Bitkiler
Alemi
Ekolojik
zincirin ikinci halkasını teşkil eden "üreticiler"
ünitesinin elemanları olan bitkiler, dünyanın en güzel ve
alımlı varlıkları olmakla kalmayıp, hayatın
yeryüzünde tutunup, dal-budak salmasına vasıta olan bir döl
yatağı gibi de görev yaparlar. Hayvanlar ve insanlar, onlar
olmaksızın ne soluk alabilir, ne de beslenebilirler.
Her bir yaprağın
alt yüzündeki katrilyonlarca "stoma" adlı minik
dudak, gün boyu karbondioksiti yutup, oksijen çıkarmakla
meşguldür. Yeryüzünde her gün, yaklaşık olarak elli milyon
kilometrekarelik yaprak yüzeyini kapsayan “biyo-endüstriyel
tesislerde”, insanlar ve hayvanlar için bir “oksijen ve besin
üretme prosesi” olan fotosentez faaliyeti gerçekleştirilir.
Yeryüzünde bir yıl içinde tüketildiği hesaplanan yarım
trilyon tona yakın gıdanın hemen tamamı, hammadde girdileri
çamurlu su ve boğucu bir gazdan ibaret olan bu İlahi Rahmet
fabrikalarında üretilir. Güneş ışıkları kendilerine
ulaştığı müddetçe bu tesisler, göz alıcı mükemmellikte
ambalajlar içinde nefis ve besleyici ürünler imal etmeyi
sürdürürler. Fotosentez reaksiyonunun ana ürünü olan glikoz,
bitkilerin bünyesinde gerçekleştirilen çeşitli reaksiyonlarda;
nişastaların, vitaminlerin, yağların, proteinlerin, reçinelerin
ve selülozun hammaddesi olarak kullanılır. İnsanoğluna;
beşikten mezara kadar ihtiyaç duyduğu barınak, giyecek ve yakacak
malzemeleriyle birlikte; üzerine duygu, düşünce ve inançlarını
yazdığı kağıt dahi, bitkiler vasıtasıyla ulaştırılır.
Uphof'un hazırladığı 600 sayfalık "Ekonomik Değere
Sahip Bitkiler Ansiklopedisi", insanlar için faydalı olan
bitki sayısının büyüklüğü hakkında bir fikir vermektedir.
400 bine yakın
türün sayılamayacak kadar fazla bireyleriyle, her yıl bizler için
yüz milyarlarca ton oksijen, şeker, yağ, protein, vitamin, ip ve
halat lifi, odun ve selüloz imal eden bu "üretici"
ünitenin, ruhumuza doldurduğu estetik haz da; bizler için
öylesine değerlidir ki, huzur ve saadeti çok defa ağaçlar ve
çiçekler çevresinde arar ve buluruz. Çiçekler doğum, düğün
ve ziyafet mekanlarının vazgeçilmez süsleridir. İnsanlar
sevgilerini, dostluklarını, saygılarını, şükranlarını ve
samimiyetlerini de zaman zaman çiçekler aracılığıyla ifade
ederler. Evlerimizi saksılarımız ve bahçelerimiz;
şehirlerimizi, parklarımız; ülkelerimizi de ormanlarımız
süsler. Kutsal kitaplarda ise, Cennetin güzelliğine ve cazibesine,
altlarında ırmaklar akan ağaçların ayrı bir renk kattığı
belirtilir.
Bitkilerin
Matematiksel Düzenliliği
Bitkiler faydalı ve güzeldir. Bu faydalar ve
güzellikler, En Güzel ve En Cömert olan Allah'ın biz insanlara
sayısız ihsanlarından bir “lütuflar buketi”dir. Kâinatın
genel düzenlilik ve plânlılığının, bir fayda ve güzellik
alemi olan bitkiler aleminde enteresan örnekleri vardır. Bunun
çarpıcı bir örneği, bitkilerin temel yapı birimleri olan
hücrelerin çekirdeklerinde yer alan DNA moleküllerinin her bir
periyodunda, “sarmal halkaların uzunluk değerinin genişlik
değerine bölümünün” yaklaşık olarak altın orana (ф) eşit
olmasıdır.
Çeşitli
bilim dalları, varlıkların önceden tayin olunmuş kaderi bir
matematiksel plân çerçevesinde yaratıldıklarında dair sayısız
örnek ihtiva eder. W. Dawis, bu hakikati şöyle dile getirir:
"Kâinata bir “mateskop”
ile, yani bir matematikçi dürbünüyle bakanlar, dağlardan
ovalara, bulutlardan ırmaklara ve bitkilerden insana kadar her
şeyde müthiş bir matematiksel düzenlilik ve kusursuz bir
estetik güzellik müşahede ederler."
Bitkilerin yaprak,
dal, gövde, çiçek, tohum ve meyve gibi bölümleri belirli
birer matematik, mimari ve mühendislik plân çerçevesinde
yaratılmıştır. Meselâ her bir yaprağın karakteristik biçimi,
lamina adı verilen geniş yüzey kısmının, diğer türlere
nazaran bazı yönlerde daha fazla gelişmesi suretiyle ortaya
çıkar. Ayrıca her bitkinin dal, çiçek ve meyve gibi kısımları
da belirli matematiksel ve biyolojik parametrelere göre dizayn
edilmişlerdir.
Bitkilerin
güzelliği, asırlar boyunca sanatçılar kadar
matematikçilerin de dikkatini çekmiştir. Yaprakların dallar
üzerinde sıralanışındaki eşsiz matematiksel tertip, çiçeklerin
taç yapraklarında ve tohum başlıklarında mevcut rotasyonel
simetri ve kozalaklı bitkilerin tohumlarının helikal dizaynı,
bunlardan ilk göze çarpanlardır.
H.Vogel, bir
ayçiçeği tohum başlığı (kömeç) üzerinde yer alan
çekirdeklerin dizilişlerinin, şu formüle uyduğunu söyler:
Ø=
n.α , r = c√n
Burada
(n), saymaya kömecin merkezinden başlamak üzere, ele alınan
tohumun sıra numarasını, (α) ardışık iki tohumu kömecin
merkez noktasına birleştirecek iki doğru parçasının arasındaki
açıyı, (r) kömecin merkezi ile tohum arasındaki mesafeyi, (c) de
çekirdeklerin yerleşim sıklığını veya yoğunluğunu ifade eden
sabit bir sayıyı belirtir.13
Bu konuda yapılan
çeşitli araştırmalar sonunda, Ø açısının aldığı tüm
değerlerin 137.5 derecenin tam katları kadar olduğu ortaya
konmuştur. Yani ayçiçeği bitkisi için (α) açısı, 137.5
derecedir. Aslında bu değerin özel bir önemi vardır. Yukarıda
ayçiçeği tohumlarının kömeçler üzerinde sağa ve sola
yönelmiş spiral dizileri oluşturacak şekilde oluşturacak şekilde
yerleştirildiklerini söylemiştik. 137.5º’lik α açısı,
kömeçlerin üzerine en fazla sayıda tohumun yerleştirilebilmesini
mümkün kılan ideal değeri teşkil eder. Bilgisayarlarla yapılan
görüntüleme çalışmalarında 137.3 veya 137.6 gibi farklı α
açısı değerlerinde, çekirdek dizilerinden oluşan spiraller
arasında geniş boşlukların kaldığı görülmektedir. Aynı
formüller; papatya, kasım patı ve benzeri çiçeklerin taç
yaprakları ile tohum taslaklarının disk (kömeç) üzerindeki
yerleşim düzenleri için de geçerlidir.
Ayçiçeğinde
olduğu gibi; çam veya köknar gibi ağaçların kozalaklarını ve
çeşitli otların tohum başlıklarını ve ananas gibi meyveleri
oluşturan birim yapılar da sağa ve sola yönelmiş spiral diziler
halinde yerleştirilmişlerdir. Vogel’in, çiçekler için iki
boyutta tanımlamış olduğu yukarıdaki bağıntının kozalak,
ananas ve benzeri silindirik yapılara uygulanabilmesi için üçüncü
boyutu da kapsayacak şekilde şöyle yeniden düzenlenmesi gerekir14
:
Ø=
n.α , r=sabit, H=h.n
Burada
ise; (n) tohumun veya meyve parçasının silindir biçimli ana
yapının tabanından itibaren sıra numarasını, (Ø, r ve H) bu
n’inci parçanın silindirik koordinatlarını, (α) ardışık iki
parça arasındaki ayrılma (divergens) açısını, (h) de iki
ardışık parçanın silindirin ana ekseni esas alınarak ölçülen
uzaklıklarını göstermektedir.
Bu bağıntıların
yer aldığı P. Prusinkiewickz ve A. Lindenmayer’in “The
Algorithmic Beauty of Plants” adını taşıyan ve bitkilerin
matematiksel ve algoritmik özelliklerinin incelendiği; bilimin,
matematiğin ve sanatın iç içe geçtiği harikulâde eserde,
birbirinden ilginç daha pek çok örnek sergilenmektedir. Yazarlar
tarafından derlenmiş olan ve bitkilerin matematiksel özelliklerine
dayanarak geliştirilen çeşitli algoritmalar aracılığıyla
bilgisayarlarda çizilmiş olan sanal ağaç, çiçek ve meyve gibi
bitkisel yapılara ait birbirinden nefis resimleri, gerçeklerine ait
fotoğraflardan ayırt edebilmek çoğu defa imkânsız denebilecek
ölçüde güçtür.
Bitkilerde su ve
organik maddeleri gerekli yerlere taşıyan iletim sisteminin
elemanları, gövde boyunca demetler halinde uzanır.
Gövdenin enine kesitlerinde bu demetlerin, iletim dokusunu
teşkil eden unsurların diziliş tarzına göre çeşitli formlar
teşkil ettiği görülür. Bu formlardan birisi de "beşli
simetrik form"dur. Bu beşli simetrik form, “altın oran”
ile son derece yakından ilişkilidir: Bir düzgün beşgenin
herhangi bir köşegeniyle kenarı arasındaki oran 1.618'e, yani
altın orana eşittir. Ayrıca, köşegenlerin birbirleriyle
kesiştikleri kısımların birbirine bölümü de altın oranı
verir.
Şimdi,
Yaratıcı’nın eserlerindeki bir tevhit mührü olarak, altın
oranın bitkiler alemindeki başka örneklerini inceleyelim: Achillea
ptarmatica adlı bitki büyürken, ana dal üzerinde önce bir
yaprak meydana gelir ve sonra bu noktada yeni bir dalcık teşekkül
eder. Bu bitkinin gelişiminin herhangi bir döneminde dalları ve
yaprakları sayıldığında, şu sayı dizisinin elemanlarından
biri bulunur: {1,1,2,3,5,8,13,....}
Bitkilerin
dalları üzerinde yapraklar, esasen fotosentezin en yüksek
verimle gerçekleşmesini mümkün kılacak bir
matematiksel plâna göre yerleştirilmişlerdir. Meselâ,
karaağaç ve ıhlamur ağaçlarında bir yapraktan diğerine
ulaşmak için dal çevresinde 1/2 dönüş yapmak gerekir.
Kızılağaç ve kayında bu değer 1/3: elma, armut, meşe ve
servide 2/5; çoban püskülü, kavak ve ladin de 3/8; badem ve
karaçamda ise 5/13 dür. Bu rakamları sıraya koyduğumuzda {1/2,
1/3, 2/5, 3/8, 5/13,....} dizisini elde ederiz. Paydaların
altındaki ve üstündeki rakamları büyükten küçüğe
sıraladığımızda da: {1,1,2,3,5,8,13,....} dizisi ortaya çıkar.
Bu dizi, achillea ptarmatica bitkisinin dal ve yaprak sayılarıyla
ilgili dizinin aynısıdır.
Papatya, ayçiçeği,
krizantem, kasımpatı, nilüfer ve gül gibi çiçeklerin
tohum taslakları veya taç yapraklarının geometrik
konstrüksiyonu incelendiğinde, yine bu dizinin daha büyük
elemanlarıyla karşılaşılır. Papatyaların tohum taslakları,
sağa ve sola yönelmiş bir dizi spiral üzerine yerleştirilmiş
durumdadır. Normal şartlarda yetişen papatyaların tohum
taslaklarında en fazla sağa yönelmiş 21, sola yönelmiş 34
spiral müşahede edilir: {....8,13,21,34,....} Daha küçük
papatyalarda spiral sayıları 13 ve 21 olabilir.
Ayçiçeği
tohumlarında en sık rastlanan spiral sayıları 34/55 ve 55/89 dur.
Daha küçük ayçiçeklerinde 13/21 ve 21/34 değerleri, çok iri
olanlarda ise 89/144 değeri gözlenebilir. Hatta, 1899 da
Oxford'da spiralleri sayılan rekor irilikte bir ayçiçeğinin
sağa 144, sola 233 sarmal ihtiva ettiği literatüre geçmiştir.
Bütün bu oranları sıraya dizdiğimizde:
{1/2,1/3,2/5,3/8,5/13,13/21,21/34,34/55,55/89,89/144,144/233...}
kümesini elde ederiz. Bu dizinin limit değerinin tersi, "altın
oran" a (ф=1,61803) gider.
Ayçiçeği,
papatya, kasımpatı gibi çiçeklerin taç yapraklarında; iğne
yapraklı ağaçların kozalaklarında, ananas ve benzeri meyveleri
oluşturan parçalarda görülen sağa ve sola yönelmiş spiral
takımları, matematikçiler tarafından “logaritmik eğri”ler
olarak nitelenirler. Logaritmik eğrilerin de “altın oran” ile
yakın ilişkileri vardır. L. Salerno, "Dünya Sanat
Ansiklopedisi"nin "orantılar" başlığı için
kaleme aldığı yazısında bu konuyla ilgili olarak şunları
söyler: “Rönesans'ın en popüler teorisyenlerinden L.
Pacioli, ‘De Divina Proportione’ (İlahi Oran) adlı
eserinde, kâinatın temel ölçüsünün insan olduğunu öne
sürmüştü. Pacioli eski mabetlerin insan bedenindeki
orantılar esas alınarak inşa edildiğini, çünkü Allah'ın
en mükemmel surette yarattığı insanın, müstesna bir değere
ve öneme haiz olduğunu söyler. Pacioli'ye göre altın oran,
"bütünün büyük parçaya olan oranını, büyük parçanın
küçük parçaya olan oranına eşit kılan" orandır. Daha
sonraki devirlerde yaşayan birçok sanat teorisyeni de bu oranın
en “mükemmel oran” olduğunu ve "çeşitlilik içinde var
olan birliği somutlaştıran" bir niteliğe sahip olduğunu
ifade etmişlerdir.”
J.Bronowski de
"Bilim ve İnsani Değerler" adlı kitabında bu hususa
şunları ekler: "İngiliz romantik akımının en ünlü
şairlerinden ve önde gelen edebiyat teorisyenlerinden S. T.
Coleridge güzelliği tanımlamaya çalıştığı zamanlar hep
aynı derin düşünceye dalmış ve ‘Güzellik, çeşitlilikteki
birliktir..’ demiştir. Bilim; tabiattaki sonsuz çeşitlilik
görüntüsü altında saklı olan birliği keşfetme amacına
yönelik bir arayış olduğu gibi; şiir, resim ve diğer
sanatlar da bu "çokluğun sinesinde gizli birliği arayışın
diğer türleridir."
F. Hutcheson
"Güzellik ve Doğruluk Hakkındaki Kanaatlerimizin
Kaynağı" konulu bir eserinde: "İçimizdeki güzellik
duygusuyla rezonans temin eden biçimler, çeşitliliğin
bağrında birlik niteliği taşıyan formlardır." der. N.
Goward da bu hadise karşısında duyduğu hayreti: "Altın
oranı sanat eserlerinde olduğu kadar tabiatın güzelliklerinde de
müşahede etmekteyiz. Belirli bir oranın hem bilim, hem
matematik, hem de estetik alanlarında böylesine yaygın ve önemli
bir yere sahip olması, insanı hayrete gark eden bir husustur.."
cümleleriyle ifade eder.
İngiliz
estetikçi W.Charlton ise bu konuda şunları söyler: "Canlılar,
genelde logaritmik tarzda büyürler. Birçok canlının yapısında
logaritmik sarmallar veya helezon biçimli unsurlar müşahede
edilebilir. Bazı kimseler, birçok canlıda müşahede edildiği
için, sarmal formların canlılığı ve hayatı sembolize
ettiğini ve bu yüzden güzel olarak algılandıklarını söyler.
Bence, bu bilgiden habersiz olanlar da bu sarmallar güzel bulur; bu
formları sever ve bu onları temaşadan haz duyarlar. Güzel olarak
algılama ve değerlendirme, logaritmik biçimli yapıları
görmemizin tabii ve otomatik bir sonucudur. Bir bütünün çeşitli
kısımlarını yalın ve sade, ancak sürekli ve etkin bir şekilde
irtibatlandıran bir sarmal formun fonksiyonu; müzikteki “dizi”lerin
fonksiyonuna benzetilebilir. Nasıl bir melodiyi teşkil eden nota
dizisini bir müzik parçası olarak algılıyorsak, logaritmik
sarmal biçimli bir yapıyı da vizüel olarak güzel, hatta mükemmel
olarak algılıyoruz. Bu tür benzetmeler daha da çoğaltılabilir.
Müzikte bazı ses unsurlarının özel bir öncelik ve öneme sahip
bulunuşları gibi, görsel tasarımda da "altın oran"
belirgin bir öncelik ve öneme sahiptir. Bu oran esas alınarak
çizilen logaritmik veya dik açılı sarmallar, estetik bakımdan
son derece kusursuz olarak algılanırlar. Dizi veya gam, müzikte
nasıl bir tesire sahipse; resim, heykel ve diğer görsel sanatlar
ile mimaride de “logaritmik sarmal”, aynı etkiyi
doğurmaktadır."
C. E. Arseven de
"Türk Sanat Tarihi" adlı kitabında "Göze en
uyumlu ve estetik gelen dikdörtgenin kenar oranlarının 1,618
olduğu hususunda sanatçıların çoğu hemfikirdirler."
diyerek bu görüşü destekler.
İ. Tunalı,
estetik konusundaki kitabındaki meseleye klinik psikoloji
açısından yaklaşarak, konuyla ilgili araştırmaların bu
kanaati teyit ettiğini ifade eder. Fechener ise, "estetik
eşik” üzerinde yaptığı deneylerin sonuçlarını şöyle
anlatır: "Kendilerine kenar oranları farklı değerlerde
dikdörtgenler gösterilen deneklerin önemli bir çoğunluğu,
bunlar arasından kendilerine estetik açıdan en uyumlu ve güzel
gelen form olarak altın dikdörtgeni seçmiştir." Bu
hususta, başka araştırmacıların da benzer sonuçlar elde
ettiklerini belirten yayınları mevcuttur.
Bitkilerin
Mimari ve Mühendislik Düzenlilikleri
Matematiksel
plân ve düzenlilikleri fizikokimyasal düzenlilikleriyle
birleşince; bitkiler sanatta olduğu kadar, mühendislik ve
teknoloji alanlarında da bizler için ilham ve bilgi kaynağı
olabilmektedirler. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğretim
üyelerinden Prof. G. Yavuzcan'ın konuyla ilgili "Bitkilerin
Mühendislik Özellikleri ve Teknolojik hizmetleri" başlıklı
yazısı, bu hususta enteresan örnekler içermektedir. Prof.
Yavuzcan, sıraladığı verileri kullanarak şu hükme varır:
"Kim
ne derse desin bitkiler, insanlığın henüz tamamen kavrayamadığı
çok gelişmiş bir mühendislik tasarıma sahiptirler.
Bu sayede bitkiler, 20’inci yüzyılda hâlâ ulaşamadığımız
atıksız-artıksız,
üstelik de tabiatı temizleyen çok ileri seviyede bir
teknoloji ile üretim yapan fabrikalar gibi faaliyet
gösterirler.”
Bu ilginç makalede özetle şunlar anlatılır: “21’inci
yüzyıla yaklaşırken, özlem ve dileklerimizin değiştiğine
tanık oluyoruz. Yanlış teknolojik uygulamalarla dünyanın
mahvolmanın eşiğine getirildiği günümüzde bu gerçeği
görebilenler, korku ve panik içinde yeniden yeşil örtü ile
bütünleşme isteğini haykırmaktadırlar. Bu bütünleşmeyle,
ekonomik-ekolojinin temellerinin de atılacağını umuyoruz.
Bunun ön şartının da, bitkilerin bütün canlılar ve
özellikle de biz insanlar için yaptıkları ileri mühendislik
ve teknolojik hizmetlerin değerinin herkesçe kavranması
olduğuna inanıyoruz. Hızla miktarı arttırılması gereken
bitki örtüsü sayesinde hızlanacak bu mühendislik hizmetler
sonucu; atmosferin yükselen ortalama sıcaklığının normale
döneceğini, herkese yetecek miktarda temiz hava ve su
sağlanabileceğini ve toprağın verimliliğinin de artacağını
ümit ediyoruz. Bitkilerin mühendislik hizmetleri; enerji, su,
kimya, gıda, çevre, fizik, elektrik ve elektronik gibi alanları
kapsar. Kullanılan çok ileri teknoloji sayesinde çevre koruma
fonksiyonunun da eklendiği bu hizmetlerin temel nitelikleri
şöylece sıralanabilir: Bitkiler, her şeyden önce, yeryüzünün
en büyük ve müessir enerji dönüştürücüleri ve
yoğunlaştırıcılarıdır. Dünyadaki enerjinin başlıca kaynağı
olan güneşten yeryüzüne ulaşan enerjinin bir bölümü,
enteresan teknolojiler kullanan bitkiler tarafından önce kimyasal
sonra da biyomas enerjiye dönüştürülür. Petrol, kömür,
doğal gaz ve benzeri yakıtlarda mevcut enerji, bitkiler
tarafından dönüştürülerek “konserve edilmiş” güneş
enerjisidir. İnsan yapısı teknolojik sistemlerin hemen hepsi
ekzotermik karakterde olduklarından, sera etkisini arttıracak
şekilde çevreyi olumsuz yönde etkilerler. Endüstrinin bu
zararının önüne, ancak atmosferde birikmiş entropisi
yüksek trilyonlarca kilokalorilik ısıyı ve tonlarca
karbondioksiti oksijen, gıda ve kullanılabilir enerji türlerine
dönüştüren endotermik karakterli harika fabrikalar olarak
faaliyet gösteren bitkilerin yardımıyla geçilebilir. Bitkilerin
su mühendisliği faaliyetleri de çok ilginçtir. Bitkiler, bir
ton kuru gıda maddesi üretmek için bünyelerinden 200 ila
400 ton arası su geçirirler. Bu su, topraktan alınır ve
ileri teknolojiyle çalışan bu fabrikalarda kirlenmek şöyle
dursun, eğer varsa içlerindeki zehirli veya zararlı
unsurlardan da arındırılıp, saflaştırılarak dışarıya
geri verilirler. Bitkiler, aldıkları su moleküllerinin bir
kısmını da hidrojen temini için parçalarlar. Bu noktada,
bitkilerin elektrik ve elektronik mühendisliği kapsamına
giren faaliyetleri başlar. Bitkilerin yaprakları ısı ve ışık
kolektörleri olarak fonksiyon görür. Yaprakların sayı, yüzey
alanı ve renk gibi özellikleri, bu fonksiyonlarını en iyi
şekilde yerine getirmelerini mümkün kılacak tarzda
ayarlanmıştır. Yarı iletken karakter gösteren bu yapraklar,
enteresan elektronik devreler ihtiva ederler. Bir fotopil ve
güneş kollektörü görevi yapan bu yapraklarda toplanan
güneş enerjisinden elde edilen elektrik enerjisi
kullanılarak, sudan elde edilen hidrojen ile atmosferden alınan
karbondioksit birleştirilmek suretiyle glikoz molekülü
sentezlenir ve canlılar için çok değerli bir "atık”
olan oksijen, atmosfere geri verilir. Bitkilerin yılda 467.000
milyar kilowatt güneş enerjisi depoladığı hesaplanmıştır.
Bu miktar; insanların termik, nükleer ve hidroelektrik
santrallerde bir yılda ürettiği elektrik miktarının yüz katına
yakındır.
Hayretle
izlediğimiz ancak kimya mühendisliği alanına ait bilgi
birikimimiz ve teknolojimizle
taklit
edemediğimiz bu mükemmel yiyecek, giyecek ve yakacak üretim
prosesi, yeryüzünde milyonlarca yıldır süre gelmektedir.
Bütün bunlara ilâveten, bitkiler, muhtelif kaynaklardan yeryüzüne
ulaşarak çeşitli hastalıklara ve strese yol açabilecek elektrik
şarjları ile radyasyonu da en iyi şekilde topraklamakta veya
absorbe etmektedir. Bu son derece ileri teknolojik seviyeli
biyo-endüstriyel sistem, bünyesine konan otomasyon
devreleri sayesinde, ortam şartlarının
değişimine
en uygun karşılıkları
vererek üretim ve çevre koruma fonksiyonlarını maksimum
verimle sürdürebilmektedir."15
Gerçekten de bitkiler, yapı ve fonksiyon özellikleri
bakımından; mimarlık, mühendislik ve teknoloji alanlarında
insanların ulaşabildiği seviyenin çok üzerindedirler. Bu sebeple
de bizler için en önemli gıda, hammadde, malzeme ve enerji kaynağı
olmalarının yanısıra bitkiler, aynı zamanda istifade ve
kullanımımıza açık bir bilgi ve ilham kaynağı olarak da hizmet
vermektedirler.
İki bahçıvanın
iki buluşu, bitkilerin strüktürel özelliklerinden mimarlık
alanında kullanmak üzere nasıl bilgi sağlayabileceğimize iki
enteresan örnektir: Göllerde, havuzlarda ve su birikintilerinde
yaşayan Amazon nilüferinin (victoria amazonica) 2 metre çapındaki
yaprakları, suyun üzerinde yüzer bir durumda bulunur. Yeni çıkan
yaprakların kenarları yukarıya doğru kıvrıktır. Nilüferin alt
yüzeyindeki güçlü damarlarla desteklenen yaklaşık 3 m2
alanındaki bu yaprakları, birer sal gibi, 40 kg’a kadar
ağırlıktaki çocukları taşıyabilirler. 1851 yılında,
İngiltere Kraliyet Komisyonu, Londra’da açılacak Dünya Fuarı
için bir proje yarışması düzenlemişti. Amatör bir bahçıvan
olan T. Paxton, bu yarışmaya, Amazon nilüferi’nin yapı
özelliklerini esas alan bir projeyle katıldı. Yarışmayı kazanan
Paxton, yapraktaki damar ağlarının yerine çelik kirişler,
aradaki lamina bölümü yerine de 1.25 metre uzunluğunda cam
levhalar koyarak projesini gerçekleştirdiğinde ortaya, dünya
çapında ün kazanacak mükemmel bir mimari şaheser çıkmış
oldu. Kristal sarayın uzunluğu 564 metre, genişliği 139 metre,
yüksekliği de 20 metre idi. Asma katlarıyla birlikte 744.000 m2
kadar bir sergi
alanına sahipti. O dönemin imkân ve ölçülerine göre dev
sayılacak bu eserin 6 ay gibi kısa bir sürede tamamlanması ve son
derece ucuza mâl olması, projesinin mükemmelliğinin ayrı bir
delili sayıldı. Fuarda yer alan sergi tezgâhlarının uzunluğu 13
kilometreye yakındı. 6 milyondan çok insanın gezdiği serginin
mimari çekiciliği öylesine büyüktü ki; 1853’de Dublin ve New
York’da, 1854 de Cork ve Münih’de ve 1855’de Paris’de sergi
binaları, ondan ilham alınarak, ona benzer şekilde inşa
edildiler. Mimarına “Sir” unvanını kazandıran bu şaheser
hakkında K.Wahman şunları söylemişti: “Bu eser, mimarlık
tarihinde yepyeni bir gelişmenin başlangıcı olmuş, mimarlık
anlayış ve uygulamalarımıza bambaşka bir yön vermiştir.” Sir
J. Paxton
ise büyük bir samimiyetle, kendisinin,
Amazon nilüferi
yapraklarının mimarisini taklit etmekten başka hiçbir şey
yapmadığını
ifade etmiştir.
Günümüz inşaat
teknolojisinde en önemli malzeme, içine çatlama ve dağılmayı
önleyecek demir çubuklar yerleştirilmiş betondur. Çubukların
beton içindeki dağılış şekli, dayanıklılık derecesini
belirleyen faktörlerin başında gelir. Bu yapı ve malzeme
türlerinin bulucusu da bir mimar veya mühendis değil, bir bahçıvan
olan J. Monier’dir. Monier, bu buluşunun patentini 1867 de
almıştı.
İnşaat sektörünün
ikinci önemli malzemesine mukavemetli bir form kazandıran
araştırmacı da bitkilerle yakın ilişkiler içinde olan bir
kişidir. “Fransa Tabii Yapıları Araştırma Merkezi”
kurucularından olan mimar J. Coyelle’in at kuyruğu bitkisinin
gözenekli yapısından ilham alarak tasarladığı dayanıklı
tuğlanın mukavemeti, ayni materyalin daha fazlası kullanılarak
hazırlanan eski tip tuğladan dört kat yüksektir.
Şehirlerde birim alanı en yüksek verimle kullanabilmek için
çok yüksek binalar yapılmaktadır. Monier’in keşfettiği “içi
demir kafesler döşeli kalıplara dökülen beton” ve Coyolle’nin
dayanıklı tuğlasından oluşan malzeme, mimari alanına geniş
imkânlar sağlamıştır. Bu sayede yüksekliği yüz metreyi aşan
dev binalar yapmak mümkün olabilmiştir. Ancak, bitkilerin
tasarımındaki mükemmellik yine de teknolojinin ulaştığı bu
seviyenin çok üstündedir. Çünkü inşaatta kullanılan
malzemenin mukavemeti, bir gökdelenin yüksekliğinin, oturduğu
zeminin bir kenarının en fazla 11 katı kadar olmasına
elvermektedir. Oysa bitkilerin yapı malzemesinin mukavemeti 50 kat
daha yüksek o1duğundan, bir bitki, çapının tam 550 katı
yüksekliğe ulaşabilir.
Bu hususu
gözönünde bulunduran Kanadalı bir firmanın araştırma bölümünde
çalışan D. Barnes ile M. Churchland, bitki dokularından, yalnız
betondan değil, çelikten bile daha sert ve mukavim bir malzeme
çeşidi ürettiler. “Paralam” adı verilen bu malzeme, özel bir
yapıştırıcı ile birbirine tutturulan bitki kaynaklı ince çubuk
ve levhaların, mikrodalgalar kullanılarak birbirine kaynaştırılması
suretiyle hazırlanır. Çok hafif olduğu halde son derece sağlam
ve dayanıklı olan bu yeni yapı malzemesi, bitkiler vasıtasıyla
insanlığa sunulan yeni bir nimettir.
Bitkilerin
muhtelif kısımlarından alınan kesitlerde müşahede edilen makro
ve mikro yapıların organizasyon ve plânları da insanlığa geniş
kullanım potansiyeline sahip olan bilgiler sağlayabilmektedir. M.
Hatuthorne: “...sırlarla dolu bu dünyaya inanç ve dikkatle
bakmasını bilenler, canlılardaki harika mekanizmaları tetkik
edip, bunları endüstriye
aktarmak
suretiyle zaman
ve maddeden tasarruf sağlanmasına ve son derece mükemmel
cihazların imâl edilebilmesine vesile olmuşlardır...” diyerek
bu gerçeğe işaret etmiştir.
Hatuthorne’un
sözünü ettiği buluşlara birçok örnek vermek mümkündür.
Bunlardan en iyi bilinenlerden ikisi, ağaç dallarındaki iletim
sistemi taklit edilmek suretiyle hazırlanan çok hatlı elektrik
kablolarıdır. İkinci buluş ise bitkilerde çok hassas
elektromekanik komuta ve ayar sistemleriyle düzenlenen tutunucu,
tırmanıcı ve dolanıcı yapılara benzetilerek dizayn edilen
elektromekanik endüstrisinde geniş kullanım alanı bulan hassas
yaylı ve esnek sistemlerdir.
Bitkiler dünyasında
gözlenen hidromekanik uygulamalar da hayret verici mükemmellik ve
kompleksliktedir. Bu kunuda aslında hepimizin bildiği örnekler
vardır. Meselâ, kayalar üzerine düşen çam kozalaklarındaki
tohumlardan çıkan incecik kökçüklerin, sert zemin içine kolayca
dal-budak salarak minik ağaca su ve mineral sağlayacak emme ve
taşıma sistemini tesis etmesi bunlardan biridir.
Tohumların bu
fonksiyonlarını, özellikle hidrolik kuvvetten faydalanmak
suretiyle yerine getirdikleri anlaşılmıştır. Tohumlar, nemle
işleyen birer motor gibi toprağın ve hatta kayaların bağrına
kökçüklerini salarlar. Bazı bitkilerin (trifolium arvense)
tohumları, üzerlerindeki ince çıkıntılar vasıtasıyla hareket
ederek, çimlenmek için uygun bir kovuk veya yarık bulana kadar yer
değiştirir. Hatta avena futuna tohumları, böyle uygun bir yer
bulmak için adeta zıplayarak ilerler. Clemantis vitalba
tohumlarıysa, baş kısımlarını çimlenmesi için uygun bir yere
soktuktan sonra, bir eksen üzerine sıralı tüycüklerden oluşan
kuyrukları vasıtasıyla, adeta bir matkap gibi dönerek, toprağın
içine iyice yerleşirler.
Avustralya’nın
Queensland yaylasında 1950 yılında kesilen bir çam ağacından;
boyu 90 metre, çevresi 7 metre, ağırlığı da 24 ton olan dev bir
tomruk elde edilmiştir. Toprağın bağrında çimlenmekte
olan-bazen irmik helvamızın, bazen de pilavımızın içine bir
çeşni unsuru olarak kattığımız -bu küçücük çam
tohumlarının içine, böyle dev boyutlara ulaşabilecek bir ağacın
bütün anatomofizyolojik
özelliklerini kapsayan ve bizim binlerce
sahifelik
ansiklopedilere
sığdıramayacağımız
kadar çok malûmatın, nükleik asit harfleriyle kaydedilmiş olması
da, meselenin bir diğer ilginç yönünü teşkil eder.
Bazı okaliptus
ağaçlarının yapraklarından bir günde 200 litre kadar suyun
buharlaştığı hesaplanmıştır. Dr. F. Müller; Latrobe
Irmağı’nın çevresinde düzenlediği bir araştırma gezisinde,
bir okaliptus ağacının boyunu 155 metre olarak ölçmüştü.
Ağacın dalları, 100 metrelik bir gövde kısmından sonra
başlıyordu. Bu ağaçlardan 1000 tanesinden oluşan bir koruda, bir
vejetasyon mevsiminde buharlaştırılacak suyu, o ağaçların
tepelerine çıkarmak için, insan yapısı sistemlerde harcanacak
enerji; 1000 kilogramlık bir uzay aracının güneş sisteminin
dışına gönderilmesi için gereken enerjiden çok daha fazla
olacaktır. Oysa ağaçlar bu işi, sedasız, ve hemen hiç enerji
sarfetmeksizin yapabilmektedirler.
Hidrolik sistemler ilk
defa, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda kullanıldı.
Hidrolik ekskavatörler, vinçler, dozerler ve benzeri iş makinaları
ile onlarca tonluk ağırlıklar bir defada kaldırılıp, yüzlerce
metreküp çukurlar kısa sürede kazılabilir. Bu tip sistemlerde
kullanılan basınç, maksimum 200 bar civarındadır. Bu, bir
okyanusun 2000 metre derinliğindeki su basıncına denktir.
Bitkilerde ölçülen hidrostatik ve ozmotik basınçlar ile
kohezyon-terleme kuvvetinin sağladığı basınç değerlerinin
toplamı, bu değerden birkaç yüz bar yüksektir.
Bitkilerin tasarımları;
aerodinamik alanında da insanlar için değerli bir bilgi ve ilham
kaynağıdır. Birçok bitki tohumu, 100 kilometreyi aşan uçuşlar
yapabilir. Huş ağacının polenleri 2000 metreye kadar yükseldikten
sonra, bir çimen yaprağını dahi yerinden oynatamayacak hafiflikte
rüzgârlardan istifade ederek yaklaşık 400 kilometre yol
alabilirler. Uygun uçuş şartlarında 6000 metre yükseklikte bile
polenlere rastlanabilmektedir.
Karahindiba, pamuk ve
erkeçsakalı gibi bitkilerin tohumları, paraşüte benzer. Buna
karşılık; kozalaklılar, akçaağaç, karaağaç, huş, ıhlamur
ve umbellifer’lerde tohumların, plânörlerinkine benzer kanatları
vardır. Paraşütlü ve kanatlı tohumlar, yatay ve dikey hava
akımlarıyla oldukça uzun mesafelere taşınabilirler. Böylece
bitki tohumları; oldukça geniş bir alana yayılabilir ve hatta
dağlara, uçurumlara veya okyanuslardaki adalara dahi ulaşıp,
oralarda gelişebilirler. Bazı bitkilerin tohumları, havada
ilerlerken bir engelle karşılaştıklarında paraşüt ve kanat
sistemleri devre dışı kalır ve tohum yere inerek, toprağa
tutunur. Hint yasemini gibi bazı bitkilerin kanatlı tohumlarının
ise otomatik dengeleme sistemleri vardır. Bu sistem sayesinde;
havada süzülmekte olan tohumların, ani bir hava akımı ile
dengeleri bozulduğunda, hemen otomatik olarak dışbükey yüzleri
tekrar alt tarafa getirilir. Böylece, bir engelle
karşılaştıklarında, yere kurşun gibi düşmeyip, havadaki
süzülme hareketini bir süre daha devam ettirebilirler. Doç. Dr.
S. Alsan, kanatlı tohumların, yük taşıma kapasitesi ve denge
sistemleri bakımından, insan yapısı planörlerden daha üstün
olduğunu belirtir. Aslında, planörlerin günümüzde ulaştıkları
mühendislik seviyeyi de büyük ölçüde bu tabii modellere
borçluyuz.
Havacılık teknolojisinin
öncülerinden sayılan I. Etrich, sabit ve eğrilmez kanatlı bir
uçuş aracı yapmak için bitkileri incelemekte olduğu yıllarda,
F. Ahlborn’un tropikal bir sarmaşığın tohumlarının üstün
uçuş kabiliyetini konu alan “Uçuş Araçlarının Mukavemeti”
başlıklı yazısını okumuştu. Ahlborn ile işbirliği yaparak bu
tropikal sarmaşığın tohumlarının uçuş özelliklerine sahip
olan bir model hazırlayan Etrich, büyük bir başarı ve ün
kazandı. Buluşu, havacılık tarihinde bir dönüm noktası teşkil
eden Etrich, otobiyografisinde başarısının esasını şu cümle
ile ifade etmişti: ”Tohumun mükemmel uçuş özelliği, bizi
hayretler içinde bırakmıştı..”
Bitkiler aleminde, elektrik ve elektronik alanlarıyla ilgili
enteresan icraatlar da sergilenir. Güneş enerjisini diğer enerji
türlerine dönüştüren bitkiler, tüm dünyada bulunan enerji
santrallerinden daha fazla miktarda elektrik üretirler ve onu
kimyasal enerji halinde depolarlar. Bu miktar, dünyanın toplam
elektrik enerjisi üretiminin 100 katına yakındır. İnsanlığın
bilim ve teknolojide ulaşabildiği teorik ve pratik seviye ile henüz
taklide muvaffak olamadığı fotosentez reaksiyonları bütün
teferruatıyla anlaşılıp, endüstriye aktarılabildiğinde,
sınırsız miktarda enerji; gıda, yapı ve giyim malzemesinin son
derece ucuza üretimi mümkün olabilecektir.
Fotosentez son
derece üstün bir teknolojik düzeyde, eşsiz bir verimlilikle
işleyen bir biyosentez reaksiyonudur. Bütün ayrıntılarıyla
anlaşılamamış olan bu harika sistemin önemli bir parçası,
glikoz imâl etmek üzere karbondiyoksitle birleştirilecek
hidrojenin teminidir. Araştırma neticeleri, bitkilerde hidrojen
kaynağı olarak suyun kullanıldığını göstermektedir.
Fotosentez reaksiyonlarının sadece bu kısmını taklit eden
Pasteur Üniversitesi’nden J. M. Lehn, ışığa hassas bir metal
olan rutenyumun çözünebilir bir bileşiğini ihtiva eden suyu
güneş ışığına maruz bıraktığında, rutenyumun fotonlarla
uyarılması sonucu elektron saldığını ve bu elektronların, bir
su molekülündeki iki hidrojen atomundan biriyle birleşmesi
neticesi, serbest “H2”
gazının oluştuğunu gözlemiştir. Bu yolla üretilen hidrojen;
ucuz, temiz ve tükenmez bir enerji kaynağı olabilir. Bu model,
bitkilerdeki orijinalinin basit bir kopyası olduğundan, henüz
istenen yerimlilikte işlememektedir. Ancak bitkileri daha iyi
tanıyıp, onların harika yapılarını ve bünyelerinde milyonlarca
yıldır işletilen mükemmel sistemleri daha iyi anladığımızda,
bu modelin çok daha verimli bir hale getirilmesi mümkün
olabilecektir.
Kaktüsler, oluşturdukları
“elektrostatik alan” vasıtasıyla çöl havasında son derece az
miktarda bulunan su moleküllerini toplayıp, yoğunlaştırdıktan
sonra, iletim sistemlerine almakta ve gövdelerinin gereken
kısımlarına sevketmektedirler. Yıllarca yağış almayan çöllerde
yaşayan kaktüslerin %95 oranında su ihtiva ettikleri gözönünde
bulundurulursa, bu su toplama sisteminin ne kadar verimli ve etkili
bir şekilde çalıştığı anlaşılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder