunu, Sokrates’ın ise bu kavramla, “insanın hedefi olması gereken gerçek ve mutlak iyi”ye göndermede bulunduğunu belirtir. Sokrates, geçici isek, heyecan ve duyguların insan için güvenilir kılavuzlar olamayacağını, ancak rehberi doğru bilgi-yalnız dış dünyanın değil; en az, onun kadar da kendi öz tabiatının ve niteliğinin bilgisi-olan kişinin daima doğru davranma şansına sahip bulunduğunu söyler. Felsefe tarihçileri, yazılı bir bilgi kaynağına sahip olduğuna dair hiçbir bulguya rastlanmayan Sokrates’ı, kendi kendini yetiştirmiş bir bilge olarak niteleme eğilimindedirler. Görevine önce Sofistlerin yanlış ve yanıltıcı görüşlerinin toplumdaki etkilerini giderme yönündeki çabalarıyla başlayan Sokrates, Sofistlerin insanlara rehber olarak önerdiği sübjektif duygu ve arzuların yerine, iç görüyle elde edebileceğimiz kendimize ait bilgiyi koyar. Sokrates bir mabedin duvarına kazınmış olan Gnothi Seauton (kendini bil, kendini tanı) sözünü tekrarlayarak, çevresindekilere bu hususun önemini daima hatırlatmıştır.
Kendini ve var ediliş amacını bilen kişi, yapılması gerekeni yapılmaması gerekenden kolayca ayırt ederek, daima huzur içinde yaşar. İnsanın iç alemine ait bu irfan, erdemin de kaynağıdır. Böylelikle Sokrates’da bilgi, erdemle özdeşleşmiş olmaktadır.
Sokrates genelde, insanların bilerek ve isteyerek kötülük yapmayacağını; normal bir kişinin, normal şartlarda kendi kendine fiziksel olarak zarar verecek bir şeyden kaçındığı gibi, ahlâken kötü şeylerden de-eğer onların niçin kötü olduğu ve muhtemel sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahipse-kaçınacağını söyler. Bir insan, ancak yeterince aydınlatılmamışsa kötülük yapabilir.
Bilgi ile özdeşleşen erdem, bu şekilde iyiye, huzura ve mutluluğa götürür, ama bazen kötü davranışlar, bir kendini aldatma süreci çerçevesinde de ortaya çıkabilir. Böyle bir durumdan, bilgi eksikliğinden çok erdem eksikliği, yani kişinin kendine karşı dürüst davranmaması sorumlu olabilir. Gerçek üstünlük, fiziksel güçle değil, manevi meziyetlerle ölçülmelidir. Bunun için ruhun yüceltilmesi ve kusurlardan arındırılması çabası, lüks içinde yaşama tutkusuyla servet peşinde koşmaktan çok daha güzel bir hedeftir. İyi bir insan, kötü olandan daha güçlüdür. Ve onun başına gerçek anlamda hiçbir felaket ve zarar gelmez. Çünkü gerçek zarar manevi olandır ve bu nedenle iyi bir insana, ondan güçlü de olsalar, kötü kimseler zarar veremezler. Mutluluk da ancak ruhun manevi ihtiyaçlarını gidermekle, yani doğru yaşamakla teminat altına alınmış olunur.
Sokrates, batı düşünce tarihinde Bilge Kişi anlayışının en yetkin örneklerinden biridir. O, bilgece hayatı boyunca “- Kendini bil!” ve “Ölçülü ol!” ilkelerine, hem teoride hem de pratikte sonuna kadar uymuştur. Bu ilkelerden birincisi Platon, ikincisi de Aristoteles tarafından ele alınıp, genişletilerek sistemli birer felsefi öğreti haline getirilmişlerdir.



Sokrates Sonrası Dönem




Sokrates herhangi bir felsefi okul kurmamış ve hiçbir zaman da böyle bir niyetinin olduğunu ifade etmemiş olmasına rağmen öğretisi; taraftarlarının ve öğrencilerinin oluşturdukları çevrelerce ortaya konan çeşitli düşünce sistemlerine kaynaklık etmiştir. Sokrates’ın en başarılı öğrencisi Platon’un eski Yunan düşünce tarihinde “sistematik felsefe” dönemini başlatan ünlü öğretisini ele almadan önce başlıca temsilcileri Antistenes, Diogenes ve Krates olan “Kinik Felsefe Okulu”nu kısaca gözden geçirmek uygun olacaktır. Çünkü Kinizm, daha sonraları, etkileri binlerce yıl sürecek bir felsefi yaklaşım olan Stoacılığa dönüşecektir.




Kinikler


Zamanla Stoa felsefesine de temel teşkil edecek olan Kinik düşünce okulunun esas aldığı ilkeler “bağımsızlık, özdenetim ve en mükemmel iyilik hali olan fazilet”dir. Bu Kinik ilkeler daha sonra Stoacılığa dönüşmek suretiyle, batı felsefesini çok uzun bir süre boyunca etkileyecektir. Orta Çağda oldukça açık bir şekilde müşahede edilebilen bu etki, günümüzün bazı düşünürlerinde bile görülmektedir.
Kinizmin ilk temsilcisi, gerçek Sokratik maneviyatın izleyicisi olduğunu ileri süren Atina’lı Antistenes (M.Ö. 445-365) idi. Tarihçi Teopompus ondan, Sokratiklerin en ünlüsü olarak söz eder. Antistenes’in hem Sokrates ile hem de Sofist Gorgias ile ilişkileri olmuştur. Antistenes; öz güven, sabır, metanet ve çalışkanlığı, en mükemmel iyilik hali ve insanı gerçek mutluluğa götürecek tek yol saydığı “fazilet”in temel esasları olarak görür. Ona göre mutluluk fazilete eşlik eden sekonder bir şey olmayıp, bizzat faziletin kendisiyle özdeş olan bir şeydir. “İnsanın mükemmelliği, faziletle yaşamasının tabii sonucudur” diyen Antistenes fazileti, ahlâklı yaşamayla da özdeş görüyordu: “Erdem en güçlü silahtır. Kim erdemli bir hayat sürdürürse, bağımsız kalmak ve dünyanın muhtemel risklerinden sakınmak suretiyle gerçek huzura ulaşır. O zaman faziletin bizzat kendisi hedef olur çünkü, erdemli kişi, günlük hayatın değişmelerinden etkilenmeksizin tam bir özgürlük ve bağımsızlıkla mutluluğa ulaşabilir. Biz, çevremizdeki dünyayı tamamen denetleme gücünden yoksun olduğumuza göre, yapmamız gereken şey, iç dünyamızı, arzu ve isteklerimizi kontrol altında tutmaktır. Çünkü bizi zincirleyen, hepimizi kölelere çeviren şey, sonu gelmez isteklerimizdir. Bu durumda kurtuluş, en temel ve zorunlu ihtiyaçlarımız dışında kalan isteklere tam bir denetim getirebilmekte yatar. Bunun için kişi doğru düşüncelerden oluşan ve içine arzuların ulaşamayacağı ‘entelektüel bir kale’ hazırlamalı ve orada boş heveslerden korunmuş bir şekilde yaşamalıdır. Böylelikle fazilet, bencil tutkulardan ve gereksiz şeyleri temin çabası sonucu içine düşülecek sefaletten kurtuluşun anahtarı olur. Faziletin karşıtı ise günahlar ve kötülüklerdir. Arzularımın kalbimi esir almasındansa, deliliğin zihnime hakim olmasını tercih ederim.”
Gözle görülemeyen Tek bir Tanrı’ya inancı savunan Antistenes, bireyciliği ön plâna çıkararak, siyasi görüşleri bakımından da Sokrates’ı izledi. Ahlâki olarak yozlaşmış sosyal düzenin baştan sona yeniden elden geçirilmesi gerektiğini ileri süren Kinikler, tüm insanların kardeş olması nedeniyle savaşa ve köleliğe de karşı çıktılar. Ayrıca, toplum içindeki yoksulların ve zayıfların problemlerini çözmek, muhtaç anneleri ve çocukları korumak için bazı sosyal organizasyonların gerçekleşmesi gibi reformları savundular.
Kiniklerin belki de en ünlü olanı Sinop’lu Diogenes (M.Ö. 412-323)’tir. Antistenes’in öğrencisi olan Diogenes, zamanın “tüm sosyal değerlerine” karşı eşi görülmemiş bir savaş başlatmıştır. O çağlarda dünya başlıca iki ana kültür kuşağına ayrılmış durumdaydı. Diogenes bunların ikisini de, başta Atina ve Korint olmak üzere, yaşadığı değişik şehirlerde yakından inceleme ve tanıma imkânı bulmuş ve her iki kültürü de yaratılışa aykırı ve yozlaşmış olarak nitelemiştir. Ona göre, böyle bir ortamda zorunlu ihtiyaçların karşılanması dışında hiçbir sosyal etkinliğe katılmamak, toplumun yürürlükteki tüm ilkelerini reddetmek, faziletin ta kendisi olup, çıkmıştır. Sade bir hayat sürmek, lüks ve fantezilerden uzak kalarak güçlü bir öz-denetimle gereksiz isteklere karşı çıkmak, mutluluğun başlıca reçetesi olarak görülmelidir. Diogenes’e ait olduğu iddia edilen doğruluğu şüpheli birçok rivayet mevcuttur. Bunlardan birine göre Diogenes, köle olarak satılması üzerine efendisine, mesleğinin insanları yönetmek olduğunu söylemiş ve onun çocuklarına dersler vermiştir. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde bir fenerle dolaşarak “dürüst bir adam” aradığı da anlatılır. Bir gün dünya fatihi Büyük İskender ona “-Dile benden ne dilersen!” deyince, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” karşılığını verdiği ve bu cevap üzerine İskender’in duygularını “İskender olmasaydım Diogenes olmak isterdim!” sözleriyle dile getirdiği de bu rivayetler arasındadır. Aristoteles’in, Atina’da herkesçe tanınan bir kişi olarak söz ettiği Diogenes, toplumun yerleşik kurallarını sorgulamak suretiyle gerçekleştirdiği fonksiyonu “şüpheli paranın üzerini kazımak” olarak tanımlamış, yani bu şekilde “piyasayı, sahte değerlerden temizlemeyi” hedeflediğini belirtmiştir.
Kiniklerin üçüncü ve son dikkate değer temsilcisi olan ve milâttan önceki dördüncü asrın ortalarında yaşayan Tebesli Krates, Kinik felsefe ile Stoacı felsefe arasında bir geçiş halkası sayılabilecek bir öğreti geliştirmiştir. Krates ve kendisi gibi çok zengin bir kişi olan karısı, tüm servetlerini bir kenara itip, üstatları Diogenes’inkine benzer bir hayat sürdüler. Ancak Krates’in öğretisinin, hocasınınkinden çok daha ılımlı, benimsenebilir ve uygulanabilir olduğu, sevimli ve nazik kişiliğiyle de büyük sempati topladığı anlaşılmaktadır. Diogenes’in iğneleyici ve aşırı derecede dobra olan menkıbelerinin tersine, Krates’in ince espiri ve nükteleriyle insanları nasıl etkilediğine “Cüzdan” isimli şiiri güzel bir örnek teşkil eder. Çok tanrıcılığı subjektif bir zan ve iddia olarak niteleyen Krates, gerçek Tanrı’nın varlığının ve özelliklerinin, kâinattaki düzenin ve güzelliğin incelenmesi suretiyle kavranabileceğini vurgulamıştır.
Kinizm, sonunda “erken Stoacılık”ın ilk örnekleriyle birleşti. Kinik gelenek, Stoacı öğreti içinde, daha ılımlı ve benimsenebilir bir tarzda varlığını sürdürdü. İlk Kinikler tüm istek ve tutkuların yok edilmesini gerçek mutluluk ve kurtuluş için yegâne çare olarak gösterirlerken, son Kinikler hayatı bir tiyatro, Tanrı’yı da her insanın rolünü belirleyen bir yazar olarak görüp; kişinin ister zengin, ister yoksul; ister hasta isterse sağlıklı; ister özgür, isterse tutsak olsun; rolünü olduğu gibi benimseyerek, elinden gelenin en iyisini yapmakla yükümlü olduğunu vurguladılar.



Hedonizm: Kireanik Hazcılık



Kinizm ile taban tabana zıt olan ve Kinik öğretinin tüm tezlerine karşı birer antitez niteliğindeki kabullerden oluşan Kireanik Hedonist felsefe de, görünüşte, Kinik felsefe gibi Sokratik öğretilerden kaynaklanmıştır. Şu farkla ki, Kinikler, Sokratik erdem kavramının önemini aslına sadakatle vurgularken, Kireanikler, “mutluluğun erdemli davranıştan doğduğu” şeklindeki Sokratik ilkeyi, “Erdemli insan mutluluğa nasıl ulaşacağını bilen ve ne yapıp edip ona ulaşan insandır.” şeklinde değiştirmişler ve ayrıca, bunun da ancak bedeni ihtiyaçların doyurulmasıyla sağlanacağını öne sürmüşlerdi. Gerek Kinik, gerekse Kireanik öğretiler bir süre sonra daha karmaşık felsefe sistemlerine dönüştüler. Kinik öğretiler gelişerek Stoacılığa temel oluştururken, Kireanik hazcılık daha sonra Epikürcülüğe dönüştü. Ayrıca bu iki farklı öğreti, asırlar boyunca da birçok değişik felsefe sistemi içinde varlıklarını sürdürdüler. Meselâ, Stoacılığın ana kavramları Hıristiyan Felsefesi, Kant, Spinoza ve diğer birçok ünlü düşünürün öğretilerinde kendilerini hissettirirken, g Kireanik hazcılığın temel görüşleri de Faydacılık, Freudçuluk ve Darwincilik gibi yaklaşımlarda tekrarlana geldiler.
Kireanik hazcılık, görünüşteki hareket noktası ne olursa olsun, sonunda ”hazların, geçici de olsalar, insan hayatının başlıca amaçları ve hedefleri” olduğu iddiasını esas alır. Bu yaklaşımın başlatıcısı Kireneli Aristippus (M.Ö. 435-355) Sofist Protagoras’ın izafiyet öğretisinden oldukça etkilenmiştir. Aristippus, Sokrates’ın “Erdem, mutluluğun sine qua non’udur.” şeklindeki prensibini, “Haz, mutlulukla eşdeğerdir.” şeklinde değiştirerek, hazzın insanın ulaşabileceği en yüksek hal veya mertebe olduğunu iddia etti. Daha da ileri giderek öğretisine, aslında tüm hazların bedeni arzuların doyumundan ibaret olduğu gerekçesiyle, hazların bazılarını diğerlerinden ayrı veya üstün tutmanın hiçbir anlamı olmadığı iddiasını da ekledi. Hedonistler, hazlar arasına nitel değil ancak yoğunluk ve süre gibi nicel farklılıklar olabileceğini öne sürdüler. Bu öğretiye göre, gerçekte hiçbir haz bizzat kötü değildir. Her ne kadar, geleneklerde ve kanunlarda bazı hazlar iyi, bazıları da kötü veya düşük nitelikli addedilmişlerse de bu kabulün mantıksal bir temeli yoktur.
Aristippus hazları, genelde elem ve ıstırap yüklü bir şekilde devam eden insan hayatının akışı içinde istisnai olarak yer alan hoşnutluk ve keyif verici haller olarak tasvir etti. Kireanikler, hazzın insan hayatının tek değerli unsuru olduğu yönündeki inançları nedeniyle, pratik uygulamaları dışında tüm felsefi, matematiksel ve kültürel faaliyetleri boş ve gereksiz olarak nitelediler. Ancak yararcı yaklaşımları nedeniyle pratik sonuçları için mantıkla ilgilendiler. Protogoras’ı teyit ederek, insan bilgisinin duyumlarla sınırlı olduğunu ve duyuların dış dünyada nesnel karşılıklarının bulunmadığını savundular. Bu durumda, insan kendi subjektif duygu durumları dışında hiçbir şeyi bilemez. Ve böylece, öznel yaşantılarımız olan duygular, varoluşumuzun tamamını kapsar. Böyle bir durumda da mutluluk için, hayatımızın her anında mümkün mertebe fazla haz almamız gerekir. Anlık ve geçici de olsa haz peşinde koşmak, Aristippus’a göre, insanın yapabileceği tek anlamlı faaliyettir. Çünkü, geleceğe dair hiçbir teminatımız yoktur ve ölüm her an gelebilir. Böylelikle Sokratik erdem anlayışı, tamamen ters-yüz edilerek, sadece haz elde etmenin ve haz miktarını arttırmanın bir tekniği olup, çıkar. Ama Aristippus, öğretisine hiç değilse görünüşte ve şekilde bir Sokratik unsur katarak erdemli bir bilgenin, hazzı yaşarken daima kontrollü ve ölçülü olması gerektiğini söyler.
Her türlü entelektüel, etik ve estetik unsuru dışlayıp, insanı hayvanlara benzer şekilde sadece fizyolojik dürtüleri peşinde koşan basit bir yaratık durumuna düşüren Kireanik hazcılığın kötü sosyal etkilerini ve olumsuz sonuçlarını düzeltmek amacıyla Annikenis ve Euhemerus adlı düşünürler bazı girişimler de bulundularsa da, Hedonik çizgi, son ulaştığı noktada haz-elem bilançosu negatif çıkan izleyicilerine tek kurtuluş yolu olarak “intihar”ı önermek zorunda kaldı. Kireanik hazcı okulun son temsilcisi Hegesias’a göre insan hayatının çok büyük bir kısmına ve insanların da büyük bir çoğunluğuna hakim olan acılardan ve çilelerden kurtuluş için intihar, tek mantıklı çözüm yoludur. Ona göre insanoğlu, arzularının sınırsızlığı ve bunların karşılanmasındaki yetersizlik nedeniyle, ölümü serinkanlılıkla tercih etmelidir.
Böylece, hazzı artırmak ve yaygınlaştırmak amacıyla yola çıkan bu ekolün gelip, dayandığı nokta, izleyicilerine “sistematik bir intihar girişimi” önermek olmuştur.



Platon



Etik ağırlıklı felsefi sistemi, mutlak olanı temsil eden idea veya eidos kavramı üzerine kurulu olan Platon’un görüşleri, hem Hıristiyan, hem de İslam felsefesini derinden etkilemiştir. Aristoteles ile birlikte, tüm Orta Çağ’a egemen olan Platon’un tesiri, günümüze kadar süre gelmiştir. Aslında Platon ve Aristoteles’nun felsefeleri, çağlar boyu birbiriyle yarışmış, Platonizm en yaygın egemenliğini Orta Çağ’ın başlarında tesis ederken, Aristotelesçi görüşler özellikle daha sonraki dönemlerde ağırlıklarını hissettirmişlerdir.
Platon, M.Ö. 427 yılında Atina’nın ileri gelen soylu ailelerinden birinde dünyaya geldi. Sokrates ile karşılaşıp, ondan “–Edebiyat yapmayı bırak, felsefe çalış!” tavsiyesini aldığında, yirmi yaşındaydı. Sekiz yıl ondan ders aldı. Sokrates’ın yargılanarak idam edilmesi karşısında duyduğu üzüntü ve öfkeyle Atina’yı terk etti. Artık Platon için seyyahlık dönemi başlamıştı. Bir süre Eukleides’in yurdu olan Megara’da kaldıktan sonra, Mısır’a giderek orada uzunca süre yaşadı. Mısır bilgeliğini, dinini ve rahiplerini yakından tanıdı. Bazı kaynaklarda yer alan “seyahatini daha doğuya, Hindistan’a kadar sürdürmüş olduğu” yönündeki iddiaları, Platon tarafından kalem alınan ve Doğu kaynaklı öğretilerin derin izlerini taşıyan bazı yazılar da desteklemektedir. Batıya dönünce, vatanına değil, İtalya’ya yerleşti. İtalya’yı gezip, gördükten sonra, Sicilya’daki Yunan kolonilerinde Pythagorasçılarla yakın ilişkiler kurmuş, 40 yaş civarında iken Siraküs’e gelerek bir süre Tiran Diyonis’in yanında kalmıştır. Danışmanlık yaptığı Diyonis’e bazı tavsiyelerde bulunmuş, ancak nasihatleri netice vermeyince, sonunda Atina’ya geri dönmüştür. M.Ö. 387’de Atina dışındaki bir zeytinlikte, bir manâda bugünkü üniversitelerin prototipi sayılabilecek olan “akademia”yı kurmuştur.
Platon, kendisinden sonra, asırlar boyu ayakta kalacak olan bu müessesede ömrü boyunca ücretsiz dersler vermiştir. Bu okul, bir felsefi tartışma ortamı oluşturmasının yanında, verimli bir araştırma merkezi olarak da etkili olmuş; derslere katılan öğrencilere, matematikten retoriğe kadar uzanan pek çok farklı alanda eğitim verilmiştir. M.Ö. 4. yüzyıldaki önemli matematik çalışmalarının çoğu ‘akademia’da, Platon’un öğrencileri veya dostları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Batı’da konik kesitler teorisi, ilk defa burada ele alınıp, öğretildi. Katılar geometrisinin kurucusu Theaitetos, ‘akademia’ üyesiydi. Orantılar teorisinin yazarı olan, eğrilerle sınırlanmış alanları ve hacimleri “tüketme yöntemi”yle hesaplamayı bulan ve eşmerkezli kürelerin astronomik şemasını hazırlayan Knidos’lu Eudoksos, Platon’la çalışabilmek için okulunu Atina’ya nakletmişti. Tabiat tarihi, hukuk ve yasama konularında da çalışmaların yapıldığı ‘akademia’daki araştırma ve eğitim etkinlikleri, Platon’un ölümünden sonraki üç asır boyunca devam etmiştir.
Başka düşünür ve yazarlarca, Platon’un kişiliğiyle ilgili olarak hazırlanmış olan kaynaklar çok azdır. Öğrencisi Aristoteles’e göre o, “övmek için bile olsa; kötülerin, hakkında konuşması meşru olmayan” mükemmel ve soylu bir insandı.
Platon, Eski Yunan felsefesinde Herakleitos’tan Pythagoras’a uzanan önemli bir geleneğin mirasçısı olmuştur. Hem üstadı hem de “yaşlı dostu” olan Sokrates ile birlikte, felsefenin bir yandan sağlam ve tutarlı düşünce ve çıkarımlara; bir yandan da akıcı ve zengin bir dil kullanımına önem veren klâsik çizgisi üzerinde yer almıştır. Kendisinden bize hiçbir yazılı metin kalmamış olan Sokrates’ın uyguladığı “diyalog” metodunu bir yazı biçimi haline getirerek, üstadına bu yazı türünün baş kişisi olarak yer vermiştir. Yeni Çağa kadar kullanılan bu tarzın en yetkin örneklerini Platon yazmıştır.
Sokrates öncesi fizikçilerin eserlerinden, hiç değilse onlarda yer alan önemli görüşlerden haberdar olduğu anlaşılan Platon’un, yarı dini bir akım olan Pythagorasçılıkla da yakın ilişkileri olduğu söylenir. Metinlerindeki mistik ve sembolik unsurlar; Mısır, Hitit ve Asya gezilerinde tanıştığı öğretilerle ve bu gibi ilişkilerle açıklanır. Sokrates’ın en önemli etkisi ise, Platon’un felsefeyi temelde “faziletli yaşama bilgisi” olarak görmesini teminidir. O da, Sokrates’ın, erdemin bir bilgi sorunu olduğu kanaatine bağlı kalarak, eserlerinde kendi bilgi sistemi çerçevesinde, faziletli ve iyi bir hayatın entelektüel şartlarını ele almıştır.
Platon’un tüm yapıtlarının günümüze ulaştığı sanılmaktadır. Ayrıca, Orta Çağda bir çok Hıristiyan din adamı kaleme aldığı eserini Platon adıyla imzalamıştır. Günümüzde, bu sahte metinler elenmiş ve gerçekten Platon’a ait olan eserler, genel çizgileri bakımından iki döneme ayrılmıştır.
Platon’un eserleri genel olarak “Sokratik” ve “Platonik” diyaloglar olarak ikiye ayrılır. İlk bölüm, daha çok Sokrates’ın etkisi altındaki gençlik döneminde yazılmış metinleri, ikincisi ise olgunluk döneminin orijinal düşüncelerine yer verilmiş olan metinleri kapsar. “Theaitetos Diyalogu” bu iki dönemi ayıran sınır olarak kabul edilir. Birinci dönem metinlerinde diyalogların baş kişisi olan Sokrates, ikinci dönemde sadece tek bir diyalogun baş kişisidir. Öte yandan birinci dönem diyaloglarındaki tüm kişiler gerçek kişilerken, ikinci dönemde uydurma isimlere, “Bir Atinalı” gibi hayali şahıslara da yer verilir. Ayrıca, iki dönemde, kullanılan dil bakımından da bariz farklılıklar vardır. Ama, tüm bunlara rağmen, çağdaş uzmanların çoğu, Platon’un düşüncelerinde bir kopukluk bulunmadığını, iki dönem arasında sadece bir gelişim ve olgunluk düzeyi farkı olduğunu, temel yaklaşımın ise nitelik ve bütünlüğünü koruduğunu söylerler. Asıl tartışılan nokta, Platon’un diyaloglarının ne ölçüde Sokrates’ın öğretilerini yansıttığı ve hangi oranda da Platon’a ait fikir ve beyanlar taşıdığı hususuna aittir.

Platon’un Öğretisi


Felsefe tarihçileri, Platon’un ortaya koyduğu düşünce sisteminin Yunan felsefesinin doruğunu oluşturduğu görüşünde genellikle hemfikirdirler. Kendinden önceki düşünürlerin geçerli ve tutarlı görünen tüm görüşleri onun öğretisinde yer almakla birlikte ortaya koyduğu sentez, onları çok aşar.
İşe Sofistlerin yanlışlarını analiz ve tenkitle başlayan Platon, sonra yoğun şekilde Demokritos’a muhalefet ederek, tüm var oluşun ‘evrensel aklın’ tasarı ve uygulamalarından ibaret olduğunu, kâinattaki düzenin ve güzelliğin de bunun en büyük delili olduğunu söylemiştir.
Platon, eski ozanlar ile bazı Yunan düşünürlerin karamsar görüşlerine de katılmaz. Onun yaklaşımı ‘parlak ve aydınlık bir metafizik’ olarak nitelenir: “Platon her zaman idealist felsefenin kurucusu olma şerefini taşıyacaktır. O, insan hayatın için, ruhsal boyutun önemini en güzel şekilde ifade ederek, manevi tekamül için ahlâk ilke ve yasalarına uymanın önemini mükemmel bir üslûp ve teknikle ortaya koymuştur. O, böylelikle insanlığın en büyük öğretmenlerinden biri olma şerefini de kazanmıştır.”34
İdealizmin kurucusu Platon’un felsefesinde temel kavram “idea”dır. İdea, Platon’a göre, dünyada insanların aynı adı verdikleri farklı ve çeşitli nesnelerin her birinin “o şey” (o adı taşıyan şey) olmalarını sağlayan temel “varoluş biçimi”dir. Bu kelimeyi felsefe tarihinde ilk defa kullanan kişi olan Platon “idea” terimine, bir şeyin “ne”liğini belirleyen form veya maddesiz nesne manâlarını yükler. Bu varlıklar, algılanabilir fiziksel dünyadan farklı bir “idealar alemi”nde bulunurlar. İnsanoğlu üzerinde yaşadığı dünyadan bu aleme, ancak belirli bir yaşama ve düşünme disiplinin tatbik suretiyle ulaşabilir. İdeal formlar burada, yukarıdan aşağıya doğru belirli bir hiyerarşik düzen içinde ve hiçbir değişikliğe maruz kalmadan yer alırlar. Bu organizasyon içinde en üstte, her ideayı “o idea” yapan İyi İdeası vardır. İyi İdeası, bütün formları belirleyen temel formdur.
Platon’un idealar kavramını, üstadı Sokrates’ın kullandığı “diyalektik akıl yürütme tekniği” vasıtasıyla geliştirdiği sanılmaktadır. Sokrates her varlığın özünü oluşturan temel ontolojik forma, o varlığın zahiri özelliklerini bir ip ucu olarak kullanarak, diyalektik düşünme yoluyla ulaşabileceğini öne sürmüştü. Platon, benzer varlıkların tamamını kapsayan bir kümenin ortak karakterine sahip ideal biçim olarak tarif ettiği ve idea adını verdiği bu terimi, başlangıçta bir nesnenin sınıf adını belirlemek için kullandı. Daha sonraları bu terime; “nesnenin kalıcı özü, nihai gerçekliği, ontolojik aslı; primer varlık veya kâinatta kendisine birçok kopya karşılığın tekabül ettiği bir temel örnek veya arkhetip” manâlarını da yükledi. Buna göre dünyadaki karşılıkları, bu ideanın birer taklidi, kopyası veya o baskı kalıbından çıkmış nüshalar gibidir.
Böylece Platon’da, bütün felsefi sistemini kuşatan hakim bir tema olarak, “ontolojik olarak olgusal olan” ile “reel olarak varolan” şeklinde bir metafiziksel ayırım ve dualizm ortaya çıkar. Böylece, ontolojik olgusallık, duyular aracılığıyla görünenden (fenomenden) ayrılmış olur. Platon’a göre maddeden oluşan fenomenal dünya, uzay ve zaman sınırlamaları altındayken; ontolojik-olgusal dünya, uzay ve zamanı aşan, fiziksel sınırlamalardan ve kayıtlardan bağımsız bir nitelik taşır. Zamanın kendisinin de maddi dünyanın yaratılışıyla başladığını belirten Platon; fenomenal dünyanın duyular tarafından algılanabilen ve kendisine erişilip, dokunulabilen bir alem; ideal dünyanın ise ancak zihin tarafından algılanabilen ve fiziksel olarak ulaşılması imkânsız bir alem olduğunu söylemek suretiyle, asıl gerçekliğe veya nesnel olgusallığa ancak akıl vasıtasıyla ulaşabileceğini ifade etmiş ve böylece modern “soyut ve formel” teori anlayışının da temelini atmış olmaktadır.35 Platon bu suretle, sadece zihinsel (teorik) ve maddi iki varlık (ontoloji) düzeyine değil ayrıca, duyusal ve kavramsal olarak iki farklı bilgi (epistemoloji) düzeyine de dikkat çekmiş olmaktadır.
Platon’un bu yaklaşımına göre kendini duyularımıza sergileyen fenomenal dünya, gerçek-ideal dünyanın bir çeşit alt tasarımı ve ontolojik olarak reel olan asıl alemin hali hazırdaki bir tür kopyasıdır. Dahası, fenomenal dünya bu üst aleme bir mütekabiliyet sağlamak için hiç durmaksızın tekamül etmekte, bir başka deyişte, fenomenal dünya, ideal dünyada mevcut üstün ve güdüleyici kalıba göre, sürekli bir yeniden şekillenme ve kusursuzlaşma çabası içinde bulunmaktadır. Bu nedenle fenomenal veya duyusal varoluş dünyası, devamlı bir gelişme hali sergilemekte; birbirini izleyen zaman dilimleri içinde yeni yeni “oluş” süreçleri arz etmekte, ama bu gelişme hali hiçbir zaman nihai noktaya ulaşamamakta ve bu “idealleşme–eksiksizleşme” çabası da sürüp gitmektedir. Platon, bu şekilde, “ideal alemin tasavvur ve dizayn” programının, fenomenal varoluş evreni için belirli bir hedef ve amaç teşkil edeceğini ifade etmiş olmaktadır.
Platon, “Devlet” adlı eserinde, dünya hayatında ruhun nasıl “kısıtlandığını” ve duyular vasıtasıyla algılanan varlıkların gerçek olgusallıkla ilişkisini ele alır. Platon, bu kitabında ruhun yukarılara (ışığa–aydınlığa) yükselerek idealara ulaşmaya gayret etmesinin niçin gerekli olduğunu şöyle anlatır: “-Yeraltında, yukarıdaki bir açıklıktan ışık alan mağaraya benzer bir yerde bazı insanların bulunduğunu tasavvur et. Bu kişiler, bebeklik döneminden beri öylesine sıkı şekilde bağlı durumdadırlar ki, hiçbir yere kımıldamalarına imkân yoktur. Bu bağlar nedeniyle başlarını da oynatamamakta, sadece önlerini görebilmektedirler. Onlara, arkalarından, çok uzakta ve yukarılarda yanan bir ateşin ışığı ulaşmaktadır. Bu ateş ile ona arkaları dönük tutsaklar arasından, yine yükseklerde, bir uçtan diğerine bir yol uzandığını da farz et. Bu duvarın arkasında, birileri, duvarın boyunu aşan bir yükseklikte, türlü biçimlerdeki kaplar taşımaktadır. Bunlardan bazıları konuşurken, bazıları susmaktadır.”
“-Bu anlattığın ne garip bir yer ve o tutsaklar ne tuhaf bir durumdalar?”
“-Ama bize benziyorlar.” dedim. “Ne dersin, bu durumda oradaki insanlar, ateşten gelen ışık altında, karşılarındaki mağaranın duvarına yansımakta olan gölgelerden başka bir şey görebilirler mi? Peki, acaba o taşınan kaplar nedir? Tabii ki onların gölgeleri de mağaranın duvarına yansımaktadır. Sence bu tutsaklar, ömürleri boyunca karşılarında gördükleri ve her birine bir isim verdikleri bu gölgeleri, tek ve yegâne gerçeklik sanmazlar mı? Ve arkalarından gelen seslerin yankılar oluşturduğu bu mağarada, yukarıdaki yoldan geçen birileri konuştuğunda, tutsakların bu seslerin karşılarındaki gölgelerden geldiğini sanmaları çok tabii olmaz mıydı? Ve şimdi de, içlerinden birinin bağlarının çözüldüğünü ve doğrulmak, konuşmak ve başını arkaya çevirip ışık kaynağına bakmak zorunda bırakıldığını; tüm bunların da ona çok acı verdiğini, onun bu durumdayken, ilk defa gördüğü ateşin ışığından kamaşmış gözleriyle o anda, daha önce gölgelerini görmeye alıştığı şeylerin asıllarını seçemediğini düşün. Acaba o kişi, gözleri ışıktan rahatsız olduğu için, başını tekrar önüne çevirip, yine sadece alışık olduğu gölgelere mi bakacaktır? Ve o kişi bu gölgelerin, gözünü kamaştıran ışık altında seçmekte zorluk çektiği asıllarından daha gerçek olduğuna hâlâ inanacak mıdır? Görüyorum ve sen de görüyorsun ki güneş, çevremizde bulunan varlıkların sadece görülebilmesini değil; oluşmasını, büyümesini, beslenmesini de sağlar; ama o, bu olayların dışındadır. Yine böyle düşünerek diyebilirsin ki, gördüğümüz varlıklar yalnız biçimlerini değil, varoluşlarını da bir “En İyi”ye borçludurlar ve O, varoluşun dışındadır; ama gücü ve yüceliğiyle varoluşun üzerindedir..."
Böyle bir ontolojik temele dayanan bilgi felsefesine göre Platon, insanların ruhlarının, bedenlerinin içine girmeden önce “idealar dünyası”nda bir süre “bulunarak” bütün formları görmüş olduğunu öne sürer. Ama ruh fiziksel aleme gelip bir bedene bürününce, adeta bir şok geçirmişçesine, formlar dünyasında gördüklerini “unutur”. Sonra çocukluktan itibaren algılanabilir dünyanın nesnelerini görüp, öğrendikçe de, gerçekte bu nesnelerin asılları olan ideaları “hatırlamaya” başlar. Bu epistemolojik ilke çerçevesinde, en mükemmel eğitim sistemi; dünyanın algılanabilir nesnelerinden hareketle, “idealara ulaşmaya imkân sağlayacak öğretim prosesi” olarak tasarlanabilir. Buna göre ideaların hiyerarşik organizasyonu içinde adım adım ilerleyerek sonunda “İyi İdeası”na ulaşmak, eğitimde nihai amaç olmalıdır. Ancak, kişinin tek başına bu süreci tamamlaması mümkün olmadığından, daha önce bu eğitimi almış bir rehbere ihtiyacı vardır.
Platon “Phaidre” adlı diyalogunda ruhun fiziksel aleme gelişinden önceki bu yolculuğu şöyle anlatır: “Ruhlar, tanrıların eşliğinde gök kubbenin üzerinde bir yolculuk yaparlarken, bütün gerçek varlıkların idealarını görürler. Zeus, gökteki büyük kanatlı kraliyet arabasıyla önce çok uzaklara yönelir ve tek tek her şeyle ilgilenerek oraları düzene sokar. Onu tanrılardan ve cinlerden bir ordu izlemektedir. İnsan ruhlarını taşıyan araba da onların ardından gelir. Yeterince yükseldiklerinde ruhlar bu araçtan inerek gök kubbenin üzerine basarlar. Buradan tüm gökler ve onun dışındakiler görülebilmektedir. Ruhlar hakikati görür, onu sever ve onunla “beslenirler”. Her ruh, bir dairenin çevresinde yaptığı dönüş boyunca “adaleti, bilgiyi, hikmeti ve Gerçek Var Olan”ı seyreder ve bundan zevk alır. Dönüşünü ve seyrini tamamlayan ruh, gök kubbenin altındaki geçitten evine döner. Ancak bu tecrübenin ruhta, tam bir bilinçlilikle olmasa da, büyük bir tutku ve özlem halinde izleri kalır. Ruh içinden çıkıp geldiği bu ortama tekrar dönebilmek için sürekli bir hasret duyar. Dünya hayatının maddi hazlarından kurtulması için gerekli gücü, ona bu özlem sağlayabilir. İyi bir eğitimle dünya üzerindeki kopyalar bile, bu asıllar ve idealar alemine dönüş tutkusunu geliştirebilir. Dünyadaki güzellikler de aslında ‘İdeal Güzel’ ve ‘Gerçek Varlık’ın (Tanrı’nın) bir tür yansımasıdır.”
Belki de hiç yazılı metin bırakmayan Sokrates’ın etkisiyle, Platon da öğretisinin bazı önemli kısımlarını yazıya geçirmemiş, sadece yakın çevresindeki güvenilir dostlarına sözlü olarak anlatmıştır. Böyle kişilerden gelen bir rivayete göre Platon bir gün şunları söyler: “Bunları hiçbir zaman yazmadım ve yazmayacağım. Çünkü bunlar, başkalarına kolayca iletilebilen türden bilgiler gibi kelimelerle tam anlamıyla ifade edilemez...”
Platon’a göre ölümsüz bir şekilde yaratılmış olan insan ruhu, gerçekte zaman ve mekanla sınırlı olmadığı için, dünya hayatındaki durumu geçici bir kısıtlılık halidir: “Ruh, idealarını gördüğü için erdemin ve gerçeğin ne olduğunu öğrenmiştir. Kâinattaki her şey birbiriyle ilişkili ve ruh da vaktiyle her şeyi tanımış olduğu için, kendisine bir şeyin sadece küçük bir bölümü hatırlatılan bir kişi-eğer yeterince azimli, dürüst ve çalışkansa-ruhunun derinliklerinden o şeyle ilgili bilgilerin tamamını bulup, çıkarması, hatırlaması veya herkesin kullandığı ifadeyle söyleyecek olursak “anlaması” gayet tabiidir.” Platon bu şekilde, belirli bir yaşama disiplini ve eğitim aracılığıyla, kişinin sınırlı gözlem verilerini veya duyusal yolla algılananı fazlasıyla aşan bir kavrayışa ve bilgiye sahip olabilme sürecini; yani sezgi, ilham ve keşfin mekanizmasını ilginç bir tarzda açıklamış olmaktadır.
Platon’un öğretisine göre insan ruhu; bir yanda duyusal algının konusu olan maddi alem ve öte yanda da ideal olgusallığa ait manevi alem olmak üzere, birbirinden tamamen farklı iki dünyanın üyesi olarak tuhaf bir ara konumda bulunur. Ama gerçekte ruh, duyular üstüdür ve ideal-manevi dünyaya aittir. Nasıl kâinat ilahi bir Ruh’a (kozmik Ruh, Nous) sahipse, minyatür bir kâinat olarak yaratılmış olan insanın da gerçekte fizik ötesi aleme mensup bir ruhu vardır. Tıpkı evrendeki kötü güçlerin iyilerle mücadelesine benzer şekilde; bir mikrokozmos olan insanın da, içinde bulunan ve onun “İyi”ye ulaşmasını engellemeye çalışan kötü güç ile sistemli bir şekilde mücadelesi gerekir. İnsanın ahlâki görevi, imkânları ölçüsünde iyiliğe erişmektir. İyinin ne olduğunu ve nerede bulunduğunu anlayan kişi, iradesiyle sürekli ona yönelmek isteyecektir. Böylece bilgi, insanı ideal varlık aleminde iyi bir konuma sahip olmaya sevk eder. İyi ile özdeşleşme erdemi, daha sonra eğer bir de adalet erdemiyle birleştirilebilirse bu, en sonunda insanın, ebedi ve eksiksiz bir mutluluk ile ödüllendirilmesini sağlayacak en yüksek manevi mertebesi olacaktır.
Platon’un bazı görüşleri, onun orta ve uzak Doğu kaynaklı öğretilerden geniş ölçüde etkilenmiş olduğunu göstermektedir. Bazı düşünürler, bu özelliği nedeniyle onu “.....Yunan kanındaki yabancı damla” olarak tanımlarlar. Nihilist F. Nietzche de bu bağlamda Platon’un öğretisini “..İsa öncesi Hıristiyanlık” olarak niteler ve “Bu Atinalının Mısırlılardan aldığı dersler bize çok pahalıya mal oldu!” diyerek onu tenkit eder.
Fakat her şeye rağmen Platon’un felsefi etkileri yaklaşık 25 asırdan beri devam ede gelmektedir. Antik çağdan sonraki birkaç yüzyıl boyunca onun görüşleri farklı bir yorumla Yeni Platonculuk adıyla canlılığını sürdürmeye devam etmiştir. Orta Çağda gelişen Hıristiyan teolojisinin ve felsefesinin de en güçlü kaynağını ve dayanağını yine Platon’un öğretisi teşkil etmiştir. Yeni Çağın başında, Rönesans ile beraber Platonculuk, gerçek bir yeniden doğuşla tekrar tüm dikkatlerin odağı oldu. Çağımızda bile kimi kesimlerde bazı öğretilerinin popülaritesi hâlâ devam etmektedir.





Aristoteles


Platon’un en ünlü öğrencisi olan Aristoteles, M.Ö. 384 yılında Ege kıyılarındaki eski bir Trakya kenti olan Stageira’da doğmuştur. Zengin bir aileye mensup olduğu için çocukluğundan itibaren müreffeh bir hayat yaşamıştır. Çağdaşı olan Diogenes sade bir yaşantıyı en büyük fazilet sayarak bir fıçı içinde gecelerini geçirirken, Aristoteles “Tam bir mutluluk hali için dünya nimetlerinden de yeterli payı almak gerekir!” diyerek çok farklı bir yaklaşım sergilemiştir.
Anlatıldığına göre Aristoteles, baba mesleği olan eczacı-hekimlik işine devam edip etmeme konusunda tereddüde düşünce, o yıllarda herkesin yaptığı gibi bir kâhine giderek ondan gelecekteki mesleğine dair kehanette bulunmasını ister. Kâhinden “filozofluk” cevabını alan Aristoteles, Platon’un akademisine müracaat eder ve yaklaşık 20 yıl orada ondan eğitim alır. Bu olayla ilgili olarak W. Weischedel “Eğer kâhin Aristoteles’e farklı bir cevap vermiş olsaydı, Batı felsefesi kim bilir hangi yönde ve nasıl gelişecekti?” demekten kendini alamaz.
Akademos’un kutsal koruluğundaki okulda 18 yaşlarında iken eğitime başlayan Aristoteles’in, o yıllarda 60 yaşlarında olan hocası Platon ile zaman zaman sürtüştüğü de olur. Bir süre sonra, artık aralarında önemli görüş ayrılıkları doğmuş durumdadır. Ama Platon geniş hoşgörüsüyle onu yine de araştırmalarını sürdürmeye teşvik etmektedir. Platon bu durumu “Tayların zaman zaman annelerine çifte attıkları gibi, Aristoteles de beni bazen hafifçe tekmeler” diyerek tasvir ederdi. Platon, bu öğrencisinin en çok okuma tutkusunu takdir eder ve bu nedenle onu “Okuyan” lâkabıyla çağırırdı. Platon’un ölümünden sonra Aristoteles Atina’dan ayrılarak Anadolu’daki Assos kentine gitti. Sonra eski bir okul arkadaşı olan Troas beyinin yanına yerleşti ve onun evlâtlığı olan bir kızla evlendi. O yıllarda askeri gücüyle Yunanistan’ın siyasi birliğini tesis etmiş olan Makedonya kralı Philipp, Aristoteles’i oğlu Alexandros’un eğitimiyle ilgilenmesi için sarayına davet etti. Daveti kabul eden Aristoteles, gelecekte Büyük İskender olarak anılacak olan 13 yaşındaki prensin mürebbiliğine başladı. Daha sonra öğrencisi tahta geçince, Aristoteles de Atina’ya geri döndü ve Lykeion adını verdiği okulunu açtı. Okul bünyesinde çok kapsamlı ve sistemli bir araştırma, inceleme ve eğitim hamlesi başlattı. Bu iş için İskender'den büyük destek gördüğü anlaşılmaktadır. Okul bünyesinde çok büyük ve zengin bir kütüphane de kuran Aristoteles, ayrıca tabiat araştırmaları için pek çok bitki ve hayvan örneği içeren geniş bir koleksiyon da oluşturdu. Anlatıldığına göre İskender, bahçıvanlarına, balıkçılarına, avcılarına ve benzeri görevlilere bulabildikleri tüm değişik ve yeni canlı türlerini Aristoteles’e ulaştırmalarını emretmişti. İskender, okulun sosyal konularda çalışan bölümü için de geniş imkânlar sağlamıştı. Bu çerçevede, farklı ülkelerde uygulanmakta olan değişik yönetim şekilleri ve kanunlar ile ilgili bilgiler derlenip toplanarak 158 farklı örnek içeren bir arşiv oluşturulmuştu.
Aristoteles okul yöneticiliği ve başöğretmenliği görevinde 12. yılını tamamlarken, Yunanistan’ın siyasi şartları değişmeye başladı. Zaten Atinalıların önemli bir kısmı, kendilerini baskı ve denetim altında tutan İskender’e olan yakınlığı nedeniyle Lykeion mensuplarına hiç de dostça duygular beslememekteydi. Bir süre sonra İskender ölünce Atina’daki “Makedonyalılar Partisi” tüm şimşekleri üzerinde topladı. Bu sırada bazı muhalifleri ve düşmanları Aristoteles’i önce bazı siyasi suçlarla itham ettiler. Ama bu şekilde yeterince ağır bir ceza almasını temin edemeyince, bu defa onu dinsizlikle suçladılar. Aristoteles “Atinalıların ikinci bir defa felsefeye karşı günah işlemelerine meydan vermemek” gibi hicivli bir gerekçeyle Atina’dan kaçmak suretiyle idamdan kurtuldu. Ancak sürgünde tek başına sadece bir yıl yaşayabildi ve M.Ö. 322 yılında öldü.
Aristoteles çok enerjik, azimli ve üretken bir düşünürdü. Öldüğünde arkasında, bazı araştırmacılara göre 400 cilt, diğer bazılarına göre ise 1000 cilt yazılı materyal bırakmıştı. Ancak bunlardan önemli bir kısmı daha İlk Çağda kayboldu. Zamanımıza kadar gelen metinlerin çoğu, görünüşlerine bakılacak olursa, ya ders ve konuşma metni müsvettesi ya da öğrenciler tarafından tutulmuş notlar türünden şeyler olmalıdırlar. Çünkü bunlar yazı dili kuralları pek gözetilmeden çala kalem yazılmış metinlerdir. Ayrıca bunların yazılış tarihlerine göre tasnif edilip düzenlenmeleri de mümkün olamamıştır. Ancak ele alınan konulara göre bir sınıflama yapıldığında ortaya çıkan tabloya göre Aristoteles’ten bize ulaşan metinler başlıca şu 6 alana aittir:
I-) Mantık : Kategoriler öğretisi (iki inceleme), Sonuç çıkarma ve ispatlama öğretisi ve Topik (Aristoteles Diyalektiği). Aristoteles’in mantıkla ilgili yazıları Orta Çağda derlenerek “Organon” (Doğru Düşünme Kuralları) adlı kitapta toplanmıştı.
II-) Tabiat Bilimleriyle İlgili Yazılar : Fizik: Gökyüzü, Oluş ve Yokoluş, Meteoroloji, Ruh ve Hayvanlar Üzerine Yazılar.
III-) Metafizik: Bu kelimeyi Aristoteles’in kendisi kullanmamıştır. Metafizik terimi, milâttan önceki birinci yüzyılın ortalarında onun yazılarını derleyip yayına hazırlayan Rodoslu Andronikus’un, kitabın iç düzenini plânlarken, konu sıralamasında bu bölüme, fizikle ilgili kısımdan sonra yer vermiş olmasından ( Meta Ta Physika: Fizikten sonrası) kaynaklanmıştır. Bölüm sıralaması amacıyla konan bu başlık İlk Çağın sonlarına doğru artık “Tabiat ötesi” sayılan her türlü kavramı ifade eden bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır.
IV-) Etik: Aristoteles’in ahlâk üzerine yazıları, oğlu Nicomachos’un adıyla anılan 10 kitap oluşturur (Nicomachos Etiği).
V-) Politika: 8 kitap.
VI-) Retorik: Güzel konuşma üzerine 3, şiir üzerine 1 kitap.
Aristoteles, gerçek felsefenin anlaşılabilmesi için ve genelde doğru bilgiye ulaşabilmek için “mantık” (kendi deyişiyle analytika) adlı disiplinin genel kurallarının bilinmesi gerektiğini söyler. Aristoteles felsefeyi teorik, pratik ve poetik olarak üç bölüme ayırmış ve teorik felsefenin alt dallarını ise matematik, fizik ve metafizik olarak belirlemiştir. Pratik felsefe, kültür ve siyasette olduğu gibi, teorinin uygulamasına yöneliktir. Poetik felsefede ise, sanat eserlerindeki estetik ve eğitsel unsurlar ile bunlara gösterilen duygusal tepkilerin analizine yer verilir.
Aristoteles’in tabiat bilimleriyle ilgili düşünceleri ”Fizik” başlığı altında toplanmıştır. Bu kitapta önce mekan, zaman, madde ve hareket gibi temel fiziksel kavramlar belirli bir sırayla tanımlanıp, gözden geçirilir. Bu arada daha önceden yaşamış düşünürlerin bu konularla ilgili görüşleri de aktarılır ve bazıları oldukça sert bir üslûpla tenkit edilir. Bu alıntılar, günümüz düşünce tarihi arşivi için çok değerli bir belge özelliği taşır.
Aristoteles’in fizik ve astronomideki temel yaklaşımı teolojiktir. Öğretmeni Platon’dan gökcisimlerinin kutsal ve dolayısıyla kusursuz bir mükemmellikte oldukları şeklindeki dini önermeleri harfi harfine alan Aristoteles’e göre de gökcisimleri ancak ve ancak yetkin, sürekli ve değişmez özellikteki bir hareket şekline sahip olabilirler. Kutsal olmayan dünya ise, bu yetkin ve düzenli sistemden ayrı ve uzak bir şekilde merkezde yer alır. Yerden aya kadar olan noksanlık ve kusurluluk bölgesinde her şey sürekli değişip, dönüşerek yeni yeni biçimler oluşturur ve sonra bozularak biçimini yitirir. Ayın ötesindeki mükemmel evren ise, eş merkezli kusursuz kürelerden oluşur. Bu küreler, aralarında belirli açılar bulunan eksenler çevresinde ideal bir şekilde hareket etmektedirler. Tüm bu düzenlilik ve hareketliliğin kaynağı ve nedeni ise kendisi fiziksel alemin ötesinde bulunan ve hareket etmekten münezzeh olan Tanrı’dır.
“Fizik” adlı kitabında, tabiatla ilgili temel tanımlara, gözlemlere ve genel değerlendirmelere ayrılan kısımlarından sonra Aristoteles, şu sonuçlara ulaşır: “Varlık alemiyle ilgili gözlemlerimizde, incelediğimiz her yerde ve her şeyde şaşırtıcı bir plân ve düzenlilik ile tüm kâinatı kuşatan bir gayelilik olgusu karşımıza çıkmaktadır. En büyükten en küçüğe kadar tüm varlıklar belirli bir amaç (telos) ile birbirine bağlanmıştır. Her yerde gözlenmekte olan bu durum tesadüfle açıklanamaz. O halde tabiatın bünyesindeki bu gayeliliğin sırrı, ancak ‘evrensel yaratılış amacının gerçekleşmesi’ olabilir.” Aristoteles bu çerçevede tabiatta boş ve gayesiz hiçbir şeyin bulunmadığını, çünkü Tanrı’nın her şeyi belirli bir amaç için yarattığını söyler. Tanrı maddenin biçimlendirilişini, bu evrensel amaç çerçevesinde gerçekleştirir.
Aristoteles’e göre bir şeye ait gerçeklik, onun özü (Platon’un ideası) ile bir ve aynıdır. Platonun idea anlayışını eleştirmesine rağmen kendisi de onunkine oldukça benzeyen bir ontolojik sistem geliştirmiştir. Tümel kavramlarla gerçekliğe yaklaşabileceğimizi belirten Aristoteles, yine Platon’u hatırlatan bir şekilde varlığın bilinmesiyle varoluşun kendisi arasında tam ve bire bir ilişki olduğunu söyleyerek, ontoloji ile algı ve bilme olayları arasındaki kopmaz bağlara dikkat çeker.
Ancak, Aristoteles Platon’un aksine, bilginin esas kaynağını kavramlar arasındaki ilişkilerde değil, duyularla algılanan olgularda görmüştür. Ama sadece duyulara bağlı kalan bilginin yetersizliğini ve genelin bilgisinin önemini vurgulamaktan da geri kalmamıştır. Aynı şekilde mantıksal çıkarım ve akıl yürütmelerin mutlaka duyularla sağlanacak veriler ile doğrulanmasının gereğinin altını da çizmiştir. Buna karşılık, olgusal dünyanın akli bir düzene sahip bulunması nedeniyle, genel ve zorunlu bilgiye akıl yoluyla ulaşmayı da mümkün görmüştür.
Diğer taraftan Aristoteles, “nesnelerin gizli özelliklerini açığa çıkarmak amacıyla olağan şartların değiştirilmesi işlemi” olarak gördüğü deneyin, tabii bir yöntem olmadığı için, varlığın özünü açığa çıkarmakta yararlı olamayacağına inanmaktaydı. Aristoteles’in deneyi hor görüp, tabiat araştırmaları için en uygun yöntemin gözlem olduğu hususundaki bazı ifadelerine rağmen, uygulamada gözleme de yeterince yer vermemesi, eski Yunan düşünce
geleneğinde gözlem ve deneyin ihmal edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmış ve bu olumsuzluk, bu geleneği örnek alan başka toplumları da etkilemiştir.
Aristoteles’in ölümüyle birlikte antik Yunan felsefesinin altın çağı da kapanmış olur. Ancak bundan sonraki iki bin yıllık çok uzun bir dönem boyunca felsefe sahnesine çıkan tümAristoteles’in ölümüyle birlikte antik Yunan felsefesinin altın çağı da kapanmış olur. Ancak bundan sonraki iki bin yıllık çok uzun bir dönem boyunca felsefe sahnesine çıkan tüm yaklaşımlar, Platon ve Aristoteles’in öğretilerince yönlendirilmiştir. Antik dönemin geri kalan kısmında ve Orta Çağın ilk bölümünde hakim felsefi yaklaşımlar Platoncu renkler taşırken, ondan sonraki üç asır boyunca, yani yaklaşık 1500 yıllarına dek Aristotelesçi felsefe tek başına egemen olmuştur.
Platoncu ve Aristotelesçi öğretilerin etkilerinin dağılımı sadece zamana göre değil, coğrafyaya göre de değişiklikler arz eder. Meselâ, Alman felsefi geleneğinde Platon çoğu zaman Aristoteles’ten üstün görülürken, Anglosakson dünyasında ise Aristoteles’e gösterilen ilgi daha yoğun ve büyük olmuştur. Hemen tüm ünlü İngiliz üniversiteleri, asırlardan beri Aristoteles’in etik ve siyasi görüşlerinin en hararetli müdafileri ola gelmişlerdir. Onun akılcı, kuşkucu, empirist eğilimli ve serinkanlı kişiliği İngilizlerinkine benzediği için mi baştan beri bu tercihin geliştiği, yoksa Anglosakson karakterinin evriminde bizzat Aristoteles’in mi etkili olduğu hususu, başlı başına bir tartışma ve araştırma konusudur.



























































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder