2-)
BİLİM VE VARLIK
Bilimin
Gücü ve Sınırları
Bilimin
başta gelen gayesi, kâinatı ve insanı tanımak ve anlamaktır.
İşleyiş tarzını ana hatlarıyla gözden geçirmiş olduğumuz
bilimsel metodunun birçok bilim adamı tarafından yıllar
boyunca değişik sahalarda tatbiki sonucu acaba günümüzde
nasıl bir varlık ve insan anlayışına ulaşıldı? Bu soru, daha
önce verilen bilim sınıflamasında "empirik bilimler"
başlığı altında toplanmış olan bilim dallarının verileri
kullanılarak cevaplandırılabilir.
Empirik
bilim dalları arasında fizik; zaman, mekan, hareket ve maddenin
yapı özellikleri gibi temel
kavramları konu alması sebebiyle müstesna bir yere sahiptir.
Birinci bölümde tarih içinde, insanoğlunun kâinatı ve kendini
anlama ve tanıma çabalarının ne kadar eskilere uzandığı,
buna kıyasla empirik bilimlerin birçok dalının ortaya çıkışının
ise oldukça yeni olduğu ve şimdi çeşitli adlar altında mevcut
bulunan hemen bütün bilim dallarının, başlangıçta felsefenin
kapsamı içinde yer aldığını görmüştük.
Aristoteles,
felsefenin değerinin, insanlık için en önemli hususlar olan
"insan ve kâinatın nereden gelip, nereye gitmekte olduğu"
meselesini konu almasından kaynaklandığını söylemişti. Bu
hususlar, günümüzde de önemini aynen korumaktadır. Ne var ki,
günümüzde bilimin verilerinin çok büyük miktarlara ulaşmış
olması nedeniyle, artık tek bir insanın mevcut bilgilerin
tamamını, bütün teferruat ve incelikleriyle kendisinde
toplaması imkân harici görülmektedir. Her şeyi en mükemmel
şekilde bilen, geniş sistemler kuran filozof mefhumu, artık
tarihe karışmıştır. Şimdi bu hususlarla-o da her biri ancak
son derece dar bir ihtisas alanında olmak üzere- uğraşanlar,
teorik fizikçilerdir.
Denilebilir
ki, eski felsefe programlarının neredeyse yarısına yakın bir
bölümünü kaplayan zaman, mekan ve madde felsefesiyle ilgili
düşünce modelleri kurma işini, günümüzde teorik fizikçiler
üstlenmiştir.
Fizik,
eski yunanca "physike=tabiattan" kelimesinden köken alan;
“cisimlerin temel özelliklerini” ve “yapılarında bir
değişikliğe yol açmadan durumlarını veya hareketlerini
değiştiren kanunları” inceleyen bilimdir.
Bu
bilim; astrofizik, kozmoloji, jeofizik, dinamik, optik, elektronik
ve nükleer fizik gibi birçok alt dallara ayrılmıştır. Bunlardan
astrofizik ve kozmoloji, kâinatın ilk var edilişinden zamanımıza
kadarki devirlerine ait belli başlı olayların global bir
yaklaşımla ele alındığı branşlardır. Astrofizik verileri
tarafından belirlenen ve şekillenen kâinat modelini
incelemeye başlamadan önce, bilimsel teorilerin kapsamlarının,
sınırlarının ve temel niteliklerinin gözden geçirilmesi
gerekir. Acaba bilimsel teori ve kanunlar, kesin, mutlak, bundan
böyle hiç değişmeden kalacak statik ve sabit yapılar mıdır?
Veya, bu teori ve kanunlar, hiçbir yetersizlik ve tutarsızlığa
düşmeden her türden olguyu sürekli açıklayabilecek güç ve
kapasiteye sahip sistemler midir?
Bilim
felsefesi ve tarihi literatürü, bu soruların cevaplarının
“olumsuz” olduğunu gösteren birçok örnek içerir. Bunlardan
ilk göze çarpanları inceleyelim: Bilimsel teoriler, en az iki
yönden “sınırlı” olmak durumundadırlar. Bu sınırlılık
hallerinin ilki, yeni bir teorinin ortaya konduğu andan itibaren söz
konusu olmaya başlar; çünkü her teori, “belli bir bilim dalına
ait belli bir olguyu veya olgu grubunu” açıklamak üzere ortaya
atılır. Bu tür sınırlılık, kısmen de teoriyi olgulara
bağlayan belirli fonksiyonel tanım ile işlemlerden kaynaklanır
ve bundan dolayı her teori, ancak tanımlı olduğu belli bir alana
uygulanabilir.
Bilimsel
teorilerin ikinci türden sınırlılıkları ise bilimsel gelişme
sürecinin özelliğinden kaynaklanır ve ortaya çıkmaları,
belirli bir süreyi gerektirir. Bilimin gelişme şekli ile ilgili
pek çok görüş vardır. Bunlardan en çok taraftar bulan
ikisi, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünse de, aslında
aynı gerçeğin iki farklı cephesini tasvir ettikleri için
birbirlerini tamamlamaktadırlar. Bu görüşlerden ilkine göre
bilim yavaş, fakat sürekli ilerleyen bir bilgi üretme, sınıflama
ve biriktirme sürecidir. İkinci yaklaşıma göre ise bilimde
gelişme, teorik düzeyde yer alan köklü düşünme
değişikliklerinin bir sonucudur. Bu bakış açılarının her
ikisinde de gerçek payı vardır. Bilimin gelişimi,
karmaşık bir olaydır. Bu gelişimin bir cephesinin evrim,
diğer cephesinin ise devrim niteliği taşıdığını
görmekteyiz. Gerçekten, bilimsel ilerleme, geçerli bilgilerimiz
yönünden sürekli bir birikim, tespit edilmiş olguları yorumlama
ve açıklama yönünden ise ancak zaman zaman kendini gösteren
köklü düşünce değişimleri biçiminde tezahür etmektedir.
Bilim
tarihinde bu hususu destekleyen pek çok örnek bulunabilir. Geçmişte
gözlem ve deney yoluyla tespit edilmiş birçok olgu ve gerçek;
meselâ gezegenlerin hareketleri, gazların özellikleri, sarkaç
salınımı, gel-git olayı, cisimlerin serbest düşmesi ve
benzerleri; giderek artan bilgilerimizin bir bölümü
olarak bugün de geçerliliklerini sürdürmektedir. Bunları
bir yana itme, geçersiz sayma yoluna gidemeyiz. Bu gerçekler,
geçmişte keşfedilmemiş olsalardı, günümüzde bulunacaklardı.
Oysa
aynı devamlılığı, olguları açıklama amacıyla ileri
sürülen hipotez veya teorik nitelikli açıklamalarda
görememekteyiz. Bilim tarihinde aynı olgu grubunu açıklamak
amacıyla değişen aralıklarla, çoğu defa birbiriyle bağdaşmaz
hipotezlerin ortaya atıldığını görüyoruz. Meselâ,
gökcisimlerinin gözleme konu hareketlerinin açıklanması
amacıyla Eudoxus'dan Newton'a kadar geçen 2000 yıllık sürede,
birbirinden farklı birçok hipotezler ortaya atılmış; bu
hipotezler ampirik buluşlar gibi bir bilgi birikimi sağlamak
şöyle dursun; her biri bir öncekini yıkma, hiç değilse kısmen
değiştirme gayesine yönelmişti.
Daha
önce de söylediğimiz gibi her hipotez, kâinata belli bir bakış
açısını ifade eder; fakat başka muhtemel bakış açılarının
mevcudiyet imkânını ortadan kaldırmaz. Herhangi bir hipotezin
ortaya atılmasında veya benimsenmesinde, gözlemlere uyma ve
olguları açıklama gücü kadar, kişisel yaklaşım, inanç
ve tercihler de rol oynamaktadır. Bu nedenledir ki, zaman
zaman aynı alanda rakip hipotezlerin ortaya çıktığını ve
bunlardan yeterince doğrulandıktan ve teori özelliğini
kazandıktan sonra, uzun bir süre boyunca tutunabilenlerin bile
birtakım şartların oluşmasıyla geçerliliklerini-bazen de hiç
beklenmedik bir biçimde-kaybettiklerini görmekteyiz.
Çoğu
kez ilk kuruluşlarında evrensel kapsamlı olduğu sanılan
teorilerin bile, gözlem ve deney alanlarının genişlemesine
paralel olarak zamanla yetersizlikleri ortaya çıkmıştır. Bunun
en iyi bilinen örneği, Newton'un bulduğu gravitasyonel çekim
kanunudur. Yüzyılımıza gelinceye kadar bu teorinin
geçerliliği, mutlak ve sınırsız kabul edilmiştir. Ne var ki,
bazı yeni gözlemler, meselâ Merkür gezegeninin hareketindeki
sapma ve özellikle yörüngesinin güneşe en yakın noktadaki
gerileme hareketi, teorinin mutlak ve sınırsız geçerlikte
olmadığını ortaya koymuştur. Benzer şekilde kimya dalında
uzun süre "birleşme değeri", mutlak ve sınırsız
geçerlikte olduğu sanılan "elektron bağı" kavramı
ile açıklanmakta iken, benzen halkasının tasvir ve izahı ile
ilgili birtakım zorluklar karşısında, "elektron bağı"
kavramı, uygulanma imkânı bulamamıştır. Bu örnekleri daha
fazla çoğaltmak mümkünse de, gayemiz sadece, baştan tahmin
edilmemekle birlikte her teorinin er-geç açıklama veya tahmin
gücünü aşan bazı yeni gözlemlerle karşı karşıya
kalacağını ifade etmek olduğu için, bunlarla yetineceğiz.
Teorilerin
sınırlılığını gösteren bu gerçek aslında bilimde yeni
ilerleme ve gelişmelerin de itici gücünü teşkil
etmektedir. Bilim tarihi, yeni ve daha güçlü bir teorinin ortaya
çıkması için, daha önceki bir teorinin bazı gözlem verileri
karşısında yetersiz kalması gerektiğini gösteren örneklerle
doludur. Nitekim bu iki örneğimizden ilkinde, Newton’un çekim
teorisinin yetersizliği, muhtevası daha geniş bir teoriye,
Einstein'ın genel relativite teorisine zemin hazırlamıştır.
İkinci örnekteki "elektron bağı" mefhumunun
benzen halkasına uygulanamaması hadisesi de "kuantum
rezonansı" denilen daha güçlü bir kavramın keşfine imkân
sağlamıştır. Her iki halde de yeni teoriler; eski
teorilerin kapsamına giren olgularla birlikte, sınırları
dışında kalan olguları da açıklama potansiyeline sahip
olmuşlardır.
Görüldüğü
gibi bilimin gelişimi ne tek başına birtakım teorik görüş
değişikliklerinden, ne de yalnızca birbirine eklenen sürekli bir
veriler ve bulgular zincirinden ibarettir. Bu iki merhale,
aslında birbirini tamamlayıcı bir niteliktedir. Bazı buluşlar,
yeni teorilere yol açtığı gibi, yeni teoriler de, farklı bazı
gözlem ve deneylere kapı açmakta, dolayısıyla yeni
buluşların şartlarını hazırlamaktadır. Veri bazındaki
buluşlarla, teorik açıklamalar arasındaki bu karşılıklı
etkileşme, bilimde gelişmenin gerçek itici gücünü temin
eden mekanizmadır. Bu itici güçten kaynaklanan bilimsel
gelişmenin iki dönemli bir proses olduğunu söyleyebiliriz:
Dönemlerden biri, teorik "düzeyde açılma"dan, diğeri
bu açılmanın empirik düzeyde pekiştirilmesinden ibarettir. Fakat
her pekiştirme, er geç, yeni bir açılmanın gereklerini
oluşturmakla neticelenmektedir.
Günümüz
biliminin verilerinin tasvir ettiği kâinat modeli
araştırılırken, bilimsel teorilerin bu özellikleri de göz
önünde bulundurulmalıdır.
Bilimsel
Verilerin Ortaya Koyduğu Kâinat ve İnsan Modeli
Kâinatın
Yaratılışı
Astrofizikçilerle
astronomların başlıca bilgi kaynağı ışıktır. Bu
disiplinin çalışma sahasına giren olguların hemen tamamı
dünya dışına ait olduğundan, tasvirleri ve açıklanmaları
için çok defa sadece oralardan gelip, bize ulaşan ışığı
tetkikle yetinme zorunluluğu vardır.
Işık,
bir tür elektromanyetik radyasyondur. Elektromanyetik
radyasyonlar, dalga boylarına göre "..., gamma
ışını, x-ışını, morötesi ışın, görünür ışık,
kızıl ötesi ışın, radar dalgaları, TV dalgaları ve radyo
dalgaları..."
şeklinde sıralanan bir spektral yelpaze teşkil ederler.
20’inci
yüzyılın ilk yarısında, muhtelif galaksilerin spektrografik
tetkikleri sonucu bulunan "kırmızıya kayma"
hadisesi, günümüzde benimsenmiş olan kâinat modelinin
şekillenmesinde çok büyük bir rol oynamıştır. Daha
sonra, uzayın her tarafından gelmekte olan yeni bir
elektromanyetik radyasyon türünün keşfi ile de bu modelin
doğruluğu ispatlanmıştır. Bu ışıma, uzayın her tarafına
dağılmış olduğu için "kozmik fon radyasyonu" olarak
adlandırılmıştır.
Birinci
hadise, ilk defa Alman astronomu H. K. Vogel tarafından,
yıldız tayflarının fotoğraflarıyla ilgili çalışmalar
esnasında fark edildi. Vogel, çeşitli yıldızlara ait ışık
spektrumlarını
fotoğraf
filmlerine almaktaydı. Gözümüz tarafından beyaz olarak
algılanan ışık, aslında değişik dalga boylarına sahip,
farklı renklerdeki ışınların bileşiminden müteşekkildir.
Bu husus, ince bir güneş ışığı huzmesinin bir prizmadan
geçirilmesi suretiyle gözlenebilir. Prizma vasıtasıyla
bileşenlerine ayrılan ışık demeti aynı zamanda da "genişler".
Prizmadan
geçen bu huzme, beyaz ve düzgün bir zemin üzerine
düşürüldüğünde, dalga boyu en uzun olanından en kısasına
doğru; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi ve mor renk
bantlarının yan yana dizilmesiyle bir tayf teşekkül eder.
Gökkuşağı da benzer bir şekilde oluşur. Lineer bir yol
izlemekte olan güneş ışınları, yağmur damlacıklarına
rastlayınca, farklı kırılma açılarına sahip olan
dalga boyları birbirlerinden ayrılır.
Yıldızlardan
ve galaksilerden gelen ışığın da tayfları elde
edilebilir. Güneşin ve diğer yıldızların tayfları
dikkatle incelendiğinde, bir takım siyah çizgiler ihtiva
ettikleri görülür. Bu çizgiler, yıldızın atmosferinde
bulunan atomların emdikleri belirli dalga boylarında oluşur. Her
element atomu, sadece kendine has bir renk bölgesini, yani
dalga boyunu absorbe eder. Böylece, absorbsiyon çizgilerine
bakarak, kendisinden yayılan ışığın bize ancak milyonlarca
yılda ulaşabildiği müthiş uzaklıklardaki yıldızların
atmosferlerini teşkil eden elementleri belirlemek mümkün olur.
Teleskopla
kombine kullanılan "spektrograf " adlı cihazlardaki
mercekler, tayfları büyüterek fotoğraf filmleri üzerine
düşürebilir. Bu tayf fotoğrafları incelendiğinde,
yıldızlardan gelen ışığın absorbsiyon çizgilerinin
tamamının hep birlikte, normalde bulunmaları gereken yerden,
kırmızı uca doğru kaymış oldukları gözlenir. Kırmızıya
kayma adı verilen bu fenomen, tayfı incelenen yıldızın bizden
uzaklaşmakta olduğunu gösterir. Çünkü ışık veya ses
dalgaları neşrederek bir gözlemciden uzaklaşmakta olan
cisimlerden yayılan ışık veya sesin dalga boyu, o gözlemci
tarafından sanki uzamış gibi müşahede edilir. Kaynağın
gözlemciye yaklaşması halinde ise bunun tersi vuku bulur. Büyük
bir hızla yaklaşarak, yanımızdan geçip giden bir tren veya
ambulanstan yayılan sesin önce tizleşip, sonra da pesleşmesinin
nedeni, sesin dalga boyundaki bu relatif kısalma ve uzamadır.
Tizleşme, sesin dalga boyundaki izafi kısalmadan, pesleşme de
uzamadan kaynaklanır.
Kırmızıya
kayma fenomeninin H. Y. Vogel tarafından yıldız tayfı
çalışmalarında fark edilişinden birkaç yıl sonra,
Amerika'daki Lowell Rasathanesi'nde galaksileri incelemekte olan
V. M. Slipher, bu ilginç durumun diğer galaksiler için de geçerli
olup olmadığını anlamak için, 40 dan fazla galaksinin
hareketlerini ve tayflarını inceledi. Bu çalışma sonunda,
samanyolunun da üyesi olduğu galaksi kümesi elemanları
dışındaki bütün galaksilerin, neredeyse ışık hızına yakın
süratlerle bizden uzaklaşmakta olduklarını buldu. O yıllarda bu
hız değerlerinin, galaksilerin uzaklıklarıyla doğru
orantılı olabileceği düşünülmüş, ancak galaksiler
arası mesafeler bilinmediği için bu görüş ispatlanamamıştı.
Nihayet E. Hubble, birçok galaksinin uzaklığını oldukça kesin
bir şekilde hesapladıktan sonra, bu değerleri Slipher'in
ölçtüğü hızlarla karşılaştırarak, gerçekten de
galaksilerin uzaklaşma hızlarının, bulundukları mesafeyle
orantılı olduğunu ortaya koymuş oldu.
Bu
önemli ilişki, M. Humanson adlı araştırıcının daha
uzaklardaki galaksiler için yaptığı gözlemlerle de teyit edildi.
Galaksilerin bizden uzaklaşma hızlarıyla uzaklıkları
arasındaki münasebet, Hubble'ın adıyla anılan bir bağıntı
ile ifade edilir. Burada Gv
bir galaksinin uzaklaşma hızı; Gx
de dünyaya olan mesafesi olup, orantı katsayısı olan H, Hubble
sabiti olarak bilinir:
Gv=HGx
Zaman
içinde yeni tekniklerin geliştirilmesiyle daha hassas gözlemler
yapıldıkça, bu bağıntının çok daha uzaklardaki galaksiler
için de geçerli olduğu ortaya çıkarılmıştır. Hubble'ın 46
kırmızıya kayma fenomeni tespit etmiş olmasına karşılık,
Humason'un araştırmalarıyla bu sayı 200'e ulaşmıştır.
Günümüzde ise bu değer 15 000'e yaklaşmıştır.
Samanyolunun
dahil olduğu galaksi kümesine ait birkaç galaksi dışındaki
bütün diğer galaksilerin bizden uzaklaşıyor olması,
samanyolunun kâinatın merkezi konumunda olduğu manâsına gelmez.
Hadise, bir galaksinin ortada dururken, diğerlerinin ondan
uzaklaşması şeklinde değil, bütün galaksilerin
aralarındaki mesafelerin topyekûn artması sonucu, kâinatın
global bir tarzda genişlemesi biçiminde anlaşılmalıdır. Bu
durumda, gözlem hangi galaksi kümesinden yapılırsa yapılsın,
daima aynı olgu müşahede edilecektir.
Galaksilerin
böyle büyük hızlarla birbirinden uzaklaşmakta oluşu,
kâinatın büyük bir süratle "genişlemekte" olduğunu
gösterir. O halde kâinat dün, bugün olduğundan daha küçüktü,
evvelki gün de dünkünden...Bu şekilde gerisin geriye geçmişe
uzanan bir gezi tahayyül edersek, kâinat gittikçe küçülüp
daralan bir kâinatla karşı karşıya kalırız. Nihayet, sonunda
öyle bir noktaya ulaşılır ki bugün mevcut bulunan milyarlarca
ışık yılı çapındaki makro alem, iğne ucundan bile çok daha
küçük bir noktacığın içine sığmış olur.
İşte
bütün kâinat, geçmişte kalan o “an” içinde, “tek bir
nokta”dan varedilmiştir. Big Bang, yani büyük patlama hadisesi
esnasında kâinatın şu an mevcut bütün kütle ve enerjisi nokta
küçüklüğündeki bir mekan içine sığdırılmış
durumda idi. Yaratılış patlamasının vuku bulduğu "o"
an dan önce ise fiziksel varlıklar, mekan ve zaman yoktu. Big
Bang, müthiş miktarlarda enerjiyi serbest bırakan bir “yaratılış
patlaması”
dır.
Belirli
bir zaman içinde kâinatın biraz genişlemesiyle, trilyonlarca
dereceye ulaşan sıcaklıktaki bu “varlık
öncesi enerji karışımı”ndan
ilkin atomaltı parçacıklar yaratıldı. Daha sonra radyasyon
yoğunluğu ve sıcaklık, atomların teşekkülüne imkân
sağlayacak seviyeye indi. Mekanın daha da genişlemesi ve
sıcaklığın da azalması ile atomlar, önce küçük gaz
öbekleri, sonra da nebula adı verilen dev gaz bulutları
halinde kümelendiler. Nebulaların bünyesindeki gazların yer yer
yoğunlaşması sonucu yıldızlar, bunların belirli bir sistem
oluşturacak tarzda organizasyonuyla da galaksiler varedildi.
Big
Bang adı verilen bu yaratılış teorisi, bugün hemen bütün
bilim adamları tarafından benimsenmektedir. "Kırmızıya
kayma" fenomenini açıklamak üzere kurulan Big Bang
hipotezini geçerli bir teori haline getiren delillerden en
önemlisi, bu hadisenin müşahedesinden yaklaşık 35 yıl kadar
sonra bulunmuştu. A. A. Penzias ve R. W. Wilson adlı iki
radyoastronomun, çok uzak geçmişte vuku bulan bu dev patlama
hadisesinden "geriye kalmış olması gereken" fosil
radyasyonu yani, kozmik fon ışımasını keşfetmeleri,
kendilerine 1978 Nobel Fizik ödülünü, Big Bang hipotezine de
"evrensel geçerlilikte bir teori" statüsünü kazandırdı.
Kâinat
Modelleri
Big
Bang teorisine dayanarak, muhtemel bütün kâinat modellerinin
temel unsurları olan zaman, mekan ve maddenin yapısıyla ilgili çok
önemli çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Big Bang
hadisesinden günümüze kadar geçen zaman, galaksilerin hızları
ile uzaklıkları arasındaki ilişkiyi ifade eden bağıntı
kullanılarak hesaplanabilir: Gv=HGx
Bu
bağıntının geçerliliği hususunda artık günümüzde bütün
bilim adamları hemfikir olmakla birlikte, orantı katsayısı "H"
nin değeri üzerinde henüz tam bir mutabakat sağlanamamıştır.
Galaksilerin uzaklığını ölçmede en yaygın şekilde kullanılan
skala, "sefeid"ler adı verilen yıldız gruplarıdır.
Samanyolunda ve komşusu Andromeda'da bir çok sefeid grubu
bulunmuştur. Bu yıldızların parlaklıkları, periyodik olarak
çoğalıp azalır. Bu süre, yıldızın ışıma miktarı ile
doğru orantılıdır. Yani bir yıldızın lüminositesi ne
kadar fazlaysa, bu osilasyon süresi o kadar uzun olacaktır.
Sefeid
yıldızlarının parlaklık, ışıma osilasyonu ve büyüklük
gibi parametrelerinden istifade edilerek, uzaklıkları
hesaplanabilir. Sonra bu parametrelerden bazılarının mukayesesi
suretiyle, daha uzaklardaki galaksilerin bize olan
mesafeleri bulunabilir. Ancak, uzaklığı araştırılan
galaksilere oranla, referans yıldız gruplarının dünyamıza çok
yakın olması sebebiyle sefeidlerin bu parametrelerinin
ölçümlerindeki en küçük değer farklılıkları, galaksilerin
hesaplanan uzaklıklarında, dolayısıyla da "H"de çok
büyük değişikliklere yol açmaktadır
Bu
nedenlerle "H" için teklif edilen değerler "bir
milyon ışık yılı için 15 ilâ 30 km/sn" arasında
değişmektedir. Yani, galaktik mesafe araştırmalarında,
“optik ya da radyo” teleskoplarla rasat edilen her bir milyon
ışık yılı (9,4605x1018
km.) mesafe başına, galaktik uzaklaşma hızı 15 ilâ 30 km.
kadar artacaktır. Bu durumda dünyamızdan 100 milyon ışık
yılı ötede bulunan bir galaksinin uzaklaşma hızı, saniyede 1
500 ilâ 3 000 km. arasında olacaktır.
Galaksilerin
mesafeleri ile uzaklaşma hızları arasındaki Gv
=HGx
bağıntısı, v= x/t olduğu için Gx/t=HGx
ve (t=1/H) şeklinde yazılabilir. H'nin farklı değerleri
için t'nin hesaplanan değerleri, yani galaksilerin öncü
formlarının tamamının bir arada bulunduğu yaratılış anından
günümüze kadar geçen zaman, takriben 10 ilâ 20 milyar yıl
arasında değişmektedir. Görüldüğü gibi kâinatın yaşı
için bulunan değer kesin değildir. Ancak kesin olan şey, kâinatın
ve içindekilerin sonsuzdan beri varolmayıp, belli bir zaman
önce yaratılmış olduğudur.
Kozmoloji,
fiziksel alemin bir bütün olarak kavranıp, anlaşılması
amacıyla tüm tabiat bilimlerine ait sonuçların bir araya
getirilerek ortak bir plâtformda değerlendirmeye tâbi tutulduğu
bir disiplindir. Astronomi ve astrofizik, kozmoloji
çalışmalarına en yüksek miktarda veri sağlayan bilim
dallarıdır. Kozmologlar kâinatı, bir bütün halinde, orijin,
şekil, yapı, bileşim ve büyüklük gibi temel özellikleri
açısından, global bir bakış açısıyla ele alırlar.
Böylelikle "nasıl
bir kâinatta
yaşamakta
olduğumuz"
sorusuna; başta astronomi ve astrofizik olmak üzere, çeşitli
bilim dallarına ait verileri kullanarak, bir takım "kozmolojik
modeller" kurmak suretiyle cevaplar bulmaya çalışırlar.
Teorik
olarak-bilim tarihi boyunca çok sayıda örneği sergilenmiş
olan-pek çok sayıda kozmolojik model kurmak mümkün olmakla
beraber, temel nitelikleri bakımından bunların tamamı, iki ana
guruba ayrılabilirler. Bu ana gurupları temsil eden modeller,
birbirlerinden tamamen farklı üçer temel önermeden oluşur.
Bu iki esas modelin aynı sıra numaralı temel önermeleri,
mantık diliyle, birbirlerinin "değili"dirler.
Bu modeller ve temel önermeleri şöyledir:
ESAS
MODEL-I
|
ESAS
MODEL-II
|
1-)
Belirli bir zamanda yaratılmış olan sonlu yapıdaki kâinatın
varlığı birgün sona erecektir.
|
1-)
Kâinatın başlangıcı, sınırları ve sonu yoktur.
|
2-)
Kâinatta bir gayelilik vardır.
|
2-)
Kâinatın varoluşunda hiçbir amaç söz konusu değildir.
|
3-)
Kâinatın, varediliş amacına uygun bir plânı ve düzeni
vardır.
|
3-)
Kâinattaki herşey rastlantılarla zorunlulukların bir
sonucudur.
|
Bu
esas modeller, teistik
ve
ateistik
kozmoloji sistemleri olarak da adlandırılabilirler. Ateistik
kozmoloji modeli, materyalizmin varlık felsefesinin esasını
oluşturur. Görmüş olduğumuz gibi bilimin en popüler
teorilerinden biri olan Big Bang’de, teistik kozmolojik modelin
birinci önermesi temel bir prensip olarak benimsenmiştir. Çekim
kuvvetlerinin tesiriyle kâinatın genişlemesinin günün birinde
durması ve tüm varlıkların tekrardan başlangıç noktasına
dönmesi muhtemeldir. Fakat bundan önce yıldızların termonükleer
reaksiyonlarında kullanılan yakıtların bitmesi ile bir
"enerji tükenmesi kıyameti" vuku bulabilir. Öyle ya da
böyle, kâinatın günün birinde sonlanması kaçınılmaz
görünmektedir.
Ateistik
modelin birinci önermesi ise "steady state" veya "durgun
kâinat" olarak adlandırılan modelin temel ilkesidir. Bu
modele göre sonsuzdan beri var olup, sonsuza kadar da
mevcudiyetini sürdürecek olan kâinat için, herhangi bir başlangıç
veya sonlanış tasavvur dahi edilemez.
Yüzyılımızın
başlarında felsefe ve bilim çevrelerini kasıp kavuran ve 1917
Rus ihtilaliyle resmen bir devlet ideolojisi olarak siyaset,
ekonomi, ve hukuk gibi sahalarda da uygulamaya konan materyalizmin
ateistik kozmolojik modeli, o yıllarda bilim dünyasına, mutlak
bir gerçekmiş gibi lanse edilmekteydi. İdeolojiden bağımsız
objektif bilimsel verilerle pek uyuşmayan bu görüş, en geniş
ufuklu bilim adamlarının dahi elini kolunu bağlamış
durumdaydı. 1916'da bilim dünyasına tanıttığı genel relativite
teorisiyle yüzyılımız fiziğine yepyeni bir boyut ve bakış
açısı kazandıran A. Einstein bile o yıllarda bu baskıya boyun
eğmişti. Bütün matematiksel hesaplamaları, "genişleyen ve
belirli bir zamanda yaratılmış olan" kâinat modelini
desteklemekte olduğu halde Einstein, sırf bilim çevrelerine
egemen olan bu materyalist baskılar sebebiyle, yüzyılın en
önemli buluşlarından biri olan teorisini, ateistik modele
adapte edebilmek için "tahrif ederek" kamuoyuna
açıklamak zorunda kalmıştı.
Bu
olay, ünlü fizikçinin ölümünün 100. yıl dönümü
münasebetiyle Time dergisinde yayımlanan bir makalede şöyle
anlatılır: "... Einstein,
astronominin yeniden canlılık kazanmasına, kâinatın
başlangıcının ve tarihi gelişiminin anlaşılmasına çok
önemli katkılarda bulunmuş olan bir bilim adamıdır.
Einstein'ın hesapları "genişlemekte olan" bir
kâinata işaret etmekteydi. Bu gerçek, hakim çevreleri son
derece rahatsız etti. Einstein, bunun üzerine "matematiksel
bir el çabukluğuyla" denklemlerine, kâinatın durgun ve
sonsuz olduğunu düşündürecek bir ilâve yaptı. Ne var ki
on yıl kadar sonra astronom E. Hubble, bütün galaksilerin
birbirinden uzaklaşmakta, yani kâinatın genişlemekte olduğunu
gösterince; Einstein, yaptığı tahrifatı düzeltti ve bunun
"bilimsel kariyerinin en büyük hatası" olduğunu
itiraf etti..."
Fizik
gibi, matematiğin sağladığı ifade berraklığı ve
kolaylığından alabildiğine yararlanılan bir bilim dalında
bile ideolojik baskıların böylesine etkili olabilmesi, biyoloji,
psikoloji ve sosyoloji gibi başlıca ifade araçları günlük
konuşma dili olan bilim dallarında geliştirilen teorilerin son
derece dikkatle test edilmesinin nasıl kesin bir zorunluluk
olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kâinatta
Gayelilik
Astronomi
biliminin verileri ışığında, kâinatın başlangıcından
günümüze kadarki gelişim tarihini ve temel yapı özelliklerini
ana hatlarıyla gözden geçirmek suretiyle, iki esas kozmolojik
modelin diğer varsayımları da irdelenebilir.
Big
Bang, izafiyet ve termodinamik kanunlarına göre, yaratılıştan
hemen sonra kâinatın sıcaklığı, trilyonlarca derece
olmalıdır. Böyle yüksek sıcaklıklarda madde de radyasyon
özelliği göstereceğinden, o sıralarda kâinatın tamamen
enerjiden-adeta bir tür kudret denizinden-ibaret olduğu da
söylenebilir. Sıcaklık, kâinatın genişlemesiyle ters
orantılı olarak değişir. Meselâ, hacim iki katına çıkınca
sıcaklık yarıya iner. Saniyenin yüzde biri kadar bir zamanın
geçmesiyle, sıcaklık birkaç milyar dereceye düşmüş
olmalıdır.
"m"
kütlesine sahip bir parçacık, kütlesinin ışık hızının
karesiyle
çarpımına
eşit miktarda enerji (E) ihtiva eder. Bu hususu Einstein ünlü
E=mc2
bağıntısıyla
ifade etmiştir. Veya (E) miktarındaki enerjinin madde şeklinde
organizasyonuyla, m kütlesinde bir çift parçacık yaratılmış
olur. Bu enerji-madde dönüşüm bağıntısı çerçevesinde,
tamamen enerjiden ibaret olan kâinatın genişleyerek
soğumaya başlamasını takiben, atomaltı parçacıklar
yaratılmaya başlamıştır. Fokur fokur kaynayan bu kozmik
karışım hâlâ öylesine yoğun ve sıcaktır ki, fotonlar
dahi bu şartlarda serbestçe hareket edememektedir. Fotonlar ve
parçacıklar arasında sürekli olarak şiddetli çarpışmalar
vuku bulmaktadır.
Nihayet
ilk üç dakika sonunda sıcaklığın bir milyar dereceye kadar
inmesiyle çarpışmaların şiddeti, nötron ve protonların
biraraya gelerek hidrojen ve helyum çekirdekleri teşkil
etmelerine imkân sağlayacak kadar azaldı. Büyük patlamanın
üzerinden yaklaşık olarak yarım saat geçmesiyle mevcut
atomaltı parçacıkların takriben dörtte biri helyum çekirdeği
tarzında organize olurken, diğer protonlar ise serbest
hidrojen çekirdekleri olarak kalmıştı. Kâinatın genel kimyasal
yapılanma süreci böylece tamamlanmış oldu.
Atomaltı
parçacıklar hidrojen ve helyum çekirdekleri halinde organize
olurken, kâinat müthiş bir süratle genişlemeye devam etmekte
ve buna bağlı olarak yoğunluk ve sıcaklığı giderek düşmekte
idi. Ama yine de kâinatın, elektronların çekirdeklerin
çevresinde belirli yörüngelere yerleşmesiyle atomların
teşkiline imkân verecek sıcaklık ve basınç derecesine ancak
bir kaç yüz bin senelik bir sürenin geçmesinden sonra ulaşmış
olduğu hesaplanmıştır.
Big
Bang teorisine dayanarak yapılan çıkarımlara göre ilk kâinat
maddesi esas olarak, yaklaşık dörtte biri helyum, geri kalanı da
hidrojen olan başlıca iki element atomu şekline taksim edilmiştir.
Son yıllarda yapılan araştırma ve hesaplamalar, bu karışımın
içinde çok az miktarlarda lityum, berilyum ve bor gibi elementlerin
de bulunabileceğini göstermektedir.
Atomların
teşekkülünden sonra sıcaklığın dört-beş bin dereceye
inmesiyle birlikte, kâinatı homojen olarak dolduran ve
yaratılış patlamasının tesiriyle ışık hızına yakın
müthiş bir süratle her yönde saçılmakta olan "ilk
madde" atomları, henüz anlaşılamamış olan bir
mekanizma ile yer yer, güneşin 200-300 milyar katı kütledeki
dev gaz bulutları halinde kümelenip, yoğunlaşmaya başlamıştır.
Bunlar, yıldız adaları olan galaksilerin ilk çekirdekleridir.
Ancak
bu kümelenmenin nasıl başlayıp, geliştiği ve bu gaz
bulutlarından oluşan yıldızların nasıl galaksiler,
galaksilerin de nasıl galaksi kümeleri tarzında organize
olduğu sorularına henüz herkesçe kabul edilen uygun cevaplar
bulunamamıştır. Aslında bu olay, meselâ, odaya sıkılan
spreyden çıkan partiküllerin tavanda, olimpiyat oyunlarının
sembolüne benzeyen beş adet birbiri içine geçmiş çember yada
küre oluşturarak asılı kalmaları veya yukarıya doğru atılan
bir avuç kumun, yere kumdan bir kale oluşturacak şekilde
düşmeleri kadar şaşırtıcıdır. Ama kâinatın bugün
müşahede ettiğimiz duruma gelebilmesi için bu kümelenme
hadisesinin gerçekleşmiş olması da gerekli görülmektedir.
Kâinatın
varoluşunun daha ilk saniyelerinden itibaren vuku bulmuş pek çok
hadiseyle ilgili son derece ayrıntılı hesaplamalar ve
çıkarımlar yapılabilirken, aynı başarı galaksilerin
teşekkülü hususunda gösterilememektedir. Bu dev gaz kümeleri
içinde oluşan ortalama birkaç yüz milyar yıldızın yine
henüz tam olarak anlaşılamayan bir mekanizmayla, belirli bir
plân çerçevesinde organizasyonu ile galaksiler meydana
gelmiştir.
Galaksiler,
kâinatın en büyük müstakil yapısal üniteleridir.
Ortalama büyüklükte bir galaksi 200 milyar kadar yıldız ihtiva
eder. Işık böyle bir galaksiyi bir baştan diğerine yüz bin
yılda kat edebilir. Bu ortalama değer spiral tipteki galaksilere
ait verilerden hesaplanmıştır. Küre şekilli galaksiler çok
daha büyük olabilir. Bazı gözlemlerde trilyonlarca yıldız
ihtiva eden küresel galaksiler tespit edilmiştir.
Galaksileri
oluşturan yıldızların, galaksinin merkezi çevresinde,
gezegenlerin güneş çevresindeki hareketlerine benzer bir tarzda
dönmekte olduğu gözlenmiştir. Meselâ güneş, samanyolunun
çevresinde takriben saniyede 300 km.’lik bir hızla yol
almaktadır. Bütün yıldızların samanyolu çevresinde tam bir
tur dönmeleri ortalama olarak 250 milyon yıl sürer. Bir kaç
düzineden binlerceye kadar değişen sayıda galaksinin biraraya
gelmeleri ile de "galaksi kümeleri" oluşur.
˚
Galaksiler esas olarak yıldızlar ile yıldızlararası
ortamı oluşturan gaz ve toz bulutundan müteşekkildir. Herhangi
bir galaksi içindeki gaz ve toz bulutlarından 500 ilâ 1000
yılda bir yeni bir yıldız doğar. Yıldızlar arası
ortamdaki gaz ve toz bulutlarının hacimleri bazen çok büyük
olabilir, ama bulutu teşkil eden atomların konsantrasyonu son
derece düşüktür. Astronomlar bu bulutlara "nebula"
adını verir. Bir nebulanın santimetre küpünde ancak 10 kadar
atom bulunur.
Oysa
soluduğumuz atmosferdeki gazlarının santimetre küpü "30
milyar kere milyar" atom ihtiva eder. Nebulaların içinde
bulunan ve önemli bir kısmı hidrojen ve helyumdan oluşan
atomların konsantrasyonu böylesine düşük olduğu halde, bunlar
bazen o kadar geniş hacimler kaplarlar ki, bünyelerinde
güneşimize benzeyen pek çok yıldızın meydana gelmesine
yetecek kadar materyal bulunabilir.
Nebulalar
oldukça soğuktur. Yaklaşık –173˚C
sıcaklıkta olan bu gaz ve toz bulutlarını teşkil eden atomlar
çok yavaş hareket ederler ve birbirleriyle hemen hemen hiç
çarpışmazlar. Halihazırdaki münferit yıldız oluşumu
hadiselerinde de atomların nebula içinde hangi mekanizma ile
yoğunlaşmaya ve kümeleşmeye başladığı tam olarak
bilinememektedir. Bu yoğunlaşma odağı bir kere teşekkül
ettikten sonra, zamanla çevresinde giderek artan miktarda madde
birikir. Neticede yarıçapı milyarlarca kilometre olan ve güneş
kütlesinin birkaç katı fazla madde ihtiva eden dev bir gaz
kümesi meydana gelir. Zaman içinde daha da büyüyen küme,
sonunda "kendi ağırlığını taşıyamaz" hale gelir
ve her yönden merkeze doğru basınç yapan trilyonlarca ton
gazın ağırlığı, kitlenin içeri doğru "çökmesine"
sebep olur. Gaz kümesi bu defa da kendi çekim kuvvetinin tesiri
altında giderek küçülmeye başlar. Bir süre sonra merkezi
oluşturan bölümde çok yüksek basınç ve yoğunluk değerleri
ortaya çıkar. Bir bisiklet tekerleğini şişirmekte
kullanılan pompadaki havanın sıkışınca ısınmasına benzer
şekilde, çökmekte olan kümenin çekirdeğinde bulunan gaz
kitlesinin de basıncı arttıkça, sıcaklığı yükselmeye
başlar.
İlkin
tıpkı koyu bir gölge gibi kapkaranlık olan gaz kümesi, şimdi
ısınan gazların parıldamaya ve ışıldamaya başlamalarıyla
mat kırmızı bir renk almıştır. Bu gaz kümesi, artık bir
"yıldız taslağı" haline gelmiş sayılır. Bu arada,
çekim kuvvetinin tesiriyle büzülme devam etmekte ve merkezinde
gazların da basınç ve sıcaklık değerleri buna bağlı olarak
artmaktadır. Nihayet yıldız taslağının merkezindeki
sıcaklığın 10 milyon derece mertebesine ulaşmasıyla, burada
"termonükleer reaksiyonlar" başlar. Bu sıcaklık
seviyesinde hidrojen atomlarının çekirdekleri öylesine büyük
hızlarla hareket eder ki, iki tanesi çarpıştığında hemen
birbiriyle kaynaşır.
Böylece
hidrojen atomu helyum atomuna dönüşmüş olur. Kaynaşan her dört
hidrojen çekirdeğine karşılık bir helyum çekirdeği ortaya
çıkar. Sonuçta oluşan helyum çekirdeğinin kütlesi,
kendilerinden meydana geldiği dört hidrojen çekirdeğinin
toplam kütlesinden daha azdır. Kaybolan (m) kütlesi, E=mc2
bağıntısına uygun miktarda enerjiye dönüşmüştür.
Termonükleer reaksiyon veya füzyon denen bu hadise, bilinen “en
büyük enerji verici” reaksiyonlardan biridir. Yıldızın
çekirdek kısmında açığa çıkan bu enerji, sonunda artık
yıldız taslağının kendi ağırlığını taşıyabilmesine
imkân sağlar. Büzülmenin durması ve olayların istikrar
kazanması ile yeni bir yıldız doğmuş olur.
Güneş
gibi bir yıldızda, saniyede yaklaşık 600 milyon ton hidrojen,
helyuma dönüşür. Güneşimizin mevcut hidrojen stokunun, bu
reaksiyon zincirinin daha 5 milyar yıl boyunca sürmesine yetecek
miktarda olduğu hesaplanmıştır.
Gün
gelip, yıldızın merkezindeki bütün hidrojen tükendiğinde,
helyum sentezi durur. Dışarıya doğru fışkıran enerji
kesilince, yıldızı teşkil eden atomlar, kendilerini merkeze çeken
gravitasyon kuvvetine karşı desteklerini yitirmiş olurlar. Nihayet
kendi ağırlığını taşıyamaz hale gelen helyumdan zengin
çekirdek de çökmeye başlar. Bu şekilde sıkışan çekirdeğin
sıcaklığı da giderek yükselir. Her ne kadar merkez
bölümündeki hidrojen tükenmişse de, yıldızın çevre
tabakalarında hâlâ bol miktarda hidrojen mevcuttur.
Merkez
bölümünün sıcaklığı belirli bir dereceye ulaşınca,
çekirdeği çevreleyen tabakadaki hidrojen atomları birbirleriyle
kaynaşmasıyla, helyum sentezi başlar. Bu reaksiyondan açığa
çıkan ısının tesiriyle çekirdeğin etrafındaki tabakalar yavaş
yavaş genişler. Oysa merkezdeki gravitasyona bağlı çökme
olayı devam etmektedir. Yükselen basıncın sonucu olarak
sıcaklığı 100 milyon derece mertebesine ulaşan helyumdan
zengin çekirdek kısmında atomların hareketi öylesine hızlanır
ve birbirleriyle çarpışmaları o kadar şiddetlenir ki sonunda
karbon ve oksijen atomları halinde kaynaşmaya başlarlar. Karbon
ve oksijen nükleosenteziyle de büyük miktarlarda enerji açığa
çıkar. Giderek artan bu enerji miktarı, sonunda gravitasyonel
çöküşü durduracak seviyeye ulaşır.
Şimdi
yıldızın bünyesinde iki farklı termonükleer reaksiyon
gerçekleşmektedir. Merkezde helyumdan, karbon ve oksijen
çekirdekleri sentezlenirken, onu çevreleyen tabakada hidrojenden
helyum çekirdeği meydana gelmektedir. Bu ikili termonükleer
reaksiyondan açığa çıkan müthiş miktarda enerjinin tesiriyle
yıldızın hacmi bir milyar katına kadar büyür. Yıldızın dış
tabakaları dışarıya doğru itildikçe, burada yer alan atomlar
giderek birbirinden uzaklaşır. Buna bağlı olarak da
yoğunluk, basınç ve sıcaklık değerleri düşer. Merkezinde
hidrojenden helyumun sentezlendiği birinci safha boyunca akkor
halinde bulunan gazların neşrettiği fotonlar nedeniyle göz
kamaştırıcı parlaklıkta beyaz bir ışık saçmış olan
yıldız, ikinci safhada ebatlarının genişlemesi nedeniyle yüzey
sıcaklığı azaldığı için, kor halindeki kömürün veya
demircinin örsündeki kızgın demirin neşrettiği kırmızımsı
ışığa benzer, matlaşmış bir ışık yaymaya
başlamıştır.
Görünüşlerinden
dolayı böyle yıldızlara "kırmızı dev" adı verilir.
Yıldızların kırmızı dev safhaları, birkaç milyar yıl sürer.
Nihayet yıldızın çekirdeğindeki helyum da tükenir.
Gravitasyonu frenleyici enerji üretimi durunca yıldız tekrar
çökmeye başlar. Sıcaklık ve basınç daha önceki safhalarda
hiç ulaşılmamış değerlere yükselir. Öyle bir an gelir ki
artık karbon ve oksijenden zengin çekirdeğin yakın
çevresindeki tabakada bulunan helyum atomları da füzyon
reaksiyonuna girmeye başlar. En dış tabakalarda ise hidrojenden
helyum sentezi reaksiyonu devam etmektedir.
Bu
dönem, güneş büyüklüğündeki bir yıldızın hayatının
son safhasıdır. Güneş ebadındaki yıldızların kütleleri,
daha ileri seviyedeki termonükleer reaksiyonları başlatmaya
yetecek kadar büyük değildir. Bu son devrede hidrojen ve
helyum çekirdeklerinin kaynaşma reaksiyonları yıldızın
daha dış tabakalarına doğru yayılır, ama merkezdeki
karbon ve oksijen, reaksiyona girmeden kalır. Bu yarı ölü
yıldızlar, yerkürenin ebatlarına yakın bir mertebeye kadar
küçülerek sonunda "beyaz cüce" durumuna gelirler.
Kâinatın
ilk maddesi esas olarak hemen hemen tamamen hidrojen ve helyumdan
müteşekkildi. Ama vücut yapımızda ve çevremizdeki nesnelerde
bir çok ağır elementler vardır: Atmosferde oksijen ve azot,
kemiklerimizde kalsiyum, damarlarımızdaki kanda demir,
yerkabuğunda silisyum mevcuttur. Hidrojenin ve helyumunkinden daha
büyük çekirdeğe sahip bu atomlar, kâinatın kendisinden
yaratıldığı ilk ateş küresinde hemen hiç bulunmuyorlardı.
Güneş gibi küçük kütleli yıldızların bünyesinde ancak
karbon ve oksijen üretilmiştir. Güneş ebadındaki yıldızlar,
karbon ve oksijeninkinden daha büyük çekirdekli atomların
üretimini başlatamazlar, ama güneşten 50-60 kat kadar büyük
kütleli yıldızların derinliklerinde, daha ileri seviyede
termonükleer reaksiyonların gerçekleşmesine uygun şartlar
mevcuttur. Bu büyük kütleli yıldızların hayatlarının
ileri safhalarında, dış tabakaların merkeze yaptığı basınç,
yıldızın çekirdek kısmındaki sıcaklığın birkaç
milyar derece mertebesine ulaşmasını sağlayacak kadar
yükselir. Bu "yüksek fırın"larda karbon ve oksijenden
daha ağır elementlerin sentezi de yapılabilir. Böyle dev
yıldızların hayatları "süpernova patlaması" adı
verilen müthiş bir infilâkla son bulur.
Bu
safhaya girince, yıldızın sıcaklığı birkaç gün içinde
binlerce kat artar ve yıldız parçalanarak dağılır. Böylece,
bu büyük uzay fırınında pişirilen ağır elementler, uzayın
derinliklerine saçılır. Demirden daha ağır olan elementlerin
önemli bir kısmı da, süpernova patlaması esnasında uzaya
savrulan materyal içinde sentezlenir. Süpernova patlamaları
yıldızlararası ortamı, ağır elementler bakımından
zenginleştirir. Bu zengin materyalden oluşan ikinci nesil
yıldızların çevresinde, çok nadir olarak olarak, onu kuşatan
gaz kitlesinin yoğunlaşması suretiyle teşekkül eden
gezegenler, uydular, asteroid veya meteroidler bulunabilir.
Günümüzden
beş milyar yıl kadar önce, kendisi henüz bir yıldız
taslağı iken güneşimizi çevreleyen ve böyle bir süpernovanın
ürünü toz ve gaz kümesi içinde, dünyamız "belirdi"...
İlk dönemlerinde ergimiş cevherden bir ateşküre halinde olan
yeryüzü, daha sonra hayata-bilhassa insanın yaşamasına-en
uygun özellik ve niteliklerle donatıldı. Dünya; güneşe olan
uzaklığından, kendi çevresinde dönüş hızına;
ekseninin eğrilik derecesinden, uydusu ayın konumuna; ihtiva
ettiği elementlerin cins ve miktarından, bunların
atmosferdeki ve yer kabuğundaki dağılım ve yerleşim
özelliklerine kadar bütün yönleriyle; hayat için, özellikle de
canlıların oluşturduğu ekolojik piramidin zirvesinde bulunan
insanın yaşaması için gerekli tüm şartlara sahiptir. Aslında
Big Bang denilen yaratılış patlamasından, yeryüzünde insanın
belirdiği ana kadar birbiri ardınca vuku bulan bütün olayların
nicelik ve nitelikleri, sonunda "insan" neticesini
verecek şekilde programlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Bu,
yaklaşık 15-20 milyar yıllık kâinat tarihini teşkil eden
önemli hadiseler ile kâinatın halihazırdaki yapı ve fonksiyon
özellikleri göz önünde bulundurulduğunda ortaya çıkan net ve
kesin bir sonuçtur. Astrofizikçiler tüm kâinatta gözlenebilen
bu özelliğe "antropik kozmoloji prensibi" adını
vermişlerdir. Bu konu IV. bölümde tekrar ele alınacaktır.
Kâinatta
Düzenlilik
Esas
kozmolojik modellerin üçüncü önermelerinde kâinat; düzenli
veya tesadüfi oluşu açısından ele alınır. Bu kısımda,
ilgili konuda, bilimin hakemliğine müracaat edilecektir.
Belli
başlı varlıklar, büyüklüklerine göre atom, hücre insan,
gezegen, yıldız ve galaksi şeklinde sıralanabilir. Bunlar,
genellikle farklı bilim dallarında ele alındıklarından,
aralarında mevcut münasebet ve paralellikler çok defa gözden
kaçar. Kâinatın yaratılışını en başarılı şekilde
açıklayan astrofizik teorisi olan Big Bang’e göre; bütün
varlıkların kaynağı "bir ve tek"dir. Çünkü,
yıldızların, güneşin, ayın, denizlerin, dağların, ağaçların,
kuşların ve bizlerin yapısını oluşturan atomların hepsi, Big
Bang anında, iğne ucundan küçük tek bir noktadan
kaynaklanmıştır.
Gelişen
bilimler, her geçen gün, çeşitli varlıklar arasında mevcut
birçok ilginç özelliğin yeni örneklerini ortaya koymaktadır.
Meselâ, astronomi alanına ait bulgular, dünyanın büyüklüğünün,
kâinat ve atomun büyüklüklerinin geometrik ortalamasına eşit
olduğunu göstermektedir5:
(Dünya)
≈ (Kâinat)x(Atom)1/2
Elektron,
atom, insan, dünya ve güneşin kütleleri arasında da
enteresan münasebetler vardır:
varlık
kütle(gram)
―——— ——————
elektron
10-27
atom
10-23
insan
10 5
dünya
10 28
güneş
10 33
K
güneş 10 33
———— =
——— = 10 28
K
insan 10 5
K
insan 10 5
————
=
——— = 10 28
K
atom 10 -23
K
güneş K insan
———— =
———— = 10 28
K
insan K atom
Bu
ilişkilere bakarak, insanın ölçüleri itibarıyla tam olarak
makro ve mikro alemler arasındaki bir denge konumunda yaratılmış
olduğu söylenebilir.
Bilimlerin
gelişmesi, bu türden sayısız korelasyon örneğini gözler
önüne sermiştir. Öyle ki, yeni veri ve bulguların ışığında
kâinatın tamamının, yapı ve fonksiyon parametreleri
bakımından adeta tek bir organizma niteliği gösterdiğinin
her geçen gün biraz daha net bir şekilde ortaya çıkması sonucu,
bilimde giderek daha genel ve daha geniş kapsamlı teorilerin
keşfi beklenir olmuştur. J.A. Coleman, relativite teorisi ile
ilgili bir eserinde bu fenomeni şöyle dile getirir: "Bilimde
giderek daha genel teorilerin ortaya çıkması, yakın bir
gelecekte olmasa bile, bir gün tüm olguları kapsayan tek bir
teoriye ulaşılabileceği ihtimalini akla getirmektedir.
Nitekim, Einstein'ın hayatının son otuz yılında geliştirmeye
çalıştığı "birleşik alan teorisi" bu yolda atılmış
önemli bir adım sayılabilir. Einstein'ın gayesi, birkaç
temel prensipten, fiziğin tüm kanunlarını çıkarmak ve
böylece dağınık, ilişkisiz veya ayrı gibi görülen
fiziksel kuvvetleri tek bir teori çerçevesinde ifade etmekti. Böyle
bir teori, yalnızca bilinenleri sistematize etmekle kalmayacak,
henüz bilinmeyen birtakım yeni olguların ortaya
konmasına da imkân sağlayacaktır. Bu teşebbüs, kâinatın
temel güçleri sayılan gravitasyon, elektrik ve manyetik çekim
kuvvetlerinin matematiksel ifadelerinin özdeş denecek kadar benzer
olmasından kaynaklanmıştır."6
Bu
ifadeler, gravitasyonel çekim kuvveti için:
m
1
m 2
F
G
= G ——————
R
2
(m1,
m2
herhangi 2 cismin kütlelerini, R aralarındaki mesafeyi, G evrensel
çekim sabitini gösterir.)
Elektrik
çekim kuvveti için:
q
1
q
2
FE
=
C ——————
R2
(q
1
, q 2
negatif ve pozitif yükün değerini, C bir sabiti gösterir.)
Ve
manyetik çekim için:
M
1
M
2
Fm
= K —————- şeklindedir.
R2
(M
1,
M 2
kuzey ve güney kutup kuvvetini, K bir sabiti gösterir.)
Nitekim,
astronomi ve parçacık fiziği dalları arasındaki son
yıllarda giderek artan işbirliği sayesinde, şu anda ayrı ayrı
etkimekte oldukları müşahede edilen bütün temel fiziksel
kuvvetlerin (kütleçekimi, elektromanyetik çekim, zayıf etkileşim
ve güçlü etkileşim kuvvetleri), kâinatın yaratılışı
anında, tek bir kuvvet halinde tecelli etmiş olduğunu gösteren
güçlü deliller elde edilmiştir.
Matematiğin
Bilime Katkısı
Bütün
bu gelişmeler, kâinatın tek bir merci tarafından plânlanıp,
yaratıldıktan sonra yine o merci tarafından sevk ve idare
olunduğunu göstermektedir. Matematik, bu realitenin özlü bir
tarzda ifadesine imkân veren bir disiplindir. Çünkü
matematik dili, ciltler dolusu gözlem ve deney verisinin,
saflaştırılıp, kristalleştirilerek birkaç sembol denklemi
halinde ifadesini mümkün kılar. Ayrıca, veriler arasında mevcut
bulunan, ancak gözden kaçmış olabilecek yeni ilişkilerin de
farkına varılmasını kolaylaştırır. Zaten, matematiğin teorik
ifadelerden test edilebilir yeni sonuçlar çıkarma şeklindeki
katkısı olmaksızın, bu soyut ifadelerin açıklama ve yeni
tahminlere zemin hazırlama potansiyellerini ölçmek ve doğruluk
derecelerini tespit etmek mümkün olamazdı.
Bu
hususun bilim tarihinde çok iyi bilinen bir örneğini 17’inci
yüzyılda Newton vermiştir. Newton, bugün dinamik kanunları
olarak bilinen teorik bağıntıları ortaya attıktan sonra;
bunları, mevcut olguları açıklamada ve yenilerini tahminde
kullanabilmek için, orijinal bir matematik teknik geliştirmek
zorunda kalmıştır. Diferansiyel ve entegral hesapları denilen bu
teknik yardımıyla Newton, kurduğu teoriden, daha önce gözlem
yoluyla bulunmuş birtakım empirik genellemelerin (meselâ batı
bilim dünyasına ilk defa Kepler'in sunduğu gezegenlere ait üç
kanun ile Galileo'nun tanıttığı cisimlerin serbest düşme ve
pandül kanunlarının) birer mantıksal sonuç olarak
çıkarılabileceğini göstermiştir. Diferansiyel denklemlerin
uygulanma potansiyeli, matematiğin bilimde oynadığı role
gerçekten iyi bir örnektir. Bilhassa klâsik fizikte bu
denklemlerin tatbiki suretiyle göz kamaştırıcı sonuçlar
elde edilmiştir. Matematiksel analizin esasını oluşturan bu
tekniğin uygulama alanı, insanı şaşırtacak kadar geniştir.
Diferansiyel denklem aracılığıyla çözüm getirilen
problemlerden ilk akla gelenler şöyle sıralanabilir:
1-)
Gezegen, uydu, roket ya da mermilerin hareketlerinin
incelenmesi,
2-)
Bir elektrik devresindeki akım ya da yükün tespiti,
3-)
Bir tel veya zardaki titreşimlerin tahlili,
4-)
Radyoaktif bir maddenin bozunma hızının hesaplanması,
5-)
Belirli bir ülkede veya dünyada nüfus artış hızının
bulunması,
6-)
Kimyasal reaksiyonların analizi,
7-)
Belirli geometrik özellikler taşıyan eğrilerin belirlenmesi.
Bilimin
gelişme süreci içinde bu gibi problemlerin matematiksel
analizleri, Newton tarafından en yetkin ve kapsamlı örnekleri
verilen diferansiyel denklemlere yol açmıştır. Listede yer alan
bazı ilişkiler, matematiksel dille ifade edildiğinde, kimi
niceliklerin diğer bazı niceliklere göre değişme oranlarına
ait “yasa” adı verilen soyut genellemelere ulaşılır. Türev
içeren matematiksel bir denklem şeklindeki bir genellemeye
“diferansiyel denklem” denir. Şüphesiz, bir ilişkinin
matematiksel formülasyonunda, genellikle basite indirgeyici bazı
varsayımlara gidiler ve incelenen durum, tabii karmaşıklığıyla
değil, yalınlaştırılarak ifade edilir. Bu şekilde elde
edilen denklem çoğu kez gerçek durumun bire-bir simgeleştirilmiş
bir tasvirini değil, oldukça “idealize edilmiş” bir şeklini
yansıtır. Ancak, bu sembolik ifade bu haliyle daha kapsamlı ve
zengin bir tahmin ve açıklama potansiyeline sahip olmaktadır.
Benzer şekilde Einstein da kurduğu teorilerden, gözlem dünyasına
ait mantıksal sonuçlar çıkarmak için özel nitelikte bazı
matematiksel yöntemlere başvurmak zorunda kalmıştır.
Matematiğin
bilimsel tasvir ve izah süreçlerine katkısı daha basit ve somut
olarak şu örnekle gösterilebilir: Bir kapta, oda sıcaklığında
ve 4 atmosfer basınç altında hacmi 12 m3
olan bütan gazı olduğunu düşünelim. “Boyle”
bağıntısına göre:
hacim
x
basınç = sabit bir değer
olduğunu
biliyoruz. Bu bağıntıyı kullanarak yine oda sıcaklığında
tutulan bu gaz kitlesine uygulanacak basıncın 6 atmosfere
yükseltilmesi durumunda hacmin ne kadar olacağını bulmak
istersek, basit bir matematik işlemle bunu başarabiliriz:
İlk
durum 12 x
4 = 48
İkinci
durum v2
x
6 = 48
v2
= 8 m3
Gerçekten
lâboratuarda tertiplenecek bir deneyde, 6 atmosfer basınca maruz
bırakıldığında, gazın hacmin ölçülen değeri 8 m3
bulunur. Bu örnekten de görüldüğü gibi matematik, bir
dedüksiyon tekniği olarak bilimsel düşünme ve araştırma
safhalarında vazgeçilmez bir değer taşımaktadır. Matematik
de mantık gibi, varsayımlarımızdan ya da gözlemlerimizden
hareketle kurduğumuz hipotezlerimizde çok defa üstü-örtük olan
gerçekleri ya da sonuçları açığa çıkarmanın müessir bir
aracıdır. Yukarıdaki örnekte v2
'nin değeri (hacmi x
basınç = sabit bir değer) önermesinde saklıdır.
Kullandığımız basit aritmetik işlem de bunu açık hale
getirmiştir.
Reichenbach'ın
özlü ifadesiyle: "Modern bilim, gözlem ve deney
sonuçlarının matematik dille işlenmesi sonucu doğmuştur."
Çünkü matematik, kâinatın düzenliliğini ve plânlılığını
en özlü tarzda dile getirmeye imkân sağlayan bir lisandır.
Matematiğin
empirik bilim dallarına model sağlama fonksiyonuna "Gauss"
eğrisi güzel bir örnek teşkil eder. "Normal dağılım
eğrisi" olarak bilinen bu eğri, gözlem veya ölçme
sonuçlarına dayanan pek çok frekans dağılımının oldukça
iyi bir uyum gösterdiği formel bir modeldir. Normal dağılım
eğrisinin dayandığı cebirsel denklem:
1
y
= ——————— e (
1/2Z)
2 dir.
√2л
(
Formülde
y yüksekliği, z gözlenen standart puanı temsil eder. “л” ile
“e” de bilinen matematiksel sabitlerdir.)
Buradaki
en önemli husus, "bu karmaşık cebir denklemin bir
matematikçi tarafından bulunuşu" ile "empirik bir
bilim dalında çalışan bir bilim adamı tarafından belirli bir
olgu grubuna uygulanması" arasındaki ilişkidir. Bu ilişkiyi
ele almadan önce, bu modelin pratikteki kullanış alanlarını
ana hatlarıyla gözden geçirelim.
Modelin,
özellikle davranış bilimleri (psikoloji, sosyoloji, eğitim,
ekonomi, vb) alanlarındaki uygulamalarına açıklık getirmek
için bazı özelliklerine de değinmek gerekir. Gauss eğrisi,
yatay bir doğru parçası üzerinde yer alan “ters U” harfi ya
da “çan” biçimli bir eğridir. Şeklin tabanındaki yatay
doğru, incelenen değişkene ait ölçeği gösterir. Bu değişken,
ele alınan kümeyi oluşturan fertlere ait boy, ağırlık,
öğrenme kabiliyeti, belirli bir konudaki başarı düzeyi ve
benzeri bir değer olabilir. Yükseklik ise ölçekte yer alan puan
ya da değerlerin frekansını gösterir. Çan biçimli ve simetrik
formdaki eğrinin en yüksek noktası, dağılımın ortalama
değerinin frekansını verir.
Normal
dağılım eğrisi kullanılırken, bir grup bireyin herhangi bir
değişkenle ilgili ölçümlerinin yaklaşık olarak normal bir
dağılım göstereceği varsayılır. Bu demektir ki, herhangi
bir değişken, normal veya normale yakın bir dağılım
gösteriyorsa, ölçülen gruba ait standart kayma ile
ortalama değerleri bilmek şartıyla, bazı belirlemelerde
bulunabiliriz. Meselâ, Z puanını bildiğimiz bir ferdin grup
içindeki pozisyonunu hemen tespit edebiliriz. Normal dağılımın
özelliklerine dayanarak hazırlanmış bir tabloya bakarak bu
ferdin, grubun yüzde kaçının üstünde veya altında yer
aldığını bulabiliriz.
İstatistiksel
araştırmalarda, normal dağılım eğrisinin kullanıldığı
daha pek çok yer vardır. Özellikle örneklemeye dayanan
çalışmalarda, “araştırma evreni”ne ait parametreleri
hesaplamada normal dağılım eğrisi daima başvurulan bir
modeldir.
Normal
dağılımın bir model olarak kullanılması, incelenen değişken
veya değişkenlere ait gözlem ve ölçme sonuçlarının Gauss
eğrisine yaklaşık olarak uyan bir dağılım gösterdiği
varsayımına dayanır. Bu varsayımın geçerli olmadığı
durumlarda, normal dağılım eğrisi faydalı sonuçlar
veremez. Bir modelin kullanışlılığı, şüphesiz, açıklanmak
istenen olay veya olay kümesi ile formel bir benzerlik
göstermesine bağlıdır. Başka bir ifade ile, model ile temsil
ettiği nesne veya olay arasında bire-bir karşılaşım
olmalıdır.
“Soyut
grup teorisi” de matematik bir model örneğidir. Modern fizikte
çekirdek parçacıklarının dağılım ve etkileşiminde
tezahür eden simetrilerin karmaşık dağılımını, grup
teorisinin beklenmedik bir mükemmellikte temsil ettiği
görülmüştür. Bu teori de, büyük bir veri yığını düzene
sokmak, yeni parçacıkların keşfine yol açmak gibi
fonksiyonları ile soyut bir sistemin olgular dünyasını tasvir ve
izahta ne kadar önemli ve faydalı olabileceğine bir diğer
çarpıcı örneği teşkil etmektedir.
Matematiksel
bir modelin başka bir fonksiyonu da, temsil ettiği nesne veya olgu
kümesine ait ilişkileri denklemler şeklinde temsil etmek ve
böylece açıklayıcı çıkarımlara imkân sağlamaktır. Bu
manâda, herhangi bir matematiksel denklem, uygun düştüğü bir
ilişki için model sayılabilir. Bir ispat veya fonksiyon için
de aynı şey söylenebilir. Modelin uyuştuğu “ilişki türü”
matematik alanına ait olabileceği gibi; fizik, biyoloji,
sosyoloji veya psikoloji gibi empirik bir alana da ait olabilir.
Model
fonksiyonundaki bir teoriyi, bilim felsefecisi T. Kuhn'un da
belirttiği gibi, "doğru" veya "yanlış"
olarak değil; "uygun" veya "aykırı";
"faydalı" veya "faydasız" şeklinde nitelemek
daha yerinde olur. Bir model, kullanılış gayesine ne derece hizmet
ediyorsa, o kadar geçerli veya uygundur.
Bu
konuda fizikçi W. Heitler de şunları söyler: "Fizik
ilerledikçe daha soyut bir karakter kazanmakta ve giderek daha
ileri düzeyde matematiğe ihtiyaç göstermektedir. Atom
fiziğinde ulaşılan soyutluk seviyesinde atomun, uzayda somut
olarak tasvir edilemeyen, ancak matematik dille tanımlanabilen
soyut bir varoluşundan söz edilebilmektedir. Matematik bir
tabiat bilimi değildir. Tabiatta rastlanmayan matematiksel
ilişkileri, fiziksel süreçlerle bir tutamayız. İlk bakışta
matematik, soyut sanat eserleri gibi insan zihninin-dış dünyadan
bağımsız-icadı gibi görünür. Matematiğin birçok dalı,
fizikte kendilerine henüz hiç ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda,
tabiatı incelemeyi akıllarından bile geçirmeyen, sadece soyut
düzeyde kalan matematikçiler tarafından kurulmuştur. Aklımızın
bir ürünü olan matematiğin kâinatla ve onda mevcut
kanunlarla nasıl ilişkisi olabilmektedir? Böyle
bakıldığında, bizden bağımsız olan dış dünyanın,
tamamen soyut zihinsel icadımız olan matematik denklemlere
uygunluğu, ancak akıl almaz bir mucize sayılabilir."7
Diğer
bir ünlü fizikçi, Einstein ise, bu muhteşem uyum
karşısındaki hayretini şöyle dile getirir. “Gözlem ve
deneyden tamamen bağımsız, bütünüyle düşüncelerimizin
ürünü olan matematiğin, kâinatla bu kadar büyük bir ahenk
içinde olması, acaba nasıl mümkün olabilmektedir?"
T.
Dantzig de, matematikçileri, biçip-diktikleri hazır elbiseleri
kimin giyeceğinden habersiz terzilere benzeterek; önce hiçbir
maddi gözlem ve deney verisine dayanmaksızın, tamamen sezgi,
içe doğuş veya ilham yoluyla soyut teoremlerin bulunmasını ve
bu teoremlerin eşya ve hadiselerin sonradan gözlenen bazı
özelliklerine tam bir uyum göstermesini şöyle dile getirir:
"Bir matematikçi, koni kesitlerini bulur. Sonra bu,
gezegenlerin güneş çevresinde çizdikleri yörüngelere
model olur. Cardan ile Bombelli'nin buldukları sanal sayıların,
beklenmedik bir şekilde alternatif akımların
özelliklerini tasvir ettiği görülür. Riemann'ın bir fantazi
olarak ortaya attığı mutlak diferansiyel tekniği, relativite
teorisi için mükemmel bir anlatım aracı olarak kullanılır.
Cayley ile Sylvester'in yaşadığı dönemde tamamen gerçek
dışı görülen matrislerin, çok zaman sonra kuantum
teorisiyle ilgili şaşırtıcı olaylara özel biçilmiş bir
kaftan gibi uyduğu görülür..."8
Bir
başka büyük fizikçi E. P. Wigner de, "Matematiğin Tabiat
Bilimlerindeki Şaşırtıcı Etkililiği" adlı çalışmasında
bu durum karşısında duyduğu hayreti: "Fizik kanunlarını
formüle etmede matematik dilin sağladığı esrarengiz imkân, ne
anladığımızı, ne de hak ettiğimizi söyleyebileceğimiz
şaşırtıcı bir armağandır bize" diyerek anlatır.
Günümüz
fizikçilerinden R. B. Lindsay, bu uyumun iki cepheli olduğunu,
bazen de kâinatta müşahede edilen düzene ait empirik ilişkilerin
matematiksel ilerlemeye ilham kaynağı teşkil ettiğini belirtir:
"Bugün kullandığımız matematiksel yöntemlerin önemli
bir bölümünü, öncelikle deney ve gözlem verilerini bilimsel
yolla tasvir ve izah yönünde önemli adımlar atmış olan Newton
gibi bilim adamlarına borçluyuz. Öte yandan yine, modern
matematiğin önemli bir kısmı, başlangıçta bilim adamlarının
kendi amaçları için oluşturdukları bazı metot ve kuramların
daha sonra teorik matematikçilerin elinde işlenerek mantıksal
olgunluğa ulaşmasıyla ortaya çıkmıştır."
Büyük
matematikçi Euler, bu iki yönlü uyumun kaynağının, kâinatı
matematiksel bir plân çerçevesinde yaratmış olan Allah
olduğunu söyler. Euler'e göre matematiksel etkinliklerin
esası, kâinatın “kader”i düzenliliğinin ilham veya
sezgi yoluyla keşfinden ibaret olduğu gibi, matematiğin kesin
ve zorunlu doğruları da Yüce Yaratıcı'nın önde gelen
varlık delillerindendir. Tabiatın, Allah'ın yüce bir sanat
eseri olduğunu belirten Leibniz de, matematikle tabiat
arasındaki uyumun, kaderle yaratılış arasındaki uyumun bir
yansıması olduğunu söyler. Bütün şüpheciliğine rağmen,
Allah'ın varlığını; kendisinden şüphe edilemeyecek yegâne
güvenilir bilgi olarak gören Descartes ise, matematiksel
doğruluğu, Yaratıcı'nın doğuştan zihnimize yerleştirdiği
düşünme kalıplarına uygunluk ile açıklıyordu.
Galileo,
kâinatın matematik lisanla ifadeye elverişli müthiş bir
düzenlilik arz ettiğine, 17. yüzyılda şu cümlelerle dikkat
çekmişti: "Hikmet, kâinat denilen ve sürekli olarak
tetkiklerimize açık duran bu yüce kitapta yazılıdır. Bu kitap,
matematik dili ile yazılmış olup; harfleri üçgen, çember ve
diğer matematik nesnelerdir. Matematik dilini bilmeyenler için
kâinat, içinden çıkılmaz bir labirent gibidir. Matematik
olmaksızın kâinat gereğince anlaşılamaz."
Aynı
bakış açısına sahip çağımız bilim adamlarının bu konudaki
görüşlerini de ünlü astrofizikçi J. Jeans şöyle dile getirir:
"Kâinat, kusursuz bir mimari yapı durumundadır. Kâinatın
Yüce Mimarı Allah, en büyük Matematikçidir."
Milyarlarca
yıldan beri, mikro birimlerinden makro sistemlerine kadar bütün
üniteleriyle hiç şaşmayan dakik bir saat gibi fevkâlade bir
ahenk ve ritimle işleye gelen kâinat adlı bu müthiş sanat ve
teknoloji harikasının özündeki eşsiz düzenlilik, "değişik
nesne ve olaylar arasında mevcut değişmez özellik ve
ilişkilerin ortaya konması" faaliyeti olan bilimin de en
güçlü dayanak noktasıdır. Bu düzenlilik, kâinatın varediliş
gayesinin gerçekleşmesi için canlı ve cansız tüm varlık
aleminde tatbike konmuş olan kanunlar vasıtasıyla sağlanır.
Bilimlerin
gelişmesiyle, yakın çevremizde müşahede ettiğimiz bu
kanunların, dünyamızdan trilyonlarca kilometre uzaklıktaki bir
galaksiyi teşkil eden yıldız ve gezegenlerde de aynen uygulanmakta
olduğunu ortaya çıkarıldı. Yine bilimlerin ilerlemesiyle;
taşlardan bitkilere, hayvanlardan insana, gezegenlerden
galaksilere kadar her şeyin fiziksel yapı unsurlarının, Big
Bang adlı büyük yaratılış hadisesi esnasında, "tek bir
nokta" halinde tüm varoluşu bünyesinde barındıran bir
kudret ya da enerji çekirdeğinden varedildiği anlaşıldı.
Ülkemizden
bir bilim adamı, Prof. A. Songar da bu birlik ve düzenlilik
olgusunu şöyle dile getirmiştir: "Etrafınıza gözlerinizi
çevirip bakın, sonra insaf nazarlarınızı kendi içinize
döndürün: Atom çekirdeğinden hücreye, hücreden o mükemmel
insan beynine, tohumdan ağaca, su buharından bulutlara, avucunuza
aldığınız kum zerrelerinden kâinatın en uzak köşelerindeki
galaksilere kadar nasıl aynı kanun, aynı nizam hiç şaşmadan
hüküm sürmekte! Bütün bunları görür de, tek ve emsalsiz
olan Yaratıcı'yı nasıl göremezsiniz?"
Fraktal
Geometri
Bazı
matematikçiler ve bilim adamları geçtiğimiz yüzyıldan itibaren
şimdi “fraktal geometri”ye ait olduğunu bildiğimiz bazı
bağıntıları ve özellikleri fark etmeye başlamışlardı. Ancak
analizleri, bugün bizim bilgisayarlarımızla kolayca yaptığımız
çok karmaşık birtakım işlemleri onlar aynı şekilde
gerçekleştirme imkânına sahip olmadıklarından, konuyu her
yönüyle ve tam olarak kavrayamamışlardı.
Modern
bilgisayar donanım ve yazılımları olmaksızın, fraktal
geometrinin ne genel çerçevesinin, ne de temel özelliklerinin
belirlenmesi ve irdelenmesi mümkün değildir. Karmaşık
algoritmalar ve bilgisayarlar vasıtasıyla art arda milyonlarca,
bazen milyarlarca defa gerçekleştirilen işlemler aracılığıyla,
fraktal fonksiyonlar artık günümüzde kolayca
görüntülenebilmektedir. Bilgisayarlar sayılamayacak kadar fazla
soyut formu çeşitli şekillerde kolayca yorumlayıp, işleyerek
kâinatın geneline ve insan hayatının pek çok cephesine yayılmış
olan fraktal bağıntıları ortaya koyabilmektedirler.
H.
ve O. Peitgen ile D. Sauper’in editörlüğünü yaptıkları
“Fraktal Görüntüler” adlı kitapta geometri; “biçim veya
formların tanımı, ilişkilendirilmesi ve manipülasyonu amacıyla
kullanılan matematiksel dil” olarak tanımlandıktan sonra, klâsik
Euclides geometrisi ile fraktal geometri arasındaki başlıca temel
farklılıklar şöyle özetlenir9
:
Klâsik
Euclides Geometrisi
|
Fraktal
Geometri
|
1-)Gelenekseldir.
(2000 yılı aşan bir geçmişi vardır.)
|
1-)Çağdaş
matematikçiler tarafından geliştirilmiştir. (Başlangıcı
sadece 20-25 yıl önceye uzanır.)
|
2-)Ebat,
boyut ve ölçü esaslıdır.
|
2-)Spesifik
ölçüler ve boyutlar kapsamaz.
|
3-)İnsan
yapısı objeler için uygundur.
|
3-)Tabii
varlık ve cisimler için uygundur.
|
4-)Sembol
denklemleriyle ifade edilebilir.
|
4-)İç
tekrarlara dayandığından algoritmalarla ifade edilebilir.
|
Bugünkü
biçimiyle fraktal geometrinin geçmişi 25 yıl kadar öncesine
uzanır. Bu yeni matematiksel tekniği bilim dünyasına tanıtma
onuru B. Mandelbrot’a aittir. Kâinatın bu yeni geometrik
vizyonuyla ilgili ilk düşünceler Mandelbrot’un zihninde 40 yıl
kadar önce doğmaya başlamıştı. Ancak o sıralarda bulmacanın
pek çok parçası henüz eksikti.
Delikli
kart sisteminin yeni uygulanmaya başladığı o yıllarda
bilgisayarlar çok ilkeldi. Buna rağmen bilim adamları bu
cihazların kendilerine özellikle bilgi toplama, düzenleme ve
işleme hususlarında büyük imkânlar sağlayabileceğini yavaş
yavaş kavramaktaydılar. Ancak pratikte hâlâ birçok zorluk
mevcuttu. Kapasiteleri düşük olan mevcut bilgi işlem sistemleri,
ayrıca çok yavaştı ve bunların kullanımı da çok zordu.
Mandelbrot
buna rağmen elindeki böyle bir bilgisayarla bir asırlık bir
süreyi kapsayan konuyla ilgili “data”yı tamamladı, düzenledi
ve yorumladı. Onun yaklaşımı, dönemin matematikçi ve
istatistikçilerininkinden çok farklıydı. Meselâ o, grafik ve
şemaların klâsik bakış açısından çok önemli görülen ölçek
ve benzeri özelliklerini göz ardı edip, bu şekillerin arkasında
yatan ve Euclidyen geometriden tamamen farklı boyut ve özelliklere
sahip olan fonksiyonel ilişkiler araştırıyordu. Ancak hâlâ
zihninde nihai model ya da kalıp şekillenmiş değildi. Kesin
olduğunu düşündüğü tek şey, işin püf noktasının bir tür
“simetri durumu” olduğu yönündeki güçlü sezgisiydi. Ancak
bu, sağ ile sol, ya da üst ile alt arasındaki klâsik türden bir
simetri olamazdı. Bu ancak, ardışık ölçekler arasında, yani
“daha büyükler” ile “daha küçükler” silsileleri
arasındakine benzeyen çok farklı bir boyut ve nitelikte bir
simetri olmalıydı.
Matematiğin
birçok farklı alanına ilgi duyan Mandelbrot, IBM’in araştırma
merkezinde çalışmaya başlamıştı. IBM, bilgisayar
teknolojisinde birtakım yeni gelişmeler sağlayınca, Mandelbrot
bundan yararlanmayı bildi. Mandelbrot yeni bilgisayarında, çan
eğrisi biçimli normal dağılım fonksiyonundan belirli
parametrelerle sistematik bir şekilde sapan bazı verilerin
“boyutsuzluk” perspektifinde bir tür simetri gösterdiğini
ortaya çıkardı.
O
yıllarda toplumun düşük ve yüksek gelir düzeyleri arasındaki
ilişki ve bağıntıların ele alındığı bir araştırmaya ait
verileri, bilgisayarları aracılığıyla analiz etmekte olan
Mandelbrot, Harvard ekonomi profesörlerinde Hauthaker tarafından
üniversitede bir konferans vermesi için davet edilir. Daveti kabul
eden Mandelbrot, konferans öncesi odasında ziyaret ettiği
profesörün yazı tahtasındaki grafiği görünce o kadar büyük
bir hayrete kapılır ki, ağzından “-Ama bu benim keşfim!.”
sözlerinin çıkmasına engel olamaz. Kendisini biraz toparlayınca
da hemen şu soruyu sorar: ”-Ben daha konferansımı vermeden, bu
grafik size nasıl ulaştı, öğrenebilir miyim?” Bu defa şaşırma
sırası Hauthaker’e gelmiştir: “-Pamuk fiyatlarında son sekiz
yıl içinde meydana gelmiş olan dalgalanmaları gösteren bu
grafiğin sizin konferansınızla ne alâkası olabilir ki?”
Farklı
yıllara ait pamuk fiyatları tek tek ele alındığında, sanki
önceden tahmini imkânsız bir şekilde, rastgele değişiyor gibi
görünür. Ancak olaya fraktal geometrinin sağladığı bu yeni
perspektiften bakıldığında her şeyin belirli bir ilkeye ya da
formüle göre değiştiği net bir şekilde ortaya çıkar.
Mandelbrot, 60 yıllık bir dönem boyunca bu “fraktal formülün“
hiç değişmeden hep aynı kaldığını ilk defa gördüğünde,
gözlerine inanamamıştı. Üstelik bu zaman diliminde büyük bir
dünya savaşı ve birçok önemli ekonomik kriz de yaşanmıştı.
Ancak her şeye rağmen, eldeki verilerin varyasyon derecesi ve şekli
sabit kalmıştı.
Fraktal
geometrinin kapsamı ekonomiyle sınırlı değildir. Astronomiden
botaniğe, jeolojiden sosyolojiye kadar uzanan geniş bir alana ait
birçok olgu, bu yeni matematik yaklaşım aracılığıyla
anlaşılabilir hale gelmiştir.
Daha
önce de belirttiğimiz gibi istatistik alanında çalışanların en
çok kullandıkları bağıntı, grafiksel olarak “çan eğrisi”
şeklinde gösterilen fonksiyondur. Bu bağıntı, sanki rastgele
veya tesadüfen oluyor gibi görünen birçok olayın bağlı
oldukları kuralları gösterir. Ancak ekonomi gibi bazı alanlarda
normal dağılım eğrisiyle açıklanamayan olgulara da sık
rastlanır. Meselâ, Prof. Hauthaker, tüm çabalarına rağmen pamuk
fiyatlarındaki değişimi çan eğrisi üzerine oturtamamıştı. Bu
fiyat değişimin matematiksel ifadesi sonucu ortaya çok daha farklı
bir model veya fonksiyon çıkmaktaydı.
Mandelbrot
ise o güne dek, bu yeni modeli akla hayale gelmeyecek kadar geniş
ve çeşitli pek çok alana ait verilerde defalarca müşahede
etmişti. Konferanstan sonra Mandelbrot, Hauthaker’in veri arşivini
bir bilgisayar kayıt kartına yükleyerek beraberinde götürdü.
Sonra, Washington’daki tarım bakanlığından 1900’lerin başına
kadar uzanan döneme ait bilgileri de temin ederek hepsini
birleştirdi. Sonuçlar göz kamaştırıcıydı.
Artık
Mandelbrot, bu yeni yaklaşım sayesinde en düzensiz ve karmaşık
görünüşlü verilerde bile, çok hassas ve mükemmel düzenlilikler
bulunduğunu rahatça ortaya koyabiliyordu. Meselâ dilbilim alanına
el atarak, kelimelerin dağılım özelliklerine dair ilginç bir
formül keşfetti. Bu yeni teknik, matematiğin en kompleks ve soyut
alanlarında bile büyük kolaylıklar sağlamaktaydı. Meselâ “oyun
teorisi” adı verilen istatistiksel olgu, Mandelbrot’un bu
yaklaşımıyla iyice açıklığa kavuştu. Bu yaklaşım,
enformasyon teknolojisine de mükemmel bir şekilde
uygulanabiliyordu. Meselâ, IBM mühendislerinin, bir bilgisayardan
diğer bir bilgisayara enformasyon aktaran telefon hatlarıyla ilgili
olarak karşılaştıkları ve klâsik metotlarla üstesinden
gelemedikleri bir problem, bu yeni yöntemle rahatça analiz edilip,
çözülebildi.
Hatta
bu esnada ilginç bir olay da yaşandı. Mandelbrot bir gün
mühendislerin kendisine iletmiş olduğu datayı analiz ederken
birden dehşete kapıldı. O güne kadar sayısız kapıyı açmış
olan bu sırlı anahtar, bu yeni kilitte sanki tutukluk yapmıştı.
Tam ümitsizliğe kapılacakken, bir mühendis, klâsik anlayışları
nedeniyle bazı ölçüm sonuçlarına ait verileri, olayla ilgileri
olmadığını düşünerek kayıt listesine dahil etmediklerini
açıkladı.
Mesele
böylece aydınlandı. Gerçek şuydu ki, IBM mühendislerinin teorik
bilgi çerçeveleri Mandelbrot’un tasvir ve izahlarını kavrayacak
genişlikte olmadığı için, gerçekte çok büyük bir öneme
sahip bazı verileri lüzumsuz sanarak, ayıklamışlar ve ona
iletmemişlerdi. Tamamlanan datayı Mandelbrot kolayca analiz edip,
çözüm alternatiflerini ortaya koyacaktır.
Mandelbrot
aynı tekniği birçok faklı olgu grubuna başarıyla uygulamıştır.
Meselâ Mısırlıların, Nil nehrinin su seviyesinin yüksekliğiyle
ilgili kayıtları, bu yeni yöntemi test etmek için çok uygun bir
kaynak ve örnek teşkil etmekteydi. Mısırlılar, binlerce yıldan
beri Nil’in su düzeyini ölçmekte ve buldukları değerleri
kaydetmekteydiler. Nil nehri, bazen kabına sığmayıp çevreye
taşmakta, bazen de daralıp, sığlaşmaktadır. Mandelbrot
ekonomiden bilgisayar teknolojisine, dilbilimden istatistiğe kadar
uzanan birçok değişik alana uyguladığı teknikle, bu defa da Nil
nehrinin yükseklik kayıtlarını analiz etti.
Mandelbrot
o güne yapmış olduğu analizlerin genel bir değerlendirmesini
yaptığında tüm farklı alanlarda ve disiplinlerde tespit etmiş
olduğu değişikliklerin yalnızca iki tür etken tarafından
oluşturuldukları gerçeğiyle yüz yüze geldi. Ve bunları “Nuh
etkisi” ve “Yusuf etkisi” olarak adlandırdı. Ona göre; Nuh
etkisi süreksizliği temsil ederken, Yusuf etkisi ise kalıcılığı
veya istikrarı ifade etmektedir. Mandelbrot bu iki faktör
arasındaki ilişkiyi kutsal kitaplardan yaptığı şu alıntıyla
örneklendirdi: “-Ve Mısır ülkesinde hüküm süren 7 yıllık
bolluk biter ve Yusuf’un haber vermiş olduğu 7 yıllık kuraklık
başlar.” Ancak Yusuf peygamberin yaptığı uyarı sayesinde
gerekli tedbirleri almış olan Mısır halkının istikrar ve düzeni
devam eder. Mandelbrot bu kıssadan şöyle bir hisse çıkarır:
Aslında, değişimler bile kendine has kurallar çerçevesinde bir
istikrara ve düzene yöneliktir. Çünkü bu olay, Mısır’a son
derece başarılı bir yönetici de kazandırmıştır.
Nil’e
ait ölçümlerin kayıtları eğer, yeterince uzun bir süreyi
kapsayacak şekilde değerlendirilirse, bunlarda da istikrarın hakim
faktör olduğu görülecektedir. Nuh ve Yusuf etkenleri iki zıt
istikamete yönelik oldukları halde, bileşke etkileri, “istikrara
yönelik bir değişim süreci çerçevesinde
dinamik
bir düzen”in
tesisi yönünde olmaktadır. Mandelbrot bu yeni matematiksel
yaklaşımıyla varlık ve olaylarda mükemmel bir ahengin ve uyumun
bulunduğu hususunun ortaya çıkarılmasını da sağlamıştır.
B.
Mandelbrot’un temel ilkelerini keşfettiği bu orijinal
matematiksel yaklaşım “fraktal geometri” olarak
adlandırılmıştır. Fraktal terimi Latince “kırılmış,
kırıklı veya parçalı” anlamlarına gelen “fraktus”
kelimesinden türetilmiştir. 1983 de yayımladığı “Tabiatın
Yeni Geometrisi” adlı kitabıyla bu yeni kavramı bilim dünyasına
tanıtan Mandelbrot’un görüşleri kısa zamanda yaygın bir
şekilde kabul gördü.
Çizgi,
doğru veya çember gibi basit ve düzgün temel formlardan oluşan
Euclides veya düzlem geometrisinin aksine, fraktal geometri,
doğrudan gözlenemeyen bazı temel matematiksel fonksiyon ve
algoritmalardan oluşur. Çizimleri çok karmaşık, teferruatlı ve
uzun matematiksel işlemler gerektirdiği için bu yeni geometriye
has formlar ve figürler, ancak gelişmiş bilgisayarlarla görünür
hale getirilebilirler. Euclides geometrisiyle tasvir edilemeyen ve
matematiksel olarak modellenemeyen girdap akımları, bulut, dağ ve
ağaç şekilleri, uzun ve karmaşık fraktal işlemler sonunda
oldukça basit matematiksel formüllerle modellendirilebilirler. Bu
tür basit bir formülden karmaşık bir dağ silsilesinin veya sahil
şeridinin çizimi, yine uzun ve kompleks işlemler gerektirir.
Bu
nedenlerden dolayı fraktal geometriyle ilgili işlemleri ve
çizimleri; kağıt, kalem, pergel veya cetvelle yapmak mümkün
değildir. Bunlar en iyi şekilde ancak, çok hızlı ve bilgi işlem
kapasitesi çok yüksek bilgisayarlar aracılığıyla
gerçekleştirilebilirler. Hatta günümüzün en gelişmiş
bilgisayarlarıyla bile henüz gerçekleştirilemeyen birçok fraktal
geometrik fonksiyon ve proses mevcuttur.
Bilim
adamları uzun yıllar dağların, girdap akımlarının, sahil
şeritlerinin ve bazı bitki formlarının matematiksel
modellenmesini başaramadıkları için, bu gibi varlıklara kozmosun
genel düzenliliği içindeki istisnai düzensiz yapılar gibi
baktılar. Çünkü, klâsik Euclides geometrisi, bu karmaşık
unsurların matematiksel tasvir ve formülasyonlarına imkân
vermiyordu.
Bir
ağacın dış hatları uzaktan kabaca Euclidyen geometrinin temel
elemanlarından biri olan silindiri andırır. Fakat yakın plândan
bakıldığında, doğrusal hatlar ve düzgün yüzeyler kaybolarak
yerlerini çok kısa ve parçalı eğrilere bırakırlar. Mandelbrot
bu hususta şunları söyler: Gerçekte ne ağaçlar doğrusal
çizgilere sahiptir, ne dağlar konik formlardadır ve ne de sahil
şeritleri düz hatlardan oluşur. Bana Britanya kıyılarının
uzunluğu sorulduğunda şöyle cevap veriyorum: “Bu, duruma göre
değişir!”
Bir
adanın kıyılarının sabit bir uzunlukta olması gerektiğini
düşünen herkes, Mandelbrot’un bu cevabını tuhaf bulacaktır.
Ancak bir sahil şeridinin uydudan çekilmiş bir fotoğrafını,
aynı sahilin bir helikopterden ya da yüksek bir tepeden görünüşüyle
kıyasladıktan sonra, bir de bu kıyılarda yürüyerek dolaşırsak,
Mandelbrot’un ne demek istediğini anlamaya başlarız. Hele sahili
oluşturan kayalık kısımlardan alınan bir örnek bir mikroskop
altında incelendiğinde, ne kadar fazla miktarda girinti ve çıkıntı
içerdiği açıkça müşahede edilir. Bu dört ayrı durumda, aynı
sahil şeridi, gözlemciye dört farklı uzunlukta görünecektir.
İlk
olarak 1904 de H. von Koch şöyle bir işlem tanımlamıştır: Bir
doğru parçası önce üçe bölündükten sonra, ortadaki parçanın
yerine, bir eşkenar üçgenin iki kenarına karşılık gelecek
şekilde iki eşit uzunlukta doğru parçası konur. İkinci
basamakta mevcut dört segmentin her birine aynı işlem tekrar
uygulanır.10
Bu işlem art arda yeterli sayıda tekrarlandıktan sonra üçgen
sayısı sonsuza yaklaşırken, nihayet ortaya, kar kristallerinin
mikroskopla çekilen fotoğraflarındaki geometrik şekillere
benzeyen Koch eğrisi çıkar. Koch eğrisi tarihte ilk olarak
tanımlanan fraktal yapılardan biridir.
Bu
yapı, kenar uzunlukları giderek kısalan benzer üçgenlerden
oluşur. “Kendine benzerlik”, bütün fraktal yapıların en
genel ortak özelliğidir. Bir dağ dizisinin fotoğrafından
kestiğimiz bir bölümü bir çerçeve içine aldıktan sonra bu
kısmı birkaç defa büyütecek olursak, karşımıza
başlangıçtakine çok benzeyen bir görüntü çıkar.
Bir
karnabahardan koparılan bir parça, karnabaharın bütününe benzer
bir görünüştedir. Bu “parçanın parçaları” da birbirine ve
sebzenin bütününe benzer. Soluk borumuz, göğüs boşluğumuzun
içinde önce ikiye ayrılır. Sonra her bir bronş benzer iki bronşa
bölünür. Bu böylece sürüp gider ve akciğerlerimizin bronş
ağacı ortaya çıkar. Damarlarımız ve sinirlerimiz de aynı temel
yapı plânına sahiptir. Böbreklerimizin süzme görevi yapan
bölümlerinde de benzer dizayna rastlanır. Kâinat, bu özelliğe
sahip varlık ve yapılarla doludur. Meselâ, bir kar kristalinin
herhangi bir parçasının detayı, ait olduğu bütüne benzer. Ayni
şekilde bir bulut kümesi, bir nebula, bir galaksi veyahut da bir
mercan resifi, benzer birimlerin bileşiminden oluşur.
Fraktal
yapıların bir diğer farklı özelliği de “boyut”larıdır.
Sezgilerimizle kolayca kavrayabildiğimiz Euclidyen geometrinin
apaçık mefhumları ve cisimleri; bir, iki ya da üç boyutta
tanımlanır. Fraktal geometride ise, sıfır boyutlu noktalar, bir
boyutlu çizgiler ve üç boyutlu hacimler arasında yer alan ve
boyutları kesirli olan yapılar mevcuttur. Meselâ kan damarlarımıza
tekabül eden fraktal eğrinin boyutu 2.7 olarak hesaplanmıştır.
J.
C. Pecker adlı Fransız astrofizikçi, tüm kâinatın yapısal
organizasyonunun, fraktal bir matematiksel sisteme göre dizayn
edilmiş olduğunu göstermiştir. Pecker, evrenin fraktal plânı
hakkında şunları söyler. “Bütün kâinatın, Hint okyanusunun
üzerindeki dev bulut kümelerini andıran bir fraktal organizasyona
sahip olduğu gerçeği, son derece şaşırtıcıdır. Bu gelişme,
şaşırtıcı olduğu kadar, bugüne dek aydınlatılamayan pek çok
meseleye çözüm de vaat eden yeni ve güçlü bir paradigmanın
müjdecisidir.”
Varlık
Alemi
Cansız
Varlıklar Aleminde Düzenlilik
İnsanlar,
çevrelerinde bulunan tüm varlıkları, binlerce yıldan beri;
“cansız maddeler, bitkiler, hayvanlar ve insan” olarak dört
ayrı ontolojik tabakada sınıflandıra gelmişlerdir. Bu sıralama
içindeki varlıkların, tabandan
zirveye doğru uzanan “ontolojik
bir piramit” teşkil ettikleri söylenir. Ontolojik piramidin
tabanını oluşturan cansız nesneler ve bunlarla ilgili olaylar,
günümüzde fizik ve kimya ana bilim dallarının çatısı altında
toplanan değişik disiplin ve branşlarda çalışan bilim adamları
tarafından ele alınıp, incelenirler.
Cansız
maddeden yapılı nesneler, büyüklük bakımından ister molekül,
mineral, kristal dokusu, toprak parçası, kaya veya dağ; isterse
gezegen, yıldız, veya galaksi mertebesinde olsunlar; aynı
ontolojik tabakada yer alıp, aynı bilimsel kanunlara tâbi
olduklarından, benzer düzenlilik unsurları içerirler. Şimdi bu
olguyu “mikro” ve “makro” alemlerden birer örnekle gözden
geçireceğiz. Bu örneklerimiz “atom” ve “güneş sistemi”
olacaktır.
Atomlar
ve Düzenlilik
Kâinat
materyalinin tamamı 100 kadar atomdan ve bunların değişik
tarzlarda kombinasyonuyla kurulmuş kimyasal bileşiklerden meydana
gelmiştir. Atomların kütlesini esas itibarıyla çekirdekleri
teşkil eder. Elektronlar da bir kovan etrafındaki arılar
gibi çekirdeğin çevresinde "bulunurlar". Bir atomun
bütün kimyasal özellikleri, çekirdek çevresinde yer
alan elektronların en dış tabakası vasıtasıyla belirlenir.
Bileşikler, en dış yörüngelerde yer alan bu elektronlar
arasında gerçekleşen reaksiyonlarla sentezlenir veya
parçalanırlar. Bu sebeple varlıkların maddi bünyelerinin
kuruluşunda elektronların özel bir önemi vardır.
Kimyasal
reaksiyonlarda da kâinatın genelinde hüküm süren düzenlilik
ve plânlılık aynen geçerlidir. Kimyasal bileşikler, hangi
yolla meydana gelirlerse gelsinler daima sabit bir terkip
halindedirler. Bu bölümde, hayat için özel öneminden dolayı,
örnek olarak daha çok su molekülü ele alınacaktır.
Meselâ; 2,106 gram hidrojenin 16,00 gram oksijenle
birleşmesiyle 18,106 gram su bileşiği elde edilir. Su,
hidrojenin oksijen içinde yanmasıyla, nitrik asit gazının
parçalanmasıyla, baryum klorür kristallerinin ısıtılmasıyla
veya bir başka yolla meydana gelebilir. Hangi yolla oluşursa
oluşsun, bu bileşiğin ağırlık oranı daima sabittir.
Birçok
hallerde, iki element, değişik şartlarda, birden fazla bileşik
meydana getirmek üzere birleşebilirler. Meselâ, hidrojen ve
oksijen, sudan başka, hidrojen peroksit denilen bir bileşik daha
oluşturabilir. Bu bileşikte hidrojenin ağırlığı,
oksijeninkinin 1/16'sı kadardır. Suda ise bu oran tam 2
katı, yani 1/8 dir.
Birçok
elementin meydana getirdikleri birden fazla sayıdaki bileşiğin
ağırlıkları arasında daima böyle sabit bir oran vardır.
Birbirleriyle reaksiyon veren gazların hacimleri arasında
sabit orantılar bulunduğu gibi, reaksiyona giren gazlardan her
birinin hacmi ile reaksiyon ürünü olan gazın hacmi arasında da
sabit orantılar mevcuttur. Meselâ, hepsi aynı sıcaklık ve
basınçta olmak üzere, tam iki hacim hidrojenin tam bir hacim
oksijen ile reaksiyona girmesiyle daima tam iki hacim su buharı
meydana gelir.
Bütün
kimyasal düzenlilikler, elektronların atomun çekirdeği çevresine
belirli bir plâna göre yerleştirilmesiyle sağlanmıştır.
Elektronların çekirdek çevresinde bulunabilecekleri bölgeler
"s,
p,
d
ve f
“
yörüngeleridir. Her bir yörüngede mevcut elektron sayısı,
küçük üstlü rakamlar gibi gösterilir. Meselâ bir helyum
atomunun "s"
yörüngesindeki 2 elektronu "s2
" şeklinde ifade edilir. Bu yörüngeler çekirdek çevresinde
7 ana bölgede ayrı ayrı bulunabilirler. Buna göre
elektronların çekirdek çevresindeki yerleşim plânı şöyledir:
1s
2
2
s 2
2p
6
3s
2
3p
6
4s
2
3d
10
4p
6
5s
2
4d
10
5p
6
6s
2
4f
14
5d
10
6p
6
7s
2
5f
14
6d
10
7d 10
7f
14
Elementler,
bu elektron dağılım durumlarına göre bir tablo halinde
dizildiklerinde, kimyasal özellikleri de periyodik olarak değişir.
Atomların bu özelliği, "periyotlar kanunu" olarak
adlandırılır. İlk periyodik tablolar, iki bilim adamı
tarafından birbirlerinden habersiz olarak 1868 ve 1869 yıllarında
bilim dünyasına sunuldu. Bunlarda 17 grup (sütun) ile 7 periyot
mevcuttu. İlk tablolardaki 7 periyottan; potasyumdan broma ve
rubidyumdan iyoda kadar olan elementlerin sıralandığı ikisi,
tamamen doluydu. Bunun üzerinde, her birinde 7 element bulunan
(lityumdan, flora ve sodyumdan, klora) iki kısmen dolu periyot
ile altında tamamen boş üç periyot bulunuyordu. Bilim dünyasına
tanıtıldığı yıllarda zamanın kimyacıları arasında pek
kabul görmeyen bu çalışma, tamamen atomların yapısındaki
plânlılık ve düzenliliğe dayanıyordu ve bu tablonun kâşifleri,
elementlerdeki bu nizama dayanarak günün birinde bu
boşlukların mutlaka doldurulacağını belirtmişlerdi.
Hakikaten de 20 yıl içinde bu tahmin, aynen gerçekleşti. İlk
bulunan element, galyum oldu. Niyobyum, vanadyum, helyum, neon,
argon, kripton, ksenon, skandiyum ve germanyum da onu izledi.
Gökcisimleri
ve Düzenlilik
Aynı
ontolojik tabakada yer alan varlıkların ister atomlar gibi mikro
aleme, isterse güneş sistemi gibi makro aleme dahil olsunlar, aynı
bilimsel kanunlara tâbi olduklarından, benzer düzenlilik unsurları
içerdiklerini söylemiştik. Bundan dolayı, tıpkı atomların
yapısındaki genel plân ve intizama dayanarak bazı kısımları
eksik olan ilk “periyodik tablo”daki boşlukların zaman içinde
oldurulmalarına benzer şekilde, gezegenlerin genel plân ve
intizamına dayanarak da, astronomi alanında önemli tahminlerin,
çıkarımların ve buluşların gerçekleştirilmesi mümkün
olmuştur.
1700
yıllarının sonlarına doğru, Alman astronom J. E. Bode’nin
düzenlediği gezegenlerin güneşten uzaklıkları ile ilgili tablo,
astronomi alanında, periyodik tablonun kimyada yaptığına benzer
bir fonksiyon görmüştür. Tablo şu matematiksel ilkelere
dayanılarak tasarlanmıştı11:
1-)
0 ve 3 ile başlayan ve 3’ten sonraki her elemanı, bir öncekinin
iki katına eşit olan bir dizi düşünün: { 0, 3, 6, 12, 24, 48,
96,.......}
2-)
Dizinin her elemanına “4” ekleyin.
3-)
Bulunan sayıları “10”a bölün.
TİTİUS’UN
ÖNERDİĞİ DEĞERLER GEZEGEN GERÇEK UZAKLIK
DEĞERLERİ
(Astronomik birim
olarak)
(Astronomik birim olarak)
(0+4)/10
= 0.4 Merkür
0.39
(3+4)/10
= 0.7 Venüs
0.72
(6+4)/10
=1.0 Dünya
1.00
(12+4)/10
= 1.6 Mars
1.52
(24+4)/10
= 2.8 ?
(2.77)
(48+4)/10
= 5.2 Jüpiter
5.20
(96+4)/10
=10.0 Satürn
9.54
(192+4)/10
=19.6 ?
(19.18)
(384+4)/10
=38.8 ?
(30.06)
Tabloda
görüldüğü gibi, Bode bağıntısı astronomik uzaklık birimi
cinsinden, gezegenlerin güneşe olan uzaklıklarını-Mars ile
Jüpiter arasında bulunması gereken bir gezegen hariç-gerçekten
de günümüzde tespit edilmiş değerlere oldukça yakın bir
şekilde vermektedir. Ancak Bode’nin elinde, o yıllarda gezegen
uzaklık ölçümlerine dair yeterli veri bulunmadığı halde bu
tabloyu nasıl hazırladığı hâlâ aydınlatılamamış olan bir
husustur. 1776 yılında bir Alman fizikçisi ve matematikçisi olan
J. Titius tarafından yayımlanarak bilim dünyasına tanıtılmış
olan ve bu nedenle Titius-Bode adıyla da bilinen bu bağıntı,
biraz da kaynağı anlaşılamadığından, 1781 yılında W.
Herschel tarafından Uranüs gezegeni bulunana kadar, dönemin bilim
adamları tarafından sadece o yıllarda bilinen 6 gezegenin güneşe
uzaklıklarının hesabında ve kolayca hatırlanmasında
yararlanılabilecek “sırlı bir formül” olarak görüldü.
Ancak yeni keşfedilen Uranüs’ün de bu formüle uyması,
astronomlar arasında bir heyecan dalgası doğurdu: Acaba Bode
bağıntısı, bilinen ve bilinmeyen üyeleriyle bütün güneş
sisteminin genel bir plânını mı kapsamaktaydı? Eğer öyleyse,
acaba Mars ile Jüpiter arasında, güneşe olan uzaklığı 38.8 AB
kadar olan, henüz gözlenmemiş yeni bir gezegen bulunmakta mıydı?
Astronomlar
derhal ciddi bir şekilde bu soruların cevaplarını araştırmaya
başladılar. 1801 yılında Sicilyalı astronom G. Piazzi’nin Mars
ve Jüpiter gezegenleri arasında bir gökcismi keşfetmesiyle bu
araştırmalar ilk ürününü verdi. Ceres adı verilen bu küçük
gezegenin 2.77 AB uzaklıktaki bir yörünge üzerinde, güneşin
çevresinde her 46 yılda bir tur dönmekte olduğu tespit edildi.
Astronomlar arasında Bode bağıntısının işaret ettiği
gezegenin bulunmuş olduğu görüşü yaygınlaşırken, 1802
yılında Alman astronom H. Olbers’in uzayın aynı kesiminde,
yörünge yarıçapı yine 2.77 AB olan bir başka küçük gezegen
keşfetmesiyle bu konudaki kanaatler değişti. Olbers’in Pallas
ismini verdiği bu gezegen Ceres’ten daha küçük olduğu için o
günkü gözlem araçlarıyla ondan daha bulanık olarak
görülmekteydi. Kayıp gezgenin bulunması gereken mesafede Juno ve
Vesta olarak adlandırılan iki küçük gök cismi daha keşfedildi.
Günümüzde uzayın bu kesiminde, dünyadan optik teleskoplarla
fotoğrafları çekilebilecek parlaklık ve büyüklükte 100.000
kadar küçük gök cismi bulunduğu bilinmektedir. Astreoid adı
verilen bu küçük gökcisimlerinin, güneş sisteminin yaratılmış
olduğu hammaddenin, Jüpiter’in büyük kütle çekiminin
etkisiyle, Mars ve Jüpiter arasında bir gezegen teşkil edecek
şekilde kaynaşamayıp dağılması nedeniyle oluştuklarına
inanılmaktadır.
Bu
gelişmelerin üzerinden yaklaşık 40 yıl kadar bir süre geçtikten
sonra, 1846 da J. Galle, Titius-Bode tablosunda işaret edilen diğer
“bilinmeyen gezegeni” de keşfetti. Neptün adı verilen bu
gezegenin bulunmasıyla, Titius-Bode bağıntısının gerçekten de
güneş sisteminin matematiksel plânını temsil etmekte olduğu
ortaya çıkmış oldu.
Su
Şimdi,
astronomiden tekrar kimyaya dönelim. Kimyasal reaksiyonların,
"yaratılış gayesinin tahakkuku” yönünde gerçekleşmesi
için atomlar dünyasında uygulamaya konmuş olan "sabit
ağırlık oranları", "katlı ağırlık oranları"
ve "sabit hacim oranları" gibi kanunları incelerken,
örnek olarak su molekülünün senteziyle ilgili reaksiyonları
ele almıştık. Bunun sebebi, suyun gerçekten çok enteresan
bir kimyasal bileşik oluşudur. Ve onun bu ilginç özellikleri;
varlıklara, kâinatın genel plânlılık ve düzenliliği
çerçevesinde, muhtemel
sınırsız ve sayısız farklı yapı
alternatifleri
arasından nasıl, yaratılış amaçlarının tahakkuku yönünde
fonksiyonlarını en mükemmel tarzda ifa edebilecekleri “biçim”in
takdir edilmiş olduğu hususunda da en güzel ve en düşündürücü
örneklerden birini teşkil etmektedir.
Su,
insanoğluna bahşedilen en büyük nimetlerden biridir. Yeryüzünde
onsuz bir hayatı tahayyül etmek bile zordur. Bizi uzayın
derinliklerinde taşıyan sevimli gezegenimiz üzerinde su ve hayat
ayrılmaz bir tarzda iç içe girip, kenetlenmiş gibidir. Daha
başlangıçta, ergimiş metal cevherlerinden oluşan bir
ateştopu halindeki dünyanın, hayata ve bilhassa insanın
yaşamasına uygun cennet gibi bir bahçe haline getirilmesi için,
trilyonlarca ton su molekülüne "yağmur-akarsu
-gölcük-buharlaşma-bulut" çarkı içinde, yüz milyonlarca
yıl süren bir devr-i daim hareketi yaptırılmıştır.
Bu
esnada çelik sertliğindeki magmatik kayalar ve hatta dağlar
aşındırılıp, yontularak toprağın inorganik bölümü meydana
getirilmiştir. Sonunda okyanuslarda biriken su, kıtaların
şekillenmesini sağlamış ve yeryüzünde sıcaklığı hayata
uygun sınırlar içinde sabit tutan dev bir termostat sisteminin
temel unsuru olarak "yağmur-akarsu-okyanus-bulut"
çevrimi içindeki dolaşımını sürdüre gelmiştir.
Dünyayı
süsleyen bitki ve hayvanlar ile bizlerin ağırlıklarımızın %
60 kadarını su teşkil eder. Bedenimizin hayat suyu olan kanın
%80'i de bu bileşikten meydana gelir. Gıda maddelerinin çözelti
şekline dönüştürülerek kullanılması ve artıkların
atılması da suya bağlıdır. Hücrelerin en önemli ihtiyaç
maddesi olan oksijenin dokulara götürülüp, yan ürün olarak
oluşan zararlı gazların tasfiyesi de yine su vasıtasıyla
mümkün olur. Adeta bir amortisör gibi de fonksiyon
görebilen su, dokularımızı dış etkilerden korur ve
kaslarımızla eklemlerimize esneklik kazandırır. Vücut
ısımızın regülasyonuyla ilgili her türlü fonksiyonda da
suyun, öncelikli bir rolü vardır.
Su,
yalnız insanın maddi ihtiyaçlarının temininde değil, dünyanın
tezyin ve dekorasyonunda da yaygın bir şekilde kullanılır.
Gökyüzünün gündüzleri, atılı pamuk gibi görünen zarif
bir tülle örtülüp; şafak ve grup vakitlerin de
ufuklarından itibaren muhteşem bir tablo gibi süslenip,
boyanması; yağmurların ardından zaman zaman gökkubbeye
renklerden birer köprü gibi gökkuşakları çatılması;
dağlardan parlak ışık demetleri halinde köpük köpük şelâleler
indirilmesi, yaz ve bahar mevsimlerinde yeryüzünün, özellikle de
çayırların minik inciler gibi ışıl ışıl çiğ
damlacıklarıyla bezenmesi, kışları ise hiçbiri birbirine
benzemeyen nadide kar elmasçıklarından müteşekkil tertemiz
ve bembeyaz yorganlarla örtülmesi; kıtaların aralarına mavi
atlasdan okyanuslar döşenmesi, su vasıtasıyla gerçekleştirilen
estetik icraatlardan ilk akla gelenlerdir.
Su,
bütün bu fonksiyonları, sahip olduğu bazı
fizikokimyasal özellikler aracılığıyla yerine getirmektedir.
Bunların en önemlileri su molekülünün lineer değil, açılı
bir yapıda olması ve çapları oldukça küçük olan hidrojen
atomlarında mevcut birer elektronun, oksijen atomu ile ortaklaşa
kullanılması sebebiyle, bu molekülün elektriksel olarak
kutuplanmış bir durumda bulunmasıdır. Molekülün hidrojen uçları
daha pozitif, oksijen ucu ise daha negatiftir.
Hidrojen
atomlarının elektronları, kendi çekirdekleriyle birlikte,
oksijen atomunun en dış yörüngesinde de "bulunabildikleri"
için, molekül adeta büyük bir kürenin içine gömülmüş iki
küçük kürecik biçimindedir. Molekülün polar niteliği
sebebiyle hidrojen atomları çevredeki diğer moleküllerin
elektron yoğunluğu yüksek bölgeleri tarafından çekilir ve bu
bölgelerle aralarında hidrojen bağları adı verilen özel
bağlar oluşabilir. Neticede bu çekim kuvvetleri sayesinde su
molekülleri oldukça sıkı ve yoğun bir şekilde bir arada
tutulur. Bu yaklaştırıcı kuvvet, oda sıcaklığında dahi
moleküllerin birbirinden tamamen ayrılmalarını önleyecek
kadar güçlü olduğundan, suyun kaynama noktası, amonyak ve
hidrojen sülfür gibi nispeten benzer yapılı bileşiklerinkinden
oldukça yüksektir. Yine moleküllerin diziliş özelliği
sebebiyle suyun vizkositesi ve yüzey gerilimi de beklenenden
yüksektir. Su molekülünün polar yapıda oluşu, onun kimyasal
çözücülüğünde de önemli bir rol oynar. Bilinen milyonlarca
kimyasal bileşiğin en az yarısı, az ya da çok, suda
çözünür. Suyun birçok fizyolojik fonksiyonu bu özelliği
vasıtasıyla gerçekleşir. Bu özelliklerine mekanik tesirleri
eklenince, su yerkabuğunun şekillendirilmesinde rol oynayan
başlıca etkenlerden biri olarak da fonksiyon görür.
Hemen
bütün katı cisimler, ısındıklarında hacmen genişlerler.
Oysa suyun sıcaklığı 0˚C'den
4˚C'ye
çıktığında, hacminde bir azalma görülür. Yine çok
enteresan bir istisna olarak buzun hacmi, eridiğinde azalır.
Sıvı halden, donarak katı hale geçtiğinde ise diğer sıvılar
gibi yoğunluğu artacağına, azalır. Böylelikle buzun su
üzerinde yüzmesi mümkün olur. Eğer su molekülü bu
özellikte yaratılmamış olsaydı; akarsu, göl ve geçmişteki
buzul dönemlerinde denizler ve hatta okyanuslarda donan su,
dibe çöker ve neticede sularda hayat son bulurdu. Ekosistemlerin
iç-içe geçmeli karakterinden dolayı, kara hayatı da bu
durumdan çok büyük ölçüde etkilenirdi. Oysa, +4˚C
sıcaklıktaki su en yoğun ve ağır formu teşkil ettiğinden
daima dipte bulunur ve en soğuk zamanlarda dahi suların zemini,
canlılar için yaşanabilir bir barınak olma özelliğini muhafaza
eder.
Yeryüzünde
hayatın devamı için böylesine önemli olan donma
hadisesinin insana hayranlık veren estetik ve geometrik boyutları
da vardır. Suyun sıcaklığı 0 dereceye yaklaştıkça,
hidrojen bağlarının tesiri giderek güçlenir. Hareketleri iyice
yavaşlayan moleküller, sonunda bu bağlar vasıtasıyla 8 farklı
kristal yapıdan birini teşkil etmek üzere sıkıca birbirine
bağlanırlar. Donma hadisesinin süresi ile ortamın sıcaklığı
ve basıncı, oluşacak kristal yapıyı tayin edecek başlıca
parametrelerdir.
Kar
taneleri ise, genel olarak altıgen bir plâna göre
kristalleşirler. Kristalin değişik parçalarının uzunlukları
arasında 1,618 oranı gözetilmiştir. “Altın oran” olarak
adlandırılan bu değere, mimaride, resim ve heykel sanatları ile
tabiat bilimlerinde sıkça rastlanır. Bir AB doğru parçası
alınır ve üzerinde AB/AC=AC/AB ve CB=1 olacak şekilde bir C
noktası seçilirse, C’ye AB’nin “altın bölümü”, elde
edilen değere de “altın kesir” adı verilir:
A________X_________׀__________1___________B
C
AB/AC=AC/CB
bağıntısı, X+1/X= X/1 şeklinde yazılabilir. Buradan X+1=X2
ve
X2-X-1=0
şeklindeki ikinci derece denklem elde edilir. Bu denklemin kökleri
X1=1.618
ve X2=-0.618
elde edilir. Altın oranın ilginç matematiksel özellikleri vardır.
Eserlerinde bu orana çok geniş ölçüde yer vermiş olan eski
Yunanlı sanatçı Phidias (фidias)ın adının ilk harfi olan ф
ile gösterilen altın oranın iki kökünün toplamı 1’e eşittir:
1.618+(-0.618)=1. Bu iki kök değerinin çarpımı da takribi olarak
–1 değerini verir: (1.618)(-0.618) ≈ -1. ф’ye 1
eklendiğinde ise, yaklaşık olarak karesi elde edilir:
1.618+1=2.618 ≈ (1.618) (1.618).
Mineraller
ve Kristal Yapılar
Moleküler
düzenlilik, sadece suya has bir özellik değildir. Düzenlilik;
kâinatın, dolayısıyla bilimin temelidir. Bu olgunun objektif
bilimsel kriterlerle değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkacak olan
hüküm şudur ki; bütün kâinatı kuşatan böylesine
harikulâde bir ahenk ve düzen, ancak bilgisi ve gücü sınırsız
bir “Düzenleyici”nin eseri olabilir.
Şimdi
de yerkabuğu dokusunun birim hücreleri olan minerallere bir göz
atalım: Mineral, tabiatta homojen halde bulunan, belirli bir
kimyasal bileşime ve özel bir kristal yapısına sahip olan
maddelerin genel adıdır. Günümüzde, birkaç bin mineral
çeşidi bilinmektedir. Bunlar yerkabuğu ile yer mantosunu
oluşturan kayaç bloklarının temel bileşenidir. Mineraller
kayaları, kayalar dağları, dağlar da kıtaları teşkil
ederler.
Mineraller,
mikro ve makro seviyede son derece düzenli yapılara sahiptirler.
Kristal adı verilen birim elemanlardan teşekkül eden minerallerin
temel yapı ve bileşim özelliklerine sahip en küçük ünitesi,
"birim hücre" olarak adlandırılır. Özdeş birim
hücrelerin belirli geometrik simetriler çerçevesinde
organizasyonuyla oluşan düzenli makro çatıya da kristal doku ya
da kafes adı verilir. Kristal dokularında; yüzey, köşe ve
kenar sayıları arasında daima şöyle bir bağıntı vardır:
(Yüzey
sayısı+Köşe Sayısı)-(Kenar Sayısı)=2
Aslında
bu denklem, İsviçreli matematikçi Euler 18’inci yüzyılda
"düzgün çokyüzlüler" adı verilen geometrik
cisimlerle ilgili çalışmaları esnasında keşfetmiştir. Batı
kaynaklı literatürde düzgün çokyüzlüler "Platon
cisimleri" ismiyle de anılır. Platon'dan başka,
Pythagoras'ın ve Euclides'in de üzerinde durmuş olduğu bu beş
adet düzgün geometrik cisim, binlerce yıldır bilim ve
sanat alanında insanların dikkatini çeke gelmiştir.
Düzgün
Platon cisimlerinin en başta gelen özelliği, tam 5 adet
olmalarıdır. Bir düzlem üzerinde sınırsız sayıda çokgen
çizilebilmesine karşılık, üç boyutlu uzayda en fazla 5 tane
düzgün çok yüzlü çizmek mümkündür. Düzgün geometrik
cisimlerin yüzeyi, simetrik çokgenlerden oluşur. Böyle bir
yüzeyi üretebilen en basit çokgenler; kare, eşkenar dörtgen,
üçgen ve beşgendir. Düzgün çokyüzlülerin çizimlerindeki bu
kısıtlılık, Euler'in bulduğu dışbükey çokyüzlere ait
formülün de kaynağını teşkil eder. S, çokyüzlünün satıh
sayısı; Kö, köşe sayısı; KE, de kenar sayısı olmak üzere
(S+Kö)-KE, daima 2’ye eşittir.
Düzgün
çokyüzlülerle ilgili bağıntılar, mineral kristalleri için de
geçerlidir. Ayrıca, kimyasal bileşimleri aynı olan
kristallerin büyüklük ve görünüşleri farklı bile olsa,
yüzeyleri arasındaki açı sabittir. Meselâ kuvars
kristallerinde bu açılardan iki tanesi daima 460
16' ve 380
13' değerindedir.
Kristal
haldeki katıların atomları, simetrik ve periyodik bir biçimde
dizilmişlerdir. Metaller, alaşımlar, mineraller ve seramikler
gibi bütün katılar bu özelliğe sahiptir. Simetri,
kristallerin temel bir özelliğidir ve bütün kristaller, ana
simetri elemanlarına göre altı esas sisteme ayrılabilirler. Bazı
maddeler birden fazla sisteme göre kristal oluşturabilir. Bu
hadiseye kristal polimorfizmi denir. Demir, karbon, fosfor ve
kükürt kristal polimorfizmi gösteren elementlerin başında
gelir.
Minerallerin
fiziksel ve kimyasal tesirlerle kırılıp, ufalanmaları
suretiyle toprağın temel yapı unsurlarından bazıları
teşekkül eder. Toprağın en önemli inorganik
bileşenlerinden birisi 0,005 milimetre büyüklüğündeki
mineral partiküllerinden oluşan kildir. Kil, silikat gibi
minerallerin ufalanması veya alkali maddelerle yıkanması sonucu
meydana gelir. Kil moleküllerini teşkil eden atomlar da belirli
kristal dokular çerçevesinde organize olmuşlardır. Kil
minerallerinde başlıca iki ana yapı plânı görülür.
Bunlardan ilki, bir silikon-oksijen dörtyüzlüleri katmanından
oluşur. Her dörtyüzlü, öteki dörtyüzlülerle üç oksijen
atomunu paylaşırken, oksijen atomlarının tamamı hemen hemen
aynı düzlem üzerinde yer alır.
İkinci
yapı plânı ise, oksijen veya hidroksil iyonları içeren ikişer
tabakadan oluşan sekizyüzlüler tarzındadır. Oksijen veya
hidroksil iyonları, bir sekizyüzlünün köşelerini teşkil
ederken, bu yapının bazı noktalarına alüminyum,
magnezyum ve demir gibi metal atomları yerleşmiştir. Dörtyüzlü
ve sekizyüzlü birimler, çeşitli tarzlarda birbirleriyle
birleşebilirler. Bu temel modeller dışındaki kil mineral
modeli nadirdir.
Toprağın
Ekolojik Düzenliliği
İlk
bakışta sanki şekilsiz, amorf bir madde yığınıymış gibi
görülen toprak, biraz daha dikkatle incelendiğinde ortaya çıkan
bu gizli “yapısal” düzenliliğini çok aşan “fonksiyonel”
bir düzenliliğe de sahiptir. Toprak, ufalanmış kayalar ile bazı
organik maddelerin, belirli oranda hava ve su ihtiva eden bir
karışımıdır. Toprağın inorganik bileşenleri; silikatlar,
kireç taşları, granit, kum taşları ve şistler gibi kayaçların
ayrıştırıcı ve ufalayıcı etkenlerin tesirine maruz
kalmasıyla oluşur ve bu partiküllerin içindeki boşluklarda,
biraz hava ile yağışlar vasıtasıyla buraya ulaşan bir
miktar da su bulunur. Toprak suyunun bir kısmı, yer çekiminin
tesiriyle derinlere doğru inerken, bir kısmı da toprak
kolloidleri vasıtasıyla üst tabakalarda tutulur. Toprak
havası, atmosfere göre oksijen ve azot bakımından 2/10 ilâ
3/10 oranında fakirken, karbondioksit bakımından da yaklaşık
2/10 oranında zengindir.
Toprağın
organik bileşenleri, onun verimlilik derecesinin tayininde
birinci derecede rol oynar. Toprağı meydana getiren katı
maddelerin ortalama olarak %5 kadarı organik kökenlidir. Toprağa
karışan bitki, bazen de hayvan kalıntı ve parçalarının
ayrıştırılarak toprağın organik unsurları haline
dönüştürülmeleri, ortam şartlarına bağlı olarak
değişebilen bir süre gerektirir. Dönüştürücü
organizmaların üzerinde yeni faaliyete başladıkları ve
henüz tam olarak ayrıştırılmamış durumdaki siyah renkli iri
parçalardan müteşekkil organik artıklara humus adı verilir.
Kompleks ve heterojen bileşimli, dış tesirlere dayanıklı
bitki ve hayvan artıklarıyla, toprak organizmalarının hücre
ve salgılarından oluşan bir karışım olan humus, sürekli
değişen ve yenilenen dinamik bir yapı özelliği taşır.
Ekolojik
ve ontolojik piramitlerin tabanında yer alan toprak, bir üst
tabakayı teşkil eden bitkiler alemine çok sıkı bağlarla
bağlanmıştır. Ekolojik piramidin "üretici" ünitesi
olarak hayvanların ve insanın temel ihtiyacı olan gıda ve
oksijenin temininde yegâne vasıta olan bitkilerin bu
fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri, önemli ölçüde toprağa
bağlıdır. Sessiz, uysal ve çalışkan üreticiler olan
bitkiler, Yaratıcılarının kendilerine verdiği bu görevi,
milyarlarca yıldan beri mükemmel bir şekilde yerine
getirmektedirler.
Bitkilerin
bu önemli fonksiyonu devirler boyu aksatmadan sürdürebilmeleri
iki bakımdan toprağa bağlı olmuştur. İlkin, toprak,
bitkilerin muhtaç oldukları mineral ve organik maddelerle suyun
yegâne kaynağını teşkil eder. İkinci olarak da toprak, her
yıl sentezlenen yüz milyarlarca ton selülozun tonlarca, artığını
bünyesinde barındırdığı ayrıştırıcı ve dönüştürücü
unsurlar vasıtasıyla, tekrar kullanılabilir küçük moleküller
haline getiren bir lâboratuar ve fabrika gibi de fonksiyon görür.
Kırılan dallar, çürüyerek devrilen ağaç gövdeleri ve her
yıl sonbaharda dökülen yapraklar ile kuruyan otlar, toprak
tarafından, bu şekilde yeniden sentez reaksiyonlarına
girmeye elverişli küçük bileşenlere dönüştürülmeseydi,
zaman içinde bu kalıntılar giderek birikir ve
yerkabuğunun, bitkilerin yaşamasına imkân vermeyen kalın bir
tabaka ile örtülmesine yol açardı.
Eğer
bünyesinde bu dönüşüm gerçekleşmemekte olsaydı, içindeki
mineral ve organik maddelerin giderek harcanıp, tükenmesi
nedeniyle toprak da sonunda tamamen verimsiz bir hale gelirdi.
Yapılan hesaplar, mikroorganizmaların yılda takriben üç
milyar ton karbonu ayrıştırarak bitkilerin tekrar kullanmasına
hazır hale getirdiklerini ve herhangi bir nedenle bu faaliyetin
kesintiye uğraması durumunda yaklaşık olarak, 62 yıl içinde
kara bitkilerinin tamamının yok olacağını göstermektedir.
Toprağın
mikro ve makro faunasını teşkil eden canlılar, ekolojik
sistemin saprofitler adı verilen ilk tabakasını teşkil ederler.
Avucumuzun içine sığabilecek 30 gram toprakta, 30 milyon kadar
mantar ve 1,5 milyar kadar bakteri bulunabilir. Mantarlar,
dönüştürme işleminde öncü rolü oynarlar. Devrilmiş bir
ağaç gövdesinde vuku bulacak saprofitik faaliyetleri safha
safha gözden geçirmek suretiyle, dönüştürme ve
ayrıştırma işleminin nasıl gerçekleştirildiği tetkik
edilebilir.
Devrilen
bir ağacın gövdesine önce küçük yeşil yosunlar yerleşerek
ağacın dış çeperini çürütürler. Kabuğun ortadan
kalkmasından sonra devreye giren mantarlar, salgıladıkları
diyastaz enzimiyle odunu; su, amonyak ve karbonik asite
dönüştürürken; bu safhada faaliyete iştirak eden
bakteriler de henüz mantarlarca işlem görmemiş selülozu
şekerlere, proteinleri de küçük moleküllü azot
bileşiklerine ayrıştırırlar.
Daha
ileri safhalarda, mantarlar ağaç gövdesinin derinliklerine
ipliksi hücre şeritleri halinde uzanarak, dönüştürme
işlemlerini daha derin dokularda da başlatırlar. Nihayet bir
süre sonra, ölü ağacın organik yapısı hemen tamamen,
yaşayan bitkilerin kökleri vasıtasıyla emilebilir
nitelikteki inorganik bileşenlere ayrıştırılmış olunur.
Böylece daha önce bir ağacın yapısını teşkil etmiş olan
atomlar ve küçük bileşik molekülleri, şimdi artık yeni
canlıların yapıtaşları olarak kullanıma hazırlanmış olurlar.
Bazı
toprak mantarları ise canlı bitkilerin kökleriyle bir çeşit
işbirliği tesis ederler. Emdikleri su ve mineralleri kendilerine
aktarmak suretiyle mantarlar bu bitkilere daha geniş bir
absorbsiyon sathı sağlarken, karşılığında da bu köklerin
salgıladığı şekerleri, aminoasitleri ve vitaminleri alırlar.
Bazı
toprak bakterileri de azot ve kükürt bağlama fonksiyonlarıyla
bitki beslenmesine önemli ölçüde katkıda bulunurlar.
Bunlardan bir kısmı, bitkilerin köklerinde bulunan nodül
isimli yapılardaki hücrelerin içine yerleşerek, bitkiyle
fizyolojik bir ortaklık tesis ederler. Bitkiler, atmosferdeki
serbest azotu sentez reaksiyonlarında kullanamaz. Azot bakterileri,
havadaki azotu nitrat (NO3
-
)
haline dönüştürerek bitkilerin kullanımına hazırlarlar.
Kimi
bakteriler ve mantarlar, ekolojik düzenliliğin sigorta
sistemleri olarak da fonksiyon görürler. İnsanoğlunun
teknolojik atılımları, ne yazık ki 20 inci yüzyılda çok
büyük boyutlara ulaşan bir çevre kirliliğine, hatta
tahribine yolaçtı. Bazı araştırıcılar yine
teknolojiden istifade etmek suretiyle bu probleme çözüm ararken,
diğer bazıları, tabiatın sinesine, lâboratuarlarda keşfedilen
pahalı, riskli ve pratik olmayan teknik çözümlerden çok daha
müessir temizleyici ve tamir edici güvenlik sistemlerinin
yerleştirilmiş olduğunu keşfettiler. Hatta yakın zamanlarda,
ekolojik dengenin en çok zarar gördüğü bölgelerde, tıpkı
insanın bağışıklık sisteminde görevli hücreler gibi
birtakım mikroorganizmaların otomatik olarak ortaya çıkarak,
yoğunlaştıkları ve düzeltici faaliyetlere koyuldukları fark
edildi.
Doç.
Dr. B. G. Akınoğlu, Bilim ve Teknik dergisinin Haziran-1991
sayısında yayımlanan "Doğanın Antikorları"
başlıklı makalesinde bu konudaki son buluşları şöyle
anlatır: "Doğanın antikorları adı verilen bu
mikroorganizmalar, dünyanın her yerinde bulunurlar. Bu konuda
yapılan son araştırmalar ortaya enteresan bir sonuç
çıkarmıştır. Bu canlılar, tabiata en fazla zarar veren
maddeleri hızlı bir şekilde yok ederler. Daha az zararlı atık
ve artıkların imhası ise daha uzun sürer. Kirliliğin bulunduğu
mahalde çok hızlı bir şekilde çoğalarak,
gruplaşmaları, bu mikroorganizmaların bir başka ilginç
özellikleridir. Bu çoğalma ve gruplaşmanın hangi
mekanizmalarla gerçekleştiği henüz anlaşılamamış olup,
bu konu üzerindeki çalışmalar halen devam etmektedir. Bu
canlıların birçoğunun yaşaması ve üremesi için hava ile
direkt temasları gerekirken; diğer bir kısmı ise toprağın
çok derinlerinde yaşamaktadır. Bu mikroorganizmaları
bakteriler, maya mantarları ve küf mantarları olarak üç gruba
ayırabiliriz. Bu grupların içinde her biri, yüzlerce zararlı,
hattâ zehirli maddeyi "yiyen" organizma mevcuttur.
Bunların artıkları ve metabolizma ürünleri ise
tamamen zararsız maddelerdir. Bu mikroorganizmalar, kirliliğin
boyutlarına göre birkaç hafta ilâ birkaç yıl içinde bir
bölgeyi tamamen temizleyebilirler. Ancak kirletici madde
yayılımının sürekli, miktarının da çok fazla olduğu
durumlarda bu mikroorganizmaların iyileştirici faaliyetlerinin
bariz bir tesiri görülmeyebilir. Ayrıca bir temizleme ve
tedavi işlemi gerçekleşmeden önce o mahallin yerleşik
canlıları, kirlilikten doğrudan veya dolaylı bir şekilde
etkilenmiş olabilirler. Temizleme prosesinden sonra ortam yeniden
hayatiyet kazanmakla birlikte ekolojik dengenin bütünüyle
yeniden tesisi, uzun yıllar gerektirebilir."12
Maalesef,
çevreye sürekli yayılmakta ve miktarları giderek artmakta olan
endüstriyel atıklar toprağı, suyu ve havayı gün geçtikçe
daha fazla kirletmektedir. Hattâ, toprağı daha verimli kılmaya
yönelik iyi plânlanmamış teknolojik müdahaleler de maksadın
tersiyle neticelenerek toprağın verimliliğini yıldan yıla
düşürebilmektedir. Kısa zamanda büyük ve kolay kazançlar
elde etme tutkusuyla, topraktan alınabilecek şeyin adeta son
damlasına kadar zorla çıkarılması temayülünün, sabırlı
ve müşfik bir çabayla, toprağın tabii dengesini onun
bünyesindeki ekolojik süreçlerle “dost” olan yöntemlerle
muhafaza etmeye yönelik yaklaşımın yerini almasından sonra,
birbiri ardınca şaşırtıcı ve üzücü olaylar patlak vermeye
başlamıştır.
Meselâ
ABD'nin Illinois eyaletinde vuku bulan hadiseler, buna enteresan
bir örnek sayılabilir. Decatur ziraat bölgesinde, çok
sıcak ve bunaltıcı geçen bir yaz mevsimi sonunda
neredeyse iki adam boyuna yaklaşmış olan mısırlardan, dönüm
başına 6-7 ton ürün alınması bekleniyordu. Son yirmi yıl
içinde bölgedeki çiftçiler azotlu gübre kullanarak toprağın
verimliliğini giderek arttırmışlardı.
Ancak,
yüz yüze oldukları tehlikenin büyüklüğü konusunda hiçbir
fikirleri yoktu. O yazın son günlerinde bir Decatur'lu,
çeşmeden bardağına doldurarak içtiği suyun tadını tuhaf
bularak, bir şişe suyu sağlık müdürlüğü lâboratuarına
götürdü. Analiz sonucu, suyun öldürücü dozda nitrat
ihtiva ettiği anlaşıldı. Decatur gazetelerinden birisi,
kirlilik kaynağının mısır tarlaların yıllardır boca edilen
suni gübreler olabileceğini yazınca, "mısır kuşağında"
yaşayan halk heyecana kapıldı. Bu bölgedeki çiftçiler, ucuz
olması ve oldukça fazla verim artışı sağlaması sebebiyle
yıllardır hep azotlu gübreleri tercih etmişlerdi.
Amerikan
Bilim Geliştirme Derneği’nin 1970 yılı toplantısında,
Washington Üniversitesi Tabii Sistemler bölüm başkanı B.
Commoner, içme ve yeraltı sularında yükselen nitrat
miktarıyla, giderek artan azotlu gübre tüketimi arasındaki
münasebeti sergileyen bir bildiri sununca, gübre sanayinin
lobiciliğini yapmak üzere kurulmuş olan Milli Bitki Besinleri
Derneği, Commoner'ın bu raporunun kopyalarını hemen çürütüp,
yalanlamaları için dokuz büyük üniversitenin tarım
uzmanlarına gönderdi. Bu uzmanlar, mesleki kariyerlerini zaten
çiftçilere daima bol suni gübre kullanmalarını tavsiye
etmelerine borçlu olduklarından, Commoner'ı destekleyen tek
bir kişi çıktı. D. H. Kohl adlı bu bilim adamı, problemin
gezegenimiz üzerindeki hayatı topyekûn tehdit edecek boyutta
olduğunu savunarak, İllinois tarlalarına atılan fazla azotun
nerelere kadar yayıldığını tespit için radyoizotop
analizleri yapmaya teşebbüs etti. Ancak milyarlarca dolar
yıllık cirosu olan suni gübre sanayii lobisi ağır basınca,
bu iki bilim adamı, meslektaşlarının acımasız saldırılarına
maruz kaldılar ve "Üniversitelerin temel ilkelerine muhalefet"
gibi tuhaf bir suçlamayla mutlak bir yalnızlığa mahkûm
edildiler.
Aslında,
aşırı suni gübre kullanımının zararı sadece su kirliliğine
yol açmakla sınırlı değildi. Bu bölgedeki çiftliklerde
yapılan bir araştırmada, mısır bitkisinin sentetik azotla
aşırı şekilde gübrelenmesi sonucu, bünyesinde karotenin A
vitaminine dönüşme işleminin bloke olduğu ve bu mısırlarla
yapılan yemle beslenen sığırlarda A vitamini yetersizliğine
bağlı bazı bozuklukların geliştiği ortaya çıkarıldı. Bu
şekilde yetiştirilen mısırlarda D ve E gibi yağda eriyen diğer
vitaminlerin de olması gerekenden çok düşük düzeylerde
bulunmuştur.
Ayrıca
fazla azotlu gübre kullanılarak yetiştirilmiş mısırların
depo edildiği silolardan sızan sıvılar, çevrede yaşayan sığır,
ördek ve tavuklarda zehirlenmeye bağlı toplu ölümlere de yol
açmaktaydı. Nihayet, nitrat muhtevası çok yüksek mısır
türlerinin depolandığı bazı siloların birer cephanelik
gibi infilâk ederek havaya uçmaları sonucu, durumun vahâmeti
herkesçe anlaşılmış oldu. Patlamayan bazı silolardan da
çevreye, uzun süre teneffüs edeni öldürecek miktarda diazot
monoksit gazının yayıldığı tespit edildi.
Ayrıntılı
çalışmalar, aşırı miktarlarda kullanılan suni azot
gübrelerinin, topraktaki simbiyotik azot bağlayıcı
bakterilerin faaliyetini de aksattığını gösterdi. Yani bu
şekilde fasit bir daire oluşmakta, toprağa fazla miktarda
azotlu gübre atılması, onun azot ihtiyacını daha da
artırmaktaydı.
Şüphesiz
çiftçiler, bilim ve teknolojiden, ürünlerini ve gelirlerini
artırmak amacıyla faydalanmalıdırlar. Bu, kaçınılmaz bir
zorunluluktur. Ancak bu yapılırken Yüce Yaratıcı'nın
tabiatın bünyesine koyduğu kurallara uymak da zorunludur. Aksi
takdirde, yaşamakta olan neslin böylesine riskli bir tarzda
elde edilen ürün artışı aslında, gelecek nesillerin hakları
gasp edilerek sağlanmış olur.
New
Scientist dergisinden çevrilerek Bilim ve Teknik dergisinin
Eylül-1989 sayısında yayımlanan J. Reganold'un bir
makalesinde bu gerçek, şu şekilde dile getiriliştir:
"Washington eyaletinin doğusunda, Palouse bölgesinin dağ
sıraları arasında, birbirine komşu iki çiftlik yer
almaktadır. Bu iki çiftlik, birçok benzer özellik taşır:
Her ikisi de aynı arazi yapısına sahiptir, İkisi de
1900'lü yıllardan itibaren işletmeye açılmıştır, vb...
Ancak aralarında çok önemli bir fark da vardır: Bunlardan birisi
bir "tabiat çiftliğidir" ve verimliliğin korunması
için topraklarının ilk defa sürülmeye başlandığı
yıllardan beri bu çiftlikte yeşil gübrelerden, ürün
rotasyonundan ve benzeri tabii tekniklerden faydalanıla
gelinmiştir. Bitişikteki diğer çiftlikte ise suni gübreler
ve birçok haşarat ilaçları kullanılmaktadır. Yan yana bulunan
bu iki çiftlik, bize iki ayrı tekniğin avantaj ve dezavantajları
hakkında değerli bilgiler sağlayarak, bu konuda yıllardır süren
tartışmaların bir karara bağlanması hususuna yardımcı
olabilir. Yakın zamanlara kadar tabiat çiftçiliği metodu
yeterince verim sağlayamayan bir teknik olarak görülmekteydi.
Buna rağmen günümüzde bu çiftçilik sistemine duyulan ilgi
giderek artmaktadır. Bunun başta gelen sebebi, son zamanlarda
fiyatlarının yükselmesi sebebiyle birçok çiftçinin suni
gübre ve haşarat ilacı kullanımını azaltma imkânları
araştırılmaya başlanmıştır. Tabii tarım usulleri, rakip
modelin toprağa, çevreye ve insan ve hayvan sağlığına
verdiği zararı ortadan kaldıracak ya da hiç olmazsa azaltacak
güce sahip görüldüklerinden, artık geniş bir kitlenin
ilgisini çekmeye başlamıştır.
İkinci
dünya savaşından sonra ucuz suni gübrelerin ve 1950'lerin
başında da haşarat ilaçlarının piyasaya sürülmesiyle,
gelişmiş ülkelerde kısa sürede geleneksel ve tabiata dayalı
çiftçilik usulleri terk edilerek, tarım, kimyasal gübrelere
ve haşarat ilaçlarına bağımlı bir hale getirilmiştir.
Gerçekte çiftçilerin klâsik tabii tarım usullerini terk
etmelerinin sebebi, bunların işe yaramayışı değil, rakip
teknolojiyle rekabet edemeyişleri olmuştur. İdeal yeni tabiat
çiftçiliği kavramı da teknolojiye sırt çevirişi değil,
bilimsel buluşların geleneksel usullerle kaynaştırılmasını
temsil etmektedir. Tabiat çiftçilerinin önemli bir kısmında,
modern tarım makineleri, sertifikalı tohumluklar, gelişmiş
sulama teknikleri ve ileri modern ürün artığı
değerlendirme metotları kullanılmaktadır.
1985'te
Washington Eyalet Üniversitesindeki çalışma arkadaşım L.
Elliot bana biri tabiat çiftliği olan iki komşu çiftlikten söz
ederek bunların toprak yapılarını ve erozyon oranlarını
karşılaştırmamızı teklif etti. Burada sistematik bir
araştırma yaptık. Tabiat çiftliğinde 80 yıl boyunca sadece
organik gübreler kullanılmış ve kış buğdayı, ilkbahar
bezelyesi ile baklagiller münavebeli olarak ekilmişti.
Araştırmayı yaptığımız bölge, kabaca 100 metre uzunluğunda
ve 50 metre genişliğinde bir alan idi ve iki çiftliğin birleşim
yerinde 4 derecelik bir eğim mevcuttu. Araştırmamızda çevre
şartları ile toprak özelliklerinin 1948'e kadar birbirine benzer
olduğunu, sonradan meydana gelen değişikliklerinse çiftliklerin
işletme tarzlarındaki farklılıklardan ileri geldiğini
varsaydık.
Topraktaki
mikroorganizmaların yeni nesillerinin meydana gelip, eskilerinin
ölmesi, arazinin verimliliğini sürekli olarak olumlu yönde
etkiler. Bu canlılar ayrıca bitki artıklarının tabii bir
gübre olarak yeni yetişen bitkiler tarafından kullanılabilir
bileşikler haline getirilmesini sağlar. Mikroorganizmalar ayrıca,
toprakta tohumun tutunup, gelişmesini kolaylaştırmak, hava
azotunu bitkiler tarafından kullanılabilir nitrat bileşikleri
haline dönüştürmek ve bazı zehirli maddeleri zararsız
moleküllere çevirmek gibi fonksiyonlar da görürler.
Bolton
1983'de yapmış olduğu bir araştırmada tabiat
çiftliklerinin topraklarında, diğerlerine oranla çok daha fazla
sayıda mikroorganizma bulunduğu ortaya koymuştu. Biz de tabiat
çiftliklerinin toprak satıhlarında diğerlerinden %60 daha
fazla organik madde bulunduğunu tespit ettik. Organik madde
miktarıyla mikroorganizma sayısı arasında pozitif bir
korelasyon vardır. Organik maddeler, başka mekanizmalarla da
toprağın kalitesini yükseltirler. Bir kere, mineral parçalarını,
tohumun tutunup, gelişmesine en uygun kıvamda biraraya
getirirler. Ayrıca, toprağın su tutma kapasitesini yükseltirler.
Kısacası organik maddeler toprağı daha besleyici, verimli ve
üretken kılarlar. Toprağı organik maddeler bakımından
zenginleştirmenin en pratik yolu, tabiat çiftliklerinde
yapıldığı gibi, yeşil gübre kullanmaktır. Tabiat çiftliği
toprağının “yarılma indisi”ni, diğerine göre önemli
ölçüde düşük bulduk. Yarılma indisi, toprağın sertliğiyle
ilişkilidir. Genel olarak yarılma indisi ne kadar düşük
olursa, tohumların toprağı delip, kök salmaları da o kadar
kolay olur. Bütün bu faktörler birleşerek, tabiat
çiftliği toprağının daha iyi ve kolay işlenmesini mümkün
kılmaktadır. Tabiat çiftliği toprağının besleyici
tabakasının kalınlığının 16 santimetre daha kalın olduğunu
gördük.
Bunun
sebebi, diğer çiftlikteki hızlı erozyondu. Bol
mikroorganizma ihtiva eden tabiat çiftliği toprağı, bu
mikroorganizmaların sentezlediği polisakkaritler sayesinde aşırı
yağışların olumsuz etkilerine direnebilmektedir. Erozyon tabii
olmayan yollarla işlenen çiftlikte toprağın besleyici
tabakalarını aşındırarak alttaki verimsiz kil
kitlelerinin satha çıkmasına yol açmıştır. Hızla akan
sular, bir sezonda bu çiftlikten, diğerine göre hektar başına
24 ton kadar daha fazla toprağı alıp, götürmektedir.
Araştırmalarımızın neticelerini şöylece toparlamak mümkündür:
Bundan 40 yıl kadar önce biri birinin tıpatıp aynı olan iki
tarladan birisi, her yıl giderek niteliklerini kaybetmektedir.
Eğer erozyon bu hızla devam ederse, tabii sistemin kurallarına
riayet edilmeyen çiftlikte tarıma elverişli toprağın tamamı
50 ilâ 100 yıl içinde elden çıkacaktır.
Tabiat
çiftliğinde ise toprak verimliliğinin devamı mümkün
görünmektedir. Her ne kadar yeni suni gübreler ve haşarat
ilaçları, erozyonun sebep olduğu verim düşüklüğünü
maskelemekteyseler de, gelecek on yılda, rakip çiftliklerde üretim
önemli ölçüde düşebilir. Toprak bu tarzda işlenmeye devam
edilirse, sonunda suni gübreler de tamamen etkisiz kalacaktır.
Tabiat çiftçisinin toplam üretimi diğerinden düşük gibi
görünse de, bu görünüş aldatıcıdır. Gerçekte tabiat
çiftçisi sadece toprağını ve verimliliğini korumakla
kalmayıp, düşük işletme maliyetleri sebebiyle hektar başına,
diğer çiftlik sahibininkine yakın miktarda gelir de elde
etmektedir. Bir tabiat çiftliğinde, aynı miktarda ürünü elde
etmek için sarf edilen yakıt tutarı, diğer türdeki
çiftliktekinin %40'ı kadardır. Suni gübre ve haşarat ilacı
harcamalarını düşüp, toprak kalitesinin korunmasını da
hesaba eklersek, tabiat çiftçisinin daha kazançlı olduğunu
bile söyleyebiliriz. Evet, ne yazık ki toprağın kıymetini
bilmiyoruz. Aslında en azından; azami gelir sağlamak kadar, hatta
ondan da fazla önem verilmesi gereken şey, toprağın
verimliliğini muhafaza etmek olmalıdır. Halbuki bilinçsiz
teknolojik müdahalelerle bunun tersi yapılmaktadır. Maalesef
bunun korkunç zararları esas olarak gelecekte görülecektir.
Doğru tekniği uygulamazsak, bugünün kârında küçük bir artış
için, geleceğin ürününe çok büyük bir zarar vermiş
olacağız.”
Görüldüğü
gibi ontolojik ve ekolojik piramidin tabanı olan toprak,
insanoğlunun asırlarca süren bir dönemden sonra bilim
vasıtasıyla ancak ulaşabildiği bilgi ve anlayış seviyesini fazlasıyla
aşan eşsiz bir yapısal ve fonksiyonel düzenlilik
özellikleriyle donatılmıştır. Bu eşsiz sistemin kurucusu,
bilgisi ve gücü sonsuz olan Allah olsa gerektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder