1-)
BİLİM VE METOT
Hayvanlar,
bitkiler, yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar; kısacası canlı ve
cansız bütün varlıkları ile tabiat, insanların daima
ilgisini çekmiştir. İnsan, ilgi duyduğu nesnelerin yapısını,
olayların da mekanizmasını bilmek ve anlamak ister. Bu tür
isteklerimizi "nasıl" ve "neden"
kelimeleriyle başlayan sorularla ifade ederiz. Bilim, insanın
merakını uyandıran şeylerle ilgili bu gibi sorulardan
kaynaklanmış ve onlara verilen karşılıklarla gelişmiştir.
Nasıl
veya neden kelimeleriyle başlayan sorular, bir hadise
karşısında insanın hayrete düşmesinden doğar. Bilim,
“varlık ve olayları” tasvir ve izah yoluyla sistemli bir
şekilde kavrama çabasıdır. Bilim felsefecilerinin çoğuna göre,
bilimin başta gelen gayesi, “kâinatı
ve insanı
anlamak”tır.
Bu gayeye ulaşmak için bilimsel çalışmalarda "olguların
tasvirleri ve izahları" yapılmaya çalışılır.
Olgu,
izahı gereken önemli bir kelimedir. Çok sık kullanıldığı
halde bu terimin manâsı genellikle kesin ve açık değildir.
Bazen kâinatta olup biten pek çok şeyi kapsayacak kadar
geniş, bazen de yalnızca algılarımızı ve doğrudan gözleme
konu olabilecek şeyleri ifade edecek kadar dar manâda
kullanılmaktadır. Buna göre; "güneşin parıldaması,
çimenlerin yeşilliği, kuşun uçuşu gibi; uzak bir
süpernova patlaması, elektronların atom çekirdeği
çevresinde dönüşleri, zaman zaman hissettiğimiz yorgunluk ve
baş ağrısı gibi duyular ve ilkokul günlerini hatırlamamız"
birer olgudur. Bazı olgular gözlemler ile doğrudan, bazıları da
bir takım çıkarımlar aracılığıyla dolaylı olarak tespit
edilir.
Bilim
Etkinliği 1
Bütün
bilim dallarında, bilim faaliyetinin ilk safhasını, "tasvir"
teşkil eder. Tasvir işleminde hedef; araştırma konusunu
teşkil eden olguların ve bu olgular arasında mevcut
bulunan ilişkilerin belirlenmesi, sınıflandırılması ve
kaydedilmesidir. Tasvir safhasında; ölçme, gözlem ve deney gibi
prosedürler kullanılabilir.
“Ölçme”,
gözlem veya deney yoluyla temin olunacak verilerin
rakamlarla kantitatif olarak ifadesi için başvurulan bir işlemdir.
Ölçme, bir veya daha fazla nesnede var olan ya da var olduğu
kabul edilen bir özelliğin miktarını belirleme işlemidir;
meselâ, bir çocuğun ağırlığının, bir mineralin sertlik
derecesinin veya bir okulun öğrenci sayısının belirlenmesi
gibi. Ölçme prosedürleri sonunda; nesnelerle, olgularla veya
bunların gözlemleriyle ilgili olarak, ölçümde kullanılan
birimler cinsinden bazı rakamsal değerler elde edilir. Bir
ölçme işleminde aslında ölçülen şey nesnenin kendisi
değil, ona ait bir niceliktir.
"Gözlem"
ise, araştırılan konuya ait olguların sistematik bir tarzda
toplanıp, kaydedilmesi işlemidir. Gözlem esnasında
olayların tabii akışına müdahale edilmeksizin problemle
ilgili olanlar, özellikle de çözüme katkısı olacağı
düşünülenler seçilmeye çalışılır. Çözümü araştırılan
problem iyice tanımlandıktan sonra bu hususla ilgili olaylar
sistemli bir şekilde gözlenmeye ve bulgular toplanmaya başlanır.
Gözlem sırasında olguların çeşitli nitelikleri,
birbirleriyle karşılıklı münasebetleri, farklılık ve
benzerlikleri; nesnelerin yapısal özellikleri ve olayların
mekanizmaları ile ilgili veriler, belirli bir plân çerçevesinde
derlenerek kaydedilir.
Bir
gözlemin değeri; "güvenilirlik” ve "geçerliliği"ne
bağlıdır. Güvenilirliğin ölçüsü, gözlemin tekrarlanabilir
oluşu ve her tekrarında sonuçların tutarlı kalmaya devam
etmesidir. Geçerlilik ise, gözlemin belirli bir amaca
yönelik olmasıyla ilgilidir. Geçerli bir gözlem, ya bir
sorunun cevaplandırılmasına ya da bir problemin çözümüne
katkısı olan gözlemdir. O halde bir gözlemin geçerliliği
izafi olup, kendi zatlarında gözlemler ne geçerli ne de
geçersizdirler. Bir gözlem, ancak belirli bir maksada hizmet ettiği
ölçüde geçerli, aksi halde geçersizdir.
"Deney"
de bir tür gözlemdir. Olgu bulma faaliyeti olarak deney,
şüphesiz, herhangi bir gözleme göre daha kesin, daha sistemli
olup, ayrıca amaç ve sınırları daha belirgin olan bir
işlemdir. Gözlemde hadiselerin oluş tarzına herhangi bir
müdahalede bulunulmazken, deneyde, olayların mümkün mertebe
belirli bir plân çerçevesinde akışı sağlanmaya çalışılır.
Gözlemci, olguları tespit için hadiseleri izler ve aradığı
olguların kendiliğinden meydana gelmelerini bekler. Deneyci ise
kendisinin ayarlamış olduğu şartlar altında olguları suni
olarak üretir. Yaygın bir deyişle; gözlem tabiatı okumak iken,
deney de ona soru sormaktır.
Bu
işlemler aracılığıyla elde edilen veriler sistematik bir şekilde
“kaydedilir, sınıflandırılır, analiz edilir ve bilinen diğer
olgularla karşılaştırılır.” Bu bulguların ışığında,
problemin çözüm işlemine en elverişli biçim ve içerik ile
nihai olarak tekrar tanımlanmasıyla “tasvir” prosesi
tamamlanmış olur. Artık sıra, “açıklama” safhasına
gelmiştir.
Açıklama,
tasvire göre daha yüksek seviyeli olan bir zihinsel faaliyettir.
Tasvir merhalesinde olguların sadece oluş biçimleri ele
alınırken, izah safhasında oluş sebepleri ortaya konmaya
çalışılır. Birinci merhalede olguları toplama, sınıflama
ve kaydetme suretiyle "ne" ve "nasıl"
sorularına cevap verilirken, bilimsel faaliyetin asıl önemli
kısmını teşkil eden izah safhasında ise "niçin" ve
"neden" ile başlayan sorulara uygun karşılıklar
bulunmaya çalışılır. Meselâ, bir ay tutulması veya
gelgit olayını baştan sona dikkatle izleyip, gözlemimizin
sonuçlarını oluş sırası içinde bütün teferruatıyla
kaydettiğimizde elde edeceğimiz veriler, bize ay tutulması veya
med-cezir fenomenlerinin "nasıl " vuku bulduğunu ifade
eder, fakat "neden" meydana geldiğini göstermez.
Ayrıca, belirli bir olguyu tasvir için o olgunun dışına
çıkmaya gerek yoktur; olguyu oluş süreci içinde gözlemek
ve kaydetmek yeter. Oysa bir olguyu açıklamak için, o
olgunun dışındaki başka olgulara başvurmak gereği vardır.
Bunun için de, bu iki olgu türü arasında münasebet
kuran bir veya daha fazla sayıda genellemenin mevcudiyeti
gerekir.
Bu
farkları, "cisimlerin suda yüzmesi" olgusu ile ilgili bir
örnekle açıklayabiliriz: Gözlemlere göre, bazı cisimler
suda yüzmekte, bazılarıysa batmaktadır. Sırasıyla
deneyerek hangi cisimlerin suda yüzdüğünü, hangilerinin ise
battığını tespit etmemiz; yüzen bir cismin hacminin ne
oranda su dışında ve ne oranda da su içinde kaldığı
belirleyip, kaydetmemiz, cisimlerin suda yüzmesi olgusunu yeterli
ve doğru bir şekilde tasvir edebilmemiz için gereklidir.
Fakat bu tür bilgiler, bazı cisimler yüzerken, neden
bazılarının battığını açıklamaya yetmez. Meselâ, tahta
parçalarının yüzdüğü, demir parçalarının ise battığı
herkes tarafından bilinir. Ama, "Bu niçin böyledir?"
sorusunu ancak cisimlerin özgül ağırlıkları hakkında
bilgimiz varsa, daha doğrusu, cisimlerin suda yüzmesiyle özgül
ağırlıkları arasındaki münasebeti biliyorsak tam olarak
cevaplandırabiliriz. Aynı şekilde, bir “emme” tulumbanın
kuyudan suyu hangi yolla ve ne kadar yükselttiğini, gözlem veya
ölçme yoluyla tespit edebiliriz. Fakat bu bilgiler, tulumbanın
suyu neden belirli bir yüksekliğin üzerine çıkaramadığını
açıklamaya yetmez. Böyle bir açıklama için bir başka
şeye, "hava basıncı" kavramına başvurmamız
gerekir.
Bilim,
özellikle belirli bir düzene bağlı olarak ortaya çıkan
olguları ve bu olgular arasında bulunan "değişmez
görünüşlü" münasebetleri açıklamaya çalışır.
Gözlemlerimiz değişmez bir düzenle gecenin gündüzü
kovaladığını, yeterince ısınan metallerin genleştiğini,
sıvıların belirli bir sıcaklıkta donup yine belirli bir
sıcaklıkta ise kaynadığını vb., göstermektedir. Böyle sabit
görünüşlü olgular arası münasebetlerin birer cümleyle
ifadesi "genelleme" adını alır. "Genelleme",
lügat manâsıyla "zihnin genel fikirler meydana getirmesi veya
özelden genele geçiş" olarak tanımlanabilir. Genellemelerin
birçok türleri vardır. Aşağıdaki önermeleri inceleyerek
bunları gözden geçirelim:
1-)
Şu bahçedeki elmaların hepsi kırmızıdır.
2-)
Bekârlar evli değildir.
3-)
Bütün metaller yeterince ısıtıldığında genleşir.
4-)
Bir dış kuvvetin etkilediği herhangi bir cismin hızı, o
kuvvetle doğru orantılı ve aynı yönlü
olarak
değişir.
5-)
Her yıl dünyaya gelen çocukların yaklaşık olarak % 50’si
erkektir.
6-)
Bir 226Ra
kitlesi içindeki atomların yarısı, takriben 1622 yıllık bir
süre içinde bozunur.
7-)
Dünyamız, güneş sistemine dahil bir gezegendir.
Genelleme
niteliği taşıyan bir önerme, tek bir olgu veya nesneyi değil,
bir olgular veya nesneler gurubunun tamamını veya hiç
değilse bir bölümünü kapsamalıdır. Birincisi ve sonuncusu
dışında bu önermelerin hepsi birer genellemedir. Sonuncu önerme
tek bir olguyu ifade ettiği için genelleme niteliği
taşımamaktadır.
Birinci
önerme, biçim yönünden genelleme niteliğinde görülmekle
beraber aslında gerçek bir genelleme değildir. Gerçek bir
genelleme, muhtevası yönünden belli bir zaman veya belli bir
yerle sınırlı olamaz. Kapsanan nesneler; ister bir grubun tümü,
isterse bir bölümü olsun, hiç değilse potansiyel olarak
sınırlandırılmamış olmalıdırlar. Oysa, "Şu bahçedeki
elmalar.." ifadesinden de anlaşılacağı üzere, birinci
önermenin kapsadığı nesneler belli bir mekanla sınırlı
tutulmuştur.
İkinci
önerme bir genelleme olmakla birlikte, nesnel muhtevadan yoksundur.
Gerçekte "Bekârlar evli değildir." önermesi, "Bekârlar
bekârdır." demekten farklı değildir. Bunun gibi
tanımları gereği veya biçimsel olarak doğru ancak içeriksiz
olan önermelere analitik önermeler denir. Analitik önermelerin
doğruluk değeri, hiç bir gözleme gerek duyulmaksızın
"a-priori" olarak bilinir. Bu tür önermelerin sembolik
ifadeleri "a,
a'dır"
tarzındadır. Böyle ifadelerde özne ile yüklemin özdeş
olduğu görülmektedir. Özneyi ne niteleyen ne de manâsına yeni
bir şey katan yüklem, sadece onu tekrarlamaktadır.
Matematiksel
önermelerin önemli bir kısmı analitik türdendir. Zaten
matematiğin kesinliği, onun bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Meselâ, "5+7=12" gibi bir önermenin doğruluğu
herhangi bir gözleme gerek duyulmadan ve hiç tereddütsüzce
herkes tarafından kabul edilir. Bunun sebebi açıktır: Çünkü
bu önerme herhangi bir olgusal içeriğe sahip olmayıp, sadece
"5+7" ile "12"nin anlamlarının özdeş
olduğunu ifade etmektedir. Bu yüzden matematik önermelerin doğru
yada yanlış oluşu, yalnızca biçimlerine bağlı olarak
belirlenir.
3,
4, 5 ve 6 numaralı ifadeler gerçek birer genellemedir. Fakat
bazı nitelikleri açısından bunlar arsında bir takım
farklılıklar vardır: 3’üncü ve 4’üncü önemeler,
"üniversel" genellemeler grubuna ait örneklerdir. "Bütün
metaller ısıtıldığında genleşir" genellemesi sadece belli
bir metalin değil, geçmişte ve yaşamakta olduğumuz anda,
kâinatın her yerinde gözleme konu olmuş ve olabilecek bildiğimiz
ve bilmediğimiz bütün metallerin belirli bir özelliğini
ifade etmektedir.
Böyle
konu, mekan ve zaman bakımından sınırsız genellemelere
"üniversel ya da evrensel" genellemeler denir. 4’üncü
önerme de üniversel bir genelleme olmakla birlikte 3’üncüden
farklı bir nitelik taşır. "Bütün metaller ısıtıldığında
genleşir" şeklinde bir genel hükme ulaşmak için, bazı
gözlemlerin sonuçları yeterlidir. Bu tür genellemelere "gözlem
seviyeli" önermeler denir. Oysa, "Bütün atomların
çekirdekleri; nötron ve proton adı verilen nükleonlardan
yapılmıştır." veya "Bir dış kuvvetin etkilediği
bir cismin hızı, o kuvvetle doğru orantılı olarak, aynı
yönde değişir." gibi genellemelere direkt olarak
gözlemlerle ulaşmak mümkün değildir. Gözlem düzeyli bir
genellemede geçen terimlerin tamamı ampirik, teorik düzeyli
genellemelerde geçen terimlerin ise, en az biri teorik niteliktedir.
Ayrıca gözlem seviyeli önermelerin doğrulanması olgularla
direkt bir karşılaştırma ile mümkün olabilirken, teorik
genellemelerin doğrulanması ancak genellemenin mantıksal
sonuçlarının olgularla karşılaştırılması suretiyle
yapılabilir. Bu iki tür genelleme arasındaki farklılıklar,
açıklama tekniklerinden dedüksiyon, indüksiyon ve
retrodüksiyon ele alınırken daha ayrıntılı olarak
incelenecektir.
Bilimde
kullanılan genellemelerin tamamı üniversel genellemeler
değildir. "Her yıl dünyaya gelen çocukların yaklaşık
yarısı erkektir” şeklindeki genellemeler, üniversel
genellemeler gibi, ilgili oldukları nesne, olay ya da durumların
tamamını değil, ancak bir bölümünü kapsamaktadır. Beşinci
örnektekine benzeyen bu tür genellemelere "istatistiksel"
genellemeler denir. 5’inci örnek, gözlem seviyeli bir
istatistiksel önermedir. Radyumun 226 atom ağırlıklı izotopunun
yarılanma ömrüyle ilgili 6’ıncı örnektekine benzer
özellikteki önermelere ise, teorik nitelikli istatistiksel
genellemeler denir.
Bir
genelleme ister üniversel, isterse istatistiksel nitelikte olsun,
bilimsel açıklamalarda ya “açıklayan” ya da “açıklanan”
olarak yer alır. Meselâ, "Dünyanın güneş çevresinde
çizdiği yörünge neden elips biçimindedir" sorusuna
verilecek, "Çünkü bütün gezegenlerin yörüngeleri
elips biçimindedir." cevabını bir tür açıklama olarak
kabul edersek, burada yer alan gezegen yörüngeleriyle ilgili
genelleme "açıklayan" fonksiyonu görür. Öte yandan
"Gezegenlerin yörüngeleri neden elips biçimindedir?"
sorusuna dinamikle ilgili kanunlara müracaat ederek cevap
verdiğimizde bu defa, aynı genelleme, "açıklanan"
olarak işlem görmüş olur.
Bütün
bilim tarihi boyunca gelmiş geçmiş her türlü bilimsel
sayılabilecek faaliyette açıklama prosesi için kullanılmış
olan belli başlı üç temel teknik vardır: "Dedüksiyon,
indüksiyon
ve
retrodüksiyon
(hipotetik-dedüksiyon)".
İlk iki çıkarım veya açıklama tekniği, milâttan önceki
birkaç asırdan beri bilinmektedir. Tarihi seyirleri boyunca,
belirli dönemlerde gelişip zirveye ulaşmış olan çeşitli
bilim anlayışlarında bu yöntemler, en popüler açıklama
teknikleri olarak kullanılmışlardır. İlk iki çıkarım
şeklinin bir tür sentezi olarak da niteleyebileceğimiz üçüncü
açıklama tarzı olan retrodüksiyonun tanımlanması, işleyiş
şeklinin kesinlik ve açıklık kazanması ve bilimsel çalışmalarda
yaygın olarak kullanılmaya başlaması ise, daha yakın zamanlarda
gerçekleşmiştir.
Açıklamanın,
bir olgunun vuku buluş şeklini değil, oluş nedenini ortaya koyma
işlemi olduğunu söylemiştik. Çoğu defa, münferit olguların
açıklanmasında, bu olguları kapsayan gözlem düzeyli bazı
genellemelere başvurulur. Meselâ, R. Boyle tarafından tanımlanmış
olan ve gazların basınçları ile hacimleri arasındaki ilişkiyi
ifade eden “aynı sıcaklıktaki tüm gazların basınç ve hacim
değerlerinin çarpımı sabittir” genellemesi, gözlemsel düzeyli
ilişkilere dayanır. Gözlem düzeyli genellemelerle dile getirilen
olgusal ilişkilerin açıklanabilmesi için ise “açıklayıcı
veya teorik genellemeler” adı verilen daha üst düzeyli
genellemelerden yararlanılır. Gazların kinetik teorisi, Boyle’un
dile getirdiği gözlemsel basınç-hacim ilişkisini açıklayan
daha yüksek düzeyli bir genellemedir.
Bir
olgunun açıklaması, çok defa onun bir veya daha fazla
sayıda genelleme ile başka olgulara bağlanması suretiyle
yapılır. Aslında açıklamada birbirlerine bağlanan şeyler
olgular değil, bu olguları tasvir ve ifade eden önermelerdir.
Buna göre bir olgunun izahı, “o olguyu tasvir eden önermenin,
konuyla ilgili bazı genellemeler yardımı ile başka bazı
olguları tasvir eden önermelerden çıkarımı işlemi”dir.
Eğer bu irtibatlandırıcı genellemeler üniversel biçimde ise,
çıkarımın dedüktif nitelikte olduğu söylenir. Dedüktif
bilimsel açıklamanın biçimsel yapısını incelemeden önce,
formel disiplinlerin genel ilkelerini, özelliklerini ve empirik
bilimler ile aralarındaki ilişkileri ve temel faklılıkları
gözden geçirmek yararlı olacaktır.
Formel
Disiplinler ve Empirik Bilimler
Üç
büyük gruba ayırabileceğimiz bilgi kategorilerinin ilk
ikisini "formel disiplinler" ve "empirik bilimler"
teşkil eder. Tanımı gereği “gnosiyoloji”,
bunları alt kümeleri olarak bünyesinde ihtiva eden en geniş
bilgi dairesidir. Formel disiplinler, matematik ve mantıktan
oluşur. Empirik bilimler ise "fiziksel bilimler" (fizik,
kimya, astronomi, vb.), "hayat bilimleri" (zooloji,
botanik, vb.)" ile "davranış bilimleri veya beşeri
bilimler” (psikoloji, sosyoloji, antropoloji, ekonomi, vb)
şeklinde üç ana branşa ayrılabilir. Şüphesiz daha farklı
bilim sınıflandırmaları yapmak da mümkündür.
Formel
disiplinler olan matematik ve mantık, hem konuları hem de
metotları yönünden birbirlerine benzerler. Her iki disiplinin de
birtakım soyut genel kavramları konu alması ve her ikisinde
de, doğruluklarını tespit için gözleme gerek olmayan
"a-priori" önerme ve ilkelerin büyük bir ağırlık
taşıması, benzerliklerin esasını teşkil eder.
Matematik;
sayı, nokta, doğru, küme, fonksiyon ve benzeri soyut
nesnelere ait özelliklerin belirlenerek ortaya konmasını ve
bunlar arasındaki ilişkileri tanımlayan ifadeler ile teoremlerin
mantıksal olarak ispatlanmasını konu alan formel bir
disiplindir. Gerek fizik, astronomi ve kimya gibi empirik
bilimlerde; gerekse matematikte düşünme prosesi; bir “meselenin
izahına” veya bir “problemin çözümüne” veyahut da bir
“hipotez, teori ya da teoremin ispatına” yönelik bir
faaliyettir. Hem empirik hem de formel disiplinlerde düşünme
süreci, "bulma" ve "doğrulama" olarak iki ayrı
merhaleye ayrılabilir.
İlk
merhalede meseleyi açıklayıcı ya da giderici bir çözüm
bulunduktan veya sentezlendikten sonra ikinci merhalede bu çözümün
geçerliliği veya doğruluğu araştırılır. Empirik bilim
dallarında olgular ispatlanmaya değil, açıklanmaya
çalışılır. Bilimsel faaliyet, ilgili alandaki olguları en
doyurucu biçimde açıklama gücü taşıyan genelleme,
hipotez veya teorilerin bulunması ve sonra yine olgularla
bunların geçerliliklerinin test edilmesi suretiyle
gerçekleştirilir. Bu sebeplerle empirik ifadelerin doğru veya
yanlış olarak nitelendirilmeleri pek yerinde değildir. "Dünya,
küre biçimindedir.", "Su belirli şartlarda 100
santigratta kaynar." veya "Tüm metaller ısıtıldığında
genleşir." gibi empirik genellemeler, gözlem ve deney
sonuçlarına uygun ya da zıt düşmelerine göre geçerli
veya geçersizdirler. Bu tür gözlem seviyeli empirik
genellemelerin değerlendirilmesi, direkt olarak olgularla
mukayeseleri suretiyle mümkün iken, komplike soyut teorik
bilimsel ifadelerin test edilmeleri ancak indirekt tarzda
yapılabilir. Hangi türden olursa olsun, bir empirik genelleme
veya teorinin değerlendirilmesinde hüküm "doğru"
veya "yanlış" şeklinde değil; "uygun"
veya "aykırı", "geçerli" veya "geçersiz",
"yararlı" veya "yararsız" şeklinde dile
getirilmelidir. Bilimsel teoriler, olgulara uygunluk gösterdikleri
sürece geçerlidirler. Açıklayamadıkları yeni olguların
ortaya çıkması durumunda, ya kısmen ya da tamamen
değiştirilmeleri gerekir.
Matematik
ve Matematiksel Düşünme
Matematikte
empirik bilimlerdeki gibi olguların izahı yerine, matematiksel
nesneler arasında "algılanan" birtakım ilişkilerin
teoremler halinde ifadesi ve bunların ispatı hedeflenir. Meselâ,
geometrideki üçgenlerin iç açılarının toplamına ait
teoremi ele alalım: Tüm üçgenlerde iç açıların toplamı
iki dik açının toplamına, yani 180 dereceye eşittir.
Başlangıçta bu, çizilen bazı üçgenler üzerindeki ölçümlere
dayanan empirik denebilecek bir genellemeydi. Ancak, bir
matematikçi bu genellemeyi daha çok çeşit ve sayıda üçgeni
yoklayarak doğrulama yoluna gitmez veya bu kadarıyla yetinmez.
Ayrıca, üçgenlerin iç açılarının toplamının neden iki dik
açının toplamına eşit olduğu hususu da matematikçiyi
ilgilendirmez. Onun aradığı bir açıklama değildir. Bir
matematikçi, doğru kabul ettiği bazı prensip ve varsayımlara
dayanarak, bulmuş olduğu ilişkiyi ispatlama yoluna gider. Yani o
önce herhangi bir yolla "algıladığı" ilişkiyi dile
getiren genellemeye bir teorem niteliği kazandırır ve sonra da
onu ispatlar. Burada matematikçi algıladığı ilişkiyi
açıklamayı değil, mantıksal kesinliğe kavuşturmayı
amaçlamaktadır. Formel ispatın hedefi, teoremin öncüllerini
teşkil eden varsayımlar olan aksiyom veya postulatların doğruluğu
veya olgulara uygunluğunu ortaya çıkarmak değil, “bir
bütün olarak teoremin mantıksal tutarlılığını
göstermek”dir.
Empirik bilimlerde ise gözleme konu olan ilişkiyi ispat değil,
izah hedeflenir.
Ulaşılan
sonuçların kesinliği açısından da empirik ve matematik
önermeler arasında önemli bir farklılık vardır. Bu hususu,
fizik alanından “Bir gazın hacmi, sıcaklık sabit
tutulduğunda, basıncı ile ters orantılı olarak değişir.”
şeklindeki bir önerme ile, matematik alanından “3+4=7”
şeklindeki bir önermeyi kıyaslayarak açıklığa
kavuşturabiliriz.
Bu
iki önermeden ilki; empirik bir ilişkiyi, “gazların hacmi ile
basıncı arasında belirlenen bir bağıntıyı” dile getirmekte
olup, bu önermenin geçerliliği, olgusal yolla, yani gözlem ve
deneye başvurularak irdelenir. İkinci önermede ise tamamen farklı
bir durumla karşılaşmaktayız. Burada yine bir ilişki, üç
rakam arasında geçerli olan bir bağıntı ifade edilmektedir. İlk
bakışta bu ilişkinin de gözleme dayalı bir genelleme
olduğu düşünülebilir. Gerçekten de 3 elma ile 4 elmanın bir
arada 7 elma olacağı gözlem yoluyla da tespit edilebilir.
Elmaların yerine başka nesneler (meselâ; kalem, bilye, masa,
yumurta vb.) konulduğunda, hep aynı netice alınır. Ancak yine
de, matematiksel doğruluğun, empirik gerçekliğin tersine,
gözlem veya deneyden bağımsız oduğu kolayca gösterilebilir.
Meselâ, bir lâm üzerine önce 3 sonra 4 bakteri koyarak
mikroskopta sayalım. Sayım sonucu 7 değil de 8 bakteri görsek,
beklentimize ters düşen bu gözlem sonucu, acaba 3+4=7 önermesini
yanlış sayabilir miyiz? Önerme, empirik nitelikte olsaydı,
cevabımız evet olacaktı. Nitekim, herhangi bir gazın hacmi ile
basıncı arasındaki beklentiye ters düşen tekrarlanabilir
nitelikte tek bir gözlem bile, o ilişkiyi dile getiren
genellemeyi yanlışlamaya yeter ve genelleme, yeni gözlemi de
beklenir kılacak tarzda değişikliğe tâbi tutulur. Oysa
gözlemlerin sayısı ve neticesi ne olursa olsun 3+4=7
önermesini yanlışlama imkânı yoktur. Gözlem ve deneye konu
olan nesneler bakteri gibi küçük değil de elma, dağ, gezegen
gibi büyük de olsa, usûlünce ispatlanmış bir matematiksel
önerme olgularla yanlışlanamaz. Bu tür durumlarda hata önermede
değil, sayma ya da gözlem tekniğinde aranır.
Empirik
ve matematik önermeler arasındaki bu farklılığa ait çeşitli
görüş ve tartışmaların ayrıntıları şimdilik bir yana
bırakılarak, meselenin esası şöyle açıklanabilir: Günümüzde
oldukça yaygın olan bir bakış açısına göre, matematiksel
önermelerin önemli bir bölümü analitik ya da totolojik
niteliktedir. Bir başka ifadeyle, 3+4=7 önermesi, aslında
3+4=3+4 veya 7=7 demekten öteye geçmemektedir. Analitik denilen bu
tür bir önermeyi, hiçbir gözlem veya deney yanlışlayamaz.
Çünkü, son çözümlemede analitik bir önermede yapılan şey,
"bir şey A ise, o şey A'dır" gibi hiçbir olguya zıt
düşmeyen formel bir "doğruyu" dile getirmekten
ibarettir. Bu tür önermelere, doğrulukları a-priori bilinen
önermeler de denir. Matematik önermelerin kesinliği, tamamen
tanımlarına dayanan formel bir niteliktir. Yine matematikçilerin
bir kesiminde yaygın olan ve bu kanaate zıt düşmeyen diğer bir
görüşe göre de matematiksel kesinliğin kaynağı, matematiğin
çalışma alanını teşkil eden nokta, küme, ve benzeri nesnelerin
niteliğinde; özellikle de bu nesnelere has ilişkilerin, dedüktif
çıkarıma elverişli yapısında aranmalıdır. Görüldüğü
gibi, matematiksel ispat (tıpkı mantıkta olduğu gibi) kesindir
ve empirik teorilerin aksine, usûlüne uygun bir tarzda
ispatlanan matematiksel teoremlerin sonradan yanlışlanmaları söz
konusu olamaz. Ancak burada da yine “bulma ve doğrulama”
olarak iki merhaleli bir süreç mevcuttur.
Matematiksel
genelleme veya teoremlerin keşfi ya da bulunuşu, bazen empirik
genellemeler gibi ölçme, gözlem ve deney verilerine dayanabilir.
Meselâ, herhangi bir dairenin içine çizdiği üçgenlerin
tabanları küçüldükçe, bunların altında kalan boşlukların
azaldığını ve bu üçgenlerin daireyi giderek daha fazla
doldurduğunu gören bir ilk çağ geometricisi, üçgen ile
dairenin alanları arasında bir ilişki olduğunu sezmiş olmalıdır.
Ayrıca, bu üçgenlerin yükseklikleri tedricen dairenin
yarıçapına yaklaşmakta ve tabanları da çember üzerine denk
gelmeye başlamaktadır. Yüksekliğin yarıçapa, tabanların
çembere yaklaştığını müşahede eden geçmişin
matematikçilerinin üçgenin alan formülünden dairenin alan
formülüne geçmeleri imkân dahilindedir.
Böylece,
dikdörtgen, üçgen ve daire gibi geometrik cisimlerin alan hesabına
ait formüllerin; ölçme, benzetme, deneme-yanılma ve mukayese
süreçleri ile geliştirilmeleri mümkün görünmektedir. Aynı
şekilde π sayısı ve √2 gibi rasyonel olmayan sayılar da;
değişik ölçülerdeki daire veya karelerin çevre uzunluklarıyla,
çap veya köşegenleri arasındaki oranların incelenmesi sonucu
ortaya çıkmış olmalıdır. Üçgenin alan formülü olan
(tabanxyükseklik/2)nin,
dikdörtgenin alan formülünden (tabanxyükseklik);
dairenin alan formülü ise üçgenin alan formülünden
faydalanılarak bulunmuş olabilir. Dairenin лr2
olan
alan formülü, лr2
=2(лr)r/2
şeklinde yazılarak; “2лr” taban, “r” de yükseklik olarak
kabul edildiğinde, üçgenin alan formülünden dairenin alan
formülüne geçişi tasarlamak kolaylaşır. Burada л sayısı,
dairenin çevresiyle çapı arasında değişmeyen bir oran veya
sabit bir sayı olarak karşımıza çıkmaktadır.
T.
Dantzig, "Bilimin Dili: Sayılar" adlı kitabında "
Bir alimin ders anlattığı kürsüsünü iki katına çıkarma
teşebbüsü; parabol, hiperbol ve elips gibi konik kesitlerin
keşfine yol açar..." der. Euclides-dışı geometriler
konusunda da çalışmaları olan büyük matematikçi Gauss'un,
uzayın ne tür bir geometriyi doğruladığını belirlemek için
birbirinden uzak üç dağ tepesini bir üçgenin köşe noktaları
olarak kabul edip, iç açılarını ölçmeye teşebbüs ettiği
anlatılır. Sonraları yapılan yakın uzay çevremiz içinde
daha uzun kenarlı “sanal üçgen”lerin açı ölçümleri 180°
değerini vermiştir. Fakat aslında bu sonuç, üçgenlerin
yeterince büyük olmamasından ileri gelmiş olmalıdır. Çünkü,
Einstein'ın da teorilerinde benimsediği Euclides-dışı
geometrilere göre “astronomik büyüklük mertebelerinde” bir
üçgenin iç açılarının toplamı 180 dereceden farklı
olmalıdır.
Ayrıca
bu tür empirik kaynaklı buluşlarla ortaya konan bağıntılar,
daha çok, tarihi gelişimi içinde matematiğin erken dönemlerinde
gerçekleştirilmiş olan nispeten dar çerçeveli ifadelerdir.
Ortaya konuşları herhangi bir somut gözlem verisine
dayandırılamayacak olan Euler'in eл
i
= -1 bağıntısı, Riemann ve Lobatchevsky'nin yeni geometrileri
gibi son derece soyut ve karmaşık ifade ve denklemler,
matematiksel buluşun; kuralları tamamen belirli olan ve mantık
kalıplarına dökülebilen türden bir işlem olmadığını
gösterir. Bilim felsefecilerinin çoğu; böyle soyut ve kapsamlı
buluşların "sezgi", "ilham" veya "içe
doğma" gibi kognitif psikolojinin alanına giren zihinsel
prosesler aracılığıyla gerçekleştiğini kabul ederler.2
İkinci
merhale olan ispat, genelde dedüktif bir karakter taşıdığı
için, matematiğin bu yönüne aşırı bir önem veren kimi
matematikçi, mantıkçı ve bilim felsefecileri, baştan sona bütün
matematiği "bir şey A ise, o şey A'dır" şeklindeki
önermelerden ibaret dedüktif bir sistem olarak görürler.
Gerçekten matematiksel önermelerin çoğunun analitik nitelikli
olduğu söylenebilir, ancak bu durum nedeniyle tüm matematiğin
dedüktif bir sistem olarak nitelenmesi de, oldukça abartılı bir
kanaat olsa gerektir.
Bilimsel
metot, bilim ve matematik felsefesi ve tarihi ile mantık
konularındaki literatüre son derece hakim olan ve kitaplarında,
bu karmaşık ve önemli sahalara ait sınırsız görüş ve
düşünceyi, gayet sistematik bir tarzda bir araya getirerek,
okuyucusuna çoğu defa en sağlıklı orta yolu büyük bir
isabetle sunan ve bu çalışmamızda en fazla faydalandığımız
eserlerin yazarı olan, ülkemizde son asırda yetişen en çaplı
ve üretken düşünürlerden Prof. C. Yıldırım'ın matematiğin
bütünü üzerindeki şu ifadeleri, bu konudaki görüş tufanını
da yine büyük bir maharetle “kristalleştiren”
bir nitelik taşır: "Matematiksel
düşünme, temelde ne günlük ne de bilimsel düşünmeden farklı
değildir. Her türlü düşünmenin başta gelen amacı, “gerçeğe
veya doğruya” ulaşmaktır. Doğruluk, günlük ve bilimsel
düşünmede gözlem ya da deney verilerine, matematik ile
mantıkta ise ispata bağımlıdır. Matematiğin tümüyle ispata
dayandığı görünümüne bakarak onu salt
dedüktif
bir bilim saymak yanlıştır. İspat prosesi; ispata konu
ilişki, özellik ya da bunları içeren bir genelleme gerektirir.
Öyle bir özellik veya ilişkinin bulunması ise, mantıksal bir
çıkarımla değil, ancak retrodüktif türden bir düşünme
işlemiyle gerçekleştirilebilir. Her alanda olduğu gibi,
matematikte de “bulma”, araştırıcının yapıcı zekâ,
algılama gücü, sezgi, ilgi gibi öznel yetilerine ve
konuya ilişkin birikim ve deneyimlerine bağlıdır.
Matematikte dedüktif düşünme kadar indüktif ve
retrodüktif düşünme süreçleri de önem taşır. Dedüktif
mantıkla kesinlik kazanan matematik,
yeni
kavram ve genellemeler için yapıcı düşünme süreçlerine
muhtaçtır"3
Matematiksel
düşünme işlemlerinde ispat aşamasının sistemli, düzenli ve
kapsamlı bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için
“aksiyomatikleştirme” adı verilen bir prosedürden
yararlanılır. Aksiyomatik yöntemin en etkin ve verimli şekilde
kullanıldığı dal, geometridir.
Aksiyomatik
bir sitem, bazı “temel terimler” ile bunların bileşimlerinden
oluşan “önerme”lerden kurulur. Terimler “primer veya
tanımlanmayan” ve “tanımlanan” terimler olarak iki gruba
ayrılır. Bir formel sistemde, sonsuz geriye gidişe veya çıkmaz
döngüye düşmeksizin her bir terimin tek tek tanımlanması
mümkün olamayacağından, bazı terimlerin tanımlanmaksızın
sezgisel anlamlarıyla kabul edilmeleri zorunludur. Meselâ,
geometride “nokta” ve “doğru” gibi terimler,
tanımlanmaksızın kabul edilen primer terimlerdir.
Önerme
veya önerme biçimleri de iki ana gruba ayrılır: 1-) Primer
(ispatlanmaksızın kabul edilen) önermeler. Bunlara “aksiyom”
veya “postulat” adı verilir. 2-) İspat edilen önermeler.
Bunlara teorem denir. Meselâ, geometride “Aynı şeye eşit olan
şeyler birbirlerine de eşittir.” önermesi bir aksiyom, “Bir
üçgenin iç açılarının toplamı iki dik açının toplamına
eşittir.” önermesi ise bir teoremdir.
Aksiyomatik
bir sistemde; bütün terimler, primer terimlerin yardımıyla
tanımlanır. Meselâ, “doğru parçası” terimi; “nokta” ve
“doğru” terimleri kullanılarak tarif edilir. Benzer şekilde,
teoremler de aksiyomlara dayanılarak ispatlanır. Meselâ yukarıda
sözü edilen üçgenlerin iç açılarının toplamıyla ilgili
teoremin ispatı, “paralel postulatı” adı verilen ve “Bir
doğru dışındaki herhangi bir noktadan o doğruya bir ve yalnız
bir paralel doğru çizilebilir.” şeklindeki aksiyoma başvurularak
yapılır.
Formel
bir sistemi oluşturan önermelerin doğru kurulması ve teoremlerin
de ispatı için bazı kurallara ihtiyaç vardır. Bu kuralların ilk
grubuna “kurma kuralları”, ikinci grubuna ise “çıkarım
kuralları” ismi verilir. Kurma kuralları, tıpkı gramer
kuralları gibi, önermelerin düzgün biçimde kurulmasını sağlar.
Çıkarım kuralları ise teoremlerin üretilmesi veya ispatı
sırasında mantıksal geçerliliğin ve denetimin sağlanmasına
yarar.
Aksiyomatik
bir sistem aslında geniş kapsamlı bir dedüktif çıkarımdan
başka bir şey değildir. Burada, aksiyomlar “öncüller”e,
teoremler de “çıkarım”a veya “mantıksal sonuç”a
karşılık gelir. Aksiyomlar ispatlanmaksızın kabul edilen
önermeler oldukları için, eğer bunlar doğru değilse, teoremler
de doğru olamaz. Teoremlerin doğruluğu, ancak dayandıkları
aksiyomlar doğru iseler söz konusu olabilir. Bu nedenle bir
teoremin matematiksel yolla ispatı, teoremin doğru olduğunu değil;
sadece dayandığı
aksiyomların doğru sayılması halinde teoremin de doğru sayılması
gerektiğini gösterir.
Aksiyomatik
bir sistemin temel taşları olan primer terimlerin ve bu terimlere
dayanan aksiyomların anlamlı olmaları zorunlu değildir. Terimler
birer sembolden, aksiyomlar da soyut biçimsel önermelerden ibaret
olabilirler. Bu durumda, bunlar aracılığıyla türetilen diğer
terim ve teoremler de aynı şekilde anlamdan yoksun olacaklardır.
Bu şekilde kurulan sistemler soyut ve biçimsel olup, herhangi bir
konu veya olgu kümesiyle bağlantılı değildirler. Ancak bu soyut
formel sistemler ile olgusal dünya arasında bir ilişkinin
kurulması da mümkündür. Bunun için primer terimlere anlam vermek
ve dolayısıyla aksiyomları belli bir konuya ait önermeler halinde
yeniden ifade etmek gerekir. Bu işleme ”yorumlama” denir.
Bu
hususla ilgili iki önemli nokta vardır. Bunlardan ilki, aynı soyut
veya biçimsel sistemin birden fazla konuda yorumunun mümkün
olmasıdır. Bu konuyla ilgili ikinci önemli nokta da şudur: Soyut
bir sistemin belirli bir konuya ilişkin yorumu doğru önermeler
sağlarken, bir başka konuya ait yorumu ise yanlış önermeler
verebilir. Zaman zaman, başlangıçta tamamen insan zihninin serbest
tasarımları olarak kurulan bütünüyle soyut bazı biçimsel
sistemlerin, daha sonradan başta fizik olmak üzere çeşitli
empirik bilim dallarına ait olgusal ilişkileri başarıyla
açıklayabilen son derece kullanışlı olgusal modeller halinde
yorumlandığı görülmektedir. Bu hususa daha sonra tekrar
değineceğiz.
Mantık:
“Dedüktif Çıkarım ve Akıl Yürütme İlkeleri” Disiplini
Mantık,
"akıl yürütme prensiplerini" konu alır. Akıl yürütme,
bir önermenin doğruluğunu, başka bir veya birkaç önermeye
dayanarak ileri sürme tekniği olarak tarif edilebilir: "Hasan
ölümlüdür; çünkü o bir insandır." ifadesinde Hasan’ın
ölümlü olduğu, onun insan oluşuna dayanılarak ileri
sürülmektedir. Oysa yalnız başına ne "Hasan ölümlüdür",
ne de "Hasan bir insandır" önermeleri birer akıl
yürütme ifadesi değildir. Her iki cümle de tek başlarına birer
iddia olmaktan öte geçmemektedirler. Ancak ikincisinin birincisine
bir dayanak olarak gösterilmesi, akıl yürütme işlemine bir
örnek teşkil eder.
Mantıkta
olguların açıklanması değil, doğru düşünme kuralları ele
alınır. Mantıkçı, düşünme ve açıklama işlemlerini; ilgili
önermelerin nesnel verilere uygunluğu veya içeriği yönünden
değil, bu önermelerle gerçekleştirilen çıkarımların birtakım
kurallara uygunluğu açısından ele alır. Başka bir ifadeyle o
sadece düşünmenin geçerliliğiyle ilgilenir. Mantıkta, düşünme
işlemlerinde yer alan önermelerin doğruluğu veya yanlışlığı
değil, bunların doğru olarak kabul edilmesi halinde, başka hangi
önermelerin de doğru sayılması gerektiği hususu araştırılır.
Düşünme sürecinde kullanılan önermelerin olgusal olarak
doğruluklarının tespiti, ilgili alanda çalışan bilim
adamlarının görevidir.
Standart
dedüktif akıl yürütme işlemlerinde başlıca üç adet önerme
kullanılır. Bunlar doğru veya yanlış olabilir. Bu önermelerden
ilk ikisine "öncül" sonuncusuna ise "hüküm"
veya "sonuç" denir. Sonuç, doğruluğu iddia edilen
önermeyi, öncüller ise bu iddiaya dayanak veya delil olan
önermeleri temsil etmektedir. Meselâ, “insanların ölümlü
olduğu” ve “Hasan’ın da bir insan olduğu” öncüllerine
dayanarak yapılan “Hasan’ın da ölümlü olduğu”
çıkarımından
oluşan
“akıl yürütme işlemi”nin standart biçimi şöyledir:
Tüm
insanlar ölümlüdür.
Hasan
bir insandır.
O
halde, Hasan ölümlüdür.
Günlük
konuşma dilindeki çıkarımlar çok defa bariz veya açık
değildir; ya tek tek cümlelerde ya da uzun paragraflarda
gömülüdür. Mantıksal çıkarımlarda önce öncüllerin, sonra
hükmün ileri sürülmesi, sadece şekil yönünden tercih edilen
bir husus olup, herhangi bir mecburiyete dayanmamaktadır.
Nitekim günlük konuşma ve tartışmalarda çok defa tam
tersine bir sıralama yapılır; meselâ: “Bu tüpteki sıvı asit
olmalı, çünkü mavi turnusol kağıdını kırmızıya
dönüştürmektedir.” Bir akıl yürütmeyi ifade eden bu
cümle, şu iki alt cümlenin birleştirilmesi suretiyle
kurulmuştur: a-) Bu tüpteki sıvı asittir, b-) Çünkü, bu
tüpteki sıvı, mavi turnusol kağıdını kırmızıya
dönüştürmektedir.
İlk
cümle, çıkarımın sonucunu; ikinci cümle bu sonuca destek veya
delil sağlayan öncülü teşkil etmektedir. İkinci cümlenin bu
görevi, “çünkü” kelimesiyle belirtilmiştir. Aynı
çıkarımı daha bariz olarak şöyle ifade edebiliriz: “Bu
tüpteki sıvı, mavi turnusol kağıdını kırmızıya
dönüştürmektedir, o halde, bu sıvı asittir.” Burada, "O
halde" ibaresi cümleyi ikiye bölmekte, önce gelen bölümün
öncül, sonra gelen bölümünse sonuç olduğunu göstermektedir.
Akıl
yürütmelerin böyle bileşik cümlelerle ifadesi çok defa yanlış
yorumlara yol açtığından, mantıksal çıkarımda prensip
olarak biçimi netleştirmek için öncül ve sonuç, bir çizgi
ile ayrılır. Öncül çizginin üstünde, sonuç ise altında yer
alır:
Bu
tüpteki sıvı mavi turnusolü kırmızıya dönüştürmektedir.
O
halde, bu sıvı asittir.
Böyle
bir ifade günlük konuşma ve yazı dilinde kulağa pek hoş
gelmese de, mantık yönünden istenilen açıklık ve kesinliği
temin eden düzgün bir biçim sağlamaktadır. Mantıksal
çıkarımlarda düzgün biçimin kullanılmasının faydasını
göstermesi açısından şu iki örneği ele alalım: 1-) Mevsim
kışsa, hava soğuktur. 2-) Mevsim kış olduğundan hava
soğuktur.
İlk
bakışta aynı şeyi ifade ediyor görülen bu iki cümle,
mantık prensipleri açısından birbirinden tamamen farklıdır.
Meselâ, ilk cümle bir çıkarım olarak kabul edilemez. Çünkü
bu cümle, herhangi bir akıl yürütmeyi ifade etmeyen şartlı
bir önermeden ibarettir. Halbuki ikinci cümle, önerme formunda
olan bir çıkarımdır. Burada, "Mevsimin kış olduğu"
gerçeği, "Havanın soğuk olduğu" iddiasını ispatlama
gayesiyle dile getirilmektedir. Nitekim bu cümle, "Hava
soğuktur çünkü mevsim kıştır" tarzında ifade
edildiğinde, çıkarımın biçimi daha barizleşmekte ve dedüktif
kalıba kolayca dökülebilmektedir:
Mevsim
kıştır
O
halde hava soğuktur.
Standart
dedüktif çıkarım kalıbındaki örneğimize tekrar dönelim:
Tüm
insanlar ölümlüdür.
Hasan
bir insandır
O
halde Hasan ölümlüdür.
ifadesine
benzeyen bütün çıkarımların genel biçimi:
Tüm
A'lar B'dir,
X
bir A'dır
O
Halde, X bir B'dir.
şeklinde
yazılabilir. Burada A, B ve X birer değişken olup, bu
sembollerin neleri temsil ettiği önemli değildir. Her türlü
durumda öncüller sonucu zorunlu kılmakta, çıkarım
geçerliliğini sürdürmeye devam etmektedir. Çünkü X bir A ise
ve A olan herşey aynı zamanda B ise, X'in de B olması kaçınılmaz
bir zorunluluktur. Bu genel biçim; uygulandığı konu veya bilgi
alanı ne olursa olsun, geçerliliğini muhafaza eder.
Dedüktif
bilimsel açıklamalar da aynı formel biçime sahiptir. Bu durumda
öncüller, "konuyla ilgili genellemeler (teori ve kanunlar)"
ile “duruma ait şartlar” dan oluşur. Sonuç ise, açıklaması
yapılan olgudur. Bir olguyu açıklamak için, onu bazı
genellemeler aracılığıyla başka olgular ile
irtibatlandırdığımızı, daha doğrusu bu olguları ifade eden
önermelere bağladığımızı söylemiştik.
Böyle
bir açıklama yöntemini günlük hayatımızdan bir örneğe
uygulayalım: “Sıcak
ve güneşli günlerde öğleden sonraları sahillerde, denizden
karaya doğru serin bir rüzgâr eser. Bu olguyu şöyle
açıklayabiliriz: Güneş karayı denizden daha çabuk ve kuvvetli
ısıttığından, kara üzerindeki hava kütlesi de ısınarak
yükselir ve ondan boşalan yere deniz üstündeki serin,
dolayısıyla
da daha yoğun olan havanın akımı başlar.”
Bu izah, formel kalıba dökülerek de ifade edilebilir. Dedüktif
açıklamaların standart biçimi:
1-)Genellemeler
(Teori ve kanunlar) (G) (Öncüller)
2-)Duruma
ait şartlar (Ş)
(Açıklama)
O halde...(Olgu)..... (O) (Sonuç)
şeklinde
yazılabilir.
“Gn”
genellemeleri, “Şn”
şartları, “O” olguyu göstermek üzere (G1
= Toprağın özgül ısısı suyunkinden azdır, G2
= Isınan havanın yoğunluğu azalır ve basıncı düşer, G3
= Hava tabakaları yüksek basınç alanından düşük basınç
alanına akar, vb. Ş1
= Hava sıcak ve güneşlidir, Ş2
= Mekan deniz kenarıdır, vakit öğleden sonradır,vb.)
1-)
G1,
G2,.............Gn
2-)
Ş1,
Ş2,
............. Şn
3-)
Olgu (O) (Denizden sahile doğru serin bir
rüzgâr eser.)
Dedüktif
çıkarımlı bir açıklamanın bilimsel yönden yeterliliği şu
dört şartın sağlanmasına bağlıdır: 1-) Açıklanan,
açıklayanların mantıksal sonucu olmalıdır. Başka bir deyişle,
açıklayanları doğru kabul ettiğimizde, açıklananı da doğru
kabul etmek zorunda olmalıyız. Bu, kısaca çıkarımın geçerli
olması gereğini ifade eder. 2-) Açıklayanlar arasında kanun
hükmünde en az bir genelleme olmalıdır. 3-) Açıklayanlar,
olgusal içerikli önermelerden meydana gelmelidir. 4-) Açıklayanlar
oluşturan önermeler doğru olmalıdır. Özetle, bilimsel
yeterliği olan bir açıklama; a-) “Biçim yönünden mantıksal
olarak geçerli” ve b-) “Muhteva yönünden, nesnel olarak
doğrulanmış” önermeleri ihtiva eden bir çıkarımdır.
Bilimsel
tahmin ise, olgular arasındaki ilişkilerden veya bu ilişkileri
dile getiren genellemelerden yararlanarak, henüz vuku bulmamış bir
olguyu önceden kestirme işlemidir. Meselâ astronomide bazı ilk
şartların gözleminden ve Newton’un bulduğu hareketle ilgili
kanunlardan faydalanarak gelecekteki bir ay veya güneş tutulmasını
kestirmek, bilimsel bir tahmindir. Varlık alemini bilim aracılığıyla
inceleme sürecinde tahmin, açıklamaya yakın derecede önem taşır.
Açıklamada başta gelen amaç anlamak, tahminde ise evrende hüküm
süren kuvvetleri insanların yararına kullanmaktır. Bilim,
olguları önceden kestirme imkânı sağlamasaydı, yeni bilgilerin
teknolojiye aktarılması mümkün olamazdı. Bilim böylece, bir
yandan kendimizi ve tabiatı tanıyıp, anlamamıza yarayan değerli
bilgiler sağlarken; diğer yandan da tabii kuvvetlerden
yararlanmamızı mümkün kılmıştır.
Tahminin
bir başka önemli fonksiyonu da hipotez veya teorilerin doğrulanması
sürecinde kullanılabilecek yeni gözlem ve deney verileri
sağlamaktır. Bir teori veya hipotezden çıkarılacak her mantıksal
sonuç, bir tahmin niteliği taşır. Teori veya hipotezlerin
doğrulanması da, bu gibi sonuçların yeni gözlem ve deney
verilerine uygun düşmesiyle imkân kazanır.
İndüksiyon:
Bir Genelleme Yöntemi
Yukarıda
görüldüğü gibi dedüksiyon, kelimenin tam manâsıyla bir
çıkarım metodudur. Oysa "indüksiyon"a bir çıkarım
metodu değil, bir "varım" metodu demek belki daha
doğru olur. Gerçekten indüksiyon, temel fonksiyonu açısından
bir "genelleme metodu"dur. Sınırlı veya sınırsız bir
sınıf oluşturan tek tek nesne ve olguların gözleminden
hareketle, o sınıfın tümünü kapsayan bir genelleme çıkarmaya
yarar. Meselâ; a1,.....a
n
gibi aynı kümeye giren bazı nesnelerin B
gibi
bir ortak niteliklerinin olduğunu tespit ediyor ve buna dayanarak
bütün a'ların B niteliğine sahip olduğu sonucuna varıyoruz.
1-)
a1
bir kuğudur ve beyazdır. (öncüller)
2-)
a2
bir kuğudur ve beyazdır.
3-)
a3
bir kuğudur ve beyazdır.
...............................................
...............................................
...............................................
n-)
n bir kuğudur ve beyazdır.
-------------------------------------------------------------------
O
halde bütün kuğular beyazdır. (hüküm)
Tasvir
edici, gözlem seviyeli bütün genellemeler, farklı sayıda
müşahedeye dayanan birer indüktif çıkarımdır. Bu tür
çıkarımları niteleyen en önemli özellik, genellemede geçen
terimlerle, genellemenin dayandığı gözlemleri ifade eden
terimlerin aynı olmasıdır. (Örneğimizdeki "kuğu"
ve "beyaz" terimleri gibi). Bu özellik, tasvir edici bir
genellemenin doğruluğunun gözlemlerle direkt olarak test
edilebilmesine imkân sağlaması bakımından önemlidir. "Bütün
kuğular beyazdır" genellemesinde, bir nesnenin kuğu olması
ile beyaz olması arasında değişmez bir ilişki
bulunduğu dile getirilmektedir. O halde, kuğu olan bir
nesnenin aynı zamanda beyaz olduğunu tespit eden her gözlemimiz,
bu genellemeyi doğrulayıcı bir delil sayılacaktır. Şimdi
bütün gözlemlerimizin, kuğu olan nesnelerin aynı zamanda
beyaz olduğunu gösterdiğini farz edelim. Bu durumda söz konusu
genelleme geniş ölçüde doğrulanmış sayılabilir.
Ne
var ki, "tüm gözlemlerimiz" muhtemel gözlemlerin
ancak bir kısmını teşkil edeceğinden, bu genellemenin bundan
sonra hiç yanlışlanamayacağını hiçbir zaman söyleyemeyiz.
Doğrulayıcı gözlemlerimizin büyük sayılara ulaşması elbette
genellemenin doğru olma ihtimalini yükseltir. Fakat "n"
sayısındaki gözlemin (n, ne kadar büyük bir sayı olursa olsun)
doğruladığı bir hükmün, "n+1"inci gözlem
tarafından da doğrulanacağını yine de kesin olarak iddia
edemeyiz. Çünkü varılan sonuç, gözlem yoluyla sağlanan
delillere dayalı olmakla beraber, onları aşan ve henüz gözlemi
yapılmamış olan nesne ve olguları da kapsayan bir
genellemedir. Gözlediğimiz kuğu sayısı ne kadar büyük
olursa olsun, bütün kuğuların beyaz olduğunu iddia etmek,
hiçbir zaman "mantıksal geçerlilik" kazanamaz. Bu
sebeple indüksiyon, bizi asla kesin ve tam güvenilir bir hükme
ulaştıramaz. Nitekim örneğimizdeki genelleme de uzunca bir
süre doğru kabul edildikten sonra, Avustralya'da bazı siyah
kuğulara rastlanması üzerine geçerliliğini kaybetmiştir.
Görüldüğü
gibi dedüktif çıkarımdaki kesinlik, indüktif çıkarımda
yoktur. Bilim faaliyetlerinde indüksiyonun rolü, olguları bir
çeşit özetleme ve sınıflama ile, hükümlerimizin sınırlarını
genişletmekten ibarettir. Bilimde gerçek açıklama gücü
taşıyan genellemeler, direkt gözleme dayalı olmayıp, doğrudan
gözleme konu edilemeyen teorik unsurlar kapsayan soyut nitelikli
genellemelerdir. Meselâ; çekim kuvveti, atomik yapı,
elektromanyetik alan gibi kavramlarla ilgili genellemelerin hiç
biri, saf gözleme dayalı indüksiyonla elde edilmemiştir.
İndüksiyon bu tür direkt olarak gözlenemeyen nesne ve
ilişkilere ait mefhumların keşfine elverişli bir açıklama
yolu değildir. İndüksiyonun bilimdeki yeri, olguları tasvir
edici birtakım genellemeler ortaya koymak ve böylece teorik
nitelikteki açıklamalara malzeme hazırlamakla sınırlıdır.
İndüktif
olanlarla mukayese edildiğinde dedüktif çıkarımların bariz bir
kesinliğe sahip olduğu görülüyor. Şimdi kısaca, dedüktif
çıkarımların bu kesinliğinin dayandığı temelleri
inceleyelim. Bilindiği gibi dedüksiyon, verilen öncüllerden
hareketle bazı hükümler çıkarma veya ispat etme metodudur.
Meselâ, geometri teoremlerinin ispatı da dedüktif yolla yapılır.
Burada ispat acaba neyi göstermektedir? Çok defa sanıldığı
gibi hükmün veya teoremin doğruluğunu mu, yoksa sadece
sonucun veya teoremin, genelleme veya aksiyom denilen öncül
önermelerden çıkarılabilir olduğunu mu? Aslında dedüktif
ispatta, yalnız ikinci özellik mevcuttur. Böyle olunca, bir
teoremin ispat edilmesi veya dedüksiyonla bir hükme
ulaşılması, ne teoremin ne de hükmün doğruluğunu
göstermez. Dedüktif bir çıkarım veya ispatı bu yolla yapılmış
bir teorem, yanlış da olabilir. Şu var ki, öncül olarak
kullanılan önermeler doğru ise, bunlardan dedüktif çıkarımla
elde edilen teorem veya hüküm de yanlış olamaz. Bu demektir
ki dedüksiyonla ulaşılan sonucun doğruluğu, ispata ait
öncüllerin doğruluğuna bağlıdır. Dedüktif çıkarımların
tamamını "P doğru ise, Q da doğrudur" şeklinde ifade
etmek mümkündür. Klasik mantık, bütünüyle bu tip
önermelerden ibarettir. Q, P'de örtülü olarak varolan şeyi
bariz hale getiren, fakat bize yeni bir şey öğretmeyen bir
önermedir. Q'nun kesinliği mutlak değildir. “P doğru ise Q'da
doğrudur” şeklindeki bir çıkarım, Q'nun doğruluğunu
sadece P'nin doğru olması halinde teminat altına
almaktadır. O halde, Q gibi bir önermenin doğruluğunu
dedüktif yoldan ispatlamak demek, sadece onun doğru olan P gibi
bir önerme veya önerme gurubundan çıkarılabilir olduğunu
göstermek demektir. Bu çıkarım bize yeni bir şey
öğretmemekte, sadece öncüllerde saklı olan hükmü
belirginleştirmektedir.
Retrodüksiyon:
Gerçek Bilimsel Açıklama Yöntemi
Geçerli
ve kapsamlı yeni soyut teorik genellemelere acaba hangi yolla
ulaşılabilir? İndüksiyonun bu husustaki yetersizliğini daha
önce ele almıştık. Bir çok bilim adamı ve düşünür, yeni ve
geçerli genellemelere ulaşmakta en kullanışlı yolun
"retrodüksiyon" olduğunu kabul eder.
Retrodüksiyon;
gözlemlerimizi, gözlem dışı kalan nesne, süreç veya
mefhumlar tasavvur ederek açıklamayı sağlayan bir çıkarım
biçimidir. C. S. Pierce, bu hususu şöyle bir örnekle açıklar:
"Napolyon Bonapart adlı komutana ait çok sayıda belge ve
anıtın mevcut olduğunu müşahede ediyoruz. Bu şahsı bizzat
görmemiş olmakla beraber, onun bir zamanlar gerçekten var olduğunu
tasavvur etmeksizin gördüklerimizi, yani bütün bu belge ve
anıtları açıklayamayız."
4
“Gerçek”
ve geniş bir açıklama potansiyeline sahip yeni bir teorik
genellemeye ancak retrodüktif çıkarımla ulaşılabilir.
Retrodüktif çıkarımın mantıksal yapısı kesin bir
şekilde belirlenememiş olmakla birlikte, şu kadarı
söylenebilir: Beklenmeyen, mevcut varsayım veya teorilere aykırı
düşen bir olgu karşısında, bilim adamı direkt gözlemden
gelmeyen, fakat gözlem verilerinde mevcut tüm ilişkileri
açıklama gücünde görülen yeni bir teorik bir kavram tasavvur
ederek, bu ilişki tarzını kelimelerle veya sembollerle bir
genelleme şeklinde dile getirir.
Meselâ
hava basıncı kavramının keşfi, böyle bir düşünme süreciyle
gerçekleştirilmiştir: Toriçelli, öğretmeni Galileo'yu
şaşırtan bir olguyu, bir emme tulumbasının suyu ancak
on metre kadar çekebilmesi gözlemini, direkt olarak gözleyemediği
"hava basıncı" diye bir kavram tasavvur ederek
açıklamıştır. Burada retrodüktif bir çıkarım aracılığıyla
bilimsel bir açıklamaya ulaşmak için, beklenmeyen bir olgunun
gözleminin, araştırıcı için bir hareket noktası teşkil
ettiği ve beklenmeyen bu durumun açıklanmasının, doğrudan
gözlem verisi olmayan yeni bir kavrama veya hipoteze başvurmakla
mümkün olduğu görülmektedir.
Bilim
tarihinden bu konuyla ilgili bir başka örnek olarak çekim
kanunu da ele alınabilir. Newton tarafından, çekim kanununda,
kütleler arasında etkiyen bir çekim kuvveti olarak tasavvur edilen
mefhum, doğrudan gözlem konusu olmamakla beraber, o güne kadar
gözlenen pek çok olguyu kapsayan bir açıklama ve tahmin
potansiyeline sahip yeni bir kavramdır.
Retrodüksiyonda
bilhassa önem taşıyan nokta, açıklayıcı kavramın, sadece
gözlem seviyeli olan tasvir edici terimler içinde bizzat
bulunmaması, orijinal ve çok defa da teorik ve soyut bir
nitelik arz etmesidir. Demek oluyor ki retrodüksiyon,
gördüklerimizi, direkt olarak göremediğimiz varlık, süreç
veya kavramlar tasavvur ederek açıklayabilmemizi sağlayan en
kullanışlı ve en üst seviyeli bilimsel açıklama tarzıdır.
Daha önce de belirtildiği gibi retrodüktif çıkarımın
mantıksal kalıbını tanımlamak mümkün olmamıştır. Ancak şu
iki çıkarım kalıbının mukayesesi, bu mevzuda bir fikir
verebilir:
I
II
P doğru ise,
Q doğrudur. P doğru ise Q doğrudur.
P doğrudur.
Q doğrudur,
------------------------------
------------------------------------
O halde Q
doğrudur. O halde P doğrudur.
I.
kalıp geçerli bir dedüktif çıkarımı temsil
etmektedir. Buna "demonstratif" çıkarım da denir.
II. kalıp ise ne geçerlidir, ne de dedüktif niteliktedir. Ona
indüktif demek de doğru olmaz. Bu kalıpta, birincinin tersine,
öncülleri doğru kabul ettiğimizde sonucu da doğru kabul etme
zorunluluğu yoktur. Öncüllerin doğruluğu sadece sonucun doğru
olma ihtimalini artırmaktadır. Ne dedüktif, ne de indüktif
olan bu çıkarım kalıbı, teorik genellemelere ulaşma
mekanizmasını açıklamaya elverişli görünmektedir.
Q
(Beklenmeyen, şaşırtıcı gözlem)
P→
Q (P'yi doğru kabul edersek, Q da açıklanıp, beklenen bir gözlem
niteliği kazanacak)
-----------------------------------------------------------
P
[O halde, P'yi doğru sayabiliriz.]
Burada,
retrodüksiyon yoluyla P'ye ulaşmada nasıl bir yol veya zihinsel
proses izlendiği ortaya konmamıştır. Bazı hallerde "analoji"
denilen düşünme tarzının rolü, son derece aşikâr
olmaktadır. Kimi düşünür ve bilim adamlarının,
analojiye dayanan açıklama ve çıkarım tarzını, bilimsel
açıklama tekniklerinin dördüncüsü olarak benimsemeleri
sebebiyle, bu düşünce biçimini de kısaca ele alınması yararlı
olacaktır: Dedüktif olmayan akıl yürütmelerimiz arasında
analoji veya benzetişe dayananlar önemli bir yer tutar. İki şeyin
bazı yönlerden olan benzerliğine bakarak aralarında daha başka
yönlerden de benzerlikler olabileceği hükmüne ulaşmak,
analojiye dayanan bir çıkarımdır. Başka bir ifade ile; a ve b
gibi iki nesnenin p, q, r... gibi birtakım ortak özellikleri
olduğunu farz edelim. Daha sonra a'nın x gibi bir başka özelliği
daha tespit edilmiş olsun. Buna dayanarak b'nin de x özelliğine
sahip olacağını düşünmek, analojiye dayalı akıl yürütmeye
bir örnektir. Görülüyor ki analojiye dayalı akıl
yürütmelerde, bazı yönlerden benzerlik gösteren nesnelerin
başka yönlerden de benzer olacağı şeklinde bir varsayım
gizlidir.
Analojiye
dayanan çıkarımın kuvveti hiç şüphesiz, iki şey arasında
mevcut olduğu kesin olarak bilinen ortak özellikler ile, sonradan
sadece birinde gözlenen yeni özellik arasındaki münasebetin
niteliğine bağlıdır. Bu ilişki değişmez veya değişmeze yakın
bir tarzda ise, çıkarılan hüküm de kesin veya kesine yakın
bir kuvvet kazanır. Eğer ilişki zayıfsa veya sadece bazı
hallerde mevcut bulunup diğer hallerde yoksa, o zaman çıkarılan
sonuç, zayıf veya az güvenilir demektir. Ancak bazı
uygulamalardaki bu gibi kısmi benzerliklere bakarak indüktif
açıklama ve çıkarım yöntemini analojiyle özdeşleştirmek de
asla mümkün değildir. Retrodüksiyon analojiyle kıyas
edilemeyecek kadar kapsamlı, verimli ve kullanışlı bir
tekniktir.
Bazı
düşünürler, retrodüktif çıkarımı "bulma" ve
"doğrulama" safhaları olarak iki temel sürece ayırarak,
bulma prosesini mantık disiplininin inceleme sahası dışında
bırakmaktadır. Bu bakış açısına sahip olanlara göre
"bilimsel buluş"; içe doğma, sezgi, ilham veya
yapıcı muhayyilenin bir ürünüdür. Doğrulama prosesi ise,
formel işlemlerle gerçekleştirilir. II. bölümde de değinildiği
gibi, kognitif psikoloji alanında yakın zamanlarda sağlanan
ilerlemeler; özellikle sağ ve sol beyin yarıkürelerinin düşünme
ve problem çözme süreçlerindeki özel fonksiyon ve işbölümüyle
ilgili yeni gelişmeler, bilimsel buluş prosesinin “bulma” ve
“doğrulama” olarak iki ayrı aşamada gerçekleştiği yönündeki
görüşü doğrulamaktadır. “Bulma” esas olarak sağ beyin
yarıküresinin, “doğrulama” ise sol hemisferin uzmanlık
alanına giren süreçlerdir.
A.
Einstein, bilimsel araştırmalar yapan kimseleri, bir polisiye
vakayı aydınlatmak için soruşturma yapan dedektiflere
benzetmiştir. Dedektif, olayı çözmek için önce mevcut bütün
delilleri toplar. Bu veriler zaman zaman sağduyuya aykırı,
birbiriyle ilişkisiz, hatta çelişik bir durumdaymış gibi
görünebilir. Fakat buna rağmen öyle bir an gelir ki dedektif,
artık daha fazla araştırmaya gerek kalmadığını anlar.
Şimdi onun, topladığı gerçekler arasındaki bağıntıyı
bulmak için sağ
hemisfer süreçleriyle düşünmeye
ihtiyacı vardır. Ve gazete okuduğu, TV seyrettiği veya
günlük işlerinden birini yapmakta olduğu bir sırada,
çözümü birdenbire buluverir. Bu buluş, ipuçlarını
açıklamakla kalmayıp ayrıca olayla ilgili başka gerçeklerin de
mevcut olması gerektiğine işaret eder. Şimdi artık dedektif
bunları nerede arayacağını da bilmektedir.
Bilim
adamları da dedektifler gibi problemlerini çözebilmek için önce
genel çerçeveli bir araştırma yaparak açıklayacakları olguyla
ilgili verileri toplarlar. Sonra bu bilgileri kullanarak probleme
çözüm vaat eden bir veya birkaç hipotez kurarlar. Aynı olgu,
mevcut veriler ile kurulabilen birbirinden farklı birden fazla
hipotezle izah edilebilir. Bilim adamı hipotezini seçerken, “önceki
bilgilerine, kâinat anlayışına, inançlarına, tecrübelerine
ve sezgilerine” dayanır. Dolayısıyla mantıkçıların ortaya
bu seçme işlemiyle ilgili çok kesin mantıksal kurallar
koymaları mümkün olmamıştır. Daha çok bilişsel psikoloji
alanıyla ilgili olan süreçler, bu kitabın ikinci bölümünde
ele alınmıştı.
Ancak
yine de iyi bir hipotezi niteleyen bazı genel mantıksal
özelliklerden söz edilebilir: İyi bir hipotez, her şeyden önce
ait olduğu olguların tümünü kapsamalı ve hiçbirisiyle
tutarsızlık göstermemelidir. Yine iyi bir hipotez, "genellikle"
eldeki mevcut bilgilerle, özellikle de yerleşmiş, sağlam gözlem
ve deney sonuçlarıyla doğrulanarak kanun niteliği kazanmış
genellemelerle çelişmemelidir. İyi bir hipotez mümkün mertebe
sade ve yalın, yani en düşük sayıda varsayım ile dile
getirilebilir özellikte olmalıdır.
Retrodüktif
açıklamanın bundan sonraki safhasında sıra, kurulan
hipotezin test edilmesine gelir. Test işlemi, hipoteze dayanarak
birtakım tahminlerde bulunma ve bu tahminleri yeni gözlem ve
deney verileriyle kontrol etmek suretiyle gerçekleştirilir.
Gözlem ve deney verileriyle sürekli desteklenip, doğrulanan
hipotezler, önce teori ve sonra da zamanla kanun niteliği
kazanırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder