KOGNİTİF PSİKOLOJİ
Psikolojide ”Davranışçı, Psikanalitik,
Fenomenolojik, Nörobiyolojik ve Kognitif” yaklaşımlar gibi bazı
farklı ekoller mevcuttur. R. L.Atkinson, E. R. Hilgard ve R. C.
Atkinson; “Psikolojiye Giriş“14 adlı
kitaplarında, “psikoloji”nin 1890’dan 1981 yılına kadar
geçen 91 yıl boyunca dokuz bilim adamı tarafından yapılmış
dokuz farklı tanımını verirler. R. Mayer’in 1981 yılında
yapmış olduğu tanıma göre psikoloji ”insan davranışlarını
anlamak amacıyla, insana özgü zihinsel süreçlerin ve hafıza
yapılarının bilimsel yöntemlerle araştırıldığı alandır.”
Günümüzde kognitif yaklaşımı benimseyen birçok bilim adamı,
“insanların pasif birer uyaran alıcısı olmamalarını ve insan
zihninin; aldığı enformasyonu aktif bir şekilde işleyerek, onu
yeni biçim ve kategorilere dönüştürmesini” psikolojinin en
ilginç ve önemli olgularından biri olarak kabul ederler. Meselâ,
bu sayfaya baktığımızda fiziksel olarak gördüklerimiz, mürekkep
zerreciklerinden oluşmuş bazı harf gruplarından ibarettir. Görsel
duyu ve sinir sistemimizin girdisi ise sayfadan göze yansıyan bir
dizi ışık ışını örüntüsünün bir başka enerji türüne
dönüştürülmesiyle oluşan çok küçük voltajlı aksiyon
akımlarıdır. Bu in-put’un bazı zihinsel enformasyon işleme
mekanizmalarımızı harekete geçirmesiyle; sayfa üzerindeki bu
mürekkep lekeleri, bazı şeyleri öğrenmemize, hatırlamamıza,
bir tür iç ses düzeneğiyle konuşmamıza, düşünmemize ve
hatta sonuçta, ne bu kitapta ne bir diğerinde, ne de bizim
geçmişimize ait hafıza kayıtlarımızda bulunmayan yepyeni bazı
hükümlere ulaşmamıza imkân sağlayabilir! Bu karmaşık
proseste, “okuma faaliyetimiz” ile “orijinal bir hükme
ulaşmamız” arasında pek çok sayıda işlem ve dönüşüm
gerçekleştirilecektir.
“Kognisyon” veya “bilişsel süreç”,
bireyin bilgi edinmesini, sorunlarını çözmesini, yeni keşif veya
icatlarda bulunmasını ya da geleceğe yönelik plânlar yapmasını
sağlayan zihinsel proseslerin tamamını ifade etmek üzere
kullanılan bir terimdir. “Kognitif psikoloji” ise tüm bu
süreçlerin bilimsel yöntem ve tekniklerle incelenmesi faaliyetini
ve bu gibi faaliyetler sonunda edinilen veri ve bulguları kapsar.
“Kognitif psikoloji”, son yıllarda en fazla gelişme gösteren
psikoloji alanı olmakla birlikte; bu alanın halen ne yapılanması
tamamlanabilmiş, ne de önemli konuları ve sorunları tam anlamıyla
aydınlığa kavuşturulabilmiş ve çözümlenebilmiş değildir. Bu
sahada çalışan bilim adamı ve araştırmacıların, temel eğilim
ve görüşleri bakımından birkaç faklı yaklaşım
sergiledikleri görülmektedir.
Bunlardan ilkinde “kognisyon” (veya
bilişim), esas olarak bir bilgi işlem süreci olarak görülür.
Bu yaklaşımı kabul eden bilim adamları açısından sinir
sistemimiz, kendisine duyu organları aracılığıyla ulaşan
verileri otomatik olarak işleyen bir bilgisayara benzer. Onlara göre
bu alanda yapılması gereken şey de, bu bilişim mekanizmasının
çalışma şeklinin incelenmesidir. Bu disiplinin kurulmasına
önemli katkılar sağlamış olan U. Neisser; bilişsel psikolojiyi,
“Duyu organlarından gelen enformasyonun dönüşüm, işleniş,
depolanış ve kullanılış mekanizmalarının incelendiği
disiplin” olarak tanımlar. Bilgi işlem dili, psikologlar arasında
en iyi bilinen dillerden biridir. Bu yaklaşımı benimseyen bilim
adamları için psikoloji alanında araştırılması gereken en
önemli hususlar; dikkat, algı, öğrenme, hatırlama ve bilgiyi
kullanma gibi noktalardır. Bu eğilimin ve çalışmaların değişik
sonuçları olmuştur. Bunlardan birisi de insanın düşünme
süreçlerinin taklidi suretiyle hazırlanan “yapay zekâ”
programları olmuştur. Böylece problem çözen, çeşitli
tasarımlar yapan, satranç oynayabilen, araba veya uçak kullanımını
ya da karmaşık kimyasal ve nükleer reaksiyonları stimüle eden;
hatta bazı bilimsel buluşları kolaylaştırıp, hızlandırabilen
bilgisayar programları ile insanın bazı davranışlarını taklit
edebilen robotlar hazırlanmıştır. Bunlar, hemen tüm gelişmiş
ülkelerin, üzerinde en fazla yatırım, çalışma ve araştırma
yaptıkları sahaların başında gelir.
Kognitif psikoloji alanında en fazla
taraftar bulan yaklaşımların bir diğerine göre ise, bilişim
mekanizmasının en önemli konusu, semboller aracılığıyla
gerçekleştirilen zihinsel proseslerdir. Bu görüşte olan bilim
adamlarına göre, insan zihnindeki her türlü kognitif süreç,
nesne ve olayları, hatta “bunların daha da ötesini” temsil
edebilen bazı sembollerin veya göstergelerin kullanılması
suretiyle gerçekleştirilmektedir. Kendinden başka bir şeyi temsil
eden her şeye sembol veya gösterge diyebiliriz. Dilin sembollerini,
kelimeler teşkil eder. Meselâ, “çiçek” kelimesi, herkesçe
bilinen bir bitki kısmını temsil eden dilsel bir semboldür. Dil,
kelimeler şeklindeki sembollerden ve bunlar arasındaki ilişkileri
belirleyen bir takım kurallardan oluşan bir iletişim sistemidir.
Semboller sadece tabii dillerde kullanılmaz. Meselâ, trafik
uyarıları ve düzenlemeleri de birtakım sembollerle ifade
edilebilir. Matematikte, müzikte ve kimya gibi kimi bilim dallarında
da bazı özel sembol sistemleri kullanılır. Hafızamız da bazı
semboller vasıtasıyla çalışan bir bilgi işlem düzeneğidir.
Komşumuzun simasını hatırlamaya çalıştığımızda, eğer onun
yüzünü tam olarak tahayyül edebilmişsek, bunu bazı kognitif
görsel semboller aracılığıyla başarmışızdır. Sembollerin en
büyük ve önemli yararlarından biri de bizlere, içinde
bulunduğumuz zaman ve mekan sınırlarının ötesine uzanma imkânı
sağlamalarıdır. Bu şekilde, hem geçmişin tecrübe ve
yaşantılarından yararlanabilmemiz; hem de geleceğe dair hesaplar
ve plânlar yapabilmemiz mümkün olur. Semboller bize sentez, keşif
ve icat yeteneği verdiği gibi, sanatsal ürünler ve eserler ortaya
koymamızı da mümkün kılar. Semboller aracılığıyla ne bizim
ne de bir başkasının hiç görmediği ve bilmediği, hatta reel
dünyada hiçbir benzeri bulunmayan varlıklar ve olaylar da
tasarlayabiliriz. Bazı bilim kurgu roman ve filmleri, bunun birçok
uç örneğini ihtiva eder. Tüm bu nedenlerden dolayı bu yaklaşımı
savunan bilim adamları “sembol kullanma yeteneği”nin kognitif
psikolojinin en önemli araştırma konusunu teşkil ettiğini
inanırlar.
Bazı araştırmacılara göre ise, en
önemli kognitif süreç, “problem çözümüne yönelik düşünme
işlemleri”dir. Düşünme prosesi genelde; doğrudan veya dolaylı
olarak bir meselenin çözümüne yöneliktir. Bu yaklaşımı
savunan bilim adamlarına göre, elde mevcut bulunan imkânların ve
daha önceden edinilen bilgi ve tecrübelerin kullanılması
suretiyle bir sorunun çözüme kavuşturulması yönündeki zihinsel
çabalar, en karakteristik kognitif işlemlerdir. Bazen, ilk bakışta
belli bir amaca yönelik görülmeyen “hayal kurma” gibi zihinsel
süreçler bile, karşı karşıya bulunulan bir problemin çözümüne
dolaylı yoldan yardımcı olabilir.
Aslında, biz sadece
problem çözmek değil, birçok farklı amaçla ve birçok farklı
biçimde de düşünürüz. Meselâ, bir arkadaşımızın ismini
hatırlamaya çalışırken, duygularımızı veya düşüncelerimizi
dile getiren bir yazı yazarken, gece görmüş olduğumuz rüyanın
ayrıntılarını gözümüzde canlandırırken çalışırken, komşu
çocuğunun bir hareketine niçin o kadar sert bir tepki
gösterdiğimizi ve bunun muhtemel sonuçlarını irdelerken de
düşünmekteyizdir. Bazı hatıralarımızı dil göstergeleriyle,
yaz tatilimizi geçirmiş olduğumuz kasabanın harika körfezinin
manzarası gibi kimilerini fotoğrafsı vizüel imajlarla, en
sevdiğimiz şarkının melodisi gibi bazılarını audial kodlarla
veya en çok sevdiğimiz yiyeceğe ait olanlar gibilerini ise koku ve
lezzet kayıtlarıyla hatırlayabiliriz. Tüm bu olgular, kognitif
süreçlere ait örneklerdir. Bu geniş perspektiften; başta
öğrenme, hatırlama ve düşünme olmak üzere; algılama, karar
verme, hayal kurma, tasavvur etme, unutma, kavramlaştırma, problem
çözme, muhakeme, icat, keşif, konuşma, yazma, okuma ve benzeri
tüm zihinsel etkinlikler, incelenmeleri ve aydınlatılmaları
gereken karmaşık birer kognitif süreç olarak görülebilir.
İki Temel Kognitif Süreç: Öğrenme
ve Hatırlama
Öğrenme; bilgi
edinme süreci olup; “klâsik şartlanma”, “bazı fiziksel
özelliklerin ayırt edilmesi”, “tekrarlanan uyarılara karşılık
verilmemesi suretiyle gerçekleştirilen alışma”, “nesneleri,
olayları ve yaşantıları birbirleriyle olan bağlantılarına göre
sınıflandırmak suretiyle gerçekleştirilen kavramlaştırma”,
“problem çözme”, “geçmiş yaşantıların duyusal
kayıtlarına dayanan algısal öğrenme”, “duyumlardan oluşan
sinyallere bazı kas hareketleriyle karşılık vermeye dayanan
psikomotor öğrenme”, “taklit”, “içgörü” ve “etkilenim”
gibi türlere ayrılır.
Hayvanlar için
geçerli başlıca öğretme yolu olan mekanik şartlandırma,
çağrışım sağlama ve pekiştirme gibi tekniklerin, insanın,
özellikle de “epistemolojik konularla ilgili öğrenme”sine
herhangi bir belirgin katkısı gözlenmediğinden; bizler için
öncelikli ve önemli olan, karmaşık kognitif süreçlerle
gerçekleşen öğrenme türleri olsa gerektir.
Öğrenme süreçleri
büyük ölçüde “hafıza” fonksiyonlarımızla ilişkilidir.
Çünkü bir şeyin öğrenilmesi, esas olarak, bir bilginin veya
becerinin; önce kodlanarak bellek kayıtlarına geçirilmesi ve
sonra da ihtiyaç halinde, bu kayıtların buradan bulunup
çıkarılarak kullanılması demektir. Öğrenme ve hatırlama,
sinir sistemimizdeki bazı kalıcı “biyofiziksel, biyokimyasal ve
(nöronlarımızın özellikle akson
ve dendrit kısımlarını kapsayan)
hücresel” değişiklikleri içerir. “Hafıza”yı; ‘geçmişe
ait tecrübe ve yaşantılarımızı muhafaza edebilmemizi, içinde
bulunduğumuz zamana ve şartlara uyum gösterebilmemizi ve geleceğe
en uygun şekilde yönelmemizi mümkün kılan kognitif ünite’
olarak tanımlayabiliriz.
Her türlü öğrenme
işlemi için hafızamızın varlığı ve fonksiyonları zorunludur.
Eğer yaşantılarımızı hatırlamasaydık, hiçbir şey
öğrenemeyeceğimizden tüm hayat tecrübelerimiz, birbiriyle
ilişkisiz anlık yaşantılardan ibaret kalırdı. Hafızamız
olmasaydı, belirli bir tecrübeden edindiğimiz bilgiyi muhafaza
edemeyeceğimizden, her defasında bu şeyi yeni baştan öğrenmek
zorunda kalırdık. İletişim kurmak için de, öncelikle
muhatabımızın bize söylemiş olduğu şeyi, sonra da, bizim ona
söylemeyi plânladığımız şeyi hatırlamamız gereklidir.
Benlik, kişilik, bilinçlilik ve oryantasyon gibi “temel ve
karakteristik psikolojik unsurlarımız” da ancak hafızamızın
sağladığı süreklilik ve ilişkilendirme fonksiyonları sayesinde
“mümkün ve var” olabilmektedirler. Hafızamız olmasaydı
kendimiz hakkında bile düşünemez, kişisel özelliklerimizi bile
öğrenemezdik. Hafızamız, irademiz ile birlikte, bizi biz
yapan şeylerin başında gelir.
Fizyolojik olarak da
öğrenme ile hafıza fonksiyon ve süreçleri iç içe geçmiş
durumdadır. Bazı araştırmacılar öğrenmeyi, yeni bilgiler
edinme süreci; hafızayı da zihinde saklanabilen bilgi miktarı
olarak tanımlarlar. Klinik çalışmalarda bu nedenle öğrenme ve
hafıza ölçümleri çoğu defa birlikte yapılır.
“Kısa” ve “Uzun” Süreli Hafızalar
İnsan hafızasının, başlıca ”kısa” ve “uzun” süreli olmak üzere iki ana formunu gözleyebiliyoruz. Kısa süreli hafızada, son birkaç saniye ya da dakika içinde gerçekleşerek dikkat ve ilgi alanımıza girmiş olan olayların kayıtları saklanır. Dikkatin farklı odaklara yönelmesinden sonraki hatırlama işlemleri, uzun süreli hafıza tarafından gerçekleştirilir. Yine; dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar öncesine ait hatıralar da uzun süreli hafızada muhafaza edilir. Bilgi hazinemizin hemen tümü, uzun süreli hafızamızda yer alır. Uzun süreli hafıza bir okyanus gibi engin ve derindir. Kısa süreli hafıza ise küçük bir havuza benzer. Ancak bizler, o “engin bilgi okyanusu” ile ancak bu “küçük havuz” aracılığıyla ilişki kurabilmekteyiz.
Kısa süreli
hafızanın kapasitesi küçük olup; çocukluktan gençliğe doğru,
yaşla bir yükselme gösterir. 1974’de tanımlanan “çalışma
hafızası”, kısa süreli hafızanın en belirgin ve etkin
ünitesidir. Çalışma hafızası, “sözel” ve “mekansal”
olarak iki alt birime ayrılır. Bu birimlerin, merkezi bir
prosesörün denetimi altında bulunduğu sanılmaktadır. Merkezi
prosesör sistem, “dikkatin yönelimi”ni kontrol ettiği gibi,
farklı kaynaklardan gelen enformasyonu da organize ve entegre eder.
Çalışma hafızası fonksiyonlarının beyin kabuğunun frontal
(alın) kısmı aracılığıyla gerçekleştirildiğine işaret eden
bazı deneysel bulgular vardır.
Uzun süreli hafıza
“dekleratif” ve “prosedürel” olarak adlandırılan iki temel
ünite içerir. “Dekleratif hafıza”, bilinç düzeyine çıkan
ve dille ifadesi mümkün olan enformasyonu saklar. “Dışa
vurumlu” olarak da isimlendirilen dekleratif hafıza, anlama
dayalı (semantik) ve olaya
dayalı (episodik) hafıza alt
birimlerini içermektedir. Dekleratif hafızadaki kayıtlara, serbest
geri çağırma (free recall) işlemiyle ulaşılabilir. Çağrıştırma
(priming), daha önce kaydolunmuş olan bir enformasyon biriminin
yeniden işlem görmesini kolaylaştıran bir tekniktir. Meselâ,
hatırlanması istenen kelimelerin ilk harflerinin verilmesi, buna
bir örnektir.
“Prosedürel hafıza”
ise yaşantı ve tecrübeler ile edinilen ve direkt olarak bilinç
düzeyine ulaşamayan birtakım becerilere dair enformasyonu muhafaza
eder. “İçe vurumlu” olarak da adlandırılan prosedürel hafıza
kapasitesi, tekrar ve alışma yoluyla geliştirilebilir.
Her
öğrenme ve hatırlama işlemi, şu üç safhada gerçekleşir:
“kodlama”, “depolama” ve “geri çağırma”.
Bu üç safha, kimi değişikliklerle, hem kısa, hem de uzun süreli
hafızayla ilgili işlemlerde yer alır. “Kodlama”, dış
dünyadan gelen uyaranların, hafıza tarafından kabul edilebilecek
ve tanınabilecek formlara dönüştürülmesi; “depolama”,
kodlanan bilginin muhafazası; “geri çağırma” da ihtiyaç
halinde bu bilginin aranıp, bulunması safhalarıdır.
Kendisiyle tanıştıktan
hemen sonra bir arkadaşımızın ismini, sanki o isim, halen aktif
ve canlı bir durumda bilincimizde bulunmaktaymışcasına, derhal ve
kolayca hatırlayabiliriz.. Ancak, aradan birkaç saat geçtikten
sonra kendisiyle karşılaştığımızda, onun ismi artık bilinç
alanımızın dışına çıktığından dolayı onu hatırlamak,
zorlaşmıştır. Kısa ve uzun süreli hafızalar arasındaki bu
“geri çağırma” farklılığı; bilinçli bilgi ile, bilincimiz
dışında yer alan ve bu nedenle kendisine ulaşılması ek bir çaba
ve zaman gerektiren enformasyon kayıtları arasındaki farklılıktan.
Hafızamızı, belirli bir anda, ancak belirli bir kısmı aktif
halde bulunan büyük bir bilgi bankasına benzetebiliriz. Kısa
süreli hafıza, küçük olan aktif kısmı; uzun süreli hafıza
ise, çok daha geniş ve büyük olan pasif kısmı oluşturur.
Kısa Süreli
Hafıza
Kısa süreli hafıza,
bilinçli düşünce mekanizmamızın önemli bir parçasıdır.
Düşünme ve hatırlama işlemlerine konu olan materyalin yaşının
“saniyeler” mertebesinde veya en fazla bir ya da birkaç dakika
olduğu durumlarda; bu materyalin aktif olarak proseslendiği süre
boyunca, kısa süreli hafıza kullanılır. Kodlama, depolama ve
geri çağırma safhaları, toplam süresi birkaç saniye olan çok
kısa süreli öğrenme ve hatırlama işlemlerinde bile yer alır.
Bir uyaran grubunun kodlanarak kısa
süreli hafızaya alınabilmesi için, “seçici dikkat”in bu
uyaran grubuna yöneltilmesi gerekir. Çoğu kimse, hafızasının
zayıflığından şikayet eder. Algısal organizasyonları
incelerken görmüş olduğumuz gibi, bizler dışımızdaki dünyadan
kaynaklanan uyaranların tümünü değil, ancak, bir seçme
işleminden sonra belirli bir kısmını algılarız. Seçilen bu
enformasyon algılandıktan sonra, kısa süreli hafızaya
kaydedilir. Bu nedenle, dış dünyaya ait enformasyonun-elenen
kısımları-hiçbir zaman hafıza kayıtlarımıza giremez. Hafızaya
girmeyen olay ve yaşantıların ise hatırlanması söz konusu
değildir. Hafızasının zayıflığından şikayet eden kişilerin
çoğunda sorun, “seçici dikkat” sürecinden kaynaklanır.
Dikkat bir uyaran grubuna yöneltildiğinde, bunlar kodlanarak, “bilgi bitleri” halinde kısa süreli hafızaya kaydedilir. Çevremizde yer alan nesneler ve olaylar, kendi türlerine uygun kodlarla algılanır ve kısa süreli hafızaya gönderilirler. Meselâ bir evin adresini işittiğimizde sesle ilgili kodlar, bir resme baktığımızda ise görsel kodlar kullanılır. Harf ve kelime gibi dille ilgili uyaranlarda, genellikle işitsel kod ağırlık kazanır. Konuyla ilgili bir araştırmasında Conrad, bir denek grubuna;”RLBKSJ” ve benzeri sessiz harf dizileri verip, birkaç saniye sonra bunları bir kağıda yazmalarını istemiştir. Deneklerin çoğu, dizileri genellikle doğru olarak hatırlamakla birlikte, özellikle bazı harfler yerine, benzer fonetik özelliklere sahip harfler yazmışlardır. Yapılan hataların temelinde bu harflerdeki ses benzerliklerinin yattığı anlaşılmıştır. Bu benzeri çalışmalar, ister sözlü, ister yazılı verilsin; dille ilgili uyaranların, işitsel kodlarla algılanıp, depolandığını göstermektedir. Ancak resim, fotoğraf ve benzeri materyalin hatırlanmasında vizüel kodlamalar ağır basmaktadır.
Sözel bilgi için görsel kodların kullanılması halinde de kısa bir süre sonra bunlar kaybolur ve yerlerini işitsel kodlara bırakırlar. Bir zarfın üzerindeki “Çamlık Caddesi, No=5” adresine bakan bir kişinin hafızasında, birkaç saniyeliğine görsel bir kod oluşabilir ve bu kodda, adresi oluşturan isimler, nesneler veya harflerin biçimi ve büyüklüğüyle ilgili detaylar yer alabilir. Ancak, aradan birkaç saniye geçtikten sonra, hemen tüm görsel kodlar, işitsel kodlara dönüşür ve kişinin kısa süreli hafızasında sadece bunlar kalır. Bu işitsel kodlar, harflerin büyük ya da küçük oluşu gibi ayrıntılar içermezler.
Ancak dilsel olarak kodlanabilme niteliği az olduğu için sözel yolla tekrarı da zor olan resim veya fotoğraf gibi materyaller, daha çok görsel olarak kodlanıp, saklanırlar. Çoğu çocuk olan bazı kişilerin, resimleri öncelikle ve ağırlıklı olarak görsel detaylarıyla kodlayıp, hatırlayabildikleri ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan başka; dokunma, koku ve diğer duyulara dayalı kodların da kısa süreli hafızaya kaydedilebilmesi mümkündür.
Çoğumuz, bir fotoğrafa veya resme baktıktan belirli bir süre sonra, hâlâ o görüntüyü hafızamızda tutuyor olabiliriz; ama bu, genellikle ayrıntıları kaybolmuş, silik ve belirsiz bir “kopya” gibidir. Ancak, bazı kimseler, gördükleri bir fotoğrafı veya manzarayı-hatta bazen bir kitap sayfasındaki tüm yazı, resim, tablo ve rakamları-tıpkı; o sayfanın net bir fotokopisini hafızalarına nakşetmişcesine, hatırlayabilirler. Bu yeteneğe “fotoğrafik hafıza” adı verilir. Böyle kişiler, hatırlama biçim ve düzeylerini açığa çıkarmaya yönelik sorulara cevap vermeden önce bir süre duraksarlar. Bu esnada sanki hafıza ünitelerindeki bir ekrana bakıp da, cevaplarını ondan sonra veriyor gibidirler. Bunlardan bazıları, baktıkları kitap sayfasını o kadar “net” hatırlarlar ki; istendiğinde herhangi bir satır ya da cümleyi aynen tekrarlayıp, dört sütunluk ve on üç satırlık harf veya sayı dizilerini bile baştan sona, sondan başa ya da soldan sağa ve sağdan sola; hatta çapraz olarak “okuyabilir”ler.
Fotoğrafik hafızaya sahip kişilerin toplumdaki oranları oldukça düşüktür. Çocuklar arasında yapılan bir araştırmaya göre, bir resmi oldukça ince ayrıntılarıyla otuz saniyeden daha uzun bir süre hatırında tutabilen çocukların oranı %5 kadardır. Erişkinlerde bu değer daha küçüktür. Tam veya mutlak olmayan fotoğrafik hafızalı kişilerin zihinlerindeki imge, orijinal görüntünün net bir kopyası gibi olmayıp, bazı eksiklik ve farklılıklar içerir. Çocuklarla yapılan deneyler; resmin en çok dikkat çeken kısımlarının, en ince ayrıntılarla hatırlandığını göstermiştir.
Kısa süreli hafızanın en ilginç özelliklerinden biri de “kapasitesi”dir. Bu kapasite, iki eksiği veya iki fazlasıyla “yedi” birimdir. İnsanların büyük çoğunluğu kısa süreli hafızalarında yedi birimlik enformasyon saklayabilirken, bazıları beş, geriye kalanlar da dokuz birim muhafaza edebilmektedir. Oysa, günlük hayatımızda hepimiz; insanların hafıza kapasiteleri bakımından çok büyük bir değişkenlik arz ettiğini gözlemlemişizdir. Demek ki bu farklılık kısa değil, uzun süreli hafızadan kaynaklanmaktadır. Kısa süreli hafıza kapasitelerimizin böyle küçük ve sabit oluşu, deneysel psikolojinin ilk kuruluş günlerinden beri bilinmektedir.
1885’te hafıza üzerinde araştırmalar
yapan Ebbinghaus, kişisel kapasitesinin yedi birim olduğunu bulmuş;
Miller de 70 yıl sonra, bu sayının pek çok insan için müşterek
olduğunu keşfettiğinde duyduğu hayret ve heyecanı ”Yedi,
sihirli bir sayıdır!” diyerek ifade etmişti.
Kısa süreli hafızayı, yedi raftan oluşan
bir dolap gibi düşünebiliriz. Böyle bir dolabın her rafına,
duyu sistemimize ulaşma sırasına göre, birer birimlik data
yerleştirilebiliriz. İtem sayısı, raf sayısını aşmadığı
sürece, normal şartlarda herhangi bir problemle karşılaşmayız.
Ancak, tüm bölmeler dolduğunda, yeni bir itemin
yerleştirilebilmesi için, en eskisinin çıkarılıp, atılması
gerekir.
Bu olgu şöyle bir örnekle açıklanabilir:
Gece iyi bir şekilde uyuyup, dinlendikten sonra işyerinize
vardığınızı düşünün. O gün, yeni personelin eskisiyle
tanıştırılacağı bir toplantınız olsun. Toplantıda kısa
süreli hafızanızın rafları boş iken, ilk olarak bay X ile
tanıştırıldığınızı varsayalım. Bu nedenle X ismini rahatça
kısa süreli hafızanıza yerleştirebilirsiniz. Ancak yeni
tanıştığınız kişi sayısı, kısa süreli hafıza kapasitenize
eşit olduktan sonra işiteceğiniz her yeni isim, sırayla X’in
yerini alacaktır.
Bazı psikologlar, unutma olayının, renkli
bir fotoğrafın zamanla solup, silinerek belirsizleşmesine benzer
bir süreç ile de gerçekleşebileceğine inanırlar. Buna göre,
kısa süreli hafıza kayıtlarımıza tekabül eden bazı
fizikokimyasal ve hücresel unsurların belirli bir süre içinde
zayıflayıp, yok olmaya yüz tutmaları sonucunda, unutma süreci
başlamış olur. Bu bilim adamlarının vurguladıkları ve
çoğumuzun da günlük hayattan tecrübelerimizle fark etmiş
olduğumuz gibi, “tekrarlama” işlemi aracılığıyla, hafıza
kayıtlarımız güçlendirilerek, kaybolup gitmelerinin önüne
geçilebilir.
Hatırlama işlemlerinin üçüncü ve son
safhası, “geri çağırma” prosesidir. Kısa süreli
hafızamızdaki enformasyonun sürekli farkında bulunduğumuzdan
veya bu bilgi, bilinç kapsamı içinde yer aldığından dolayı,
bu bilgiye, istediğimiz anda hemen ulaşabileceğimizi düşünürüz.
Günlük hayattan izlenimlerimiz de, bu tür kayıtlara ulaşmak,
yani onlarla ilgili bir soruya cevap verebilmek için, herhangi bir
süreye ihtiyacımızın olmayacağı yönündedir. Meselâ, bir isim
listesini incelerken sorulacak olan “Okuduğunuz isimlerin arasında
X var mıydı?” sorusunu işittikten sonra, aradan hiç zaman
geçmeden derhal “evet” ya da “hayır” karşılığını
vereceğimizi düşünebiliriz. Deneysel çalışmalar, bu kanaatin
doğru olmadığını göstermektedir.
Sternberg yaptığı araştırmalarla, kısa
süreli hafızamızda “geri çağırma” işlemlerinin hangi hızla
gerçekleştirilmekte olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışmalarda,
deneklere, “hafıza listesi” denilen bazı sayı dizileri
verilmiştir. Dizilerdeki rakam sayısı, yediden az olduğu için
hatırda tutulmaları mümkündü. Hafıza listesi deneğe
gösterildikten sonra ondan, verilen bir test rakamını orada görüp,
görmediği sorulur ve cevabını, evet ya da hayır kelimelerinden
biriyle vermesi istenir. Bu tür çalışmalarda denekler nadiren
hata yaparlar. Zaten, araştırmacıların asıl incelemek
istedikleri husus, onların karar verme hızlarıdır. Bu hız
milisaniye cinsinden ölçülür. Birçok denek, değişik uzunlukta
yüzlerce listeyle denemeye tâbi tutulmuşlardır. Sonuçlar, hafıza
listesinin uzunluğuyla karar verme hızı arasında bir ters
orantının bulunduğunu göstermektedir. Listedeki bir sayılık bir
artış, karar verme süresini 40 milisaniye uzatmakta ve hızı da o
oranda azaltmaktadır. Denekler bu süre artışının farkına
varmamakta, ancak uygun test düzenekleri ve ölçüm teknikleriyle
bu olgu, açıkça gösterilebilmektedir.
Karar verme süreci, üç aşamada
gerçekleştirilmektedir: İlk aşamada, test rakamının kodlanması
ve algılanması gerekir. İkinci aşamada, test rakamı, hafıza
kayıtlarındaki sayılarla teker teker karşılaştırılır. Bu
işlem, hafıza listesinde tek bir sayı varsa 40 milisaniyede, iki
sayı varsa 80 milisaniyede, üç sayı varsa 120 milisaniyede
gerçekleştirilmektedir. Üçüncü aşamada denek, kararını
açıklar. Birinci ve üçüncü aşamalar, listedeki rakam
sayısından bağımsız olarak, toplam 400 milisaniyede tamamlanır.
Ancak, ikinci aşamanın gerçekleşmesi için gereken süre,
listedeki rakam sayısının (n) , 40 katı kadardır. Buna göre
karar verme süresini “400+40n” olarak formüle edebiliriz.
Anlaşılan test rakamı, hafızadaki her sayı ile sırayla ve tek
tek karşılaştırılmaktadır. Bu sonuç, kısa süreli hafızada
gerçekleştirilen karar verme prosesinin “seri bir süreç”
(serial processing) olduğunu göstermektedir.
Benzer araştırmalar, farklı kültürlere
mensup, değişik sosyoekonomik düzeylerdeki pek çok kimseyle,
hatta bazı akıl hastalarıyla tekrarlanmış ve hep aynı sonuçlar
alınmıştır. Anlaşılan, kısa süreli hafızanın geri çağırma
mekanizması, tüm insanlarda aynı şekilde gerçekleşen standart
bir süreçtir.
Bilim adamları, kısa süreli hafızamızın,
tüm “düşünme işlemleri” üzerinde çok önemli etkilere
sahip olduğuna inanırlar. Birçok psikologa göre kısa süreli
hafıza kapasitesi, insanın düşünme mekanizmasının sınırlarını
belirleyen unsurların başında gelir. Aynı anda hem komşunuzun
telefon numarasını hatırlamaya, hem de basit bir çarpma işlemini
yapmaya kalkıştığımızda, tek tek gerçekleştirilmesi bir sorun
teşkil etmeyecek olan bu işlemler, kısa süreli hafıza
kapasitemiz aşılınca birbirlerine öyle ket vururlar ki, sonunda
ikisini de yapamaz hale geliriz.
Eğitim hayatımız boyunca Türkçe veya
kompozisyon dersi öğretmenlerimizin çoğu bize mümkün olduğunca
kısa cümlelerle konuşup, yazmamızı öğütlemişlerdir. Bu
tavsiye, dünyanın diğer ülkelerinin okullarındaki öğretmenlerce
de tekrarlanır, çünkü bu evrensel öğüt, tüm insanlar için
aynı olan kısa süreli hafıza kapasitesi özelliğine dayanır.
Ana cümledeki kelime veya alt cümlecik sayısı yediye ve hele
dokuza ulaşınca, okuyucu, anlamı kavramakta zorlanmaya başlar.
Bu satırları okurken, aklınıza “Konuşurken veya yazarken
yediden veya dokuzdan fazla kelime kullanmamam mı gerekir?” sorusu
gelebilir. Buna cevap aramadan önce, ”kümeleme” kavramını
gözden geçirmek gerekir.
Okulda veya işyerinde, kısa süreli
hafızamıza kaydetmek zorunda olduğumuz materyal nadiren küçük
veya kısa bölümler halinde bulunur, ancak yine de bizler, bunları
hafızamıza yerleştirmekte çoğu zaman pek zorlanmayız. Bu,
hafızamızın kümeleme yeteneği sayesinde mümkün olur. Yukarıda
söz ettiğimiz bir deneyde size şöyle bir “hafıza listesi”
verildiğini farz edin: 19191999192319381453. Bu sayıları tek tek
ele almanız halinde, hatırlamanız mümkün olmayabilir. Ama onları
1919, 1999, 1923, 1938 ve 1453 olarak gruplandırır ve sonra her
birini tarihi bir hadise ile irtibatlandırabilirseniz, hatırlamanız
kolaylaşır. Böyle bir hatırlama deneyinde size
UDLOELYÖBIDĞAYRUMĞAY gibi bir harf dizisi verildiğini düşünün.
Bu dizinin özelliğini fark etmezseniz, onu ezberlemeniz mümkün
olamaz. Ancak, bu diziyi sondan başa doğru okumayı denerseniz, onu
kolayca ezberleyebilirsiniz. Çünkü, böylece 20 harflik diziyi
dört kelime grubu halinde kümelemiş; ayrıca uzun süreli
hafızanızdaki birtakım eski kayıtlardan da yararlanmak suretiyle
bunları; onlarla ilgili soruları kolayca cevaplandıracak şekilde
kısa süreli hafıza raflarınıza yerleştirmiş oldunuz. Uzun
süreli hafızadaki bilgilerin kullanılması suretiyle yeni
verilmiş olan bilgilerin anlamlı birimler halinde
gruplandırılmasına “kümeleme”(clustering) adı verilir.
Uzun Süreli Hafıza
Ortalama olarak otuz saniyeden sonra
gerçekleştirilen hatırlama işlemleri, “uzun süreli hafıza”mıza
ait olan bir fonksiyondur. Kısa süreli hafıza kayıtları
biyofiziksel, uzun süreli hafıza kayıtları ise biyokimyasal
süreçlerle gerçekleştirilir. Bir enformasyonun uzun süreli
hafızaya alınışının, bir protein molekülünün senteziyle
gerçekleştirildiğini gösterten deneysel bulgular vardır.
Uzun süreli hafıza, kısa süreli
hafızadan kendisine intikal ettirilen bilgiyi, birkaç dakika- dan,
“birçok yıla” kadar değişen süreler boyunca saklayabilir.
Aynen kısa sürelide olduğu gibi, uzun süreli hafızada da tüm
işlemler, “kodlama, depolama ve geri çağırma” olarak üç
safhada gerçekleştirilir. Duyu ve sinir sistemimizce dış dünyadan
seçilerek alınan enformasyon; “ses, parlaklık, renk, koku, tat
ve temas” uyaranları halinde ayrı ayrı kodlanarak da hafızada
saklanabilir.
Kısa süreli hafızamızda en çok
kullanılan kodların işitsel kodlar olduğunu, ancak görsel
kodlardan da bazen yararlanıldığını görmüştük. Uzun süreli
hafızada, özellikle de işlenen materyal sözel ise, en önemli
kodlama parametresi, “anlam” veya “semantik içerik”tir.
Sachs’ın da gösterdiği gibi, insanlar; işittikleri cümlelerin
anlamını kavradıktan sonra, orijinal kelimeleri unutsalar da, eş
anlamlı ve benzer kelimelerle, bu anlamı diledikleri zaman tekrar
ifade edebilirler. Çünkü, zihnimiz; sözlü ya da yazılı
materyalin dış biçimine değil, semantik içeriğine yönelerek,
cümlelerin anlamını soyutlar ve hafızada depolar.
Bu olguya hepimiz günlük hayatımızdan
örnekler bulabiliriz. Eğer uzun bir kelime listesini ezberler ve
birkaç dakika sonra bunları hatırlamaya çalışırsak, muhtemelen
birçok hata yaparız. Ancak, tam olarak hatırlayamasak da, orijinal
listedeki mütekabili yerine önerdiğimiz kelimelerin, anlam
bakımından onlara yakın olması muhtemeldir. Meselâ, “güçlü”
yerine “kuvvetli”; “çabuk” yerine, “hızlı” gibi. Uzun
süreli hafızamızın bu kodlama tarzı, kelimeler yerine cümleler
söz konusu olunca, daha ilginç bir hal alır. Bir cümleyi
işittikten birkaç dakika sonra, cümleyi oluşturan orijinal
kelimeler belirsizleşse de, anlam hafızamızda kalmaya devam
edebilir.
Bazen, her biri manâlı olan, fakat aralarında anlamlı
bir ilişki bulunmayan birkaç cümleyi hatırımızda tutmamız
gerekebilir. Böyle bir durumda, cümleler arasında gerçek veya
suni bir bağlantı kurmak, hatırlamayı kolaylaştırabilir. Bize
düzensiz bir şekilde verilmiş olan kelime dizilerini, belirli
anlam eksenleri çerçevesinde organize edebilirsek, onları uzun bir
süre boyunca hatırlamamız mümkün olabilir.
Kelimeler veya cümleler arasında anlamlı
bağlantılar kurmanın hatırlamayı kolaylaştırdığı, birçok
deneysel çalışma ile teyit edilmiştir. Bir hatırlama deneyinde,
size bir dizi kelime çiftinin verildiğini ve sizden, bu kelime
çiftlerinden birini işittiğinizde diğerini söylemenizin
istendiğini varsayın. Bu kelime çiftlerden biri “cep” ve
“kalem” olsun. Bunlar arasında birkaç farklı yolla “anlamlı
ilişki” kurmak mümkündür. Meselâ, bu iki kelimeyi aynı cümle
içinde kullanabiliriz: “Kalem, cebimdeydi.” Veya bu kelimelerin
temsil ettiği nesneleri görsel bir tasarıyla
irtibatlandırabiliriz. Meselâ, bunun için, cebimizin içinde duran
bir kalem tahayyül edebiliriz. Bu şekilde irtibatlandırılan
kelimeler, hafızamızda uzun bir süre muhafaza edilebilirler.
Bower’in araştırmalarına göre, bir cümlenin içinde veya
görsel simgelerle ilişkilendirme, hatırda tutma düzeyini iki kata
kadar yükseltebilmektedir.
Sözel materyali uzun süreli hafızamızda
kodlamada en fazla kullanılan nitelik anlam olmakla birlikte,
bazen kodlamada farklı yön, parametre ve özelliklerden de
yararlanılabilir. Meselâ, bir şiiri, kelimesi kelimesine
ezberleyip, hafızamızda saklayabiliriz. Şiirdeki kafiye ve benzeri
diğer ses özellikleri, bu ezberleme ve hatırlama prosesini
kolaylaştırabilir. Bu durumda, şiirin yalnızca anlamını değil,
kelimelerini de kodlamış oluruz. Uzun süreli hafızada semantik
kodlama kadar sık olmamakla birlikte, işitsel kodlar da zaman zaman
kullanılır. Meselâ, çalmakta olan telefonun ahizesini
kaldırdığınızda, karşıdan gelen “alo” sesinin kime ait
olduğunu hatırlamanız, ancak o kişinin sesini uzun süreli
hafızanızda fonetik parametrelerle kodlamış olmanız halinde
mümkün olacaktır. Çeşitli tatlar ve kokular da, benzer şekilde,
uzun süreli hafızamızda kodlanabilir.
Öğrenilmesi gereken materyal, ne kadar
ayrıntılarına inilerek incelenirse, hafızada o kadar iyi tutulur.
Ayrıntılara ulaşmak için değişik yöntemler kullanılabilir.
Bunu, ilki bir kelime dizisi, ikincisi bir yazılı metin olan iki
örnekle inceleyelim.
“Araba, okul, odun, kız,...” şeklindeki
bir kelime dizisini ezberlemek için, listedeki kelimeler arasında
değişik ilişkiler kurabilir ve bu şekilde bazı ayrıntı
unsurları oluşturabiliriz. Meselâ, “okul” ve “odun”
arasında bir ses benzerliği ilişkisi kurabileceğimiz gibi; “bir
arabaya doldurularak bir okula taşınmakta olan odunları”, hatta
buna ilâveten “bu okulun öğrencilerinden olan bir kızı” da
tahayyül ederek ayrıntılandırma unsurlarının sayısını
arttırabiliriz. Anderson ve Reder, ayrıntılandırma derecesiyle
hatırlama yüzdesi arasında “doğru bir orantı” olduğunu
göstermişlerdir.
İkinci örneği, yine Anderson’un bir
çalışmasından verebiliriz: İki gruba ayırdığı öğrenci
deneklerine aynı ders metnini veren Anderson deneklere bir süre
sonra bu konuda bir sınava tâbi tutulacaklarını söylemiştir.
Birinci gruptaki öğrencilere, okuma işleminden önce bazı sorular
verilerek, metinde, bunların cevaplarını da arayıp, bulmaları
söylenmiştir. İkinci gruptaki öğrenciler, metni ayrıntılara
girmeden genel olarak okurken; ikinci gruptakiler, birçok ayrıntı
unsuru belirleyerek, metni çok daha derinliğine inerek okumuş,
daha iyi anlamış ve daha çok hatırlamışlardır.
Kısa süreli hafızada işlenen
enformasyon, uzun süreli hafızaya aktarılır ve orada saklanır.
Daha sonra bu bilgiye ihtiyaç duyduğumuzda, onu uzun süreli hafıza
kayıtlarında aramaya başlarız. “Hatırlama”nın
başarılabilmesi şu iki şartın sağlanmasına bağlıdır: 1-)
İlgili enformasyonun kodlanarak hafızamıza kaydedilmiş olması,
2-) Bu kayıta ulaşmamızı mümkün kılacak ip uçlarının
mevcudiyeti. Çoğu zaman, söz konusu enformasyon hafızamızda
kayıtlı olduğu halde, geri çağırma işleminde kullanılabilecek
ipuçlarının bulunmayışı nedeniyle ona bir türlü ulaşamayız.
Uzun süreli hafıza mekanizması
incelenirken, depolama ve geri çağırma süreçlerinin çoğu zaman
birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Hatırlayamama, genellikle
depolamayla değil, geri çağırmayla ilgili bir problemdir.
Araştırmalar, bu problemden mustarip olan kişilerinin sayısının
hiç de az olmadığını göstermektedir. Aslında burada, okulunun
kütüphanesinde aramakta olduğu kitabı bulamayan bir
öğrencininkine benzer bir durum söz konusudur. Kitabın
bulunamayışı şu üç nedenden kaynaklanabilir: 1-) Aranan kitap,
kütüphanede yoktur, 2-) Kitap yanlış bir rafa konmuştur, 3-)
Kayıt fişi kaybolduğu için, kitabın nerede olduğuna dair
herhangi bir ip ucu yoktur. Benzer bir durum, geçmiş bir
yaşantısını hatırlamaya çalışan, yani uzun süreli
hafızasındaki bir enformasyon kaydını aramakta olan bir kişi
için de söz konusudur.
Bir sınav sırasında bir türlü
hatırlayamadığınız bir sorunun cevabını, saatler sonra
hatırladığınız olmuştur. Eski bir tanıdığımızın, uzun bir
süre düşündüğümüz ve bize sanki hemen “dilimizin ucunda”
imiş gibi gelen, ancak bir türlü çıkaramadığınız ismini
hatırlama çabamız da aslında oldukça ilginç bir olaydır. Bu
esnada birisi bize: ”Onun adı Ahmet değil miydi?” dese, eğer
bizim aramakta olduğumuz isim o değilse, hiç tereddüt etmeden
“Hayır!” diyebiliriz. Tam bu sırada, bize o tanıdığımızınkini
de içeren bir isim listesi verilse, yine fazlaca bir zorluk
çekmeden bu isimler arasından onunkini hemen “tanıyabiliriz”.
Bu ve benzeri gözlemler göstermiştir ki, çoğu defa belirli bir
enformasyon; zihinde kayıtlı bulunduğu halde, uygun geri çağırma
ipuçları mevcut olmadığı için hatırlanamamaktadır.
Şöyle bir deneyle bu olguyu daha açık
bir şekilde ortaya koyabilirsiniz: Mobilya, meyve, giyecek,
elektronik eşya ve hayvan isimlerinden oluşan bir kelime listesi
hazırlayın ve bir grup arkadaşınıza bu listeyi okuyarak,
onlardan bu kelimeleri akıllarında tutmalarını isteyin. Sonra,
arkadaşlarınızı ikiye ayırarak, ilk gruba sorularınızı
“Mobilya türlerini veya meyveleri say” şeklinde, kategori
isimlerinin yönlendirici etkisini taşıyan bir şekilde sorun.
İkinci gruba ise herhangi bir ipucu vermeyin. Birinci gruptakiler,
bu hatırlama testinde çok daha başarılı olacaklardır. Çünkü
kategori isimleri, geri çağırma işlemi için oldukça yararlı
ipuçları olarak fonksiyon görmektedirler.
Geri çağırma ipuçları ne kadar
fazlaysa, hatırlama da o kadar mükemmel olacaktır. Benzer bir
nedenle, “tanıma” işlemleri, genellikle hatırlamadan daha
kolay olur ve daha büyük bir performansla gerçekleştirilir.
Tanıma testlerinde deneklere “Dünkü toplantıda Bay X’i görmüş
müydünüz?” gibi bir soruyla, herhangi bir şey ile daha önce
karşılaşıp karşılaşmadıkları sorulur. Bu tip soruların
bizzat kendileri, söz konusu enformasyon kaydının hafızadan geri
çağrılması için faydalı birer ipucudurlar. Buna karşılık
hatırlama testlerinde kullanılan “Dünkü toplantıda gördüğünüz
kişilerin isimlerini söyleyin” şeklindeki sorular, çok az
miktarda ipucu içerirler.
Ne yazık ki uzun süreli hafızamızla
ilgili olarak, henüz yeterli bilgiye sahip olmadığımız
hususların sayısı hiç de az değildir. Kaydedilmiş olan
bilgilerin, ölene dek hafızamızda kalıp, kalmayacakları; doğru
ve yeterli geri çağırma ipuçlarının mevcudiyeti halinde, her
zaman bunların hepsine ulaşılıp, ulaşılamayacağı gibi
hususlar bunlardan birkaçıdır. Bazı bilim adamları, bilgi ve
enformasyonun; sinir sistemimize, ses veya görüntünün bir
manyetik banda kaydedilişine benzer şekilde kayıtlı olduğuna ve
manyetik bant kayıtları gibi, bunların da zamanla zayıflayıp,
kaybolacaklarına inanır. Diğer bazıları ise, hafızadaki
enformasyonun hiçbir zaman kaybolmadığını, ancak bunlara
ulaşabilmek için gerekli ulan ipuçlarının zamanla arama-bulma
fonksiyonundaki kullanılabilirliklerini yitirdiklerine
inanmaktadırlar. Üçüncü bir grup bilim adamı ise bunların her
ikisinin de mümkün olduğunu savunurlar. Onlara göre, bazı
enformatif kayıtlar, zamanla zayıflayıp silindiği için; diğer
bazıları ise bunlara ulaşmakta kullanılan ipuçlarının
fonksiyonlarını kaybettiği için unutulurlar. Ancak hafıza
konusundaki araştırmaların önemli bir bölümünün işaret
ettiğine göre, unutma olaylarının en sık rastlanan nedeni, geri
çağırma ipuçlarında görülen yetersizliklerdir.
Kısa süreli hafızanın özelliklerini
incelerken, “kümeleme(clustering)” tekniğinin performansı
nasıl arttırdığını ele almıştık. Uzun süreli hafıza
fonksiyonlarında da “organizasyon”un benzer bir yararı vardır.
Ayrıca “ortam” veya “bağlam” da hatırlamamızı etkileyen
diğer bir faktördür.
Bir şeyi öğrenirken, yani kodlarken, söz
konusu enformasyonu, dilediğimiz şekilde organize edebiliriz. Eğer
bu organizasyonu, aşina olduğumuz mantıklı bir tarzda
yapabilirsek, hatırlama sırasında, bu tarzı bir “geri çağırma
ipucu” olarak kullanabiliriz. Meselâ bize öğrenmemiz için yüz
kadar bilimsel terim ve kavramın verilmiş olduğunu farz edelim.
Hafızamızın söz konusu özelliğinden yararlanabilmek için
bunları anlamlı bir şema çerçevesinde organize etmemiz
gerektiğini düşünerek, şöyle bir düzenleme yapabiliriz: Önce,
en geniş kapsamlı bilim dalı olan kozmolojiyle, yani kâinatın
genel yapısıyla ilgili olanları, sonra güneş sistemine ait
olanları, ve daha sonra da sırasıyla jeoloji, fizik, kimya,
botanik, zooloji ve nihayet insan bilimleriyle ile ilgili olanları
ayrı ayrı gruplandırabiliz. Hafıza konusunda yapılmış olan bu
gibi deneylerin sonuçları, organize edildikten sonra öğrenilen
şeylerin, bu işlem yapılmadan ezberlenenlerden iki veya üç kat
daha iyi hatırlandığını göstermektedir. Çünkü, kodlama
sırasında kullanılan organizasyon tekniği, geri çağırma
prosesini kolaylaştırıcı bir etki yapmaktadır.
Ortam veya bağlam etkisini en iyi şekilde
gözleyebilmeniz için, geçmiş bir yaşantıyı önce farklı bir
ortamda, daha sonra da o olayın gerçekleştiği çevrede
hatırlamaya çalışmanız yararlı olacaktır. Bir olay,
gerçekleştiği ortamda veya ona benzer şartlar altında daha iyi
hatırlanır. Meselâ, ilkokulunuzu ziyaret edip, sınıfları
dolaşırken, o günlere ait bir hatıranızı çok daha iyi ve
ayrıntılı bir şekilde hatırlayabilirsiniz. Aynı olayı evinizde
otururken düşünmüş olsaydınız, hatıralarınız o kadar
teferruatlı olmazdı. Çünkü, bir hadiseyle ilgili enformasyonun
kodlanmış olduğu ortamın kendisi de, oldukça yararlı bir geri
çağırma ipucu olarak fonksiyon görebilir. Bir öğrencinin;
zihnimizin bu özelliğinden, öğrenme ve hatırlama kapasitesini
arttırma amacıyla yararlanabilmesi için, derslerine, mümkün
olduğunca sınav ortamına benzer şartlarda çalışması gerekir.
Geri çağırma ipucu olabilecek ortam
hususiyetlerinin mutlaka “dışımıza” ait olması zorunlu
değildir. Duygu, heyecan ve benzeri iç ortam özelliklerimiz de
öğrenme ve hatırlama işlemleri üzerinde aynı şekilde etki
gösterebilir. Bu nedenle belli bir ruh hali içindeyken kodlanmış
olan bir enformasyon, en iyi şekilde, ancak yine benzer bir ruhsal
durumda hatırlanabilir.
Bazı faktörler ise hatırlamayı olumsuz
yönde etkilerler. Bunların bir türü, “bozucu etkenler” olarak
adlandırılır. Birden fazla bilgi kaydını aynı geri çağırma
ipucuyla hatırlamaya kalkıştığımızda, bu kayıtlardaki
enformasyonun bir grubu diğerine ket vurur ve sonuçta biz bunların
hiçbirini hatırlayamayız. Meselâ, bir arkadaşınızın,
yıllardır oturduğu evden taşındığını ve bir süre sonra
sizin, onun yeni adresini öğrenmiş olduğunuzu varsayalım. Onun
eski adresini, meselâ, daha önce oturduğu bitişiğindeki bir
eczaneyi tarif etmek için hatırlamaya çalışırken, yanınıza
bahsi geçen arkadaşınızın gelmesi, bu hatırlama işlemi
üzerinde “bozucu” bir etki doğurabilir. Çünkü, onu görmeniz,
size onun yeni adresini de hatırlatacak, bu ise, eskisi adresin
hatırlanmasına ket vuracaktır. Benzer şekilde, evinizden
çıkarken, markete uğramayı size hatırlatması için saatinizi
her zaman taktığınıza değil de diğer kolunuza takmış
olduğunuzu düşünün. Saate her baktığınızda, bu değişiklik
size bir geri çağırma ipucu olarak yardımcı olacaktır. Ancak
yolda aklınıza, almanız gereken başka şeyler gelebilir; meselâ,
kütüphaneden bir kitap ve kuyumcudan da bir yaş günü hediyesi.
Saatinizi ters kolunuza takmış olmanızın, size bu üç hususu da
hatırlatacağını umarak yolunuza devam ederseniz; kütüphane ve
kuyumcunun bozucu etkileri nedeniyle markete gitmeyi unutabilirsiniz.
Çünkü, aynı geri çağırma ipucunun, birden fazla hafıza
kaydıyla düzensiz bir şekilde irtibatlandırılmış olması
nedeniyle, bu kayıtların içerdiği bilgiler, birbirinin
hatırlanmasına ket vuracaktır.
Bunun önüne geçebilmek için, hatırlamak
istediğimiz şeyleri organize etmek ve geri çağırma ipucunu, her
biri ile ayrı ayrı irtibatlandırmak suretiyle, daha etkili ve
verimli bir hale getirebiliriz. Meselâ, kütüphane ve kuyumcu
kelimeleri “k” harfiyle başladığı için aralarında fonetik
bir ilişki zaten mevcuttur. Üçüncü kelimeye de aynı harfle
başlayan bir özellik ekleyebilirsek (“köşedeki market”
gibi), aynı geri çağırma unsuruyla, unutmamak istediğimiz her üç
yer arasında da organize birer ilişki kurmuş oluruz. Böylece,
“saatimizin sol yerine sağ bileğimize takılmış olması”
durumunu, şimdi üç ayrı şeyle değil, aynı özelliğe sahip tek
bir kelime kümesiyle irtibatlandırmış oluruz.
Duygu ve Heyecanların Kognitif Süreçler Üzerindeki Etkileri
Öğrenme, hatırlama ve unutma süreçleri
üzerinde, duygu ve heyecanlarımızın da önemli etkilere sahip
olduklarını gösteren bilimsel bulgular vardır. Son yıllarda, alt
beynin önemli parçalarından olan ve duygularımız ile
heyecanlarımızın nöral merkezi sayılan limbik sistemin, hafıza
fonksiyonlarına da önemli katkıları olduğu anlaşılmıştır.
Daha önce, kognitif ve algısal süreçlerle ilgili klâsik
nörofizyolojik bilgiler özetlenirken; göz ve kulak gibi duyu
organlarından gelen enformasyonun önce bir ara istasyon
konumundaki “talamus”ta toplandığı ve buradan da beyin
kabuğundaki ilgili ana merkezlere gönderildiği söylenmişti.
Bunlara verilecek karşılık, üst beyin merkezleriyle, alt beynin
limbik parçaları arasındaki koordinasyon sonucu belirlenir. Son
nörofizyolojik araştırmalarda elde edilen bulgulara göre,
beynimizde, “ana” talamus-korteks devrelerinin yanısıra,
ondan daha küçük olan bir de talamus-amigdala devresi mevcuttur.
Bu kısa ve ince devre amigdalanın, duyu organlarından gelen
sinyalleri hemen doğrudan almasını ve daha kortekste bunlarla
ilgili bilinçli herhangi bir değerlendirme yapılmadan, duygusal
zihnin, hızlı bir tepki başlatmasını mümkün kılar. Bu gibi
anatomik yapılar, limbik sistemin korteksten ayrı ve bağımsız
çalışabilmesine imkân sağlar. Böylece, bazı duygusal
tepkiler, hiçbir bilinçli ve kognitif süreç araya girmeden
başlayabileceği gibi, kimi anılarımız da aynı şekilde
canlanıp, bizi etkisi altına alabilir. Talamusla amigdala
arasındaki kestirme yolun korteksle herhangi bir bağlantısı
olmadığı için, amigdalalarımız, tam olarak farkına
varamadığımız bazı duygusal izlenimleri ve anıları
saklayabilecekleri gibi, ayrıca biz daha nedenini anlayamadan
başlayıveren tepkilerimizin ve canlanan hatıra repertuvarımızın
da kaynağı olmalıdırlar. “Amigdal bağımsızlık”, kendini
bazı kognitif olgularla da gösterir. Konuyla ilgili araştırmalarda,
kendilerine çok kısa bir an için birtakım tuhaf geometrik
şekiller gösterilen denekler, bunları bilinçli olarak
algılayamadıkları halde; sonradan yapılan “tanıma”
deneylerinde bu şekilleri daha önce görmüş gibi davranırlar. Le
Doux’a göre bu olay, amigdalanın hafıza mekanizmasındaki
rolünden kaynaklanır. Bu sayede, bir şeyi algıladığımız
ilk birkaç milisaniye içinde, bilinçsizce, onun bizim açımızdan
genel olarak ne ifade ettiğini kavramakla kalmayıp, ondan hoşlanıp,
hoşlanmadığımızı da anlarız. Bu gibi izlenimler,
amigdalalarda depolanmış olan bazı eski duygusal hatıra
kayıtlarından kaynaklanır. Bu, belki kognitif açıdan
bilinçsizce; ancak duygusal bakımdan kendine has bir kavrayışla
edindiğimiz intiba; gördüğümüz şeyin sadece kimliğini fark
etmemize değil, onun hakkında genel bir görüş sahibi olmamıza
da imkân sağlar.
Limbik sistemin bir diğer ana parçası
olan “hipokampus”un da hafıza mekanizmasında çok önemli
fonksiyonları vardır. Hipokampus, beyin kabuğuna benzeyen bir doku
yapısına sahip, uzunca bir yapıdır. Anatomik olarak, korteksin
şakak parçasının bir bölümünün, yan beyin karıncığını
teşkil etmek için içeriye doğru katlanmasıyla oluşmuştur.
Hipokampusun bir ucu amigdala dayanır. Hipokampus, beyin kabuğunun
birçok bölümüyle olduğu gibi; limbik sistemin amigdala, forniks,
hipotalamus, septum ve mamiller cisimcik gibi temel parçalarıyla da
yoğun bağlantılara sahiptir. Hemen her çeşit duygusal algı,
derhal hipokampusun çeşitli bölümlerini faaliyete geçirir ve bu
organdan doğan birçok çıkış sinyali limbik sistemin diğer
kısımlarına, özellikle de fornikse yayılır. Bu şekilde
hipokampus giriş sinyallerine verilecek uygun limbik karşılığın
belirlenmesinde, amigdalaya eşlik eden bir ünite olarak fonksiyon
görür. Ancak hipokampusun katkısı oldukça farklı bir nitelik
taşır. Hipokampus, duygusal tepkiden çok, algılanan varlık ve
olayların genel ve temel özelliklerinin kaydı ve anlamlandırılması
yönünde faaliyet gösterir. Böylece, bu yapının katkılarından
birisi, duygusal anlamlandırma işlemleri için yeterli bir “bağlam”
hafızası materyali sağlamak şeklinde olmaktadır. Meselâ,
hayvanat bahçesinde gördüğümüz bir ayı ile, piknik amacıyla
bulunduğumuz ormanda karşımıza çıkan ayının; bizim
güvenliğimiz açısından ifade ettikleri farkı kavramamızı
sağlayan organımız, hipokampustur. Hipokampusta, nötr gerçekliğe
dair enformasyon saklanırken, amigdalada bu realiteye eşlik eden
duygusal boyut ve renk kaydedilip, saklanır. Böylelikle hipokampus
vasıtasıyla rutin ya da sıradan olaylara, beynin diğer
kısımlarının işe karışmasına gerek kalmaksızın, olağan ve
sıradan karşılıklar verilir. Hipokampus aracılığıyla bu tür
olaylar kaydedilir, gerekirse karşılıkları verilir, ama pek fazla
önemsenmezler. Bu mekanizmanın önemi, hipokampusları ameliyatla
çıkarılmış olan kişilerde daha net olarak görülebilir. Böyle
kimselerde her çevresel değişim adeta bir “deprem” boyutunda
etki oluşturur. En sıradan girdiler, dikkati dağıtıp, aktif
şifreleme yöntemini aksatırlar. Anlaşılan hipokampus, beynin her
olayı “acil durum” olarak algılanmasını ve sıradan şeylerin
“farkındalık” alanına girmesini önleyen bir fonksiyona
sahiptir.15
Hipokampus elektrotlarla uyarıldığında,
bu uyarılmanın etkileri oldukça uzun süreler boyunca devam eder.
Bu yapı, yeni duyusal enformasyonun bir kısmının seçilerek uzun
süreli hafızaya kaydedilmesi sürecinde de anahtar bir rol oynar.
Ameliyatla hipokampusları alınan veya bir hastalık sonucu bu
organları zarar gören kişiler, bu olaydan önceki günlere ait
anılarını hatırlarken, yeni olayları belleyemez ve
hatırlayamazlar. Çünkü, hipokampus, öğrenilen bilgiyi uzun
süreli hafızaya kaydeden bir yazıcı gibi de fonksiyon
görmektedir.
Hafıza süreçleri; limbik sistem ile
ilgili korteks bölümleri arasındaki ilginç bir iş birliğiyle
gerçekleştirilir. Amigdalalar, psikolojik fonksiyonları açısından
esasen “korku merkezi” olarak bilinirler. Amigdalaları tahrip
olmuş hastaların korku duyguları kaybolur. Böyle kişiler, ne
diğer insanların yüzündeki korku ifadesini kavrayıp,
tanımlayabilirler; ne de kendileri bu ifadeleri takınabilirler.
Meselâ, bu durumdan mustarip bir hastanın başına bir silah
dayandığında, aklı vasıtasıyla korkması gerektiğini
bilebilir, ama normal bir insan korku hissetmez.
Bir gece evinizde yalnız başınıza
oturup, kitap okurken, yandaki odadan büyük bir gürültü
geldiğini farz edin. O andan itibaren beyninizde olup, bitenler;
korku ve alarm durumlarıyla ilgili nöral devreler ve özellikle de
bu gibi hallerin merkezi olan amigdalalar vasıtasıyla
gerçekleştirilir. İlk nöral devre, sesi sadece ham bir fiziksel
uyaran olarak alıp, onu beyin diline dönüştürerek sizi genel
bir uyarılmışlık haline sokar. Bu devre esas olarak kulaktan
beyin sapına, oradan da talamusa uzanır ve burada biri kalın,
diğeri oldukça ince olan iki kola ayrılır. İnce kol amigdala ve
yakınındaki hipokampus ile bağlantılıdır. Kalın olan demet
ise, şakak lobundaki, seslerin sınıflandırıldığı ve
anlamlandırıldığı işitsel kortekse uzanır. Hafızanın ana
depolama ünitesi olan hipokampus vasıtasıyla bu gürültü, daha
önce duymuş olduğunuz diğer ses kayıtlarıyla karşılaştırılarak,
bu sesin hemen tanımlanıp, tanımlanamayacağı araştırılır.
Bir süre sonra da işitsel korteks aracılığıyla sesin daha
ayrıntılı bir analizine başlanarak kaynağı belirlenmeye
çalışılır. İşitsel korteks; “Acaba bu sesin kaynağı evin
köpeği veya rüzgârın etkisiyle çarpan panjurlar olabilir mi;
yoksa evin içinde dolaşan bir yabancı mı var?” gibi sorulara
bazı hipotezler üreterek muhtemel ve makul karşılıklar arar ve
ulaştığı sonuçları; o esnada mevcut işitsel mesajı, eski ses
kayıtlarıyla mukayese etmekte olan amigdala ve hipokampusa
gönderir.
Nihai karar bunun olağan ve tehlikesiz bir
olay olduğu yönündeyse-şiddetli rüzgâr nedeniyle panjurların
duvarlara çarpması gibi-başlamış olan genel uyarılmışlık
hali, bir üst düzeye çıkmaz. Ama, eğer sesin kaynağı konusunda
hâlâ emin değilseniz; amigdala, hipokampus ve prefrontal korteks
arasındaki devrelerde yankı gibi gidip gelen uyaranlar, kararsızlık
ve tedirginliğinizi daha da arttırarak, ilgi ve dikkatinizi sesin
kaynağını tespit istikametinde yönlendirip, yoğunlaştırır. Bu
özenli ek analizden de tatmin edici bir sonuç çıkmazsa,
amigdalalar bu defa yeni bir uyarı başlatarak hipotalamusu, beyin
sapını ve iç organları yöneten “otonom sinir sistemini”
aktife eder.
Bilince henüz ulaşmamış bu türden korku
ve kaygı yaşantılarının analizi sırasında, beynimizin merkezi
alarm sistemi olan amigdalanın muhteşem tasarımı açıkça ortaya
çıkar. Amigdaladaki sayısız devreden her birinin girişi, değişik
bir duysal in-put kanalıyla bağlantılı iken, çıkışları da
farklı limbik ve kortikal merkezlerle irtibatlıdır. Amigdala bu
haliyle, modern bir işyerinin, muhtemel bir tehlikeyi veya tehdidi;
en kısa zamanda polise, itfaiyeye, şirket yetkilisine, özel
güvenlik amirine ve diğer ilgililere bildirmek üzere tetikte
bekleyen “güvenlik merkezi”ne benzer. Amigdalaların farklı
kısımları, farklı kaynaklardan bilgi alır: Yan çekirdek;
talamus, işitsel korteks ve görme korteksi ile bağlantılıdır.
Kabuk kısmının iç bölümü, koku soğanından; merkezi parça
ise dilden ve iç organlardan gelen uyaranları alır. Bu özellikleri
amigdalanın, tüm duysal girdiyi sürekli inceleyip, denetleyerek,
her an tetikte beklemekte olan bir “güvenlik gözcüsü"
konumunu güçlendirir.
Limbik yapılar, öğrenme ve hatırlama
süreçlerinde oldukça önemli rollere sahiptirler. İki yönlü bir
yolda önümüzdeki arabayı sollamaya çalışırken, karşıdan
gelen bir kamyona çarpmaktan son anda kurtulduğumuzda,
hipokampusumuz olayla ilgili olarak “yolun üzerinde bulunduğumuz
kısmı veya karşıdan gelen kamyonun rengi ve modeli ya da arabada
birlikte olduğumuz kişiler” gibi ayrıntıları kaydeder. Ancak,
ileride benzer bir sollama teşebbüsünde bulunurken duyacağımız
tedirginliğin kaynağı, amigdalalarımız olacaktır. Bir simanın
komşumuza ait olup, olmadığını bize hatırlatan hipokampusumuz
iken, ondan hoşlanıp, hoşlanmadığımızı, amigdalamız
aracılığıyla bilebiliriz. Amigdala, özellikle duygusal
durumların prosesörüdür. Amigdalaları zarar gören kişilerde,
olayların duygusal anlamının değerlendirilip, yorumlanmasında
şaşırtıcı bir yetersizlik, hatta aşikâr bir “duygusal
körlük” olgusu ortaya çıkar. Duygusal boyutunu yitiren
ilişkiler, anlamlarını ve etkilerini de kaybederler. Uzun ve
şiddetli sara krizlerinin kontrol altına alınması amacıyla
amigdalaları ameliyatla çıkarılmış olan genç bir adam; tüm
insanlarla ilişkilerini keserek, herkesten uzakta yapayalnız
yaşamaya başlamıştır. Ailesine ve en yakın arkadaşlarına bile
sanki onlar birer yabancıymış gibi davranan bu genç adam;
sergilediği ilgisiz ve kayıtsız durum karşısında onların
duydukları üzüntü ve ıstıraba da tamamen kayıtsız kalmıştır.
O, amigdalasını kaybettikten sonra yalnız duygulanma değil,
duyguları hakkında bilgi sahibi olma yeteneğini de tamamen
yitirmiştir. Amigdala, duygusal anlamların ve anıların depo
edildiği ünite olup, onsuz hayat, tüm kişisel renklerinden ve
manâsından soyutlanmış bir hayattır.
Hayati tehlikeler karşısında bizleri
saldırmaya veya kaçmaya yönelten nörokimyasal uyarı sistemi, o
anı tüm canlılık ve netliğiyle hafızamıza işler. Stres ve
kaygı anlarında, beyinden böbrek üstü bezlerine kadar uzanan
kalınca bir sinir lifi, adrenal bezlerinden, organizmanın olağan
dışı ve acil durumlara hazırlanmasını sağlayan adrenalin’in
salgılanmasına yol açar. Bir diğer uzun sinir demeti olan ‘vagus’
da bu gelişmeleri beynin ilgili merkezlerine bildirir. Bu acil durum
sinyallerinin odaklandığı yer, amigdaladır. Sonuçta, olayın
anısını güçlendirecek uyaranlar eşliğinde, ilgili hafıza
kayıtları, hipokampusun da katkısıyla gerçekleştirilir.
Amigdalaların uyarılması, söz konusu
hadisenin hafızada daha net ve canlı bir şekilde saklanmasını
sağlar. Bu nedenle duygusal bileşeni büyük olan anıları daha
kolay ve iyi hatırlarız. Amigdala ne kadar güçlü uyarılmışsa,
hafıza kaydı o kadar güçlü olacağından; hayatta bizi en fazla
heyecanlandırmış, duygulandırmış veya korkutmuş olan olaylar,
bizim en silinmez hatıralarımız arasında yer alır. Biri sıradan
olaylar, diğeri de duygusal yükü fazla olanlar için olmak üzere
beynimizde en az iki farklı hafıza sistemi mevcuttur. Duygusal
hafıza kayıtlarının saklandığı yer olan amigdala, ihtiyaç
halinde yaşantı arşivini tarayarak hali hazırda vuku bulanı,
geçmişte olan ile karşılaştırır. Amigdal karşılaştırma
tekniği, olaylar arasındaki genel analojiye dayalı bağlantılar
veya ilişkiler kurmaktan ibarettir. Mevcut durumun ana unsurlarından
biri eğer geçmiş hatıralardan birininkine benziyorsa, amigdaladan
“bu iki olay birbirinin aynıdır” kararı çıkabilir. Çünkü,
bu sistemin işleyişi incelik ve hassasiyetten büyük ölçüde
yoksundur. Ve sonuçta daha henüz hiçbir şey kesinlik kazanmadan,
sistemden “harekete geç!” kararı çıkabilir. Şu anda olmakta
olanlara, bu sistem, çok eskiden farklı bir olay için söz konusu
olmuş bir yaklaşımla, sanki bunlar tamamen aynı
şeylermişçesine-bazıları çılgınca da olabilen-benzer
tepkilerin sergilenmesine yol açabilir.
Amigdalanın “acil durum” ilan etmesi
için, yeni olayın sadece birkaç yanının geçmiştekine benzemesi
yeterlidir. Buradaki esas sorun, açık bir kriz reaksiyonu
başlatabilecek güçteki duygusal anıların, hali hazırdaki olay
için gereksiz ve geçersiz olabilecek tepkilere yol açma riskidir.
Bebek ile bakımını yapan kişi arasındaki, hayatın ilk yıllarına
ait ilişkilerden kaynaklanan bir çok etkili duygusal anı, böyle
durumlarda duygusal zihnin aşırı tepkilerine katkıda bulunur.
Bunlar özellikle dayak, aşırı ihmal ve hayal kırıklığı gibi
sarsıcı olaylara ait anılar olabilir. Hayatın bu erken
dönemlerinde, sözlü olarak ifadesi mümkün olan anıların
kaydından sorumlu olan hipokampus ile “akılcı düşünme”nin
merkezi olan korteks gibi diğer beyin kısımları henüz
gelişmemiştir. Normal bir erişkinde, hafıza fonksiyonları
amigdala, hipokampus ve korteksin ilgili kısımlarının uyumlu bir
işbirliğiyle gerçekleştirilir. Bu yapıların her
birinde, o yapıya has enformasyon, müstakilen kaydedilip, saklanır
ve ihtiyaç halinde de oradan bulunup, çıkarılır. Hipokampusta
bilgiler nötr bir şekilde saklanırken, amigdalaya ilgili nesne
veya olayın duygusal boyutu kaydedilir ve bu ünitelerin ilkinden
“geri çağrılan” enformasyon nötür iken, ikincisinden
kaynaklanan ise duygu yüklüdür. Bebek anne karnındayken hızla
gelişip, olgunlaşan amigdala, doğum sırasında nihai biçim ve
boyutuna oldukça yaklaşmış bir durumdadır.
Le Doux, amigdalanın bu rolünü şöyle
açıklar: Bebek ile çevresindekiler arasındaki etkileşimler;
özellikle uyum ve uyumsuzluk halleri amigdalada, etkileri bir ömür
boyu sürecek kalıcı izler bırakır. Bunlar son derece güçlü ve
yetişkinlerin bakışı açısından, izahı zor sonuçlar doğuran
izlerdir. Çünkü bu izler, duygusal hayatın sözlü biçimde
ifade imkânı bulunmayan eski ve müphem anıları olarak
amigdalalara depolanmışlardır. Bebeğin yaşantı ve düşüncelerini
henüz dile getiremediği bir dönemde kaydedilmiş oldukları için,
ileride herhangi bir nedenle “çağrıştırıldıklarında”,
onlara dille ifadesi mümkün herhangi bir enformasyon eşlik
edemeyecektir.
Bu ve benzer nedenlerle, duygular bazen de
akılcı düşünmeyi engelleyebilir. Nörofizyologlar, satın almak
istediğimiz evin özelliklerini veya bir sınavda çözmeye
çalıştığımız bir problemle ilgili verileri zihnimizde
tutmamızı sağlayan entelektüel yapıya ve yeteneğe “işleyen
hafıza” adını verirler. İşleyen hafızadan sorumlu olan beyin
bölümü, korteksin ön alın lobundaki prefrontal parçasıdır.
Limbik sistemden prefrontal kortekse gelen kaygı, öfke veya
korkuya ilişkin güçlü duygusal sinyaller, bu bölümün işleyen
hafızayı kullandırma potansiyelini önemli ölçüde azaltabilir.
Bu nedenle erişkinler duygusal bakımdan alt-üst olduklarında
sağlıklı düşünemezken; çocuklarda duygusal problemler,
entelektüel gelişimi aksatarak, öğrenme ve hatırlama
kapasitesini köreltir. Çocuğun bu entelektüel sorunu eğer çok
bariz değilse, IQ testleriyle ortaya çıkarılamayabilir. Ancak
çocukta devamlı bir tedirginlik ve aşırı fevri davranışlar
gözlenmesi üzerine yapılacak daha hassas nöropsikolojik ölçüm
ve testlerle ortaya konabilir. Ortalamanın üzerinde IQ puanı almış
oldukları halde okul başarıları düşük olan ilkokul çağındaki
bir grup erkek çocuk üzerinde yapılan testler sonucunda, bunlarda
bazı prefrontal fonksiyon bozuklukları olduğu anlaşılmıştır.
Bu çocuklar çok fevri ve endişeli olup, çevrelerindekilerle
devamlı sürtüşmekte ve başlarını sık sık derde
sokmaktaydılar. Bu ve benzeri araştırmalar, prefrontal korteksin
normalde limbik dürtüleri kontrol etme fonksiyonuna sahip
bulunduğunu; ancak bu çocuklarda, prefrontal kontrol mekanizmasının
yetersiz olduğunu göstermektedir. Yüksek IQ ve benzeri entelektüel
potansiyellerine rağmen böyle çocuklar; erişkinlik dönemlerinde
akademik başarısızlık, alkolizm ve suç işleme gibi sorunlar
sergilemeleri bakımından en yüksek gruplarından birini teşkil
ederler. Bunun nedeni zekâlarındaki bir eksiklik değil,
duygularını kontrol yeteneklerinde mevcut olan bir sorundur.
Dr. A. Damasio’ya göre bir kısmı çok
zeki olabilen bu kişilerin özellikle sosyal hayatlarıyla ilgili
konularda genellikle hatalı kararlar verip, kötü tercihler
yapmaları; ancak bu şahısların duygusal bilgi depolarına erişim
imkânlarını yitirmiş olmalarıyla açıklanabilir. Düşüncelerin
ve duyguların kavşak noktası olan prefrontal korteks-amigdala
devresi, hayatımız boyunca sevdiğimiz veya nefret ettiğimiz her
şeye ait duygusal kayıtlara açılan tek kapı olarak fonksiyon
görür. Eğer amigdalaya uzanan duygusal devre bozuksa, korteks,
özellikle sosyal hayata ait olanlar başta olmak üzere, ele aldığı
herhangi bir konuyu sağlıklı ve verimli bir şekilde analiz
edemez. Sanki her şey, kışın bir dağ yolunda önümüze çıkıp
da bize yönümüzü şaşırtan sise benzeyen kalın bir “nötrlük
ve tarafsızlık” perdesine bürünmüştür. Konu, ister vaktiyle
çok beğenilen bir araba, isterse nefret edilen bir tanıdık
olsun, artık duygular düşünceyi hiçbir yöne sevk
edememektedirler. Böyle kişiler, duygusal arşivlerinin tamamını
yitirmiş gibidirler. Çünkü, artık onların amigdalada depolanmış
oldukları yere erişme imkânı kalmamıştır. Bu ve benzeri
bulgular Dr. Damasio’yu, ilk bakışta paradoksmuş gibi görünse
de, “duygular, akıllıca kararların alınabilmesi için
vazgeçilmez bir öneme sahiptir” şeklinde bir kanaate
ulaştırmıştır.
“Mantık”, bilgi ve bilim sınıflamasında
“biçimsel” veya “formel” bir disiplin olarak nitelenir.
Düşünce kapsamındaki materyalin “doğru-yanlış,
tutarlı-tutarsız veya geçerli-geçersiz” şeklindeki mantıksal
veya biçimsel değerlendirmesi, bu nedenle akılcı zihin tarafından
yapılması gereken bir işlemdir. Duygusal zihin ise düşünce
materyalinin “yararlı-zararlı, iyi-kötü veya gerekli-gereksiz”
şeklindeki içeriksel değerlendirmesini yapmakla görevlidir. Öyle
anlaşılıyor ki; ancak hislerin doğru istikamete işaret
etmelerinden sonra sıra, mantıklı ve analitik düşünmeye
gelmektedir. Hayatta zaman zaman önemli tercihler yapma ve
kararlar verme durumlarıyla karşı karşıya kalırız. Duygusal
yaşantı ve tecrübe arşivimiz, başlangıçta bazı alternatifleri
eleyip, bazılarını da ön plâna çıkarabilmemiz istikametinde
bize yol göstermektedir. Böylelikle düşünme sırasında duygusal
beyin, en az akılcı beyin kadar işe karışır; yani duygular,
tutarlı ve geçerli kararlar için vazgeçilmezdir. Duygu-düşünce
harmonisinde, duygusal yetenekler akılcı zihinle el ele ve onunla
uyum içinde, kararlarımızı adım adım en uygun yöne sevk
ederler. Benzer şekilde, ideal şartlar altında, akılcı zihin de,
duyguları dizginleyerek, onları makul sınırlar içinde tutabilir.
Kısa-Uzun Süreli Hafıza İlişkileri
ve Örüntü Tanıma Modelleri
Kısa ve uzun süreli hafıza sistemlerinin
genel özellikleri ile duyguların düşünme ve hatırlama
mekanizmaları üzerindeki etkilerini ana hatlarıyla gözden
geçirmiş olduk. Şimdi de kısaca, iki temel hafıza sisteminin
birbirleriyle olan ilişkisini inceleyelim: Atkinson ve Shiffrin’in
önerdiği bir modele göre; dikkatimizi yönelttiğimiz veri ve
enformasyon, kısa süreli hafızaya alınır ve tekrarlama suretiyle
burada muhafaza edilebilir veya yer değiştirme yoluyla
kaybolabilir.
Aynı modele göre, sınırsız olan uzun
süreli hafıza kapasitesi ise, geri çağırma sorunları nedeniyle
tam olarak kullanılamamaktadır. Enformasyonun uzun süreli hafızaya
kodlanması için, kısa süreli hafızadan uzun süreliye
aktarılması gerekir. Modelin dayandığı temel varsayıma göre,
herhangi bir şeyi ancak, önce kısa süreli hafızada
prosesledikten sonra uzun süreli hafızaya kodlayabilir ve
öğrenebiliriz. Kısa süreliden uzun süreliye aktarma işlemi;
çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilebilir: Meselâ, iki kelimenin
bir imgeyle veya bir bağlantı cümlesiyle ilişkilendirilmesi veya
tekrarlama işlemi, bunlardan birkaçıdır. Bir itemin tekrarlanması
onun sadece kısa süreli hafızada tutulmasını değil, ayrıca
uzun süreli hafızaya aktarılmasını da sağlar. Birçok gözlem
ve deney verisini başarılı bir şekilde bir araya getirip
açıklayabilmesine rağmen, bu model de tamamen mükemmel ve
sorunsuz olmadığı için; son yıllarda bazı alternatif modeller
geliştirilmiştir.
Bilgisayar bilimciler (computer scientists),
yıllardır yoğun bir biçimde, yazı ve resim gibi sembol ve
şekillerin bilgisayarlarca en iyi şekilde tanınıp, işlenmesini
mümkün kılacak daha gelişmiş sistemler hazırlamak amacıyla
çalışmaktadırlar. Sembol ve şekil işleyebilen bilgisayar
sistemleri geliştirilirken, insanın duyu ve algı fizyolojisine ait
bilgi ve ilkelerden geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Bu nedenle
söz konusu iki alan arasında olumlu bir etkileşim süregelmekte;
bunlardan birinde sağlanan ilerleme ve gelişmelerden diğer alanda
çalışan bilim adamları da geniş ölçüde yararlanabilmektedir.
Gerek fizyologlar, gerekse bilgisayar bilimciler tarafından bu
konuda yürütülen çalışmalarda, “örüntü tanıma modelleri”,
oldukça büyük bir öneme ve yere sahiptir. Bu modeller
tasarlanırken, örüntü tanıma sistemlerinin temel unsurunun bir
grup özellik “dedektörü” veya “alıcısı” olduğu
varsayılır.
Örüntü tanıma modellerinin yapısı
oldukça karmaşıktır. El yazısı tanıyan nispeten basit bir
örneği inceleyerek bu modellerin temel özellikleri hakkında bir
fikir edinmek mümkündür. Uygun bir bilgisayar programıyla
yönlendirilen sistem, değişik kişilere ait pek çok farklı
karakterlerdeki el yazılarını tanımada oldukça başarılıdır.
Bu modelin insan duyu ve algı sistemi kadar kompleks ve mükemmel
olmadığı açıktır; ancak, fizyologlara, inceledikleri
sistemlerin yapı ve çalışma özellikleri hakkında yeni bakış
açıları ve yaklaşımlar sunma potansiyeli de ortadadır.
“Harflerin kişiden kişiye büyük farklılık gösteren biçim ve
karakter özellikleri, genişlikleri, yükseklikleri, eğimleri” ve
benzeri değişkenler nedeniyle el yazısını okuyan bir program
geliştirmek gerçekten oldukça karmaşık bir iştir. Sistem,
harfleri “bir özellikler listesi”ne göre ayırt edip, tanır. H
harfi, aşağıdan yukarıya uzanan iki çizgi ve bir de yatay çizgi
ile; biri yukarıya, diğeri aşağıya bakan iki içbükey boşluktan
oluşur. Bu özellikler, H harfini tanımlayan listenin başlıca
elemanlarını teşkil eder. Şimdi sadece A, H, V ve Y harfleri için
tasarlanan basitleştirilmiş bir örüntü tanıma programının
akış diyagramını inceleyelim. Özellik listesi, başlıca şu üç
hususun varlığına veya yokluğuna göre düzenlenmiştir: ”Üst
kısımda içbükeylik, dik olarak kesişen çizgiler ve düşey bir
çizgi.” İlk harf için program, şu analizi yapar: “Üstte
bir içbükeylik var mı?” Cevap “hayır” ise, harf , A
olarak belirlenir. Ama, cevap “evet” ise, bu defa “Dik
olarak kesişen çizgi var mı?” sorusuna karşılık aranır.
Bu karşılık “evet” ise, H harfi tespit edilmiş olunur.
“Hayır” cevabı karşısında ise, sıradaki soru “Düşey
çizgi var mı?”dır. Karşılık “evet” ise söz konusu
harf Y, “hayır” ise V’dir.
Gerçekte, el yazısını okuma amacıyla
hazırlanmış olan programlar bu örnekten çok daha fazla
karmaşıktır. Ancak bu karmaşık programlar da benzer temel
ilkelere dayanır. Duyu ve algı fizyologları ile psikologlara göre,
insanın sinir sisteminin ilgili bölümü de benzer prensipler
çerçevesinde fonksiyon görmektedir. Arkadaşımız Ali için
zihnimizde; saç ve göz rengi, ağız ve burun yapısı ve diğer
karakteristik özelliklerinin bir listesi mevcut bulunuyor ise ve biz
birisiyle karşılaştığımızda algı sistemimizin özellik
detektörlerince tespit edilen liste, eğer onunla örtüşüyorsa,
biz o zaman Ali’yi tanımış oluruz.
Dil ve Bilişim
İnsanı diğer canlılardan ayıran
özelliklerin başında, soyut ve karmaşık biçimlerde
düşünebilmesi ve düşüncelerini dil aracılığıyla ifade
edebilmesi gelir. Düşünme işlemi, insan davranışlarının en
kompleks formunu ve zihinsel faaliyetlerinin de en üst düzeyini
teşkil eder. Düşünme prosesinde imgeler, şekiller, hayaller,
çeşitli reseptörlerden kaynaklanan duyusal algı içerikleri,
soyut kavramlar veya duygusal anılar yer alabilirler. Düşünme
işlemlerinin birçok farklı şekli vardır. Dersin başlamasını
beklerken oturduğu sırada hayal kuran, bir matematik problemi
çözen, bir mektup yazan veya yaz tatili için plân yapan bir
öğrenci, değişik formlarda düşünmektedir. Bazen de
düşünmeye, bir konuda, önceden edinilmiş zihinsel
alışkanlıklarımız yardımıyla otomatik olarak veya refleks
tarzı bir işlemle karar verme imkânı bulamayınca başlarız.
Düşünme, nesne ve olaylar yerine, onları
temsil eden bazı sembollerin kullanılması suretiyle
gerçekleştirilen zihinsel bir prosestir. Bir elmayı yerken veya
bir salonda aşağı -yukarı dolaşırken düşünmek zorunda
değilizdir, ama bu gibi faaliyetleri safha safha düşünerek de
gerçekleştirebiliriz. Ancak önümüzde mevcut bulunmayan bazı
yiyecekleri yemek istediğimizde veya evde oturduğumuz sırada
bahçede kısa bir yürüyüş plânlamakta iken, ilgili nesne ve
olayları temsil eden birtakım semboller kullanarak düşünmemiz
kaçınılmazdır. Sadece gerçek nesnelerle değil, sınırsız sayı
ve çeşitteki simgeler ve hatta her türden hayallerle de
gerçekleştirilebildiği için düşünme türleri ve kapasitesi,
sınırsız bir çeşitlilik ve zenginlik arz eder. Düşünme
sırasında, bir yandan hali hazırdaki algılar ve izlenimler
konularına göre çeşitli kategorilere ayrılırken; diğer yandan
da taşıdıkları anlamlara göre, çağrışım yoluyla bunlar ile,
hafıza kayıtlarındaki ilgili enformasyon arasında sayısız
bağlantı ve ilişki kurulabilir.
Gerek felsefede, gerekse bilimde; bilgi,
görüş, tecrübe ve düşünceler; ancak bir “dil”in
sağlayacağı ifade imkânlarıyla ortaya konup, diğer insanlara
iletilebilir. Günlük hayata ait çok basit zihinsel işlemlerle
ilgili olanlardan; en karmaşık ve en soyut teorik sorunların
çözümüyle veya önemli bilimsel buluşlarla ilgili olanlara
kadar hemen tüm düşünme prosesleri, belirli bazı soyut sembolik
kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Herhangi bir dil
olmaksızın, ne felsefe ne de bilim, tasavvur dahi olunamaz. Sezgi
veya algı düzeyinde gerçekleşen kimi bilgi türlerinin varlığı
söz konusu olsa bile, bilgilerimizin ve düşüncelerimizin felsefi
veya bilimsel bir nitelik kazanabilmesi için, onların ortak bir
anlaşma aracı olarak benimsenen bir “sembol sistemi”
vasıtasıyla ifade edilmiş olmaları kesin bir zorunluluktur.
“Geçerli ve nesnel bilgi”nin temel niteliklerinden biri,
herhangi bir dil ile ifade edilebilir oluşudur. Eğer konuyu
bireysel yönden ele alacak olursak, kişisel olarak bilimsel ve
felsefi hususları öğrenebilmemiz, bu konularda düşünebilmemiz
ve onlar hakkında başkalarıyla iletişim kurabilmemiz de ancak
bir dil sayesinde mümkün olabilecektir.
Dil ya da lisan, insanlar arasında
iletişimi mümkün kılan sesli veya yazılı bir sembol sistemidir.
Linguistikte dilsel sembollere “gösterge” adı verilir. Bu
göstergelerin anlamları tabii bir ilişkiden kaynaklanmayıp,
kökleri tarihin derinliklerine uzanan sosyal bir kabul ve uzlaşmaya
dayanır. Bu tanımından dolayı dil, sadece insan toplumlarına has
bir yetenek olarak kabul edilir. Birçok hayvan türü de
çıkardıkları bir takım sesler ve yaptıkları bazı beden
hareketleri aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurabilir ve
hatta bazıları bir dereceye kadar insan dilini öğrenip,
anlayabilir. Ancak, hiçbir hayvan çıkardığı sesleri, insanın
yaptığı gibi açık, kesin, bir iç tutarlılığa sahip olan ve
toplumsal bir uzlaşmaya dayanan bir dil sistemi düzeyine
ulaştıramamıştır.
Dilin, çoğu tartışmalı olan birçok
farklı tanımı yapılmıştır. Bunlardan birine göre lisan,
düşüncelerin, kelimeler halinde düzenlenmiş sesler veya harf
gruplarıyla ifadesidir. Bu tanım, düşünceye fazla ağırlık
vermesi nedeniyle eleştirilmiştir. Çünkü dil, düşüncelerin
dışında kalan duyuların, algıların, hislerin, heyecanların ve
bazen bilinç düzeyine tam olarak ulaşamayan birtakım hayallerin,
rüyaların veya hallüsinasyonların ifadesine de aracılık
edebilir. Daha yaygın kabuk gören bir tanıma göre ise dil,
temelde bir kavram ile bir ses imgesinin birbiriyle
irtibatlandırılmasına dayanır. Bu, tabii ve zorunlu değil,
“saymaca” bir irtibattır. Meselâ köpek kavramı için
İngilizler dog, Almanlar hund, Fransızlar ise
chien seslerini kullanırlar. Bununla birlikte kavram-ses imgesi
bağının, üstü örtük sosyal uzlaşım nedeniyle aynı toplumun
üyeleri için zorunlu olması gerekir. Aksi takdirde, bu bireyler
için ortak olan bir dilden söz edilemez.
Semiyotik (Göstergebilim),
Linguistik (Dilbilim) ve Yapısalcılık
Bilimsel ve felsefi amaçlarla kullanılacak
olan diller Türkçe veya İngilizce gibi “tabii” diller
olabilecekleri gibi; matematik, mantık veya kimyada kullanılan ve
belirli tanım ve kurallara göre oluşturulan “suni” diller de
olabilirler. Tabii dillerin tamamıyla ilgili her türlü bilimsel
çalışma ve araştırmalar, “linguistik” (dilbilim) adı
verilen disiplinin alanına girer. Linguistik de, “semiyotik”
(göstergebilim) isimli daha geniş kapsamlı bir branşın alt
dalıdır.
Semiyotik; haber, bilgi ve anlam ifade etme
potansiyeline sahip bulunan her türlü yapı ve sistemi konu
alabilen “genç” bir disiplindir. Tanımı gereği sınırsız
bir sahayı kapsayabilen semiyotiğin öncelikli ve önemli konuları
şöyle sıralanabilir:
1-) Günlük konuşma dilleri ve matematik, mantık,
kimya ve bilgisayar alanlarında kullanılan sunî diller,
2-) Asker, polis, demiryolcu veya denizci gibi
meslek gruplarına has flâma, tabela, levha ya da el-kol-baş
hareketlerinden oluşan işaret sistemleri; sağır-dilsiz alfabesi
gibi özel amaçlı diller, trafik işaretleri,
3-) Dini-kültürel-folklorik âdet, tören prensip
ve uygulamalar, nezaket ve görgü kuralları,
4-) Edebiyat-müzik-sinema-resim ve diğer sanat
dallarına ait eserler, moda, mimari ve şehircilik uygulamaları,
5-) Siyasi-hukuki-ekonomik yapı, kurum ve
sistemler,
6-) Fiziksel ve biyolojik yapılar ile sistemler.
Bu listede yer alan veya almayan “belirli
kaide ve esaslara göre işleyen her türlü manâlı yapı ve
sistem”, semiyotikte birer “gösterge sistemi” olarak ele
alınıp, incelenebilir. Ancak, kapsadığı alanın bu şaşırtıcı
genişliğine ve yaklaşımının orijinalitesine karşılık,
oldukça yeni bir disiplin olması nedeniyle semiyotik; henüz ne
gelişimini tamamlayabilmiş, ne de ilişkili disiplin ve yöntemlerle
tatmin edici bir etkileşim ve diyalog içine girebilmiştir. Meselâ
benzer şekilde özellikle sosyal bilimlerde büyük beklentilere yol
açmış olan ve aynı şekilde henüz kendisinden beklenenleri
veremeyen hermönetik ile semiyotik arasındaki ilişkiler o kadar az
ve yetersizdir ki, böyle bir iletişimsizliği ne anlamak, ne de
açıklamak mümkün görünmemektedir. Böylesine olumsuz bir sonuç
ancak bu iki yaklaşımdan birini benimseyen düşünürlerin,
diğerini yok kabul edip, görmezlikten gelmesiyle ortaya çıkmış
olabilir.
Her şeye rağmen, eğer yapılanması ve
gelişimi gereken düzeye ulaştırılabilmesi halinde; tanımı
gereği semiyotik, insanın “kendini, içinde yaşadığı toplumu
ve evreni” tanıma ve anlama çabalarına çok büyük ve önemli
katkılar sağlayabilecek yeni bir disiplin olarak parlak bir gelecek
vaat etmektedir.
Konumuzun, düşünme ve dil ilişkisi
olması nedeniyle biz şimdi semiyotiğin bir alt dalı olan
dilbilim(linguistik)in tarihi gelişimini ve günümüzde ulaştığı
düzeyi inceleyeceğiz. Linguistikte; dil, bilimsel bir yaklaşımla
ele alınarak; yapısı, nitelikleri ve unsurları ile değişim ve
dönüşümleri incelenir. Linguistik terimi ilk olarak 19. yüzyılda,
dil incelemelerinde yeni kullanılmaya başlanan bir yaklaşımı,
geleneksel filoloji çalışmalarından ayırt etmek amacıyla
önerilmiştir. Filologlar, öncelikle dilin yazılı metinlere
yansıyan tarihi seyri ve gelişimiyle ilgilenirler. Araştırma
alanları, esas olarak kültür ve edebiyattır. Dilbilimciler de
yazılı metinlerle ve dilin zaman içindeki değişimiyle
ilgilenmekle beraber, daha çok günümüzde konuşulmakta olan
dillere ağırlık vererek, bu dillerin belirli bir zaman dilimi
içindeki yapısını ele alırlar.
Linguistik ve dilbilgisi ayrımı da önemli
bir husustur. Gramer olarak da bilinen dilbilgisinde, belirli tek bir
dilin ses, kelime, cümle gibi unsurlarının özellikleri ile tâbi
oldukları sistemlerin yapısı ve kuralları tarif ve izah edilir.
Günümüz dilbilimcileri, grameri veya dilbilgisini, “bir dilin
temelinde yatan ve o lisanı anadilleri olarak konuşanlar tarafından
sezgi ve alışkanlık düzeyinde genel bir kavrayışla bilinen yapı
ve işleyiş özelliklerinin bilgisi” olarak tanımlarlar.
18. yüzyıla gelinene kadar, gramer alanında tasvirci ve
kuralcı yaklaşımlar egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Bu
yıllarda yoğunluk kazanan dil çalışmaları sonunda
kuralcı-tasvirci yaklaşımla hazırlanan ve içerikleri daha çok
resmî, yazılı ve edebi dile ait cümlelerin tahlilleriyle sınırlı
olan ve günlük konuşma dilinin ihmal edildiği kitaplar, okullarda
öğrencilerin dil eğitimleri amacıyla kullanılmaya başlandı.
Aynı dönemde, dilbilimcilerin dili bilimsel ölçülerle ele alan
çalışmaları da giderek hızlandı ve yaygınlaştı. Yaşayan,
yani konuşulan tüm dillerin sürekli bir değişim olgusu
sergilemekte olduklarını belirleyen dilbilimciler, zamanın Avrupa
dillerine ait çeşitli yazılı kayıt ve belgeleri incelemeye
başladılar. Araştırma alanlarını edebi ve resmî nitelikli
metinlerle sınırlamayarak, çeşitli lehçeleri ve konuşma
dillerine ait özellik ve nitelikleri de inceleyip, araştırdılar.
Gramer ve dilbilim çalışmalarında ele alınan konular ve
ulaşılan sonuçlar arasında büyük farklılıklar belirmeye
başladı. 19. yüzyıl sonlarından itibaren, gramer alanında
tarihsel yaklaşım ağırlık kazandı. Daha önce hakim olan
kuralcı bakış açısı giderek yerini, dillerin orijinin tespitine
öncelik ve ağırlık veren yaklaşıma bıraktı. “Karşılaştırmalı
yöntem”in geliştirilmesi ve uygulanması ile Avrupalıların
Sanskrit dilini öğrenmeleri, bu alanda önemli gelişmelere zemin
hazırladı. 1786’da, Hindistan’daki İngiliz mahkemesinin
başkanı W. Jones, Sanskrit diliyle Yunanca ve Latince arasındaki
benzerliğe dikkat çekerek, bu üç dilin ortak bir kökenden
türemiş olduğu tezini ileri sürdü. Daha sonra, 1816’da F. Bopp
ve 1822’de J. Grimm, İndo-Germen veya Hint-Avrupa dil ailesi
tezini ispatlayan eserlerini yayımladılar. Grimm, bu dillerdeki ses
özellikleri arasında oldukça düzenli bir ilişkinin bulunduğunu
gösterdi. Meselâ, en eski Germen dili olan Got dilindeki “f”
sesinin yerine; Yunanca, Latince ve Sanskrit dilinde çoğu zaman “p”
bulunur. Ayak kelimesi; Got dilinde “fotus”, Latince’de
“pedis”, Yunanca’da “podos” ve Sanskrit dilinde “padas”tır.
Grimm’e göre bu farklılıklar, Germence’de gerçekleşmiş olan
belirli bir ses kayması olgusunun sonucudur. Bu olgu daha sonra
ayrıntılı bir şekilde tanımlanarak bir dilbilim yasası olarak
ifade edilmiştir. Buna göre, kelimeleri oluşturan ses birimleri,
zamanla, oldukça düzenli bir çevrim içerisinde değişmektedir.
Bir süre sonra, bu çalışmalarda sağlanan bulguların ışığında,
dilbilim dallarından biri olan “fonetik” (sesbilim)
kurulacaktır.
Dilbilimin diğer temel dallarının
günümüzdeki biçimlerini almasında, C. Morris’in çalışmalarının
da önemli etkisi olmuştur. Morris, “Signs, Language and
Behaviour” (1944) adlı kitabında, semiyotiğin dil ile ilgili
alanının üç ana konuya bölünmesini önerir. Morris bu ana
alanları; semantik, sentaks ve pragmatik olarak adlandırır. Ona
göre; semantik, kelimelerin, temsil ettikleri şeylerle; sentaks,
kelimelerin diğer kelimelerle; pragmatik de kelimelerin insan
davranışıyla olan ilişkilerini konu alması gereken
disiplinlerdir.16
Anlambilim olarak da adlandırılan
semantikte, kelimelerin kavramlar ile varlık ya da olayları nasıl
ve ne şekilde temsil ettiği, düşünce-anlam ilişkileri,
insanların dilsel ifadeleri nasıl manâlandırdığı ve
kelimelerin anlamının tarih içindeki değişimi gibi hususlar
incelenir. Semantik, günümüzde dilbilimin en az gelişme göstermiş
olan alanıdır.
Sentaks, kelimelerin cümleleri oluşturmak
üzere nasıl ve ne şekilde bir araya getirildiğini; yani imlâ,
gramer ve ifade biçimlerini konu alan dilbilim dalıdır.
Pragmatikte ise, dil-kullanıcı ilişkileri, kelimeler ile insan
zihni ve davranışları arasındaki karşılıklı bağlantılar ele
alınır.
Gramerde olduğu gibi, dilbilimde de belirli
bir dönem, dillerin tarihi gelişimlerinin incelenmesi, başlıca
ilgi ve çalışma alanını teşkil etti. Ancak zamanla bazı
dilbilimciler arasında, mevcut yaşayan dillerin belirli bir andaki
durumlarının incelenmesinin daha yararlı ve önemli olduğu görüşü
yaygınlaştı. Böylece bu alanda, esas olarak dilin zaman içindeki
gelişiminin ele alındığı “artzamanlı” veya tarihsel
dilbilim ile dilin belirli bir andaki durumunun incelendiği
”eşzamanlı” dilbilim olmak üzere iki farklı yaklaşım
gelişmiş oldu.
J. G. von Hender ve W. von Humbolt gibi
tarihselci araştırmacılara göre bir toplumun bireyleri dünyayı,
gerçekte olduğu gibi değil, dilleri tarafından belirlenen
subjektif bir perspektiften görür ve yorumlarlar. Bu yaklaşım,
20. yüzyılda Sapir, Whorf ve Lévi Strauss gibi “yapısalcı”
araştırmacılar tarafından geliştirilerek yeni ve kapsamlı bir
felsefi anlayışa temel yapılacaktır.
Yapısalcılık, bazıları oldukça büyük
farklılıklar arz eden birkaç yaklaşım veya yönelimin ortak
adıdır. Yapısal dilbilim, Avrupa’da, İsviçreli dilbilimci F.
de Saussure’ün ölümünden sonra Genel Dilbilim Dersleri
adıyla yayımlanan ders notlarının bilim ve edebiyat
çevrelerinde doğurmuş olduğu etkilerden kaynaklanmıştır.
Saussure’ün, linguistiğin gelişimine belki de en büyük
katkısı, dili, kelimeler gibi birbirinden bağımsız unsurların
bir toplamı olarak değil de; ancak birbirleriyle olan ilişki,
etkileşim ve farklılıkları çerçevesinde bir değer ve anlam
kazanan bazı birimlerden oluşan kompleks bir sistem ve yapı
şeklinde tanımlamış olmasıdır. Bu bakış açısıyla dilsel
yapıyı “töz” ve “biçim” veya “dil”(language) ve ”söz”
(parole) gibi ikililer halinde tasnif ederek, tanımlayan Saussure;
linguistik göstergeleri de “gösteren” ve “gösterilen”
olarak iki farklı yöne sahip birimler olarak tasvir etmiş ve
dilbilimin asıl çalışma alanın “gösterenlerin” incelenmesi
olması gerektiğini savunmuştur.
Saussure’ün görüşleri, daha sonra,
Prag Okulu ve Kopenhag Okulu adlarıyla bilinen iki dilbilim
çevresince geliştirildi. Önde gelen temsilcileri N. S. Trubetskoy
ve R. Jacobson olan Prag Okulu mensupları, Saussure’ün “dilin
temelini, birimleri arasındaki farklılıklar teşkil eder”
ifadesini kendilerine çıkış noktası alarak, dili bir
karşıtlıklar sistemi olarak tanımladılar ve linguistik
birimleri, farklılık oluşturucu işlevlerine göre ele aldılar.
Bu nedenle Prag Okulu’nun bir diğer adı da ‘İşlevselci
Okul’dur. Trubetskoy, işlevselciliği sesbilim alanına da
uygulayarak, anlam ayırma işlevini yerine getiren en küçük ses
birimlerine “fonem” adını vermiştir. Modern fonetik, bu
çalışmaların bir ürünüdür.
Kopenhag Okulu da Saussure’ün şu iki
görüşünü öğretisine esas almıştır: “Dil, göstergelerden
oluşan bir sistemdir” ve “Dil, esas olarak tözsel değil,
biçimsel bir yapıdır”. Kopenhag Okulu öncüleri, Saussure’ün
gösteren ve gösterilen kavramlarını, “içerik” ve “anlatım”
düzlemleri başlığı altında yeniden ele alarak,
yorumlamışlardır. Bunlardan L. Hjelmsev’e göre bu düzlemlerin
her biri de “materyal” ve “biçim” olarak ikişer ayrı
katmandan oluşur. İçerik düzlemini teşkil eden materyal; çeşitli
kavramlar, düşünceler, anlamlardır. Anlatım düzleminin
materyali de seslerden oluşur. Biçim ise bu materyalleri düzenleyen
kuralların toplamıdır. İçeriğin biçimi, çeşitli
gösterilenler (kavramlar) arasındaki kognitif ilişkiler olup,
konuşma ile ilgili zihinsel süreçlerin; kavramları, kişinin
amacına göre düzenleyişini temsil eder. Anlatımın biçimi ise,
bütün bu malzemeyi organize ederek belirli bir sistem haline
getiren ilgili lisana ait kuralların toplamıdır. Dili adeta
aritmetik, cebir veya mantık gibi içeriksiz, soyut ve formel bir
biçimsel yapıymış gibi ele alan Kopenhag Okulu’nun bu
yaklaşımı, “glosematik” olarak da bilinir.
Yapısalcılığın bir kolu da büyük
ölçüde Saussure’den bağımsız olarak 19. yüzyıldan itibaren
ABD’de gelişmeye başladı. Bununla birlikte yapısalcılığın
her iki kanadı, yine de bazı ortak yönler içerir. Her şeyden
önce her iki okulun mensupları da benzer şekilde çeşitli
dillerin yapısal benzerliklerini vurgulamışlar, her dilin kendi
içinde tutarlı ve holistik bir sistem olarak incelenmesi gerektiği
hususunun altını çizmişlerdir.
1933 de yayımlamış olduğu “Language”
adlı kitabıyla ABD dilbilimine uzun yıllar yön vermiş olan L.
Bloomfield da Saussure gibi, dilbilimin bağımsız bir disiplin
olması için gayret sarf etmiştir. Bloomfield, bu amaçla dil
olgularının felsefe, psikoloji, sosyoloji ve benzeri disiplinlerin
hegemonyasından kurtarılıp dilbilimin kendine özgü yöntem ve
yaklaşımlarıyla ele alınıp incelenmesinin önemine işaret
ederek, linguistiğin özerkliğe kavuşmasında etkili olmakla
birlikte, semantik konusuna karşı oldukça çekimser olan yaklaşımı
nedeniyle ne yazık ki kendisinden sonra dilbilimcilerin anlambilime
gereken ağırlığı vermemelerine ve bu alanın en az gelişme
gösteren alan olmasına da yol açmıştır. Çeşitli kelimelerin
anlamlarının zamana ve yere göre değişmesini gerekçe
göstererek, dilbilimcileri bu “kaygan zemin” yerine, daha kesin
ve belirli olan fonetik ve sentaks çalışmalarına yönelten
Bloomfield ve izleyicilerinin etkisiyle ABD dilbiliminde semantik
çalışmaları uzun yıllar ihmal edilmiştir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra linguistik
alanında en önemli atılım, ABD’de kısmen Z. Harris’in, daha
çok da N. Chomsky’nin çalışmalarının ürünü olan
“üretici-dönüşümsel dilbilgisi” modelinin geliştirilmesi
olmuştur. Chomsky, dilde sadece sesler ve biçimler gibi
gözlemlenebilir olgular üzerinde duran Bloomfield okuluna karşı,
konuşan insanın zihin yapısının da linguistik modele dahil
edilmesi gerektiğini savundu.
Chomsky’e göre dilde iki ana unsur veya
aşama vardır: Linguistik yeti ve bunun, konuşma ve yazma gibi
somut dışa vurumları. Dilbilimciler, inceleme ve araştırma
konularını dilsel yeteneğin müşahhas tezahürleri ile
sınırlamayıp, bu yetenek ile ilgili zihinsel yapı ve süreçleri
de ele alıp incelemelidir. Rasyonalist eğilimli filozofların
zihinsel kategori kavramlarını hatırlatan bu yaklaşıma göre her
insan, daha önce hiç duymamış ve söylememiş olduğu sınırsız
sayıda cümleyi anlayıp, söylemesini mümkün kılan bir dil
kapasitesiyle doğar. Sınırlı sayıda kuralı kapsayan bu
linguistik kapasitenin; derin zihinsel yapıdan, yüzeysel ifade veya
kullanım yapısına çıkarak tezahür etmesi suretiyle, sınırsız
sayıda cümlenin kurulması ve anlaşılması mümkün olur.
Chomsky, tüm dillerde müştereken mevcut olan evrensel örüntü
ve özelliklerin incelenmesiyle genel bir dönüşümsel dilbilgisi
modelinin oluşturulabileceğini savundu.
F. Boas gibi antropolog dilbilimciler ise,
genel bir insan dili teorisine katkıda bulunacak araştırmalar
yerine, Kuzey Amerika’da birbiri ardına keşfedilen pek çok yeni
“yerli dili”nin analizinde kullanılabilecek yöntemler
geliştirmeyi tercih ettiler. Boas’ın öğrencisi olan ve onun
gibi aynı zamanda antropoloji alanında da çalışan E. Sapir ise,
W. von Humbolt’un görüşlerinden de etkilenerek, her toplumun
algılamakta olduğu varlık ve olaylar dünyasının, gerçekte
büyük ölçüde o toplumun dil özellikleri tarafından
belirlendiğini savundu. Buna göre, her dilin içinde bir dünya
görüşü gizlidir. Anadilini öğrenen çocuk, genel hatlarıyla bu
dünya görüşünü ve yaşama tarzını da benimsemekte;
böylelikle, üyesi olduğu toplumun dili, çocuğun idrak ve düşünme
tarzını da önemli ölçüde etkilemektedir.
Hatta dilbilime genel “semantik”
terimini kazandıran araştırmacı olan A. Korzybski’ye göre,
dil sadece düşünmemizi değil, davranışlarımızı da etkiler.
Bu etkinin sinir sistemimizin çalışma şekline dayandığını öne
süren Korzybski, dil alışkanlıklarımızın olgunlaşmamış ve
sağlıksız olması halinde davranışlarımızın da olgunluk ve
sağlıktan yoksun kalacağına inanıyordu. Dil eğitimi
aracılığıyla insan davranışlarının iyileştirilmesine yönelik
bir terapi sistemi de plânlayan Korzybski, bu konudaki görüşlerini
“Science and Sanity” adlı kitabı başta olmak üzere çeşitli
yazılarıyla bilim dünyasına açıklamıştır.
E. Sapir, Kuzey Amerikalı yerli
topluluklarının dilleri üzerindeki araştırmaları sırasında,
onların birtakım sesleri yazıya geçirmekte zorluk çektiklerini
gözlemişti. O, bu olgudan; “her dilin kendine has olan fonetik
örgüsünün, o dilin imkânları ile potansiyelini ve bunların
sınırlarını belirlediği” hükmüne ulaştı. Sapir’in
öğrencisi olan B. L. Whorf, bu görüşü, çeşitli dillerden
ayrıntılı örneklerle destekleyerek, geliştirmiştir. Whorf,
ayrıca, her toplumun içinde yaşadığı tabii ve sosyal şartların
gerektirdiği kelimeleri türetmekte olduğu hususuna da dikkat
çekmiştir. Whorf, Eskimo dilinde, diğer lisanların hepsinden daha
fazla sayıda “kar” ile ilgili kelime olduğunu belirtir. Diğer
bazı araştırmacılar ise çöl ve kumla ilgili olarak benzer bir
olgunun da Arapça için söz konusu olduğuna dikkat çekmişlerdir.
Bu gibi gözlemlere dayanarak Whorf şu çıkarımlarda
bulunur:”Eskimo, kara baktığı zaman bizim görebildiğimizden
çok daha fazla ayrıntı görür; çünkü onun dilinde ince kar,
iri kar ve sulu kar için ayrı ayrı kelimeler vardır. Bu nedenle
de Eskimo’ların karla ilgili algı ve düşünceleri, bizimkinden
çok daha ayrıntılıdır.”
Kitabın bu bölümünün plânlanması ve
kaleme alınmasında kendisinden büyük ölçüde istifade ettiğim
ve “algı, öğrenme ve dil psikolojisi” alanında ulusumuzun
yetiştirdiği değerli ve müstesna bilim ve düşünce adamlarından
D. Cüceloğlu da “İnsan ve Davranışı” adlı eserinde, benzer
bir durumun Türkçe’de, akrabalar ile ilgili kelimelerde
gözlendiğine dikkat çeker. Bizim kültürümüzde; akrabalık
ilişkilerine batı kültürlerine göre çok daha büyük bir önem
ve değer atfedildiği herkesin malumudur. Hala, teyze, amca ve dayı
ayrımı bizim için oldukça önemli olduğu halde; Amerikan
İngilizce’sinde hala ile teyze (aunt) ve amca ile dayı (uncle)
için sadece birer kelimeyle yetinilir.
ABD’li yapısalcıların bu gibi
araştırma ve bulguları, bazı bilim adamlarının dikkatlerini;
dil ve düşüncenin sürekli olarak birbirini etkilemekte olduğu
hususuna çekmiş oldu. Semantik konusundaki bir eserinde J. C.
Condon, bu hususla ilgili olarak şunu ifade eder: ”Dil
alışkanlıklarımız, düşünme süreçlerimizi sığlaştırıp,
verimsizleştirebileceği gibi; onları güçlendirip,
zenginleştirebilir de.”17
Dil-Düşünce İlişkileri
Dilbilim ve kognitif psikoloji alanında
çalışmalar yapan bilim adamlarının dil ve düşünce
ilişkileriyle ilgili görüşleri başlıca üç gruba ayrılabilir:
1-) Düşünce, dilden bağımsızdır. Her ne kadar, ifadesi için
dilin varlığı gerekse de, düşünme işlemi için dilin varlığı
zorunlu değildir. 2-) Bir kişinin anadilinin nitelik ve
özellikleri, o kişinin düşünce süreçlerini büyük ölçüde
etkiler. Ancak belirli bir dil ortamında oluşabileceğinden
düşünce, dilden ayrı olarak ele alınamaz. 3-) Son araştırmaların
bulgularına daha uygun düşen son görüşe göre ise, dil ile
temelinde bazı algısal süreçlere dayalı olan düşünme süreç
ve mekanizmaları, sürekli ve karşılıklı bir etkileşim
içindedirler.
D. Cüceloğlu’nun da belirttiği gibi
dil, hem algısal süreçleri etkiler, hem de özellikle belirli
türlerdeki düşüncelerin daha kolay bir şekilde ifadesini mümkün
kılar. Fakat, düşüncenin içeriğini tamamıyla belirleyemez.
Algılanmakta olan yeni ve önemli bir olgu varsa ve bunun sözle
ifadesi çok gerekliyse, onu algılamakta olan kişilerin düşünme
süreçleri, yeni bir kelime oluşturarak bu kavramı dile
getirebilirler.
Kavram veya dilbilimsel adıyla “gösterge”
oluşturma; hem kognitif psikoloji, hem de linguistik disiplinleri
açısından çok önemli bir süreçtir. İnsanı diğer canlılardan
üstün kılan “dil yeteneği”, büyük ölçüde linguistik
göstergeleri “öğrenme, üretme, sınıflandırma,
ilişkilendirme, iletme ve kavrama” becerisine dayanır. Aslında
bu işlemler; idrak, öğrenme, hatırlama, düşünme ve iletişim
fonksiyonlarının da temelini oluşturur.
Dilsel Birimler: Kavramlar
Yeryüzünde pek çok çeşit ve sayıda
varlık ve nesne bulunur ve her gün çevremizde sayısız olay
gerçekleşir. Eğer bunların her birini tek tek ve ayrı ayrı
kelimelerle ifade etmek zorunda olsaydık, kelime dağarcığımız
“kullanılamayacak” kadar geniş olurdu.
“Kavram” bir grup nesne, durum veya
olayı, kimi ortak özelliklerine göre temsil eden bir semboldür.
“Çiçek, sarı, öğrenme, titizlik, öfke” birer “kavram”dır.
Aslında, tüm dillerdeki isimlerin çoğu kavram adı, geriye
kalanlarda özel isimlerdir.
Kavram oluşturma yeteneğimiz bize nesne,
durum ve olayları sınıflandırma imkânı sağlar. Sarı
kavramıyla cisimleri “sarı”lar ve “sarı olmayanlar”
şeklinde ikiye ayırabiliriz. Seçilen “ortak” özellik,
sınıflamanın esasını teşkil eden kavramı oluşturur.
Kavramları, klâsik kavramlar ve olasılık
içeren kavramlar olarak ikiye ayırmak yararlı olur. Klâsik
kavramlarda, bir kavramın içerdiği tüm özellikler, muhtemel tüm
alt-örneklerinde aynen tamamen bulunur. Meselâ, “bekâr”
kavramı, yetişkin ve evlenmemiş kimseleri kapsar. Tüm bekârlar
bu iki özelliğe sahiptir. Ancak, olasılık içeren kavramların
kapsadığı örneklerin bazıları, diğerlerinden farklı kimi
özelliklere sahip bulunabilir. Meselâ kuş kavramı, uçma ve ötme
gibi özellikleri içerirse de, uçamayan ve ötemeyen bazı kuşlar
olabilir. Günlük hayatta kullandığımız kavramların çoğu,
olasılık içeren kavramlardır. Bunlardan bazı örnekler,
diğerlerine göre, kavramın kapsadığı özelliklerin daha
fazlasına sahip olabilir. Meselâ, kuş türlerinden serçe, hem
uçma, hem de ötme özelliğine sahipken, penguen ya da deve kuşunda
bu özellikler yoktur.
Bir örnekte, kavramın ne kadar fazla
özelliği bulunuyorsa, insanlar o örneği ilgili kavramın o kadar
tipik bir temsilcisi olarak görürler. Bu nedenle hemen herkes için
serçe, kuş kavramı için; tavuk, penguen ya da deve kuşundan daha
tipik bir örnek teşkil eder. Kendilerine “Serçe bir kuş mudur?”
diye sorulan denekler hemen hiç beklemeden “Evet” cevabını
verirken, “Tavuk bir kuş mudur?” sorusuna daha uzun bir süre
sonunda cevap verilir. “Tipik örnek”ler bir yandan daha hızla
sınıflandırılırlarken, diğer yandan da bunların hafızamızdaki
kayıtlarına daha kolay ulaşılabilir. Bildikleri kuşları
saymaları istenen kişilerin çoğu, serçeyi tavuk, devekuşu ve
penguenden önce zikrederler.
“Kavram tipikliği”nin zihinsel
fonksiyonlar açısından da önemli etkileri vardır. Herhangi bir
kavramı düşünen bir kişi, genellikle o kavramın tipik bir
örneğini tasavvur eder. Meselâ, bir iş gezisinde iken aniden
karın bölgesinde, özellikle sağ kasığı çevresinde yoğunlaşan
şiddetli bir ağrı hissetmeye başlayan bir kişi, hastalık
tablosuna bulantı da eklenince, apandisitten şüphelenerek bir
cerraha başvurup, muayene olmayı düşünebilir. Belirli bir
doktoru değil de, cerrahları kapsayan genel bir kavramı tasavvur
etmekte olan bu şahsın zihninde, yabancı bir şehirde bulunmasına
rağmen, yine de aradığı doktorla ilgili bazı özellikler yer
alacaktır. Muhtemelen bu, orta yaşlı ve erkek bir doktor olabilir.
Çünkü, cerrahi branşlarda erkek doktorların oranı,
bayanlarınkinden oldukça yüksektir. Bu şahsın düşünceleri ve
beklentileri, büyük ölçüde geçmiş yaşantı ve tecrübeleri
doğrultusunda belirli bazı özelliklere sahip olacaktır.
Zamanla kavramların özelliklerinin yanı
sıra, değişik kavramların birbirleriyle nasıl bir bağlantı
içinde bulunduğunu da öğreniriz. Meselâ daha geniş bir kavram
kategorisi olan “doktor”lar, “cerrah”ların üst kümesini
oluşturur. Gerektiğinde, cerrah kavramının “çocuk cerrahı,
ortopedist, ürolog, vb.” şeklindeki alt gruplarına da
başvurabiliriz.
Düşüncelerin yapıtaşı olan kavramlar,
yalın veya bileşik formlarda da olabilir. “Ali bir doktordur.”
gibi basit cümleler ya da düşünceler, sadece tek bir kavram
içerir. Ancak bazı düşünceler, birkaç kavramın bir
kombinasyonu şeklindedir. Meselâ, “Ali genç, bekâr ve yetenekli
bir cerrahtır” şeklindeki düşünce içeriği; genç, bekâr,
cerrah-doktor ve yetenek kavramlarının bir bileşiminden oluşur.
Kavramlar, önerme veya cümle adı verilen
yapılar halinde ifade edilirken, bazı kurallar çerçevesinde
birleştirilirler. “Doktor Ali yüzmeyi sever” cümlesinde,
Doktor Ali hakkında bir şey, “onun yüzmeyi sevdiğini” ileri
sürülür. Basit cümlelerin çoğu, bu standart biçime benzer
yapıdadır. Bu cümlelerde, eyleme veya öne sürülen şeye (örnek
cümlede, yüzmeyi “sever”) ‘yüklem’, ilgili kişiye de
‘özne’ denir. Bir başka deyişle, kavramları bir cümle
halinde birleştirdiğimizde, birinin özne, diğerinin de yüklem
fonksiyonu görmesi gerekir.
Ancak bütün cümleler böyle basit
değildir. “Doktor Ali yüzmeyi sever, Mehmet ise balık tutmayı
tercih eder.” Burada yine “Ali” özne, “sever” yüklemdir;
ancak, “Mehmet”in özne, balık tutmayı “tercih eder”in
yüklem olduğu ikinci bir cümle daha mevcuttur.
Bir cümleyle, ifade ettiği önerme
arasında bir ayrım yapılır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Aynı önermenin faklı cümleler ile dile getirilmesinin mümkün
oluşu, bu nedenlerden biridir. Meselâ, “Muhasebeci formu
dosyaladı” önermesi, “Form muhasebeci tarafından dosyalandı”,
“Formu dosyalayan muhasebeciydi”, “Muhasebecinin dosyaladığı
şey, formdu” gibi farklı cümlelerle ifade edilebilir. Sezgisel
olarak bu cümlelerin tamamının aynı temel düşünceyi ifade
ettiğini kavrarız. Cümlelerin önermeler halinde analizi, bu
olgunun daha karışık örneklerini de açıklığa kavuşturur.
Acaba önermeler gerçekten “düşünce
içerikleri”ne mi karşılık gelir? Çok sayıda delil, bunun öyle
olduğuna işaret etmektedir. Meselâ, aynı sayıda kelimeden oluşan
cümlelerle yapılan çalışmalarda, deneklerin iki önerme içeren
bir cümleyi tek önermeden oluşan bir cümleden daha kısa bir
sürede okuduğunu ortaya konmuştur. Bu sonuç, insanların okuma
işlemi sırasında cümlelerin önerme veya düşünce içeriklerini,
tek tek seçip, irdelemek suretiyle kavrayabildiklerini
göstermektedir. Cümlede ne kadar çok düşünce içeriği veya
önerme varsa, okunması o kadar uzun sürer.
Düşünce içeriklerinin önermeler olarak
ele alınması, kavramların önermeleri oluşturmak için nasıl
birleştiklerinin ortaya konmasını da kolaylaştırır. Özne,
yüklem ve diğer cümle bileşenlerinin tespiti, bu yolla oldukça
kolaylaşır. Ayrıca basit düşünce içeriklerinin ya da tek tek
önermelerin birleşerek nasıl karmaşık yapılı veya çoklu
önermeleri oluşturdukları da rahatça belirlenebilir.
Önermeleri ya da düşünceleri
birleştirmenin en pratik yolu, onları aynı cümle içinde art
arda ifade etmektir. Meselâ, “Mehmet okuyor” ve “Ayşe uyuyor”
şeklindeki iki önerme, “Mehmet okuyor ve Ayşe uyuyor” şeklinde
birleştirilebilir. Önerme kombinasyonunun bir diğer yolu da,
önermelerden birinin tamamının, diğerinin bir bölümüne
“iliştirilmesi”dir. Meselâ, “Ömer bu zor problemi çözdü”
cümlesi, iki önermeden oluşur: “problem zordur” ve “Ömer
problemi çözdü”. Burada, ilk önerme, öznesiyle
irtibatlandırılmak suretiyle ikinciye “iliştirilmiştir”.
Önerme veya düşünceleri kombine etmenin
en kompleks yollarından biri ise, önermelerden birinin, diğerinin
içine yerleştirilmesidir. Meselâ, “Takımınızın şampiyon
olması bizi şaşırttı.” cümlesi iki ayrı önerme içerir.
Bunların ilki olan “takımınızın şampiyon olması” önermesi,
ikinci önerme için özne fonksiyonu görür. Çünkü birinci
önerme ikincinin içine yerleştirilmiştir. Bu tür kombinasyonlar,
oldukça kompleks düşüncelerin oluşumuna ve ifadesine imkân
sağlar.
Görsel semboller aracılığıyla
gerçekleştirilen düşünme işlemlerinde, kavramların temsil
edilme biçimi farklı olduğu gibi, bunların birbirine bağlanma ya
da kombine edilme şekilleri de farklıdır. Görsel ve sözel
düşünme materyalleri arasındaki esas farklılıklardan biri,
sözel yolla ifade edilebilen kavramların çok daha soyut ve geniş
kapsamlı, görsel imgelerin ise onlara göre oldukça somut ve dar
kapsamlı olmalarıdır.
Kavramların soyutluğu iki temele dayanır.
İlkin, bir önerme belirli bir örneği temsil edebileceği gibi,
rahatlıkla çok geniş bir sınıfı da temsil edebilir. Meselâ,
“köpekler havlar” önermesi, “Bobi havlar” önermesiyle
yapısal olarak aynı karmaşıklık düzeyinde bulunmakla beraber,
ilk önermenin ifade kapsamı, ikinciden çok daha geniştir.
İkinci olarak bir önerme sadece belirli
tek bir tezahür ya da cümleyle özdeşleştirilemez. Yani bir
düşünce içeriği, farklı cümlelerle de dile getirilse, aynı
temel önermeye karşılık gelir. Buna karşılık, görsel imgeler
oldukça somut, dar anlatım kapsamlı ve “özel”dirler. Bu
imgeler, genellikle sadece belirli ve tek bir örneği, o örneğin
ait olduğu sınıfın tamamına göre, daha iyi ve tam olarak temsil
edebilirler. Bu nedenle belirli bir köpeği imgelemek, tüm
köpekleri imgelemekten daha kolaydır. Bir dobermanın veya
dalmaçyalının resmi, genel köpek kavramından çok, özel birer
tür olarak algılanır. İmgeye somutluk veren bir diğer özellik
de, bir nesnenin imgesinin, o nesnenin belirli bir tezahürüyle ya
da görüntüsüyle özdeşleştirilebilmesidir. Aynı materyal faklı
bir şekilde resmedildiğinde, farklı bir imgeye tekabül eder.
Görsel imgelerin sözel sembollerden üçüncü farklılığı ise,
ifade ettikleri tüm anlam unsurlarının tek bir algısal örüntü
halinde organize olmuş olması nedeniyle, sözel kavram
dizilerindeki gibi özne veya yüklem gibi parçalara
bölünememesidir.
Özel isimler dışında, bir dildeki
kelimelerin hemen hemen tamamı, kavramlardan oluşur. Ancak bu, tüm
kavramların kelimelerden ibaret olduğu anlamına gelmez. Meselâ,
bazı deneyler, insanların önce kelimelerle ifade edemedikleri bazı
yeni kavramlar geliştirdiklerini ve bunların kelimeler
aracılığıyla ifadesini daha sonra gerçekleştirdiklerini
göstermektedir.
Düşünme işlemlerimizin önemli bir kısmı
belirli somut varlık, durum ya da olaylarla ilgilidir. Meselâ
çocukluğumuzda yaşadığımız evi veya hafta sonu yapacağımız
geziyi düşünürken, bu türden bir işlem gerçekleştiririz.
Diğer taraftan birçok düşünme biçimi, özellikle felsefe,
bilim, ekonomi, politika gibi konular ile ilgili olanlar, bazı soyut
kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilir. İlgili unsur ve
süreçlerini, bu türden soyut yapıların teşkil ettiği düşünme
biçimlerine “kavramsal” düşünme denir.
Bazı kimseler düşünürken sözel değil,
görsel semboller kullanmayı tercih ederler. Böyle kişiler
düşünürken, kullandıkları imgelerin sözel karşılıklarını
dikkate almayabilirler. Ancak, düşüncelerini ve ulaştıkları
sonuçları başkalarına iletme gereği duyduklarında, onlar da tüm
kavramlarını sözel biçime dönüştürmek zorunda kalırlar.
Bir dildeki kelimelerin çoğunu kavram
adlarının oluşturması nedeniyle, kavram oluşturma ve öğrenme,
bir dili anlayıp konuşmak için ön şarttır. Küçük çocuklar
kavramların kendilerini öğrenmeye, daha bu kavramları temsil eden
kelimeleri öğrenmeden önce başlarlar. Sonraki birkaç yıl
içinde, o zamana kadar öğrendikleri kavramların dildeki sözel
karşılıkları ile irtibatlandırma işlemini de tamamlarlar.
Aslında ilkokul eğitimi esas olarak, önce “kavramları öğrenme”
ve sonra da “bunlara ad koyma” ikili sürecinden ibarettir.
Böylece kavramsal düşünme, belirli bir dönemden sonra, çoğu
defa sözel düşünmeye dönüşerek, kelimelerin ifade ettiği
kavramlarla birlikte, kelimelerin kendilerini de kapsamaya başlar.
Gelişimlerini tamamlamış bireyler, düşünme işlemlerini ana
dilleriyle ilgili gramer ve linguistik kurallar, kelime dağarcıkları
ve sosyobiyolojik çevrelerinin sağladığı imkânlar ve çizdiği
sınırlar çerçevesinde gerçekleştirirler.
Dil ve İletişim
Her toplumun belirli bir dili vardır. Dil,
insana düşüncelerini, duygularını ve tecrübelerini ifade ve
iletme imkânı sağlar. İletişim bir yandan kavramların önermeler
ve cümleler halinde kodlanıp düzenlenmesini; diğer yandan da
cümlelerin içindeki önermelerin ve kavramların deşifre edilip
çıkarılarak anlaşılmasını içeren iki yönlü bir prosestir.
Cümleler, “anlama” veya kod çözme
sürecinde, her biri bir önermenin öznesine, yüklemine veya
önermenin tamamına karşılık gelen “ibare”lere ayrılır.
Meselâ “Ali bir doktordur.” şeklindeki basit bir cümle, “Ali”
(özne) ve “doktordur” (yüklem) şeklinde iki ibareye ayrılır.
“Başarılı kimseler çok okur.” gibi bir cümleyle
karşılaştığımızda, hemen sezgisel olarak onun, “başarılı
kimseler” ve “çok okurlar” biçiminde iki ibareye
ayrılabileceğini kavrarız. Bunlardan ilki, adlandırma görevi
yaptığı için “isim ibaresi”, ikincisi ise bir eylemi ifade
ettiği için “fiil ibaresi”olarak bilinir. Bu şekilde isim ve
fiil ibarelerine ayırmak suretiyle, cümlelerin içerdikleri
önermeleri veya düşünceleri ortaya çıkarmak kolaylaşır.
Ancak günlük hayatta cümleler ile,
kelimelerine ayrılmış olarak değil, hemen hemen sürekli bir ses
akışı halinde karşılaşırız. Aslında dilin temeli, insan
seslerinin bir bileşiminden oluşur. Dilbilimsel açıdan, konuşma
dili esas, yazı dili ise tâli formlardır.
Dilin en küçük ses birimine “fonem”
adı verilir. Türkiye Türkçe’sinde 8 sesli ve 23 sessiz olmak
üzere toplam 31 fonem vardır. Dilin anlam unsuru içeren en küçük
yapı birimine ise “morfem” adı verilir. Türkçe’deki
hecelerin çoğu birer morfeme karşılık gelir. Morfemler,
fonemlerin belirli kurallara göre bir araya getirilmeleriyle oluşur.
Bir dilin genel yapısını ve kullanım
şeklini gösteren kurallara, o dilin grameri denir. Türk dilinin
grameri, Türkçe’de fonemlerden morfemlerin, morfemlerden
kelimelerin ve kelimelerden de ibare ve cümlelerin
oluşturulmalarıyla ilgili kuralları kapsar.
Geçmişte, dil eğitimi sırasında bu
kurallara göre yapılan cümle analizlerine çok geniş yer
verilirdi. Ancak zamanla tanımlamaya dayalı gramerin, dilin bütün
kurallarını kapsayamayacağı ve bazı yönleriyle yetersiz kaldığı
ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerden dolayı klâsik gramer anlayışı
yerini, N. Chomsky’nin önerdiği “derin ve yüzeysel yapı”
ayrımına dayanan yeni bir dilbilimsel yaklaşıma bırakmıştır.
Chomsky, gramer analizlerinde sadece yapısal
özelliklerin değil, konuşan kişinin amaç ve niyetinin de göz
önünde bulundurulması gerektiğine dikkat çekmişti. Dilin “derin
yapısı” konuşanın niyetini ve iletmek istediği anlamı içerir.
Dinleyen kişinin işittiği kelime dizisi ise, dilin “yüzeysel
yapısını” oluşturur. Bazen aynı yüzeysel yapı, birden fazla
derin yapıyı temsil edebilir. Meselâ, “Şarkı söyleyen
komşumuzun kızı” veya “Askerde olan amcamın oğlu” gibi
yüzeysel yapılar, birden fazla derin yapı içerirler. Böyle
durumlarda yüzeysel yapının belirsiz olduğu söylenir.
Bazen de değişik yüzeysel yapılar aynı
derin yapıyı temsil edebilir. Meselâ, “Camı Hasan kırdı”,
“Hasan camı kırdı”, “Camı kıran Hasan’dır” ve “Cam
Hasan tarafından kırıldı” cümleleri aynı derin yapıyı
içerir.
Chomsky, derin yapının yüzeysel yapı ile
ifade ediliş mekanizmasını “dönüştürümlü gramer”
kavramıyla açıklamıştır. Buna göre, kişi konuşurken,
niyetine veya iletmek istediği anlama göre kavramlara ve dilsel
birimlere, safha safha ilgili dönüşüm kurallarını uygulamak
suretiyle sonunda yüzeysel yapıyı oluşturur.
Meselâ, “Hasan camı kırdı”
cümlesindeki temel anlam, Hasan ve cam arasındaki bir “ilişkiye”
dayanır. Konuşanın dile getirdiği yüzeysel yapı, bu temel
anlamı ifade eder. Dinleyen, bu yüzeysel yapıyı işittikçe,
dönüşüm kurallarını; konuşanın zihninde bu yapının kuruluşu
sırasındaki işleyişine zıt yönde aşama aşama uygulamak
suretiyle, iletilmek istenen anlama ulaşır. Bu kurallar bilişsel
süreçler içinde o kadar büyük bir süratle uygulanır ki, ne
konuşan ne de dinleyen bu işlemlerin gerçekleştirilişinin ve
bunun için geçen sürenin farkına varamaz.
Prof. D. Cüceloğlu, “İnsan ve Davranışı” adlı
eserinin “dile ve düşünmeye” ayırdığı bölümünde, dilsel
mesajın kavranma süreciyle ilgili olarak şunları belirtir: “Bize
söylenenleri, söyleyen kişinin niyetine uygun olarak anlayıp,
yine o şekilde hatırlayabildiğimiz durumlar son derece enderdir.
En sık rastlanan uyuşmazlık, konuşanın söylediğini, onun demek
istediğinden faklı bir şekilde anlama ve hatırlama durumudur. Bu
uyuşmazlığın temelinde, birkaç farklı neden vardır. Bu
nedenlerin kognitif psikoloji alanında yapılan son çalışmalarla
ortaya konmuş olan başlıcaları şunlardır:
1-) Bağlam: Algılamanın diğer
türlerinde olduğu gibi, dille iletilmeye çalışılan mesajların
algılanması da, o mesajın yer aldığı bağlam içinde
gerçekleştirilir. Farklı kişiler, aynı sosyal ve fiziksel
ortamda farklı şeyler algılayabilirler. Bu nedenle onlarda
gelişecek bilişsel bağlam da farklı olacaktır. Meselâ,
“Annesiyle arasındaki ilişkinin şekli Ali’nin, okulunu daha
fazla ciddiye almasına ve sonuçta, daha çabuk mezun olmasına yol
açtı.” şeklindeki bir cümleyi okuyan kişiler, onu, kendi şahsi
yaşantılarına uygun bağlamlar içinde anlamlandıracaklardır.
Annesiyle ilişkileri iyi olan bir kişi, Ali’nin mezuniyetin
çabukluğunu “Annesinin ona eğitimin önemini kavratmasına ve
destek olmasına”, annesiyle ilişkileri çok kötü olan bir kişi
ise “evde annesi kendisine hayatı cehennem ettiği için bir an
önce o korkunç ortamdan kurtulma çabasına” bağlayabilir.
2-) Entegrasyon: Bir metni oluşturan
cümlelerin anlamları birbirleriyle sürekli bir etkileşim
halindedir. Bu etkileşim, bazen entegrasyon (kaynaşım) şeklinde
olur. Hiçbirimiz, işittiğimiz sözleri, birbirinden tamamen
yalıtılmış ayrı ayrı izole birimler halinde hafızamızda
tutamayız. Bazı zihinsel süreçlerin etkisiyle farklı cümleler
birbiriyle kaynaşarak bir bütün halinde reorganize olma
eğilimindedirler. Bu süreçlerin etkisiyle, “Evde sürekli
birbirlerine bağırırlardı. Hiçbiri, diğerine anlayış ve
sükûnetle hitap etmezdi. Bir gün, yemek pişirmekte olan Olcay’ın
annesi, babasından yardım istedi.” cümlelerini okuyan hemen
herkes, Olcay’ın annesinin bu talebini “çok sert bir üslupla
ve oldukça yüksek bir sesle” ilettiğini düşünür. Bu hüküm,
bağlam ve entegrasyon faktörlerinin etkilerinin tabii bir
sonucudur.
3-) Organizasyon ve reorganizasyon:
İnsanın hafıza süreçlerinin uzun zaman periyotları boyunca
yapılan tetkikleri, bireylerin belleme ve hatırlama
fonksiyonlarında, bazı organizasyonların ve reorganizasyonların
gerçekleşmekte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu konuda öncü
çalışmaları İngiliz psikologu F. Bartlett gerçekleştirmiştir.
Barlett bazı kimselere anlattığı bir hikayenin on yıllık bir
zaman süresi içinde nasıl değiştiğini izlemiştir. Onun yaptığı
çalışmalar, daha sonra lâboratuar şartları altında
tekrarlanmıştır. Denekler daha ilk dinleyişlerinde, hikayeyi
kendi bilişsel özelliklerine göre organize etme eğilimi
göstermişlerdir. Aradan geçen zaman içinde hikaye, uğradığı
reorganizasyonlarla tamamen deneğin kognitif özelliklerine uygun
hale getirilmiştir.
4-) Şemalar: Şemalar, zihnimizde
belirli nesne ve olayları temsil eden kognitif yapılardır. Meselâ
“elma” nesnesi, belirli bir biçim, renk, büyüklük ve koku
duyumlarıyla zihnimizde belirli bir şema oluşturur. Soyut
kavramlara ait şemalar da vardır. Meselâ “saygı” kavramı,
belirli bir duygusal ton, sosyal ilişki, beden duruşu, ses perdesi
gibi karmaşık bir şemaya sahiptir. Bu yapı, Türklerde ve
Amerikalılarda farklı özelliklere sahip olduğundan, Amerika’ya
gelen Türklerin çoğu başlangıçta, Amerikalıların büyüklerine
karşı son derece saygısız olduğunu düşünür. Gerçek olan
ise, iki toplumun aynı kavram için farklı şemalar
kullanmalarıdır. Zihnimizde, tek tek nesneler, olaylar ve kavramlar
için şemalar bulunduğu gibi, komplike sosyal yapılar ve
uygulamalar için de şemalar mevcuttur. Meselâ “düğün”
şeması, birer “başlangıç, gelişme , odak, yavaşlama ve
sonuç” kısmı içerir ve bir bölgeden diğerine bazı
farklılıklar gösterir. Bireyler şemaları hiç farkında olmadan
zihinlerinde taşırlar ve duydukları sözleri, gördükleri
olayları bu şemalar çerçevesinde yorumlayıp, anlarlar ve
hatırlarlar. Aynı toplumların fertleri benzer şemaları ortaklaşa
paylaşırlar. Bu ortaklığın ve paylaşımın nedeni, toplumun
kültürel etkisidir. Bu nedenle aynı ülkenin insanları birbirinin
davranış ve sözlerini daha kolay anlar ve hatırlarlar. Farklı
kültürlerde yetişmiş insanların birbirleriyle iletişim
kurmalarını güçleştiren şey, sadece dillerindeki farklılık
değil, belki ondan da önemlisi, zihinsel şemalarındaki
farklılıktır.
Dilin Öğrenilmesi
İnsan dilinin çok büyük ifade
kapasitesine ve olağanüstü karmaşıklığa sahip olması
nedeniyle, konuşmayı öğrenmeye çalışan bir çocuğun işinin
son derece çetin ve zor olduğu düşünülebilir. Ama, her yıl
milyonlarca çocuk, bu işi rahatça başarabilmektedir. Tüm
ulusların çocukları, daha henüz dört ila beş yaşındayken, bu
işin üstesinden gelmiş olmaktadırlar. En az bunun kadar şaşırtıcı
olan bir diğer husus da, hangi kültüre mensup olurlarsa olsunlar
bütün çocukların aynı gelişim safhalarından geçerek dillerini
benzer şekilde öğrenmeleridir. Bir yaşın sonunda ilk kelimeler
kullanılmaya başlanır, 2 yaş civarında 2-3 kelimeden oluşan
cümleler kurulur, 3 yaşından itibaren cümlelerin gramere
uygunluğu giderek artar ve nihayet 4 yaşında hemen hemen bir
erişkine benzer şekilde konuşulmaya başlanır. Acaba henüz tam
gelişmemiş duyusal ve zihinsel yapılarına rağmen çocuklar bu
karmaşık işi nasıl başarabilmektedirler?
Psikoloji tarihinde bu soruya ilk cevap
olarak ileri sürülen “şartlandırma” hipotezi, zaman içinde,
ilgili süreç ve olgularda ne klâsik ne de edimsel şartlandırmayla
açıklanamayan birçok bulguya rastlanması nedeniyle yerini, N.
Chomsky’nin “psikolinguistik” kuramına bırakmıştır.
Chomsky’den önce de birçok bilim adamları, davranışçı
yaklaşımın sakıncalarına dikkat çekmiş, ancak hiçbiri onun
kadar etkili olamamıştı. Meselâ dil ve düşünce ilişkisi
hakkında yaın zamanlara kadar kaleme alınan en dikkat çekici
eserlerden birinin yazarı olan L. S. Vygotsky, kitabına, bu
yaklaşımın yetersizliği nedeniyle o güne kadar düşünme ile
dil ilişkisi gibi önemli bir konuda ortaya bir şeyler koymak şöyle
dursun, bu konuyu ele alıp, araştırmanın bile mümkün
olamadığından yakınarak başlamıştı.19
Başlangıçta, davranışçı ekole mensup
psikologlar, diğer insan davranışları gibi dilin öğrenilişini
ve kullanılışını da şartlandırma ilkeleriyle açıklamaya
çalıştılar. Ancak, bu girişimleri ve önerileri gözlemsel
verilerle uyuşmayınca, bu alanda çalışan diğer bilim
adamlarının itiraz ve eleştirilerine hedef oldular.
Bu eleştiriler özellikle üç noktada
yoğunlaşmaktaydı. Bunlardan ilki, şartlandırma modelleriyle
ilgili açıklamalarda basit kas ve salgı fonksiyonlarının esas
alınmasıdır. Oysa tüm zihinsel olaylar gibi dil yetisi de çok
karmaşık bir olgudur ve basit davranış kalıpları üzerine bina
edilmiş modellerle açıklanamaz. İkinci olarak, dilin öğrenilmesi
ve erken dönemlerdeki kullanımı sırasında bile birçok orijinal
sentez ve buluş örneklerinin görülmesi, bu süreçte
şartlandırmanın hiçbir etkisinin olmadığını göstermiştir.
Çocuklar, daha önce hiç işitmemiş oldukları bazı cümleler
kurabildikleri gibi, bazı yeni cümleleri de daha ilk duyuşlarında
anlayabilmektedirler. Eğer dil öğrenme sürecinin temelinde
şartlandırma öğesi yer almış olsaydı, dilsel sentez ve buluş
yeteneğinin pekiştirme mekanizmasıyla gelişmesi, yerleşmesi ve
açıklanabilmesi gerekirdi. Bir çocuğun daha önce hiç söylememiş
olduğu bir cümlenin “pekiştirme” ile öğrendiğini iddia
etmek, açık bir mantıksal çelişki olacaktır.
Şartlandırma hipotezine yöneltilen üçüncü
eleştiride ise, bu görüşün doğru olabilmesi için, dünyanın
değişik toplumlarında, farklı kültürel şartlar altında
yetişen çocukların birbirlerinden farklı dil öğrenim örüntüleri
izlemelerinin gerektiği hususu vurgulanır. Oysa çok değişik
şartlar altında yetişen çocukların ana dilerini aynı şekilde
ve aynı safhalardan geçerek öğrendiklerini gösteren pek çok
bulgu vardır. İngilizce, Japonca, Fince, Mayanca ve bazı Afrika
dillerini öğrenen çocuklar üzerinde yapılan araştırmalarda;
öğrenilen cümlelerin ortalama uzunluğundan; isim, fiil ve diğer
kelime çeşitlerinin kullanım sıklığına kadar birçok değişik
parametrenin incelenmesiyle ulaşılan sonuçlara göre, değişik
lisanların edinilme örüntüsü, temelde aynıdır. Yani tüm
toplumlarda çocuklar kendi dillerinin kurallarını yaklaşık
olarak aynı sıra ve düzen içinde ve ayrıca “bilinçsizce”
öğrenirler.
Chomsky’nin görüş ve önerilerini
paylaşan bilim adamlarına göre çocuklar, dillerini belirli bir
biçimde öğrenmeye genetik olarak programlanmış bir halde
doğarlar. Meselâ, Fodor, Bever ve Garrett “The Psychology of
Language” adlı eserlerinde dilin öğrenim ve kullanım
ilkelerinin biyolojik mirasımızın bir parçası olduğunu gösteren
verileri aktarırlar.
Bu görüşü destekleyen birçok deneysel
bulgu vardır. Doğuştan gelen ve sonradan öğrenilen davranış
kalıpları arasındaki en temel farklılıklardan birisi, doğuştan
gelen bir davranış şeklinin, yeterli ipucu veya dış uyaran
bulunması halinde, adeta otomatik bir tarzda ortaya çıkmasıdır.
Bu süreçte, insan veya hayvan yavrusu, tek tek her bir adımı
gözlem veya taklit yoluyla öğrenmek zorunda değildir. Aynı durum
dilin öğrenilmesi sürecinde de görülür. Çocuklar,
çevrelerindeki yetişkinlerin belirli dilsel yapıları kullanma
sıklıklarındaki büyük farklılığa rağmen, yeni gramatik
yapıları belirli bir sıra ve düzen içinde edinerek, giderek
basit cümlelerden karmaşık cümlelere doğru ilerlerler. Bu
öğrenme örüntüsü tüm dünya çocukları için hemen hemen
aynıdır.
Doğuştan gelen davranış yeteneğinin bir
başka özelliği, çoğu defa, öğrenme süreci içinde “kritik
bir dönem” içermesidir. Eğer bu özel öneme sahip olan kritik
dönem geçerse, ilgili davranış çok yoğun bir eğitime rağmen
öğrenilemeyebilir. Dil öğreniminde de böyle kritik bir dönemin
mevcudiyetini gösteren önemli gözlem ve deney verileri vardır.
Bu konuya epistemolojik açıdan bakılır
ve dilin bilgi edinme ve düşünme süreçlerinde ne kadar önemli
bir yere sahip olduğu hususu da göz önünde bulundurulursa, bu
olgunun “rasyonalizm-empirizm” rekabetinde, rasyonalizm lehine ne
kadar büyük bir destek sağladığı kolayca görülebilir.
Temel Düşünme Türleri
Kognitif psikoloji alanında farklı
yaklaşımlar mevcut olsa da, “düşünme” nin en önemli
bilişsel süreçlerden biri olduğu hususunda çoğu bilim adamı ve
araştırmacı hemfikirdirler. Yine, birçok farklı tanımı mevcut
bulunmakla birlikte, “düşünme”nin kognitif psikoloji açıdan
“bir sorunun veya problemin çözümüne” veya “nesne
ve olayları temsil eden sembol, zihinsel kod ve kayıtların
işlenmesine, düzenlenmesine, gözden geçirilmesine veya bunlardan
birtakım sonuçlar çıkarılmasına” yönelik zihinsel
proseslerin genel adı şeklindeki bir tanımının da bu alanda
çalışanların büyük çoğunluğu tarafından benimseneceği
söylenebilir. Düşünme etkinliği; öncelikle anlama, kavrama,
ilişkilendirme, karşılaştırma, analiz ve sentez gibi işlemleri
kapsar.
Düşünme türleri, birkaç farklı
yönden ele alınıp, bunlara göre birkaç farklı şekilde
sınıflandırılabilir. Bu sınıflama işleminde
kullanılabilecek özellik ve parametrelerden en önemlileri;
düşünmede “kullanılan materyal“, düşünmenin “amacı“
ve düşünmenin hangi “bilgi işleme tarzı” ile
gerçekleştirilmekte olduğu şeklinde sıralanabilir.
“Kullanılan Materyale” Göre Düşünme Türleri
İnsanlar, düşünmeleri esnasında görsel imge kullanma sıklığı bakımından büyük farklılıklar gösterirler. Konuyla ilgili deneylerin sonuçlarına göre bir uçta, bu tür sembolleri ancak nadiren kullanan kimseler yer alır. Böyle kişiler daha çok sözel-kavramsal sembolleri tercih ederler ve bunlar aracılığıyla düşünürler. İnsanların düşünürken görsel imge kullanma miktar ve sıklığını gösteren çizelgenin ortasında ise, günlük hayatlarında görsel düşünmeye zaman zaman başvuranlar yer alır ve bunlar her toplumda çoğunluğu teşkil ederler. Çoğumuz bazen geçmişe ait algı kayıtlarımızı veya bunların belirli kısımlarını “geri çağırır” ve bunlar üzerinde bazı zihinsel işlemler yaparız. Yine çoğumuz, “yaya geçidi” gibi bir trafik işaretini tarif etmemiz gerektiğinde, önce bu işaretin görsel bir imgesini oluşturup, sonra adeta ona ”bakarak” tarifimizi yaparız. Kendilerine “Z harfi 90 derece döndürülünce hangi harf halini alır?” sorusu sorulan kişiler cevaplarını, önce hayallerinde bir Z harfi tasavvur edip, sonra onu zihinlerinde sağa veya sola çevirerek verirler.
Bu konuda yapılan deneylerin sonuçlarına göre, en çok görsel imge kullanan kişiler ise, sanki “tam ve net resimler” vasıtasıyla düşünür gibi görünmektedirler. Bu gibi kimselerin “fotoğrafsı imge” veya “fotoğrafik hafıza” sahibi olarak adlandırıldıklarını, hafıza yapı ve mekanizmalarını ele aldığımız kısımda belirtmiştik. Konuyla ilgili deneylerde, çok fazla sayıda ayrıntısı olan resimlerden yararlanılır. Deneklerin resme bir süre bakmalarına izin verildikten sonra, kendilerinden gördükleri şeyleri kelimeler aracılığıyla tasvir etmeleri istenir. Yine bu kitabın hafızayla ilgili kısmında, fotoğrafik hafıza sahibi kişilerin genellikle cevaplarını vermeye başlamadan önce bir süre durakladıkları, bu esnada sanki zihinsel bir ekran üzerine yansıtmış oldukları imgeyi inceleyerek yapacakları tasvire hazırlanıyor gibi göründükleri ve bunlardan bazılarının yazılar ve rakamlarla dolu bir sayfayı bu şekilde satır satır ifade edebildikleri de belirtilmişti.
Çok yararlı gibi görünse de, bu yetenek, düşünme işlemlerine çoğu zaman ket vurabilmektedir. Çünkü, bu özelliğe sahip olan kişilerin, fotoğrafik bir imgeden bilgi soyutlayıp, onunla yeni sentezler yapması çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Bu nedenle, sistemli düşünmeyi öğrenen fotoğrafik hafıza sahipleri düşünürken bu yetenekleri yerine, yaşantılarından soyutladıkları görsel olmayan unsurları kullanmayı tercih ederler. Rus psikologu A. Luria’nın “The Mind of a Mnemonist” adlı kitabında belirttiğine göre deneklerinden birisi, bu türden fotoğrafik imgelere ait bağlardan kurtularak soyut zihinsel işlemler yapmayı bir türlü başaramamaktaydı.
Görsel imgeler aracılığıyla gerçekleştirilen düşünme işlemlerinin özelliklerini analiz amacıyla yapılan bir deneyde, deneklere R harfi ve bu harfin aynadaki “ters simetrik” görüntüsü; sırasıyla 0, 60, 120, 180, 240 ve 300 derecelerde döndürülmüş olarak gösterilmiştir. Deneklerden istenen, mümkün olan en kısa zamanda gördüğü harfin orijinal “R” harfi mi, yoksa onun aynadaki ters görüntüsü mü olduğuna karar vermesiydi. Alınan cevapların analiz sonuçları, deneklerin kararlarını, harfin ekranda görülen halini zihinlerinde başlangıç konumuna kadar döndürdükten sonra verdiklerini göstermiştir. Benzer çalışmalar sonunda, insanların görsel imgeler üzerindeki zihinsel işlemleri, sanki onlar gerçek nesnelermiş gibi yaptıkları da ortaya çıkarılmıştır. Ancak nesnenin zihinde canlandırılan modeli; ayrıntı, ölçek ve orantı bakımından gerçeğinden oldukça büyük farklılıklar arz edebilmektedir.
İnsanların düşünme sürecinde görsel imgeleri kullanış biçimlerini tetkikte kullanılan bir başka metotta, deneklerden hayallerinde bir yolculuk tasarlamaları istendikten veya çözmeleri için bir problem verildikten sonra, sonuca ulaşmak için kullandıkları imgeler incelenir. Meselâ bunun için deneklerden, yaşadıkları şehrin en iyi bildikleri bir meydanından bir diğerine nasıl gidebileceklerini anlatmaları istenir. Veya deneklere şu türden bir problem verilir: “Yerkürenin neresinde, önce bir kilometre güneye, sonra bir kilometre doğuya ve en son olarak da bir kilometre kuzeye yürüdüğünüzde tekrar başlangıç noktasına gelirsiniz?”
Deneklerin çoğu, cevabı bulabilmek için
genellikle imgelerden yararlandıklarını beyan ederler. Ancak bu
imgelerin özelliği, tuhaf bir şekilde eksik, tamamlanmamış ya da
kopuk olmalarıdır. Şehirdeki hayali yolculuğun tasviri için
denekler önce zihinlerinde görsel bir kroki oluştururlar. Fakat
oldukça tuhaf olan bu krokide, kavşaklar bariz olmakla birlikte,
bunları birleştiren yollar belirli bir uzunluğa sahip değildir ve
çevresel ayrıntılara ise yer verilmemiştir.
İkinci örnektekine benzer problemleri
çözmek için de denekler, yine görsel imgeler oluştururlar.
Meselâ, örnekteki problemle ilgili olarak bir küre tahayyül
ederler. Fakat bu kürenin kutup bölgeleri dışındaki kısımları
tamamen belirsizdir. Bazı denekler, “kuzey kutbu” cevabına
doğru adım adım ilerlerken, belirli bir noktadan sonra karları ve
buzulları da hayal etmeye başladıklarını söyleseler de,
genellikle bu tür imgeler fazla ayrıntı içermez. .
Konunun uzmanlarının çoğuna göre, üst
düzeyde entelektüel, felsefi ve bilimsel düşünme işlemleri,
esas olarak soyut sözel ya da matematiksel kavramlar aracılığıyla
gerçekleştirilir. Ancak bazen; bilim, felsefe veya sanat alanındaki
sentez, buluş ya da üretim süreçlerinde de görsel imgeler
yararlı ve etkin bir şekilde kullanılabilmektedir. Bu hem konunun
özellikleriyle, hem de ilgili kişinin zihinsel yapısıyla ilgili
bir olgu olsa gerektir. Çünkü bazı bilim adamları ve sanatçılar,
en orijinal ve etkileyici buluş veya eserlerini görsel tasavvur
yoluyla ortaya koyduklarını bildirmişlerdir. Görsel düşünme
bazen matematik ve fizik gibi son derece soyut alanlarda bile yararlı
olabilmektedir. Meselâ A. Einstein, düşünme işlemlerinde
kelimeleri çok nadiren kullandığını belirtmiştir. Kendi
beyanına göre o daha çok; gerektiğinde çoğaltılıp,
genişletilebilen ve birleştirilebilen oldukça belirgin vizüel
imgeler aracılığıyla düşünmüştür. Bu hususa ait çok ünlü
bir örnek de, F. Kekulé’nin benzen halkasını keşfinin
öyküsüdür. Benzen molekülünün yapısını aydınlığa
kavuşturmak için yoğun bir şekilde çalışmakta olan Kekulé,
bir gece rüyasında bir yılanın kıvrılarak kendi kuyruğunu
ısırdığını ve bu sırada altıgen bir biçim aldığını
gördü. Uyandığında bu molekülünün benzer bir şekle sahip
olabileceğini düşünen Kekulé, bu suretle önemli bir bilimsel
problemi çözmüş oldu.
“Amaca” Göre Temel Düşünme Türleri
Prof. D. Cüceloğlu “İyi Düşün Doğru
Karar Ver” adlı kitabında amaca göre düşünme türlerini bu
şekilde sınıflandırdıktan yaptıktan sonra, “karşılaştığımız
kişileri daha iyi tanıma” hedefine yönelik düşünme faaliyeti
hakkında şunları söyler: “Karşılaştığımız kişileri daha
iyi tanımak için öncelikle şu iki sorunun cevabını
araştırmalıyız: 1-) Kişi ne gibi niteliklere sahiptir? 2-)
Onunla olan ilişkilerimizin nedenleri ve amaçları nelerdir?
Çok karmaşık bir yaratık olan
insanoğlunu anlamak zor bir şey olsa da, insanlar arası ilişkiler,
hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır ve insanları tanıyıp
anlayabilmek, etkinliğimizi ve sosyal çevreye uyumumuzu artırmak
için gereklidir. İnsanları tanıma ve anlamada ilk adım, onların
genel özellik ve niteliklerini öğrenmektir. Daha sonra, bunlara
dayanarak onların düşünce ve davranışlarını önceden tahmin
etmemiz mümkün olabilir.
Dilimizin, yeni tanıştığımız bir
kişinin niteliklerini belirleyen kelime dağarcığı “atılgan,
tembel, korkak, hassas, dürüst, neşeli, hırslı, cimri,...”
şeklinde birçok sıfat içerir. Söz konusu kişiyle olan ilişki
ve yaşantımız sırasında edindiğimiz izlenimlere dayanarak
zihnimizde onunla ilgili olarak bu sıfatlardan bir kısmını
kapsayan bir karakter şeması oluşur. Daha sonra, bunlara dayanarak
kişinin davranışlarını önceden tahmin edebiliriz. Meselâ,
“cimri” niteliğiyle ilişkilendirdiğimiz biriyle lokantaya
gittiğimizde, onun hesabı ödemekten kaçınacağını önceden
kestirebiliriz. Veya birisiyle derdimizi paylaşma ihtiyacı
hissettiğimizde, kendisini “hassas” olarak nitelediğimiz bir
şahsa gideriz. Kişileri anlama sürecinde ikinci adım, onlarla
olan ilişkilerimizi belirleyen ve yönlendiren nedenlerin ve
ilkelerin belirlenmesi ve yeterince aydınlatılmasıdır.
Prof. Cüceloğlu, “veri ve olayları
anlamlandırma” amacına yönelik düşünme işlemlerini ise şöyle
açıklar: “Günlük hayatımızda, özellikle okullarda ve
işyerlerinde bize bazı yazılı materyaller verilir ve onları
anlayıp, kavradıktan sonra bizden bazı uygulamalar yapmamız
istenir. Bize sunulan dokümanları anlamlandırmak için şu
soruların cevaplarını araştırmak yararlı olur: 1-) Verilen
metnin ana konusu veya temel fikri nedir? 2-) Metinde bu ana fikri
destekleyen hangi deliller mevcuttur? 3-) Aynı olayı ya da
düşünceyi açıklayan başka veriler var mıdır? Eğer varsa,
farklı görüşlerin ve verilerin mukayesesi ortaya ne gibi bir
sonuç çıkarmaktadır?”
Belirli amaçların gerçekleştirilmesine
veya bir sorun ya da problemin çözümüne yönelik düşünme
işlemleri ayrıntıda bazı farklılıklar içerse de, bu işlemlerle
ilgili temel süreçler birbirine oldukça benzer. Bir problem
genellikle ulaşmak istediğimiz hedefe ilerlerken, karşımıza bir
tür engelin çıkması durumu, çözüm de bu engeli aşamanın en
uygun yolunun bulunması işlemidir.
Problem çözümüyle ilgili süreçler,
çeşitli deneysel yöntemlerle incelenmiştir. Bu yöntemlerden
biri, ünlü düşünürlerin problem çözme tarzlarıyla ilgili
yazılarının veya bu konuda kendileriyle yapılmış olan
mülâkatların analizidir. Genelde, kişilerin kendilerine has bazı
farklı yaklaşımlarının ve düşünme tekniklerinin bulunmasına
ve kullanılan süreç ve metodun da problemin türünü göre bazı
değişiklikler gösterebilmesine rağmen, başarılı ve yetenekli
düşünür ve bilim adamlarının problem çözme yaklaşımlarında
şu ortak safhaların bulunduğu belirlenmiştir: 1-) Hazırlık, 2-)
Kuluçka, 3-) Kavrama veya aydınlanma, 4-) Değerlendirme ve
düzeltme.
İlk aşama olan “hazırlık” safhasında
problem tanımlanmakta, tasvir edilmekte, onunla ilgili veriler
toplanmakta ve çözüm arayışına başlanmaktadır. Fakat bazen,
üzerinde saatlerce, günlerce, hatta aylarca çalışılmasına
rağmen aranmakta olan çözüm bulunamayabilir ve özellikle çetin
bilimsel ya da felsefi problemlerde, ileride bir çıkış yolu
bulunabileceği ümidiyle, aktif çözüm arama çabasına ara
verilebilir. Böylelikle, problem çözümünün ikinci aşaması
olan “kuluçka” dönemi başlamış olur. Bu aşamada, özellikle
sağ beyin yarıküresince gerçekleştirilen birtakım bilinç altı
süreçler aracılığıyla, çözümü zorlaştıran veya engelleyen
bazı fikirler elenmekte, eksikler tamamlanmakta, ilişkiler
belirginleştirilip, ayrıntılandırılmakta ve konu bütüncü bir
bakış açısıyla yeniden değerlendirilmektedir. Söz konusu
süreçler aktif, iradeli ya da bilinçli bir zihinsel çaba
gerektirmediği için, bu dönemde düşünür, çeşitli işlerle
uğraşabilir veya istirahat edebilir. Sonra günün birinde, hiç
beklenmedik bir anda üçüncü safha gerçekleşerek, şahsın
zihninde yepyeni bir kavrayış belirir ve olayla ilgili tüm
verileri birleştirme ve sorunu açıklayabilme potansiyeline sahip
görünen tamamen orijinal bir fikir doğar. Sonuncu aşama olan
“değerlendirme” safhasında ise kişi, bu fikrin geçerli olup
olmadığını, onu yeni bulgularla karşılaştırmak suretiyle test
eder.
Daha çok kompleks bilimsel ya da felsefi
sorunların ve problemlerin çözümünde kullanılan bu yöntem
dışında, farklı problem çözme teknikleri de tanımlanmıştır.
Bunlardan biri, problemi parçalara bölüp, bu parçalara karşılık
gelecek temsillerin oluşturulması metodudur. Bu tekniğin
uygulanışını bir örnek üzerinde inceleyelim: “Tibetli bir
keşiş, bir dağın tepesinde bulunan bir tapınağa gitmek
üzere, bir sabah tam güneş doğarken yola çıkar. Bir-iki adım
genişliğindeki dar bir patikadan ibaret olan yol, spiraller
şeklinde döne döne zirveye uzanmaktadır. Keşiş, yolun eğimine
göre değişen hızlarda yürüdü ve zaman zaman da molalar verip,
dinlendi. Tapınağa ancak gün batımından kısa bir süre önce
varabildi. Tapınakta birkaç gün kaldıktan sonra, geri dönmek
üzere aynı patikadan, yine güneş doğarken yola çıktı. Değişen
hızlarla yürüdü ve birkaç defa mola verdi. İniş sırasındaki
ortalama hızı, tırmanma hızından daha yüksekti. Bu keşişin
çıkışta ve inişte izlediği yol üzerinde, her iki yolculuk
sırasında da tam olarak aynı anda bulunacağı
belirli bir ortak noktanın var olacağını ispat ediniz.”
Bu tür problemleri çözmeye çalışan
kişilerin çoğu, işe bazı krokiler veya şemalar çizerek
başlarlar. Ancak, kısa bir süre sonra çizimler iyice
karmakarışıklaşır ve iş içinden çıkılamaz bir hâl
alır. Oysa bu örnekte, yapılması gereken tek şey, keşişin üst
üste bindirilmiş dağ ve patikadaki iniş ve çıkış
yolculuklarının görsel bir temsilini tahayyül etmeye çalışmaktan
ibarettir. Hızlar, süreler ve konumlar nasıl olursa olsun, inen ve
çıkan keşişin hayali temsilleri patika üzerindeki bir noktada
mutlaka karşılaşmak zorundadır. Bu karşılaşma, her iki
yolculuğun da tam olarak aynı anında ortaklaşa bulunulan yerde
olacaktır. Problemde bu karşılaşmanın nerede olacağı
sorulmadığı halde, çoğu kimsenin çözüm girişimi, bu
kesişmenin nerede olacağının belirlenmesine yönelik çabalar
sırasında tıkanıp kalır.
Bazı problemler ise önermeler veya imgeler
üzerinde manipülasyonlar yapmak suretiyle çözülebilir. Meselâ,
“Erol’un boyu Sami’ninkinden uzun, Davut’unkinden ise
kısadır. İçlerinden hangisi en kısa boyludur?” şeklindeki bir
problem, cümleleri oluşturan önermeleri yeniden düzenlemek
suretiyle çözülebilir. Problemin ilk kısmını, Sami’nin
“özne”, “Erol’dan daha kısa boyludur” ibaresinin de
yüklem olduğu bir önerme olarak; ikinci kısmını da Erol’un
özne, “Davut’tan daha kısa boyludur” ibaresinin yüklem
olduğu bir önerme olarak yeniden düzenleyebiliriz: “Sami
Erol’dan, Erol Davut’tan kısadır.” Bu önermeden de Davut’un
en uzun, Sami’nin en kısa ve Erol’un da orta boylu olduğunu
çıkarsamanın çok zor olmadığı söylenebilir. Problemi imgeler
yoluyla çözmek için ise, bu üç şahsın boylarını bir çizginin
üzerinde işaretlemek yeterli olacaktır.
Sֽ
Eֽ
ֽD
kısa
uzun
“Bilgi İşleme Tarzına” Göre
Düşünme Türleri
Bazen düşünme faaliyetimiz, “içinde
bulunduğumuz durumu veya karşı karşıya olduğumuz sorunu veyahut
da problemi anlama ve kavrama, sonra da böyle bir durumda hedefe
ulaşabilmek için yapmamız gerekenleri saptama” amacına yönelik
sistematik, analitik ve mantıksal işlemler şeklinde gerçekleşir.
Bazen de, tüm düşündüklerimiz çocukça hayallerden ve
fantezilerden ibaret olur. Acaba her tür ve kategoriden düşünme
işlemleri aynı zihinsel yapı, süreç ve mekanizmalarla mı
gerçekleştirilmektedir?
İlgili dal ve disiplinlerde yapılan
araştırmalar, tüm düşünme işlemlerinin gerçekleştirilmesi
için kullanılabilecek muhtemel bütün “bilgi işleme
tarzları”nın, başlıca iki ana kategoriye ayrılabileceğini
göstermektedir. Bunlardan ilkini; net, kesin, belirgin, objektif,
geçerli ve genel olarak da yeterli miktar ve düzeydeki verilerin
kullanılması suretiyle gerçekleştirilen “mantıklı,
analitik, olgusal ve algoritmik” düşünme tarzı oluşturur.
İkinci kategoride ise; her zaman anlamı apaçık kelimelerle net ve
yeterli bir şekilde ifadesi mümkün olmayan, bir kısmı önemli
ölçüde duygusal ve heyecansal boyutlar ve bileşenler taşıyabilen,
miktar bakımından eksik ve yetersiz de olabilecek başlangıç
unsurlarıyla gerçekleştirilen “ardışık ve analitik
olmayıp; paralel, çok merkezli, bütünleyici ve sentezci olan”
düşünme süreçleri yer alır.
Kognitif psikoloji ve sinir sistemi
fizyolojisi gibi konuyla ilişkili sahalarda son yıllarda
gerçekleştirilen buluş ve ilerlemeler, bu iki ana düşünme tarz
ve biçiminin dayandığı yapısal ve fonksiyonel temelleri
anlamamıza imkân sağladı.
Her ne kadar, iki beyin yarıküresi
arasındaki işbölümü ve “uzmanlaşma” şekillerine dair
yüzyılı aşkın bir zamandan beri bazı gözlemler yapılmakta
idiyse de, sol ve sağ hemisferlerin entelektüel fonksiyonlar
bakımından son derece farklı yetenek ve özelliklere sahip
bulundukları ancak yakın zamanlarda açık bir şekilde ortaya
konabilmiştir.
Daha 1861’de Fransız antropologu P.
Broca, konuşma yeteneklerini kaybeden hastalar üzerinde çalışırken,
bu belirti ile sol beyin yarıküresinin belirli bir parçasının
hasarı arasında belirli bir ilişki bulunduğunu tespit etmişti.
Günümüzde bu bölge Broca alanı olarak adlandırılır ve konuşma
seslerinin çıkarılmasını sağlayan kas ve ses teli
hareketlerinin bu bölgede yer alan beyin hücreleri aracılığıyla
kontrol edildiği bilinir. Sağ ellerini, sol ellerine göre daha
büyük bir maharetle kullanabilen sağlıklı kişilerde, hakim veya
dominant olan hemisfer, sol hemisferdir. Sol beyin yarıküresi,
vücudun sağ yarısının; sağ beyin yarıküresi de vücudun sol
yarısının motor fonksiyonlarını denetler. Ayrıca sözlü ve
yazılı ifadelerin anlaşılabilmesini ve yazı yazabilmeyi mümkün
kılan korteks bölgeleri de sol hemisferde bulunmaktadır. Bu yüzden
sol beyin yarıküreleri, tümör oluşumu veya kanama gibi
nedenlerle zarar gören kimselerde, bu entelektüel fonksiyonlar
ciddi bir şekilde zarara uğrayabilir, hatta tamamen kaybolabilir.
Sağ elini kullananlar için bu ilişki kesin veya kesine yakınken;
solakların çoğunda da dil yetisiyle ilgili nöral yapıların aynı
şekilde sol yarıkürede bulunması nedeniyle, onların ekseriyeti
için de aynı ilişki geçerlidir. Böyle kişilerin sağ beyin
yarıkürelerinin kanama veya diğer nedenlerle zarara uğramasının
ise, onların dil yetileri üzerinde hiçbir olumsuz etkisi
görülmez.
Hemisferler arası iş bölümünün daha
ileri örneklerinin ortaya çıkarılmasında, sağ ve sol beyin
yarıkürelerini birbirine bağlayan ve tüm beyin bölümlerinin tek
ve ayrılmaz bir bütün olarak çalışmasına en büyük katkıyı
sağlayan “ corpus callosum” adlı yapının cerrahi olarak
kesilmesinden ibaret olan bir operasyon tekniğinin yaygınlaşması,
önemli bir rol oynamıştır. Beyin yarıküreleri, birkaç yapı
vasıtasıyla birkaç noktadan birbirine bağlanmıştır. C.
callosum, bu yapıların en büyüğü ve en önemlisi olup, sağ ve
sol hemisferlerde yer alan ve anatomik olarak birbirine benzeyen
simetrik bölüm ve parçaları birbirine bağlayan birkaç yüz
milyon sinir lifinden oluşur. Bu yapı sayesinde, sağlıklı
kişilerde sağ ve sol hemisferler, mükemmel bir işbirliği ile
tam bir holistik uyum ve ahenk içinde fonksiyon görürler.
R. Sperry ve arkadaşları, c. callosumun
fonksiyonlarını konu alan ve 1981’ de Nobel tıp ödülüyle
taltif edilecek olan bir dizi araştırma ve çalışma
gerçekleştirmişlerdir. Sperry, aralarında J. Bogen ve M.
Gazzaniga’nın da bulunduğu ekibiyle; hayvanların c.
callosumlarını keserek, bu işlemin ameliyat sonrası dönemde
hayvanın beceri ve davranışlarını nasıl etkilediğini hassas
gözlem ve deney teknikleriyle uzun bir süre izlemiştir. Fazla
hassas olmayan tekniklerle yapılan gözlemlerin sonuçlarına göre,
ilk bakışta sanki hayvanlar bu işlemden hiçbir zarar
görmemişlerdi. Ancak özellikle görme ve işitme fonksiyonlarına
yönelik daha titiz araştırmalar, hayvanların beyin
hemisferlerinin anatomik olarak simetrik veya özdeş gibi
görünmesine karşılık, fonksiyonel açıdan bazı asimetriler
arz ettiğini ortaya koydu.
Epilepsi (sara), beyin korteksinin bazı
bölümlerinden kaynaklanan anormal elektriksel deşarjlar ile
bunların yol açtığı bazı sonuçlar, özellikle de irade ve
kontrol dışı adele kasılmalarıyla karakterli olan nörolojik bir
hastalıktır. Bazı epilepsi (sara) hastalarında, bilinen tüm
tedavi usul ve tekniklerinin uygulanmasına rağmen, tüm vücut
bölümlerini etkisi altına alabilen çok yaygın ve müessir
kasılma krizleri görülür. Bu durum ve ayrıca yol açabileceği
diğer sonuçlar, bazen kişinin hayatını tehdit edecek düzeyde
ciddi bir tehlike teşkil edebilir. Sperry’nin çalışmaları,
California Tıp Fakültesi’nde çalışan bazı cerrahları, bu tip
epileptikler üzerinde benzer bir cerrahi işlem uygulamaya sevk
etti. Bu şekilde, korteksin bir bölümünde başlayacak olan
elektriksel deşarjın, c. callosum üzerinden diğer beyin
yarıküresine ulaşmasının engellenmesi amaçlanmaktaydı. Aslında
bu cerrahi işlem, daha 1940 yılında, yaklaşık iki düzine kadar
hasta üzerinde denenmişti. Fakat bu işlemin tıp dünyasında
yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanması, ancak Sperry ve
ekibinin başarılı çalışma ve incelemelerinden sonra mümkün
olabilmiştir.
Bu cerrahi tekniğin hastalar üzerindeki
sonuçları, beklenildiği şekilde olmuş ve sara krizleri,
yaygınlaşmadan, önemli ölçüde kontrol altında tutulabilmiştir.
İlk bakışta kendilerine uygulanmış olan cerrahi işlemin, bu
hastalar üzerinde hiçbir olumsuz etkisi olmamış gibidir. Bu
“ayrık beyinli” kişiler de, sanki günlük hayatlarını, c.
callosumları sağlam olan insanlara benzer şekilde sürdürebiliyor
gibi görünmektedirler. Ancak, Sperry ve ekibinin onların algısal
ve kognitif fonksiyonları üzerinde yaptıkları ayrıntılı ve
duyarlı araştırmalar, ortaya tüm bilim dünyasını hayrete
düşürecek kadar şaşırtıcı ve ilginç bulgular çıkardı.
Artık klâsikleşmiş olan bu çalışmaların
bir versiyonunda, denek, ellerini görmesine engel olacak bir
perdenin karşısına oturtulduktan sonra, kendisinden, bakışını
karşında bulunan bir nokta üzerinde sabitleştirmesi istenir. Tam
o sırada bir nesnenin resmi veya ismi, görsel bir uyaran olarak
ekrandaki merkezi hattın sağındaki veya solundaki kısma
yansıtılarak, orada saniyenin onda biri kadar bir süre tutulur.
Böylece, görme sinirinin kafatası içindeki güzergâhının
özellikleri ve c. callosumun da kesilmiş olması nedeniyle, görsel
enformasyon, deneğin sadece tek bir hemisferine ulaşacaktır.
Normal kişilerde, c. callosum vasıtasıyla bu yarıküre, kendisine
ulaşan bu enformasyonu derhal diğer hemisfere iletir. Ancak bu
deneğin beyin yarıkürelerden biri, diğerine ulaşan bilgiden
habersiz kalacaktır. Eğer bir kelime, meselâ “kalem” yazısı,
ekranın sağ, dolayısıyla da deneğin korteksinin sol yarısına
düşürülecek olursa, denek bunu hem okuyabilir, hem de sözlü
olarak ifade edebilir. Ancak bu kelimeyi içeren görsel uyaran,
eğer ekranın sağ, yani deneyin beyninin sağ yarısına
gönderilecek olursa, denek ne gördüğünü söyleyemez. Ancak,
perdenin arkasındaki masa üzerinde bulunan birçok farklı nesnenin
içinden el yordamıyla bir kalemi seçip, bulabilir. Bu, onun
gerçekte, ekranda ne gördüğünün, belki farklı bir şekilde
de olsa, bilincinde olduğunu gösterir.
Deneğin el yordamıyla kalemi bulması, sağ yarıkürenin
“mekansal, biçimsel ve hacimsel” özellik ve ilişkilere dair
enformasyonun işlenmesini de kapsayan yetenek ve uzmanlığı ile
son derece sınırlı ve az da olsa, basit kelimeleri tanıma
kabiliyeti sayesinde mümkün olmaktadır. Sağ yarıküre, nesne
adı olan aşina kelimelere uygun tepkiler verebilse de, eylem
belirten fiillere genellikle tepkisiz kalır.20
Ancak deneğin sol yarıküresine hiçbir bilgi ulaşmadığı için,
kendisine ne yapmakta olduğu ve elindeki nesnenin adı sorulduğunda,
rasyonel ve gerçek dilsel yeteneğe sahip olan bilinci aracılığıyla
herhangi bir karşılık vermesi mümkün olmamaktadır.
Bu gibi çalışmaların sonuçlarına
göre; bizler, tek bir kafa içinde iki ayrı zihne ve bilince sahip
bulunan varlıklar olmalıyız. Normal şartlarda her insanda
işbirliği içinde fonksiyon gören iki temel bilinç ve zihin
biçimi, c. callosumun kesilmesiyle, bu hastalarda çarpıcı bir
şekilde birbirinden ayrılmış gibi görünmektedir. Dr. Sperry de
ekibiyle birlikte gerçekleştirdiği uzun ve yorucu çalışmalar
sonunda karşılarına çıkan tabloyu şöyle ifade etmişti: ”Şu
ana kadar görmüş olduğumuz herşey bizlere; geçirdikleri
ameliyatın bu insanları, başlarının içinde iki ayrı
zihin veya iki ayrı bilinç yarıküresiyle baş başa bırakmış
olduğuna işaret etmektedir.”
Bu sonucu daha dramatik bulgularla teyit
eden başka çalışmalar da yapılmıştır. Ayrık beyinli bir
bayan deneğin sol görme alanına çıplak bir insan resmi
düşürüldüğünde, yüzü hafifçe kızaran denek, belli belirsiz
bir şekilde güler. Kendisine ne gördüğü sorulduğunda, hasta,
“sözlü iletişimde sorumlu yarıküresi” aracılığıyla:
“Hiçbir şey, sadece bir flaş ışığı” karşılığını
verirken, bir taraftan deliyle ağzını kapatarak gülüşünü ve
utancını gizlemeye çalışmaktadır. “Öyleyse niçin
gülüyorsun?” sorusuna ise denek, “Ooo doktor, burada ne
tuhaf cihazlar kullanıyorsunuz!” şeklinde bir karşılık
vermiştir. Linguistik yetiyle donatılmış, rasyonel ve mantıklı
bilincin kaynağı olan sol hemisferi olaydan habersiz olduğu için,
denek; ne olanları akılcı bir şekilde kavrayabilmekte, ne de
içine düştüğü durumu kelimelerle gerçekçi bir şekilde izah
edebilmektedir. Duygusal ve sezgisel bilincin kaynağı olan sağ
yarıküre ise, olayla ilgili tepkiyi, daha çok “beden dili”
ağırlıklı bir şekilde ifadeye çalışmaktadır.
C. callosumları kesilen hastalarda, duygusal zihnin
yönlendirmesiyle gerçekleştirilen bir davranışın sözel tasviri
mümkün olmamaktadır. Çünkü bu davranış, dil yeteneği çok
zayıf olan, belki de hiç bulunmayan sağ yarıkürece
gerçekleştirilir. R. Orstein, “Yeni Bir Psikoloji”18
adlı kitabında, ayrık beyinli hastalarda sağ hemisferin
çok sınırlı da olsa, bir lisan kapasitesine sahipmiş gibi
görünmesinin, “bu hastalarda, ameliyatın etkisiyle sonradan
oluşan bir durum mu, yoksa normal sağ yarıkürenin, operasyon
sonrası dönemde hâlâ sürmekte olan tabii bir özelliği mi
olduğu” sorusunun henüz kesin olarak cevaplandırılamadığını
belirtir. Daha yakın tarihlerde yapılan çalışmalarda sağlanan
bazı bulgular, iki beyin yarıküresinin c.callosumun kesilmesine
rağmen, beynin daha aşağılarında bulunan bazı bağlantı
devreleri aracılığıyla iletişimlerini belirli bir düzeyde
sürdürebildiklerini ima etmektedir.
Ayrık beyinli hastalar, bu iki farklı bilinç ve zihinleriyle, kendilerine iki ayrı grup halinde verilen enformasyonu, eş zamanlı olarak işleyebilirler. Ellenberry ve Sperry, c. callosumları kesik kişilere, herbir beyin yarıkürelerine ayrı ayrı ulaşacak şekilde bazı zihinsel görevler verdiklerinde, onların aynı anda iki farklı işlemi gerçekleştirebildiklerini müşahede etmişlerdir. Ancak bir avantajmış gibi görünen bu durum, bu kimselerin günlük hayatlarında bazı sorunlara da yol açabilmektedir. C. callosumu kesilmiş olan bir hastanın, bir sabah pantolonunu giymeye çalışırken, “sol eli ile sağ elinin mücadeleye tutuştuğunu" öğrenenler hayret içinde kalmıştır. Hastanın bir eli pantolonu yukarı doğru çekerek giydirmeye çalışırken, diğer el aşağıya doğru asılarak, onu çıkarmaya gayret etmektedir. Aynı hasta bir gün karısına öfkelenerek bir eliyle onu tutmaya teşebbüs ederken, diğer eli, bu harekete engel olmaya çalışmıştır.
Sağlıklı kişilerde c. callosum; sağ ve sol hemisferlerdeki farklı uzmanlık ve görevlere sahip değişik merkez ve ünitelerin en uygun sıra ve düzen içinde faaliyet göstermelerini, böylelikle de, sinir sisteminin tek bir bütün olarak çalışabilmesine imkân sağlar. Ama ayrık beyinli hastalarda bu iki hemisfer ve onlardan kaynaklanan iki bilinç formu, ayrı ayrı faaliyet göstermektedirler.
Bilim ve teknolojideki ilerleme ve gelişmelerin en karakteristik özelliğini teşkil ettiği günümüz uygarlığı ve kültürü, bariz bir şekilde “analitik, somut, nicel, sözel ve matematiksel” karakterli olan bir zihin ve bilinç temeli üzerine kurulmuş ve gelişimini de yine bu temeller üzerinde şu ana kadar sürdüre gelmiştir. Bu yaklaşım içinde, öncelikli olarak “duyguya, sezgiye ve bütüne” değer ve önem veren diğer temel zihin ve bilinç biçimi ise, ne yazık ki büyük ölçüde ihmal ve göz ardı edilmiştir.
Duygu, bireyin iç ve dış dünyalarına ve bir bütün olarak, içinde bulunduğu şartlara yönelik “subjektif algısı ve hükmü“ olarak tanımlanabilir. Bu algı ve hüküm, duygularla ilgili ayrı bir zihin ve bilinç sisteminin fonksiyonu ve ürünüdür.
İki temel bilinç formunun kendilerine has olan etkinlikleri, her bir iç yaşantımıza, iki temel boyutta yansır: “düşünce bileşeni” ve “duygu bileşeni”. Çoğu zaman bu iki bileşen öylesine iç içe geçmiş durumdadır ki, bu durumun farkına varmak genellikle mümkün olmaz. Ama dikkatli bir analiz ile en “akılcı, analitik, nesnel ve mantıklı” zihinsel etkinlikte bile, ona eşlik etmekte olan duygusal bir tonun veya rengin bulunduğu ortaya konabilir. Bu duygusal bileşen, kişinin bir varlık veya olaya ait öznel tecrübesi çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Daha önce, duyguların öğrenme ve hatırlama süreçleri üzerindeki etkilerini gözden geçirirken, fikirlerinden geniş ölçüde yararlanmış olduğumuz D. Goleman, duygu-akıl ikilisinin günlük konuşma dilindeki karşılığının “kalp” ve “kafa” olduğunu belirttikten sonra, bir şeyin doğru olduğunu kalben bilmenin, akılcı zihnin düşünme süreçleriyle ulaşılan “bilme durumu”ndan tamamen farklı olduğunu ve ilkinin, çok daha büyük bir kesinlik taşıdığını vurgular. Goleman’a göre zihnin akıl-duygu bileşimi, belirli bazı oranlarda gerçekleşir. Hisler aşırı derece yoğunlaşmaya başlayınca, akılcı zihnin etkisi giderek zayıflamaya ve sonunda da tamamen kaybolmaya yüz tutar. Bu durumun bir avantaj olarak görülebileceği yegâne durum, hayatımızın tehdit altında bulunduğu acil hallerdir. Oturup uzun uzun ne yapılması gerektiğinin akılcı ve analitik zihinle irdelenmesinin, karşı karşıya bulunulan ani tehdit veya tehlike nedeniyle imkânsız olduğu ya da ölüme davetiye çıkarmak anlamına gelebileceği bu gibi hallerde, duygusal ve sezgisel zihnimizin ani tepki ve kararları, özel bir avantaj sağlar.
Hayatın olağan akışı içinde de duygusal ve akılcı zihinler, bir denge ve uyum içinde faaliyet göstererek, farklı kategori ve türlerden veri ve enformasyonları işleyip, her bir farklı durum için en uygun karşılığın bulunmasına imkân sağlarlar. Normal şartlarda, duygular, rasyonel düşünme süreçlerine olumlu katkılarda bulunarak, düşünme prosesini ideal sonuç istikametinde yönlendirirler. Akılcı zihin de, duygusal verileri formel bir değerlendirmeye tâbi tutarak, gerçeklere uygun olanları seçip almak suretiyle ilgili düşünme işlemine materyal ve girdi olarak dahil ederken, bazılarını da reddedip, eler. Ancak her şeye rağmen duygusal ve akılcı zihinler esas olarak “yarı bağımsız” üniteler olup, beyindeki farklı ancak birbiriyle bağlantılı olan birimlerin faaliyetlerinin birer tezahürüdürler. Ve bu üniteler, her zaman ideal bir uyum hali içinde bulunmayabilirler. Belki de bu nedenle, zaman zaman “aklımızın bizi bir yöne, duygularımızın ise farklı bir yöne sevk etmekte olduğunu” fark edebiliriz.
Duygusal zihin, akılcı zihinle kıyas edilemeyecek kadar hızlıdır. Bir an olsun durup, irdelemeden; ne olup bittiğini hiç gözden geçirmeden, yıldırım hızıyla bir eylem kararı alabilir ve bunun gereğini yaptırabilir. Duygusal ve sezgisel zihnin bu büyük sürati, en belirgin niteliği; bilgi işleme tarzındaki “temkinlilik, ölçülülük ve ağırbaşlılık” olan analitik ve rasyonel zihin ile arasındaki en büyük farklılığı oluşturur. Sezgisel zihnin, her türlü ayrıntı ve şerhden yoksun olan son derece yalın bakış açısı, sonuca ulaşmada; çok büyük bir hızın yanı sıra, en az o kadar büyük ve aşikâr olan bir de kesinlik tonu ve vurgusu taşır. Bu, akılcı zihin tarafından asla anlaşılamayacak olan bir şeydir. Herkesin ömründe hiç değilse birkaç defa; heyecan, önem ve aciliyet yükü fazla olan bir olay olup, bittikten ve ortalık yatışmaya başladıktan sonra “Bunu niçin söyledim veya yaptım?” diye düşündüğü olmuştur. Bu, duygusal zihnin işini hızla bitirmesinden sonra, akılcı zihnin ona ancak yetişip, krizin yönetimini ele almaya başlamasının ilk işaretidir.
Akılcı zihnin verileri toparlayıp, değerlendirmeye başlaması, duygusal zihne göre birkaç dakika uzun sürdüğünden, duygu yükü belirgin olan olaylarda ilk izlenim ve kanaatler, “kafada” değil, “kalpte” doğar. Sezgisel zihnin bilgi işleme tarzı “çağrışımsal”dır. Bu enformasyon işleme süreçlerinde; bir gerçekliği simgeleyen veya onunla ilgili bir anıyı çağrıştıran öğeler, ilişkili oldukları gerçeğin aynısı olarak kabul edilir. Bu nedenle; teşbih, mecaz ve tasvir unsurları taşıyan tiyatro, roman, hikaye, şiir, sinema ve diğer sanat eserleri esas olarak, duygusal zihne hitap ederler. Sinemada film seyrederken; gördüklerimizin bir senaryo çerçevesinde ve bir yönetmenin talimatları doğrultusunda kameraların karşısında sahne sahne çekildikten sonra biraraya getirilen tamamen yapay ve düzmece görüntüler olduğunu bile bile, bu filmdeki olayları, sanki onlar gerçek hayattan kesitlermiş, hatta henüz o anda gözümüzün önünde gerçekleşmektelermiş gibi algılamamız, büyük ölçüde bu süreçlerle ilgili olsa gerektir.
Duygusal ve sezgisel zihnin işleyiş biçimi, “birincil süreç” kavramıyla önemli ölçüde örtüşür. Burada, kimi yönleriyle mitolojideki, hayallerdeki, düşlerdeki, çocukluktaki, şiirdeki ve hatta kısmen de psikozdaki “mantığa” benzer bir muhakeme şekli söz konusudur. J. Campell “Düşler kişisel mitlerdir, mitler de paylaşılan düşler...” diyerek bu olguya işaret etmiştir. Birincil süreç kıyas ve çıkarımlarında, gevşek çağrışımlar, düşüncenin ana yönünü belirler. Bu çerçevede; bir nesne, bir diğerini temsil edebilir, hatta aynen onun yerini alabilir. Bu düşünce tarzında parçalara, bütün muamelesi yapılabilir. Zaman ve imkânsızlık kavramları ile neden-sonuç ilişkilerine yer verilmeyen duygusal bilincin dünyasında, her an her şeyin olabilmesi mümkündür. Duygusal hayatta özellikler, tıpkı bir hologramda herhangi bir parçadan “bütün”ün eksiksiz olarak türetilebilmesine benzer şekilde, ait oldukları bütünün kendisiymiş gibi işlem görebilir. S. Epstein’ın işaret ettiği gibi, “akılcı zihin, nedenler ile sonuçlar arasında mantıksal bağlar kurarken; duygusal zihin, ayrım yapmadan, sadece çarpıcı benzerlikte özelliklere sahip olan şeyleri birbiriyle ilişkilendirir.
Duygusal bilinç, birçok bakımdan “çocuksu nitelikler” taşır ve onun bu özelliği, durumun duygusal bileşeni büyüdükçe belirginleşir. Meselâ olaylarla ilgili her şeyin “siyah- beyaz” olarak görüldüğü ve aralarda hiçbir gri tonuna yer verilmeyen bir yaklaşım olan “kategorik düşünme” tarzı, bunun ilginç bir örneğini teşkil eder. Büyük bir gaf yaparak, utanılacak bir duruma düşen bir şahsın; karakterinin, almış olduğu eğitimin ve bilgi dağarcığının çerçevesinde şekillenecek olan birkaç farklı yaklaşımdan birini sergilemesi muhtemeldir. Kişinin, “Ben zaten konuşurken her zaman hata yaparım!” şeklindeki tutumu, çocuksu-kategorik düşünme tarzına tipik bir örnek teşkil eder.
Bu çocuksu düşünme tarzının bir diğer türü de, “kişiselleştirilmiş nesneler”lerdir. Neden olduğu trafik kazasını: “Elektrik direği, sanki dosdoğru üzerime geliyordu!” şeklinde bir üslûpla anlatan bir sürücünün, olayları “ben” merkezli bir “duygusal-zihin çarpıtması” süreciyle algılamakta ve yorumlamakta olduğu rahatlıkla söylenebilir.
“Çocuksu tarz”, kendi kendini, sistemli bir şekilde sürekli olarak doğrular ve destekler. İnançlarını zayıflatabilecek olguları ve anıları, bastırarak veya görmezden gelerek, sadece varsayımlarını destekler nitelikte olanları kabul eder ve sımsıkı sarılarak onları asla bir kenara bırakmaz. Duygusal zihninin, inançlarını “mutlak ve ebedi” gerçekler olarak görmesi nedeniyle duygu-akıl dengesi aşırı ve kalıcı bir şekilde bozulmuş bir hastayı, akıl ve mantık yoluyla ikna edebilmek mümkün olamaz. Böyle bir kişi, o anki duygusal kanısına uymayan delilleri, ne kadar gerçekçi ve mantıklı olurlarsa olsunlar, asla kabule yanaşmaz. Böyle bir atmosferde, tamamen kendilerine has algısal kanallar ile “özel” verilere sahip olan duygusal zihnin hüküm ve kanaatleri; her türlü objektif dış etkiden uzak bir şekilde, devamlı olarak birbirlerini destekleyip, doğrulamaktadır.
Oysa, akılcı zihnin inanç ve varsayımları, geçici veya değişken olabilir. Yeni deliller, mevcut varsayımları artık daha fazla teyit etmiyorsa rasyonel zihin, belirli bir noktadan sonra onları terk edebilir. Çünkü, bu zihnin muhakemeleri, nesnel delillere göre yürütülmektedir.
Bir olayın herhangi bir özelliğinin, geçmişin duygu yükü büyük olan bir anısına benzemesi nedeniyle; duygusal zihin, hatırlanan olaya eşlik eden tüm duygu ve heyecanları içeren bir tepkiyi otomatik olarak derhal başlatabilir. Burada yapılan, şimdiki zamana ve şartlara, geçmişte kalan farklı şartlar için söz konusu olmuş bir tavırla karşılık vermektir. Erişkin bir kişi, çocukluğunda sık sık yemiş olduğu şiddetli dayakların acı anısı nedeniyle, “kızgınlıkla çatılan kaşlar”a o zamanlar göstermiş olduğu “yoğun korku ve nefret” şeklindeki tepkisini; artık çatılan kaşların böyle bir tehdit anlamı taşımadığı orta yaş döneminde de-belirli bir ölçüde-hâlâ göstermeye devam edebilir.
Hisler ne kadar güçlüyse, başlatılacak olan duygusal tepki de o kadar belirgin olacaktır. Ancak, duygular belirsiz veya üzerleri örtülü ise, o anda vermekte olduğumuz karşılığın “hissi boyutu” yine onlar tarafından belirlenmekte olduğu halde; biz olup bitenlerin tam olarak farkına varmayabiliriz. Bize sergilediğimiz tavır, sanki tamamen içinde bulunduğumuz ortamın ve anın şartlarından kaynaklanıyor gibi görünse de, aslında ilgili hatıranın ve onun duygusal bileşeninin renk ve izlerini taşımaktadır. Baskın olduğu zamanlar, duygusal zihin, akılcı zihni kendi inanç ve hedefleri doğrultusunda yönlendirebildiği için bizler, hissiyatımızı ve tepkimizi, mevcut zaman ve şartlar bağlamında açıklar ve olup bitenleri de, duygusal bilincin güçlü ve yönlendirici etkilerinin hiç farkına varmaksızın gerekçelendirir ve yorumlarız. Bu nedenle, gerçekte o anda neler olduğu hakkında hiçbir geçerli bilgimiz olmadığı halde, her şeyi bildiğimiz zannına kapılmamız mümkündür. İşte böyle anlarda duygusal zihin, akılcı zihni peşine takıp, kendi hedefine doğru hızla ilerler.
Duygusal zihnin işleyişi, büyük ölçüde “bağlam”a endeksli olup; ilgili süreçler, belirli bir anda baskın olan duygunun etkisiyle şekillenir. Bu nedenle, bu temel bilinç formu aracılığıyla ulaşacağımız sonuçlar; biz coşkulu ve romantik bir ruh halinde iken bir türlü, öfkeli veya sıkılmış bir halde iken ise başka türlü olacaktır. Duygusal zihin dinamiğinde, her temel hissin kendine özgü bir ”düşünce, anı ve tepki” repertuarı mevcuttur. Duruma bağlı olarak devreye giren bu repertuar, söz konusu olayın duygu yükü arttıkça belirginleşirler.
Son otuz yıl içinde, birçok farklı araştırma merkezinde, beyin yarıkürelerin fonksiyonel özelleşme ve uzmanlaşmalarını konu alan pek çok sayıda değişik çalışma ve inceleme yapılmıştır. Bunlardan birinde, iki kelimeden oluşan bir nesne isminin birinci kısmı, bakışını önündeki perdenin tam ortasına sabitlemiş olan ayrık beyinli deneğin görme alanının soluna, ikincisi de sağına düşürülmüştür. Meselâ, “gelin arabası” şeklindeki görsel imgenin ikinci parçası sol yarıküresine ulaşan denek, gördüğü şeyin “arabası” yazısı olduğunu söyleyecek; ancak, bunun ne arabası olduğunu bir türlü ifade edemeyecektir. Bütün muhtemel alternatifleri birbiri ardınca sıralayan deneğin; “yarış arabası, cenaze arabası, posta arabası, makam arabası, at arabası, servis arabası” gibi tahminlerinin arasında “gelin arabası” şeklindeki doğru cevabın bulunması, tamamen şansa bağlı gibi görünmektedir. Sağ yarıküreye ulaşmış olan bilgi, sol yarıkürenin rasyonel ve sözel karakterli bilincine aktarılamamaktadır.
Gözleri kapatıldıktan sonra deneğin sol eline; kalem, diş fırçası veya anahtar gibi günlük hayatında sık sık kullandığı için çok iyi tanıdığı ve bildiği, bu sayede de el yordamıyla kolayca tanıyabileceği bir nesne verilip, onun nasıl kullanıldığı sorulduğunda denek, yaptığı hareketlerle o cismi “tanıdığını” açık bir şekilde gösterir. Ama bu kavrayışını ve davranışlarını dille ifade edemez.
Konuşma düzeyinde olmasa da, sağ hemisfer, belirli bir seviyede dil yetisine sahipmiş gibi görünmektedir. Çünkü, ayrık beyinli denekler; sol görme alanlarına flaşlanan kelimeleri tanıyıp, kavradıklarını; konuşma ve yazma dışı yöntemlerle göstermekte, ancak bunu kelimelerle ifade edememektedirler.
Bir araştırma yönteminde, ayrık beyinli bir deneğe günlük hayatında sık sık gördüğü veya kullandığı için aşina olduğu “ kaşık, kitap, mendil, vs” gibi nesnelerin isimlerinden oluşan bir kelime listesi verilerek, her iki gözüyle de bu kelimeleri görebilmesine imkân sağlanır. Liste ortadan kaldırıldıktan sonra, deneğin sol görme alanına flaşörlerle o listede yer alan isimlerlerden birisi, meselâ “kitap” kelimesi düşürülür ve denekten gördüğü şeyi yazması istenir. Sağ yarıküre, komuta ettiği sol el vasıtasıyla gördüğü kelimeyi-biraz okunaksız da olsa-yazdırmayı başarır. Denek ilgili organlarının hareket şeklinden, bir şey yazdığını fark eder, ama onun ne olduğunu, dilsel bilinciyle ifade edemez. Ancak, daha önce kendisine gösterilmiş olan listedeki kelimeleri rastgele sayarak tahminlerde bulunur.
Ayrık beyinli hastalar üzerinde yapılan deneylerin sonuçlarına göre; sağ beyin yarıküresi, ancak çok yalın ve basit dilsel sembolleri anlayabilir ve bazen bunların çağrışımlarına da tepki verebilir. Ancak, sağ hemisfer, soyutluk derecesi daha yüksek ifadeleri kavrayamaz. Ayrık beyinli hastaların çoğu; sadece sağ hemisferlerine ulaştırılan “selâm ver, göz kırp veya gülümse” şeklindeki komutları bile anlayamaz ve bunların gereğini yapamaz. Bu gibi görevleri başaran hastalara oldukça ender olarak rastlanır.
Bununla beraber, sağ hemisfer, uzaysal ve örüntüsel datanın işlenmesi hususunda uzmandır. Bu hususla ilgili bazı bulguların geçmişi, oldukça eskilere uzanır. Meselâ, daha 1864 yılında nörolog H. Jackson, sağ yarıküresinde tümör gelişen bir hastasının "nesneleri, kişileri ve mekanları” tanıma yeteneğini kaybettiğini rapor etmişti. Böyle hastalar, konuşma ve mantıki düşünme yetenekleri zarar görmemiş olmakla birlikte, kendi vücutlarıyla ilgili algıları bozulduğu için, ne tek başlarına elbiselerini giyebilirler, ne de dost ve arkadaşlarının yüzünü tanıyabilirler. Ayrık beyinli hastalar, kendilerine gösterilen ve aynısını çizmeleri istenen kare veya dikdörtgenleri, onlara bakarak çizemezler. Ancak, kendi kağıtlarını, bu şeklin üzerine koyduktan ve cismin köşelerini “kopya” yoluyla işaretledikten sonra, noktaların arasını birer çizgiyle birleştirebilirler. Mekansal düşünme becerisinin incelenmesi amacıyla bu hastalardan, kendilerine verilen faklı renklerdeki küpleri kullanarak, bazı geometrik şekiller veya birtakım desenler oluşturmaları istendiğinde; sağ yarıküre, büyük bir performans sergiler. Ayrık beyinli hastalardan sağ ellerini (dolayısıyla sol beyin yarıkürelerini) kullanarak, verilen belirli bir desene göre küpleri bir araya getirmeleri istendiğinde, çok fazla hata yaparlar. Deney sırasında, bu kişiler, sağ ellerinin yanlışını düzeltmeye teşebbüs eden sol ellerine hakim olmakta zorluk çekerler. Bu sanki, doğru cevabını bildiğimiz bir soruya, bir arkadaşımız hatalı bir karşılık verince, kendimizi tutamayıp, duruma müdahale etmemize benzeyen bir davranıştır. İki görme alanına değişik renk şeritlerinin projekte edilip, ayrık beyinli deneklerden gördükleri renkleri ifade etmelerinin istendiği bir çalışmada da benzer sonuçlar alınmıştır. Sağ yarıküreye ait sol görme alanına düşürülen rengin ne olduğu sorusunu denek, konuşma fonksiyonunu yöneten sol yarıküresine bu konuda bir bilgi ulaşmamış olması nedeniyle, ancak tahminler yaparak cevaplandırır. Çalışmaya devam edildiğinde, sol yarıkürenin tahminlerinin giderek daha isabetli bir hale geldiği görülür. Bunun nedeni araştırıldığında, doğru cevabı bilen sağ yarıkürenin, sol hemisferin hatalı karşılıklarına, “öfke içinde kaşların çatılıp, başın sallanması” şeklinde bir tepki verdiği ve bu durumu değerlendiren sol yarıkürenin de, ikinci veya üçüncü tahminlerinde, doğru cevaba giderek daha fazla yaklaştığı anlaşılmıştır.
Sağ yarıkürenin temelde eşzamanlı ve bütünleyici olan enformasyon işleme tarzı sayesinde, eksik ve parçalı bile olsalar, herhangi bir hususla ilgili çeşitli verilerin, hızlı bir şekilde entegre edilmeleri ve belirli bir sonuca ulaşılması mümkün olabilir. Bu yetenekten, kişisel veya bilimsel sorunların çözümünden, mekanda yön bulmaya ve değerli sanat eserleri üretmeye kadar pek çok hususta yararlanmak mümkündür. Meselâ; görme, temas, kas gerginliği ve vücut kısımlarının uzaydaki konumuna ait duyumlar gibi çeşitli hususlara ait in-put’un entegrasyonuyla, kişinin mekan içinde konum ve yönünün belirlenmesi işi oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Yine bu sayede; spor, dans, elişi ve benzeri faaliyetler de yapılabilir.
Bilim ve düşünce tarihi boyunca, bu iki temel zihin ve bilinç biçimi, değişik düşünürler ve değişik kaynaklar tarafından farklı yönleri ön plâna çıkarılarak tarif ve tasvir edilmişler, çeşitli şeylere benzetilmişlerdir. Meselâ yaklaşık 700 yıl önce R. Bacon, iki temel zihin biçimi aracılığıyla ulaşılan iki farklı bilgi türünün söz konusu olduğunu şöyle ifade etmişti:” Bilginin iki biçimi vardır: Delillere dayanan bilgi ve yaşantıyla elde edilen bilgi.” Eski Çin kültürünün ünlü “I Ching”inde yer alanlar(*) da dahil olmak üzere, bu konuda yapılan benzetme ve tariflerin en belli başlıları aşağıdaki tabloda toplanmıştır:
Temel Bilinç Biçimi “Çift”leri
Sağ Sol
Geceye benzer (*) Gündüze benzer (*)
Duygusal Rasyonel
Zaman dışı (durağan-kalıcı) Zamanla sınırlı-tarihsel
Alıcı-pasif Aktif
Gizli-sırlı Net-açık-belirgin
Bütüne yönelik-tamamlayıcı Tekile yönelik
İrtibatlandırıcı-ilişkilendirici Ayrıştırıcı
Nonlineer (ademi merkeziyetçi) Doğrusal-düzenli
Yaygın Odaksal
Uzaysal-mekansal Sözel
Öznel yaşantıya dayalı (sözsüz) Delile ve nesnele yönelik
İndeterminist Nedensel
Sezgisel-metaforik Mantıksal
Tahayyül edici Dedüktif-çıkarımcı
Yatay Dikey
Sürekli-genel Tekil-özel
Serbest-bağımsız Yönlendirilmiş
Çoğulcu-paralel Bireysel-seri
Subjektif Objektif
Eşzamanlı Ardışık
Ontolojik-ekzistansiyalist Epistemolojik
Primer süreç Sekonder süreç
Sentezci Analitik
İçe yönelik Dışa yönelik
Humprey ve Zangwill, gerçekleştirdikleri çalışmalar sonunda, sağ yarıkürenin “rüya görme” olayında önemli bir rol oynadığını ortaya çıkardılar. Sağ paryetal korteksleri tümör oluşumu veya kanama gibi bir nedenle zedelenmiş olan hastaların, beyin dokularında hasara yol açan olaydan sonra, artık rüya göremedikleri anlaşılmıştır. Duygu ve heyecanları algılama ve üretme veya yönetme ve organize etme gibi yeteneklere sahip görünen sağ yarıkürenin, estetik ve sanatsal becerilerin de kaynağı olduğunu gösteren deneysel bulgular mevcuttur. Milner ve arkadaşları müzikte ses aralıklarının tanınmasının sağ yarıküre aracılığıyla gerçekleştirildiğini göstermişlerdir. Sağ hemisfer, müziğin anlaşılmasında veya ifadesinde uzmandır. Ancak, kompozitörler ve yaptıkları bestelerle ilgili araştırmalarda, müzik eserlerinin kompleksliklerinin artmasıyla, sol yarıkürenin işe müdahale oranının da arttığına dair bulgular vardır. Zaten sağlıklı kimselerde her iki beyin yarıküresi, tam bir uyum ve işbirliği içinde çalışmaktadır.
Deney ve gözlem verilerinin ortaya koyduğu tabloya göre; sol yarıküre de özellikle olgusal, matematiksel ve sözel enformasyonu; mantıksal, analitik, algoritmik ve ardışık proseslerle işleyip, değerlendirecek şekilde dizayn edilmiştir. Tüm mantıksal ve matematiksel işlemler, bazı kurallar ile belirli bir sıra ve düzen içinde gerçekleştirilirler. Sol hemisferdeki kognitif süreçler de benzer şekilde ve belirli ilkeler çerçevesinde, lineer ve ardışık bir tarzda gerçekleştirilir. Çalışma tarzı bakımından sol beyin yarıküremiz; daha çok kelime ve aritmetik işlemcileriyle ilgili işlemler için kullanılan ve günümüzde artık neredeyse her eve girmiş olan kişisel bilgisayarlara benzer. S. P. Springer ve G. Deutsch da, birlikte yazdıkları “Sol Beyin-Sağ Beyin”21 adlı kitapta, sol yarıkürenin “dijital”, sağ yarıkürenin ise “analog” bilgisayarlara olan benzerliğine dikkat çekerler. Sol hemisfer, enformasyonu işlerken; holistik bir şekilde bütüne değil, analitik bir şekilde ayrıntıya ve birbirini izler tarzda sıralanmış, ayrıca da açık ve net bir şekilde tanımlanmış verilere yönelir. Yine sol yarıkürenin uzmanlık alanına giren sözel ve aritmetiksel işlemler, temelde doğrusal zaman dilimleri içinde, belirli kurallar çerçevesinde ve ardışık basamaklar halinde gerçekleştirilir. Bilgisayarların programları hazırlanırken, yapılacak işin her bir basamağı bütün ayrıntılarıyla adım adım tarif edilir. Bunlardan birinin eksik kalması halinde program, dolayısıyla bilgisayar çalışmaz. Aynı şekilde günlük kullanımda da herhangi bir iş yaptırabilmek için, gerekli tüm veri ve komutların, açık ve net bir şekilde bilgisayara girilmesi gerektiği herkesçe bilinir. Sol hemisferimiz, bu yönüyle de dijital bilgisayarlara benzer. Eğer halli gereken bir soruna dair veriler eksik ve yetersizse çözüm, sol değil, sağ hemisferin uzmanlık alanına giren bir iştir. Çünkü sağ beyin yarıküresi, veri ve enformasyonu bütüncül bir şekilde proseslerken; konunun genel şablonu çerçevesinde, eksikleri tamamlayıp, boşlukları dolduracak birtakım alternatifler belirleyebilir. Yine sağ yarıküre, bilimsel buluş ve sanatsal üretim süreçlerinde çok büyük önem taşıyan ”üstü örtük ilişkileri açığa çıkarılmasını”, “görünen varlık, olay ve süreçlerin ardında bulunan, ancak doğrudan gözleme konu olmayan varlık, olay ve süreçlerin keşfini” ve” ilham ve sezgi yoluyla yepyeni düşüncelerin, sonuçların ve ifade biçimlerinin ortaya konmasını” mümkün kılacak şekilde çalışır.
Başlangıçta, ilk olarak patolojik ve
anormal durumların incelenmesiyle ortaya çıkarılmış olan sağ
ve sol yarıkürelerin uzmanlık ve işbölümüne dair bulgular;
daha sonra, sağlıklı bireylerin sinir sistemlerinin yapı ve
işleyiş özelliklerinin söz konusu kişiye herhangi bir zarar
vermeden incelenmesini mümkün kılan yeni teknolojilerin
geliştirilmesiyle desteklenerek, doğrulanmıştır. Bunlardan en
sık kullanılanları, PET (pozitron emisyon tomografisi) ve EEG
(elektroansefalografi)dir. PET’de, kan dolaşımına verilen
“izlenebilir” nitelikteki bazı maddelerin takibi suretiyle,
hangi zihinsel işlem sırasında, hangi beyin kısımlarının aktif
hale geçtiği gözlenebilmektedir. Böylece meselâ; konuşma,
aritmetik hesaplama veya problem çözümü sırasında, beynin sol
yarıküresinde ilgili ünitelerin belirli bir düzen içinde
faaliyete geçtikleri, rahatça izlenebilmektedir. Aynı şekilde EEG
tekniğiyle de, beyin bölümlerinin aktivitelerine eşlik eden
elektriksel deşarjları temsil eden eğriler, kağıt şeritler
üzerine kaydedilerek veya bir monitörden izlenerek, analiz
edilebilmektedir. Bu çalışmalarda geometrik ilişkilere ait bir
konuyu düşünen kimselerin sağ, yazılı bir metni incelemekte
olan kişilerin de sol hemisferlerinin ilgili kısımlarında
elektriksel etkinliğin arttığı aşikâr bir şekilde
görülmektedir.
Sperry ve ekibi ile bu konuda daha sonraları
çalışmalar yapan diğer bilim adamlarının elde ettikleri
bulgulara göre, normal bir insanda, tüm birim ve merkezleriyle
beyin; bir bütün olarak belirli bir fonksiyonu yerine getirirken,
işlenmekte olan girdinin türüne göre, ilgili veya sorumlu
yarıkürede daha yoğun bir faaliyet gerçekleştirilmektedir. Ama
bu esnada bile o hemisfer, diğer yarıküreyle ve tüm önemli beyin
bölümleriyle karşılıklı bir iletişim içindedir. Sorumlu
yarıküre tam kapasiteyle çalışırken, diğer yarıkürenin
etkinliğinin bazen yavaşladığı, bazen de adeta “rölanti”ye
alındığı, PET ve EEG teknikleriyle açıkça görülmektedir.
Meselâ, yazı yazmakta olan bir kişide sağ, el işiyle meşgul bir
şahısta ise sol yarıkürenin “bekleme durumuna” geçirildiği,
birçok görüntüleme ve izleme yöntemiyle ortaya konabilir. Ancak
açıkça görülen diğer bir olgu da, iki yarıküre arasında,
belirli periyotlarla gerçekleştirilmekte olan iletişim ve
işbirliğidir.
İki beyin yarıküresinin iletişimi ve
işbirliği esas olarak c. callosum adı verilen kalın nöron demeti
aracılığıyla sağlanır. C. callosum, bir anahtar sistemi gibi
faaliyet göstererek, sağ ve sol hemisferlerde yer alan merkezlerin,
gerçekleştirilmekte olan zihinsel işlemin türüne ve gereklerine
göre uygun bir sıra ve düzen içinde çalışmalarını sağlar.
Harvard Üniversitesinden Dr. Schiffer, c. callosumları kesilmemiş
insanlarda da “hemisferik işbölümü ve uzmanlık”
performansını ölçmekte kullanılabilen özel bir deney düzeneği
geliştirmiştir. Bu düzenek sayesinde istenen kişinin hangi
hemisferinin hangi verimlilik derecesinde çalıştığı ortaya
konabilmektedir. Bu gibi çalışmalar sonunda, hemisferik gelişim
ve olgunlaşmaları yeterli düzeye ulaşamayan kişilerde bazı
psikiyatrik hastalıkların görülme oranının, normal kişilerden
çok daha yüksek olduğu ortaya çıkarılmıştır.
Sağlıklı insanlarda, iki farklı beyin
yarıküresinde yer alan farklı merkezlerin baskın oluş durumları,
gün boyunca, yapılmakta olan işin türüne göre, c. callosum
vasıtasıyla devamlı olarak değiştirilir. Meselâ, görmeyle
ilgili merkezlerin dominantlığı her birkaç saniyede bir, bir
yarıküreden diğerine geçerken, frontal loplardaki dominantlık,
her birkaç saatte bir değiştirilir. Manik depresyon gibi bazı
psikiyatrik hastalıklarda ise, callosal anahtar sistemi, belirli
süreler boyunca kilitli kalır ve açılmaz. Bu nedenle, tüm ”mani”
dönemi boyunca bir yarıküre dominant kalırken, daha sonra
başlayan “depresyon” dönemi boyunca da diğer yarıküre
baskınlığını sürdürür.
W. I. B. Beveridge “Bilimsel Buluş
Sanatı” adlı kitabında, bilim adamlarının sezgisel zihinlerini
geliştirecek bir eğitim almalarının gereğini ve önemini
anlatır. “Sezgi”, birden bire zihinde çakan aydınlatıcı ve
açıklayıcı bir fikir flaşı olarak tanımlanabilir. Güçlü
sezgilerle ortaya konan izah potansiyeli yüksek yeni teorik
sistemler, bilim tarihinde zaman zaman rutin kalıp ve sınırların
aşılması suretiyle gerçekleştirilen olağanüstü “sıçrayıcı”
ilerlemelerin dinamik gücünü teşkil eder. Olağan şartlarda da
sezgi, daha dar kapsamlı bilimsel ve felsefi gelişmeleri sürekli
destekler. Beveridge’e göre, büyük sezgisel buluşlar, rasyonel
süreçlerin tıkandığı ve geçici olarak askıya alındığı
zamanlarda kendilerini gösterirler. Fransız matematikçi ve düşünür
Poincaré, mesleki kariyerinin böyle bir döneminde, yapmakta olduğu
her şeyi bir kenara bırakıp, bir arabayla ülkesini dolaşmaya
çıkar. Çalışma masasında bir türlü aydınlatamadığı çok
önemli bir meselenin çözümünü, bu gezisi sırasında rastgele
dolaşmaktayken bulur. Poincaré, buluşunu nasıl
gerçekleştirdiğini şöyle anlatır: “Tam ayağımı fren
pedalına basmıştım ki, birden her şey aydınlandı ve aklıma o
ilginç çözüm geldi.”
Diğer birçok ünlü düşünür ve bilim adamı da
bilimsel keşif ve icat sürecinde, rasyonel ve sezgisel zihinlerin,
maksimum bir performansla birbirlerinin fonksiyonlarını
desteklemeleri hususunun önemini vurgulamışlardır. Meselâ, A.
Einstein, bilimsel buluş süreciyle ilgili görüşlerini
açıklarken, “...Asıl değerli olan, sezgidir.” der.
Bilimde yeni bir paradigma oluşturan bir düşünürün esas ilgi ve
çalışma alanı, ilgili bilim dalının, mevcut bakış açısıyla
“görülemeyen” farklı boyut ve yönleri olup, bu da sezgisel
zihnin kapsamına girer. Konuyla ilgili gözlem ve deney verilerinin
toplanması ve mantıksal analizi ise, rasyonel zihin tarafından
gerçekleştirilen bir prosedürdür. Anlaşılan, eksiksiz ve
verimli bir bilimsel araştırma için, iki zihin ve bilinç
biçiminin ideal bir işbirliği zorunludur.
C. Sagan, bu işbirliğinin nasıl ve niçin sağlanması gerektiğini şöyle dile getirir: “Sağ yarıküre, çoğu zaman karamsar bir yaklaşım sergiler. Bunda, bazen haklıdır, bazen de haksız. Onun bu tavrının geçerlilik derecesi, ancak sol yarıkürenin sağlayacağı objektif delillerin ışığında açıklık ve kesinlik kazanabilir. Sağ yarıküre, birçok tasarılar ve öneriler sunabilir. Bunların uygulanabilir ve gerçekleştirilebilir türden olup, olmadıkları, yine ancak sol yarıkürenin kontrol ve onayından sonra netlik kazanabilir. Diğer taraftan, sağ hemisferin ilhama ve sezgiye açık sentezci ve üretken iç görüşleri olmasaydı, insanın tüm entelektüel hayatı, sol yarıkürenin üretken olmayan donuk ve durgun yaklaşımından ibaret kalırdı. Sürekli değişen çevre şartları altında, karmaşık sorunların zamana ve mekana en uygun çözümlerinin bulunabilmesi, ancak bu iki yarıkürenin, c. callosum aracılığıyla yapacakları ideal işbirliğiyle mümkün olabilir. Sağ yarıküre, kendine has bilgi işleme tarzıyla, bizzat yaşayarak edindiğimiz enformasyonun değerlendirilmesinde tek başına bile başarılı sonuçlara ulaşılabilir. Ancak, meselâ bilim alanında henüz yeni fark edilen bir olayın izahı gibi bilinmeyen pek çok yönü bulunan konularda, sağ hemisferin değerlendirme, yorum ve tahminleri, ancak rasyonel zihnin tabiattan gözlem ve deney yoluyla sağlayacağı verilerin ortaya koyduğu nesnel tabloya uygun olmaları halinde bir değer taşıyacaktır. Bilimsel buluş sürecinde, sağ yarıküreden öncelikle beklenen, varlık ve olaylara ait bazı ‘doğrudan gözlenemeyen ilişkiler’ tahayyül etmesidir. Tabii ki bunların bir kısmı, eldeki nesnel verilere uygun düşmeyebilir. Ancak bu ‘ilişki tasarımları’na atfedilecek potansiyel gerçeklik düzeyi, bunlar gerekli analitik ve rasyonel kritiklerden ve testlerden başarıyla geçmedikleri sürece ‘hayal ile muhtemel’ arasında bir realite düzeyini aşmamalıdır. Diğer taraftan, sağ yarıkürenin bu sezgisel açılım ve izah önerileri olmasaydı, tüm bilimsel etkinliklerimiz, her türlü orijinallikten yoksun, tarif veya tasvir düzeyli veri katalogları hazırlamaktan ibaret kalırdı.”
Algı ve bilişim süreçleriyle ilgili yapı ve mekanizmaları incelediğimiz bu bölümde, insanın öğrenme ve düşünme gibi temel zihinsel işlemlerinin, son derece yüksek kapasiteli ve komplike bir “veri toplama, işleme, analiz ve sentez ünitesi” olan “sinir sistemi” aracılığıyla nasıl gerçekleştirildiğini ana hatlarıyla gördük. Sinir sistemimiz, bugüne kadar çeşitli yönleriyle bilgisayarlarla karşılaştırılmıştır. Bu kitabın çeşitli kısımlarında da bu mukayeseler sonunda ortaya çıkan sonuçlara yer verilmiştir. İnsanın “algı, düşünme ve bilme” süreçlerinin nicel ve nitel özellikleri, bu “veri toplama ve işleme ünitesi”nin yapı ve çalışma özellikleriyle sınırlanmış ve belirlenmiştir. Bundan dolayı, varlık ve olayları algılama ve değerlendirme tarzımız ile bu şekilde ulaşacağımız sonuçlar ve edineceğimiz bilgilerin tür ve miktarı; hem bu “veri toplama ve işleme ünitesi”nin kapasitesiyle sınırlı olacak, hem de onun çalışma özellikleriyle şekillenecektir. Bu durumda; epistemoloji alanında mevcut klâsik yaklaşımlar ile ontolojinin temel model ve paradigmalarının, başta kognitif psikoloji, nöroloji, fizyoloji ve semiyotik olmak üzere ilgili alan ve disiplinlerin sağlayacağı bulguların ışığında yeni bir perspektiften baştan sona kadar tekrar gözden geçirilip, değerlendirilmesi ve yeniden tanımlanması, acil bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu işlemin hem her biri kendi alanlarında uzman olan, hem de disiplinler arası genel bilgi ve kültür düzeyleri yeterli olan yetenekli ve başarılı bir bilim adamı ve düşünür heyeti tarafından ideal şartlar altında plânlı, sistemli ve uyumlu bir ekip çalışmasıyla gerçekleştirilmesi sonucu, ortaya nasıl bir tablo çıkacağını şimdiden kesin olarak söylemek mümkün olmasa da, en azından “rasyonalizm-empirizm” ve “idealizm-realizm” anlayışlarının mutlaklık ve kesinliklerini büyük ölçüde yitireceklerini söylemek imkân dahilinde görünmektedir. Ayrıca temel terim ve kavramların başta fizik olmak üzere tabiat bilimlerinde özellikle son dönemde gerçekleştirilen araştırma ve çalışmalar sonunda sağlanan bulgu ve verilerin de işin içine katılmasıyla yapılacak yeni tanımlarıyla ortaya tamamen farklı bilgi ve varlık “kavram, kuram ve paradigmalarının” çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Bilim adamları da diğer insanlar gibi duyu
organları vasıtasıyla elde ettikleri “evrene ve insana” ait
verileri zihinsel süreçleri çerçevesinde değerlendirip,
yorumlayarak; varlık ve olaylar hakkındaki bilgi birikimimizi
zenginleştiren tespit ve çıkarımlarda bulunurlar. “Bir
markette, en az para sarfıyla-olabildiğince kaliteli
mallardan-mümkün mertebe yeterli miktarda satın almaya” veya
“yeni arkadaşını tanıyıp anlamaya” çalışan bir kişi ile
“bilimsel bir problemi çözmek için uğraşan” bir bilim
adamının başvurdukları temel bilişsel sistemler ve mekanizmalar
birbirine oldukça benzer. Tek fark, bilim adamının gerek
incelediği konuya dair veri ve bilgileri toplarken, gerekse de
bunları yorumlarken daha sistematik ve teknik davranmasıdır. Ama
yine de insanlığın bilim yoluyla ulaşabileceği teorik bilgi
düzeyi ve birikimi, duyu ve sinir sistemimizin yapı, fonksiyon ve
kapasite özellikleriyle belirlenmiş ve sınırlanmış olmaktan
kurtulamaz. Bir sonraki bölümde, bilimsel yöntemin asırlar boyu
farklı bilim adamlarınca değişik alanlara ve konulara tatbiki
sonucu günümüzde ulaşılan “varlık” kuram ve anlayışı
ele alınacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder